Ana Kucağı
Bir gece
sabaha karşı anne, oğlunu telefonla arar. "Nasılsın yavrum, iyi
misin?". Tatlı uykusundan telefonun sesiyle uyanan delikanlı sinirli
sinirli konuşmaya başlar annesiyle: "Gecenin bu saatinde niçin
arıyorsun?" Anne cevap verir. "Sesini özledim de".
"Bilmiyor musun anne, sabah erken kalkıp işe gidiyorum, sabah arasan olmaz
mıydı, uykumdan ettin beni".
Daha birçok
kırıcı ve yüksek sesle söylenen sözden sonra anne oğluna sorar: "Yani
aramakla seni rahatsız mı ettim evladım?" Delikanlı bağırarak, "Evet,
rahatsız ettin" deyince, anne "Öyle mi evladım, sen de beni bundan 25
sene önce bu saatlerde rahatsız etmiştin. Doğum günün kutlu olsun yavrum"
deyip telefonu kapatmış.
Baba Ocağı
Seksenine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen kırkbeş
yaşında ve saygın bir işi olan oğlu salonda oturuyorlardı. Hal hatırdan, çoluk-çocuktan,
havadan-sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti.
O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir
karga kondu. Yaşlı baba kargaya gülümserek biraz baktıktan sonra oğluna
sordu: 'Bu ne oğlum?' Oğlu şaşkın, cevapladı: 'O bir karga baba'. Yaşlı baba kargaya biraz daha
baktıktan sonra yine sordu: 'Bu ne oğlum?' Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: 'Baba, o bir karga'. Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor,
başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı
baba üçüncü defa sordu: 'Bu ne?' Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü: 'O bir karga baba, üç oldu
soruyorsun. Beni işitmiyor musun? 'Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun
sabrı taştı ve sesini yükseltti: 'Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır
onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam
ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?
'Babası yüzünde hâlâ bir gülümseme yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve
elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını
karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümsemeye devam ederek sayfası açık
bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi.
'Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki
pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu.
23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim.
Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle
doldurdu'.
Öğretmen Şefkȃti
Okulun ilk gününde 5. sınıfın önünde dururken,
öğretmen çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı
ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak bu imkȃnsızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana
kaykılmış ismi Mustafa olan bir erkek çocuk vardı. Bayan Mediha bir yıl önce
Mustafa’yı izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli
olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak Mustafa
tatsız olabiliyordu. Bu öyle bir noktaya geldi ki, bayan Mediha onun
kağıtlarını büyük bir kırmızı kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (x)
yapmaktan ve kağıdın üstüne büyük "F" (en düşük derece) koymaktan
zevk alır oldu. Bayan Mediha’nın okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını
incelemesi gerekiyordu ve Mustafa’nın kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun
hayatını gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karşılaştı.
Mustafa’nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
“Mustafa gülmeye hazır, parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz
yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli". İkinci sınıf
öğretmeni şöyle yazmıştı: "Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları
tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için
sıkıntı içinde ve evde ki yaşamı mücadele içinde geçiyor." Üçüncü sınıf
öğretmeni şöyle yazmıştı: "Mustafa’nın annesinin ölümü onun için çok zor
oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi
göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evdeki yaşamı yakında onu
etkileyecek." Mustafa’nın dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı:
"Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok
fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor."
Bunları okuyunca, Bayan Mediha problemi kavradı ve
kendinden utandı. Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kȃğıtlara sarılmış hediyeleri getirdiğinde bile çok
kötü hissediyordu. Mustafa’nın hediyesini alıncaya kadar bu böyle devam etti.
Mustafa’nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kağıdı ile
beceriksizce sarılmıştı. Bayan Mediha onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan
acı duydu. Bayan Mediha, pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı
bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan
bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında
çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Mustafa,
o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı.
"Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyordunuz".
Hoca Dersi
Tanzimat yıllarında
İç Anadolu’nun büyük şehirlerinden birinde Ulucami’de va’az veren bir hoca
vardı. Hoca her gün kürsüden va’azını verir, sözü bitince kürsüye elini
şiddetle vurur ve “Çoban çaldı düdüğü” der, kürsüden inerdi. Bu hal senelerce
devam etti. Bir gün cemaatten bazıları sordular: -Hocam,
senelerdir, “Çoban çaldı düdüğü” deyip duruyorsunuz. Fakat bunun ne demek
olduğunu izah etmiyorsunuz. Biz de merak ediyoruz. İzah eder misiniz?
Hoca da bu talebin
üzerine cemaati kırmayıp şöyle bir hikâye anlattı: Biz
vaktiyle medresede talebe idik. Bir arkadaşımla bir başka köye va’az için
gidiyorduk. Yolda bir su başında bir çoban bizi uzaktan görmüş. Sarığımızdan ve
kıyafetimizden bizim medrese mollası olduğumuzu tahmin etmiş: Biz su başına varıncaya kadar abdest alıp cemaatle namaz kılarız, diye
beklemeye başlamış. Biz varınca hemen saygıyla karşıladı ve namaz kılalım dedi.
Biz de hazırlandık ve cemaatle namazı kıldık. Çoban bize azığında ne varsa
ikram etti, beraber yedik. O zaman çoban dedi ki: “Haydi herkes içinden bir
niyet tutsun ve niyetin kabulü için beraberce dua edelim.” Herkes
içinden bir niyet tuttu ve hep beraberce dua ettik, dileklerimizin kabulünü
istedik. Dua bitince çoban dedi ki: “Şimdi herkes, aklından geçirdiği duasını
söylesin. ”Bunun üzerine arkadaş dedi ki: Ben meşihat dairesine yani fetva
merkezine ȃza olmak istedim, bunun
tahakkuku için Allah’a yalvardım. ”Ben de dedim ki: “Memleketimdeki Ulu camiye
eskiden beri va’iz olmak isterdim, bunun tahakkuku için Allah’a niyaz ettim. En
son çoban dedi ki: “Ben de sahih iman ve salih amel sahibi, Allah’ın razı olduğu bir kul olarak ruhumu
teslim edip cennete gitmekliğimi diledim Rabbim’den...
”Aradan zaman geçti.
Arkadaşım emeline nail olup fetva heyetine ȃza oldu. Ben de Ulu camiye va’iz oldum. Senelerdir
burada va’az ediyorum. Bizim duamız kabul olduğuna göre inşallah çobanın da
duası kabul olmuştur. Biz dünyalık istedik, o ebedî kurtuluş istedi, ümit
ederim Allah’ın izniyle kurtulmuştur. Bir çoban kadar basiretli olamadığım için
hayıflanır dururum. Demek ki ilim de yetmiyormuş, basiret ve feraset
olmayınca”.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder