1 Mayıs 2014 Perşembe

UZUN LAFA NE HȂCET, HER ŞEY AÇIK VE NET-1

Ana Kucağı

Bir gece sabaha karşı anne, oğlunu telefonla arar. "Nasılsın yavrum, iyi misin?". Tatlı uykusundan telefonun sesiyle uyanan delikanlı sinirli sinirli konuşmaya başlar annesiyle: "Gecenin bu saatinde niçin arıyorsun?" Anne cevap verir. "Sesini özledim de". "Bilmiyor musun anne, sabah erken kalkıp işe gidiyorum, sabah arasan olmaz mıydı, uykumdan ettin beni".
Daha birçok kırıcı ve yüksek sesle söylenen sözden sonra anne oğluna sorar: "Yani aramakla seni rahatsız mı ettim evladım?" Delikanlı bağırarak, "Evet, rahatsız ettin" deyince, anne "Öyle mi evladım, sen de beni bundan 25 sene önce bu saatlerde rahatsız etmiştin. Doğum günün kutlu olsun yavrum" deyip telefonu kapatmış.

Baba Ocağı

Seksenine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen kırkbeş yaşında ve saygın bir işi olan oğlu salonda oturuyorlardı. Hal hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti.
O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Yaşlı baba kargaya gülümserek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: 'Bu ne oğlum?' Oğlu şaşkın, cevapladı: 'O bir karga baba'. Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: 'Bu ne oğlum?' Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: 'Baba, o bir karga'. Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: 'Bu ne?' Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü: 'O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun? 'Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti: 'Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?
'Babası yüzünde hâlâ bir gülümseme yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümsemeye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi.
'Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu'.

Öğretmen Şefkȃti

        Okulun ilk gününde 5. sınıfın önünde dururken, öğretmen çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak bu imkȃnsızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış ismi Mustafa olan bir erkek çocuk vardı. Bayan Mediha bir yıl önce Mustafa’yı izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak Mustafa tatsız olabiliyordu. Bu öyle bir noktaya geldi ki, bayan Mediha onun kağıtlarını büyük bir kırmızı kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (x) yapmaktan ve kağıdın üstüne büyük "F" (en düşük derece) koymaktan zevk alır oldu. Bayan Mediha’nın okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi gerekiyordu ve Mustafa’nın kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun hayatını gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karşılaştı.
Mustafa’nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: “Mustafa gülmeye hazır, parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli". İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: "Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evde ki yaşamı mücadele içinde geçiyor." Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: "Mustafa’nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evdeki yaşamı yakında onu etkileyecek." Mustafa’nın dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: "Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor."
Bunları okuyunca, Bayan Mediha problemi kavradı ve kendinden utandı. Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kȃğıtlara sarılmış hediyeleri getirdiğinde bile çok kötü hissediyordu. Mustafa’nın hediyesini alıncaya kadar bu böyle devam etti. Mustafa’nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kağıdı ile beceriksizce sarılmıştı. Bayan Mediha onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu. Bayan Mediha, pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Mustafa, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı.
"Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyordunuz".

Hoca Dersi

Tanzimat yıllarında İç Anadolu’nun büyük şehirlerinden birinde Ulucami’de va’az veren bir hoca vardı. Hoca her gün kürsüden va’azını verir, sözü bitince kürsüye elini şiddetle vurur ve “Çoban çaldı düdüğü” der, kürsüden inerdi. Bu hal senelerce devam etti. Bir gün cemaatten bazıları sordular: -Hocam, senelerdir, “Çoban çaldı düdüğü” deyip duruyorsunuz. Fakat bunun ne demek olduğunu izah etmiyorsunuz. Biz de merak ediyoruz. İzah eder misiniz?
Hoca da bu talebin üzerine cemaati kırmayıp şöyle bir hikâye anlattı: Biz vaktiyle medresede talebe idik. Bir arkadaşımla bir başka köye va’az için gidiyorduk. Yolda bir su başında bir çoban bizi uzaktan görmüş. Sarığımızdan ve kıyafetimizden bizim medrese mollası olduğumuzu tahmin etmiş: Biz su başına varıncaya kadar abdest alıp cemaatle namaz kılarız, diye beklemeye başlamış. Biz varınca hemen saygıyla karşıladı ve namaz kılalım dedi. Biz de hazırlandık ve cemaatle namazı kıldık. Çoban bize azığında ne varsa ikram etti, beraber yedik. O zaman çoban dedi ki: “Haydi herkes içinden bir niyet tutsun ve niyetin kabulü için beraberce dua edelim.” Herkes içinden bir niyet tuttu ve hep beraberce dua ettik, dileklerimizin kabulünü istedik. Dua bitince çoban dedi ki: “Şimdi herkes, aklından geçirdiği duasını söylesin. ”Bunun üzerine arkadaş dedi ki: Ben meşihat dairesine yani fetva merkezine ȃza olmak istedim, bunun tahakkuku için Allah’a yalvardım. ”Ben de dedim ki: “Memleketimdeki Ulu camiye eskiden beri va’iz olmak isterdim, bunun tahakkuku için Allah’a niyaz ettim. En son çoban dedi ki: “Ben de sahih iman ve salih amel sahibi,  Allah’ın razı olduğu bir kul olarak ruhumu teslim edip cennete gitmekliğimi diledim Rabbim’den...

”Aradan zaman geçti. Arkadaşım emeline nail olup fetva heyetine ȃza oldu. Ben de Ulu camiye va’iz oldum. Senelerdir burada va’az ediyorum. Bizim duamız kabul olduğuna göre inşallah çobanın da duası kabul olmuştur. Biz dünyalık istedik, o ebedî kurtuluş istedi, ümit ederim Allah’ın izniyle kurtulmuştur. Bir çoban kadar basiretli olamadığım için hayıflanır dururum. Demek ki ilim de yetmiyormuş, basiret ve feraset olmayınca”. 

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder