26 Eylül 2013 Perşembe

GÜLÜMSETİRKEN DÜŞÜN-DÜRTEN HABER-YORUMLAR-1

1. ‘Din elden gidiyor’ sözleriyle gündeme oturan DSP eski Genel Başkan Yardımcısı Rahşan Ecevit, bu kez “Türban karın doyurmaz” dedi. [Zaman, 12/02/2005]

Tövbe tövbe kıyamet mi yaklaşıyor ne? Düne kadar ‘din elden gidiyor’ diye bir sözü onların mürteci diye yaftaladıkları insanların ağzından duymaya alışmış kulaklarımız, şimdi kimlerin ağzından duyuyor, yoksam yanlış mı işittik? Acaba “şeriat isteriz” de demiş midir? Onu bilmem ama şuna eminim ki burada sözü geçen din, benim dinim değil. Kabala, reiki, yoga, transandantal meditasyon filan olabilir ama Kur’an’da tarif edilen ve son elçinin anlayıp uyguladığı İslam olamaz herhalde. Çünkü o dinde “karın doyurmadığı” belirtilen türban (başörtüsü) da var. İki sözü de aynı şahıs söylemişse (ki söölemiş) ortada ya bir bilmemezlik ya da bir kasıt var. Kast-ı mahsusa’sını bilemem ama ikinci sözde ne yalan söyleyeyim (niye sölim ki size yalan borcum mu var) gerçeklik payı da yok değil hani. Zira gerçekten “türban karın doyurmaz”. Çünkü hem yenilecek cinsten bir madde değildir (yani tadı tuzu olmayıp besin değerine haiz değildir) hem de bu ülkede bu nesneyi taktığınız, örttüğünüz takdirde yalan dünya başınıza göçer, okulunuzdan, işinizden, aşınızdan olur, aç sefil bilem kalırsınız.

2. Tokat’ta Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nin düzenlediği 6'ıncı Gençlik Şöleni, Taşlıçiftlik Kampüsü'nde düzenlenen törenle başladı. Açılışta konuşan Rektör Prof. Dr. Zehra S., türban konusuna değinerek, “Türk halkı özgürdür, hürdür. Laik Türkiye Cumhuriyeti'nde türban kavgası, türban konusu gündeme bile getirilmemelidir. Türk gençliği bu sorunlarla meşgul edilmemelidir" diye konuştu. Gençlik Şöleni açılışında öğrenciler ilginç bir şaka yaptı. Suyun kimyasal olarak ifadesi olan ‘Dihidrojen Monoksit’in zararlarını anlatan bir metin hazırlayan öğrenciler, “Bu madde yasaklanmalı” adı altında açtıkları imza kampanyasında rektöre de imza attırdı. Daha sonra kendisine şaka yapıldığını öğrenen Prof. Dr. S., “Bu şakayı fark edemedik. Alıştığımız şeyin tersi söylendiği için yanıldık. Bir de bunu bilim adamları söylüyorsa bu doğal" dedi.  [www.haber7.com;  03/05/2005]
 
Heyt be! Sanırsınız ki Gazi Osman Paşa mezarından kalkmış, Plevne kalesini küffara karşı kahramanca müdafaa ediyor. O nasıl 1877-1878 Osmanlı Rus savaşında Plevne kalesini sayıca üstün düşmana karşı savunmuşsa, onun ismi verilen cumhuriyet kalesini(!) de bir rektör, hem de bir bayan rektör kendi hemcinsi olan “dahili bedbahtlar”a(!) karşı cansiperane savunmaktadır. Anlaşılan rektör bayan, özellikle bu mücadeleyi versin diye kendisini oraya getirenlerin yüzlerini kara çıkarmamak için “çaya çorbaya limon” kabilinden –belki de söyleyecek fazla bir şeyi olmadığından-, gençlik şöleninde konuyu getirip türbana bağlamış, tersinden de olsa bir bakıma türbanı istismar etmiş, istek ve emelleri için kullanmış aslında.
Laik, Atatürkçü ve de Kemalist göstericilerin başörtüsü aleyhindeki gösterileri sırasında açtıkları bir pankartta “Özgürlük saçını rüzgarda savurabilmektir” yazdığı gibi düşünüyor olmalı ki, “Başörtüsünün özgürlükle bir ilgisi yoktur” diyen koroya katılıyor. El hak doğrudur. Başörtüsü ve diğer İslam’la ilintili konular özgürlükle değil, “Allah’a kulluk” kavramında anlamını, ifadesini bulur. Başını alıp giden, istediği kişiyle, istediği yerde, istediği şeyi yapan özgür kız değildir herhalde Allah’a inandığını ifade eden genç kızlar. Bu inancın ve teslimiyetin gereğini yapan, özgür olmayan bu kızlar da bayan rektöre göre “özgür ve hür Türk halkı”ndan değildir tabii olaraktan. Artık onların önünde ya okul ve kamudaki görevlerinden çekilmeleri, atılmaları ya Allah’ı bırakıp “bu ülkede bizim borumuz öter” diyen devlete (devletlilere) itaat edip söz dinlemeleri ya da başka diyarlara gitmek düşer değil mi ama?
Hem netekim; “Kadınların saçlarının görünmesi günah olacaksa Allah onları saçsız yaratırdı. -Lütfen edebe muhalif sorular gelmesin aklınıza hemen. Nü resimler de yapan darbecibaşı paşam bilmez mi saç dışında başka yerleri de kapattığımızı. Allah’tan bizi şey’siz yaratmamış Allah’ımız- Yapamaz mıydı, yapardı. Ama yapmamış. Peki nereden çıkmış bu türban. İran’daki Humeyni bunu soktu. Humeyni, 1979’dan sonra dehşetli para harcayarak bizim Türkiye’deki genç çocukları, kızları da bu yola sürükledi. Bu tartışmaları yaratanların da İran gibi olma özlemi var”. (Türban tartışmasına 7’nci –darbe öncesinde ve sonrasında nice cumhur evladını 7 bitirdi, hatırlansın lütfen- Cumhurbaşkanı Kenan Evren de kendine özgü çıkışıyla dahil oldu, Akşam; 19.01.2008)
Bilimsel dogmalarla, cumhuriyet hurafeleriyle kafalar öyle tıka basa doldurulmuş ve de yasakçı, baskıcı zihniyet eskisi kadar olmasa da hala bütün ihtişamıyla orta yerde duruyor ki, daha ne olduğuna bile bakmadan ve de düşünüp anlamadan basıyor imzayı su’yun yasaklanmasını isteyen bildiriye rektör hanım. Ahh Zehra ahh –ki isminin anlamı da ‘huzur veren’ demekmiş, ki ne yaman çelişki-, bu bir şaka idi ve de hemen zokayı yuttun, sazan gibi atladın üzerine. Fakat bir gün seni bu dünyada avutan, oyalayan her şeyin son bulduğu, kendinle ve de Rabbinle baş başa O’nun huzurunda olduğunda ne olacak halin Zehra. “Bu şakayı fark edemedik. Alıştığımız şeyin tersi söylendiği için yanıldık” deyip işin içinden sıyrılıp çıkabilecek misin Zehra?
Yoksa “Bir de bunu bilim adamları söylüyorsa bu doğal” mı diyeceksin? Üniversiteler Arası Kurul’un bir üyesi olarak, kendisini YÖK üyeliğine uygun gördüğünüz İTÜ öğretim üyesi Prof.Dr. Celal Şengör’ün size gönderdiği teşekkür mektubundaki şu satırları da doğal karşılıyor, onaylıyor musun Zehra? “Din, belirli dogmalar çevresinde kurulmuştur ve yanılmaz olduğu iddia edilen bir veya birkaç tanrının vahiyleri olan dogmalarından vazgeçemez. Bilim ise sürekli olarak gerçeği arayan ve gerçekle bağdaşmayan hiçbir şeyi kabul etmeyen bir düşünce sistemidir… Dinin pek çok dogması bilimin isbatları karşısında bu şekilde çöpe gitmiştir. Bugün artık ne dünyanın yedi günde yaratıldığına, ne Nuh Tufanına, ne de Havva ile Âdem masalına inanmak mümkündür… Kimse bize bu açıdan ‘bilimperestlik yapıyorsunuz' diye bir eleştiri yöneltemez, zira, büyük felsefeci Lord Bertrand Russell'ın dediği gibi, insanlığın gerçekten bildiği fakat bilimin bulmuş olmadığı hiçbir şey yoktur. Bir başka deyişle, bilim dışında insanlığın hiçbir bilgi kaynağı yoktur... Türban yasağının kaldırılmasını temelde yalnızca bu nedenle kabul etmemiz mümkün değildir. Bu konuda ne karşımıza çıkarılacak hukuk sistemleri, ne de dünyadan gösterilecek örnekler bizi ikna edebilir (sui-misal, misal olamaz). Bizim düşüncemizin ve faaliyetimizin temeli eleştirel akılcılıktır. Aklı ve eleştiriyi kabul etmeyen hiçbir sistemi üniversite kapısından içeri alamayız. İcab ederse, ülke yöneticileri akıllarını başlarına alana kadar o kapıları kapatırız.” (Radikal; 31.01.2008)
Bu bilim adamını -Allah’tan ki din adamı değil, o nedenle dedikleri doğal(!)- kaale alıp,  kale–pardon- üniversite kapılarını kapatıp, ülke yöneticileri akıllarını başlarına alana kadar Gaziosmanpaşa gibi harici değil de dahili düşmanlara karşı savunacak mısın Zehra. Zehra, bak Teziç’ten önceki başkanın Gürüz, “başörtüsü tartışmalarının sorulması üzerine, tartışmaları çirkin ve fakir bulduğunu ifade etmiş” senin gibi ve de “YÖK Başkanı Özcan'ın kimi rektörlerce istifaya davet edilmesini değerlendiren Gürüz, rektörlerin gereğini yaptığını kaydetti. YÖK Başkanı Özcan'ın YÖK Başkanlığı için gerekli şartları taşımadığını savunan Gürüz, şöyle devam etti: "Bana kalırsa Anayasa'da YÖK başkanlığı için öngörülmüş şartları taşımıyor… Şunu Türk milletinin iyi anlaması lazım. Gençken hepimiz hata yapabiliriz, ama belli bir yaşa geldikten sonra gidip, vahye dayalı bilgiyi yaymak, İslam'a uygun adam yetiştirmek peşinde iki sene geçirirseniz olay ortadadır. Kaldı ki bu kişi, rektörlük yapmamıştır. Profesör olması da 14 sene sürmüş galiba. Bir iki defa dönmüş. Bu başarılı bir öğretim üyeliği sayılmaz benim kanaatime göre. Bu şartları taşımıyor. Bunları yaparsınız, zorlarsınız kanunları. Bir yere kadar gider bu, ondan sonrada yargının önünde bulursunuz kendinizi ve sonuçlarına da katlanırsınız…" (Yeni Şafak; 03.03.2008) (Gürüz yanılmadı, haklı çıktı, -yargıdaki değişikliklerden sonra- 25.06.2012 tarihinde yargı önünde buldu kendini ve sonucuna da katlandı, 05.09.2013 tarihinde de salıverildi. Öngörünün bu kadarına da pes doğrusu. Kanunları sonuna kadar kendisi gibi düşünmeyenlerin, inanmayanların aleyhinde zorladı ve binlerce üniversite öğrencisi, öğretim üyesi-görevlisi, personelini okulundan, işinden, istikbalinden, yurdundan yuvasından etti).
Bak Zehra o günkü Yargı da Pürüz çıkarmadı ve Gürüz’e desteğini esirgemedi. “Ankara Barosu tarafından 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla ''Kadın Olmak'' konulu sempozyumun, ''Hukukta Kadın'' başlıklı oturumunda konuşan eski Hürriyet yazarı Emin Çölaşan’ın eşi Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan, kadınlara yönelik en ağır baskının din adına yapılan baskı olduğunu söyledi. Çölaşan, ''Hem özgürlük diyorsunuz hem de kapanmak istiyorsunuz. Kapanmanın özgürlüğü olur mu?'' dedi. Çölaşan, kapanmanın Kuranı Kerim'de yer almadığını, Kuranı Kerim'de kadın ve erkeğe iffetli olmanın öğütlendiğini, avret yerlerinin kapatılması gerektiğinin emredildiğini söyledi.” (Taraf gazetesi; 10.03.2008)
Hadi gene iyisin Zehra, sen ve  diğer rektör kardeşlerin (yolsuzluktan ve de öğretim üyelerini fişlemekten yargılanan Yücel ve birkaç rektör hariç) ve başkanınız (Gürüz hariç) Teziç, kendinizi yargı önünde bulmadınız, ama özgür ve hür olmadığı için okulundan (okulunuzdan değil, bak burası çok mühim Zehra, o okullar sizin değil bu halkın okullarıdır) attığınız bir öğrenciniz kendini yargı önünde buldu ve de sonuçlarına katlandı. “Başörtüsü yasağı yüzünden eğitimini yarım bırakan Nilüfer Pehlivan 'Özgürlük için el ele' yürüyüşüne katılarak yasağı protesto ettiği için idamla yargılandı. Eylem gecesi kaldığı öğrenci evine yapılan baskınla gözaltına alınan ve 3 gün boyunca terörle mücadelede arkadaşlarıyla birlikte sorgulanan Pehlivan: "İdamla yargılanmaktan daha onur kırıcı olan başörtümle okula gittiğimde polis barikatıyla karşılaşmak ya da hocalarımızın 'başörtülüler dışarı çıksın!' sözleriydi.” (Yeni Şafak; 19.02.2008) 
Okumak zahmetine katlanabilirsen Zehra, seni laik cumhuriyetinizin tarihinde kısa bir gezintiye çıkarayım. 1920’li yılların Türkiyesi. Konu sizin tabirinizle türban değil bir başka başörtüsü olan şapka. “25 Kasım 1925'te TBMM’de “Şapka Kanunu” kabul edildi…
Madde 1. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel ve yerel idare ve bütün kurumlara mensup memur ve müstahdemler, Türk ulusunun giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet engeller…
Bu kanun elbette hemen benimsenmedi. Şapka Kanununun çıkmasıyla birlikte Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat –ne ilginç tesadüf be Zehra-, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane gibi illerde protesto olayları yaşandı… Yasaya göre, şapkadan başka bir başlık giymekte direnmenin cezası üç aya kadar hafif hapis iken, protesto hareketleri, sistemin meşruluğuna karşı yönelen idamlık suçlar sayıldı…” ( tr.wikipedia.com)
“Geçtiğimiz hafta 80. senesini idrak ettiğimiz 'Kılık Kıyafet Düzenlemesi' halk arasında 'Şapka Devrimi' diye anılır. Bizde yadırganmayan ama Batılı bir insana söylediğinizde gülümseme sebebi olan kararı 1925 senesi Ağustos ayının sonunda Kastamonu gezisi sırasında ilan etti Atatürk. Ve aynı yıl kasım ayında bu konuda düzenleme getiren yasa çıktı. Şimdilerde etkisi kalmayan ve neredeyse uygulamadan kalkan yasa o yıllarda haddinden fazla gerginlik doğurdu. Devlet memurlarının şapka edinip toplu fotoğraflar çektirerek Ankara'ya gönderdikleri, yasak dolayısıyla erkeklerin piyasada yeterli sayıda şapka bulunmaması yüzünden Rum kadın giyim mağazalarına hücum edip kenarlıklı bayan şapkaları edindikleri günler yaşandı. Daha ötesi bu düzenlemeye muhalefet yüzünden idam cezaları verildi. Bu kanuna Rize'de karşı çıkan halkın isyana varan tutumu yüzünden ünlü Hamidiye Zırhlısı'nın şehrin karşısına demirlediği, Erzurum'da Sinop'ta benzer hadiseler yaşandığı bilinir. Şapka giymek istemeyen kişilerin vilayete dilekçe vermeye gittiklerinde üzerlerine makineli tüfekle ateş açıldığı, Erzurum'da idam edilen 30 kişi arasında bir kadının yer aldığı 'zor oyunu'ydu bu.” (www.radikal.com.tr, 04.09.2005)
 “Direnişin en şiddetli olduğu yer ise Trabzon’un hocalarıyla meşhur ilçesi Of’tu. Of, Hamidiye Kruvazörü tarafından bombalandı. Bizim uşakların bombardıman altında, “Atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğuz, vergi de vereceğuz” diye ağlaştıkları rivayet edilir. Bilindiği gibi, Atatürk 24 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu’ya elinde Panama şapkasıyla gitmiş, Kastamonululara hitaben yaptığı konuşmada, “...Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir” demişti, “Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim...” (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, İstanbul 1981, X, 67)
Anlaşılacağı gibi, bu iş, ‘Kamal Atatürk ve onunla aynı düşünen silah arkadaşları için’ “kurban” vermeyi göze aldıracak kadar önemliydi. İskilipli Atıf Hoca da maalesef “kurbanlar”dan biri olacaktı… Bu arada Atıf Hoca da şapka devrimi’nden bir buçuk sene önce yayınladığı “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli kitabından dolayı tutuklanmıştı… Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmaya başlandı. Bu kez isnat edilen suç, “halkı kanunlara karşı kışkırtmak”tı. Oysa Hoca şapka aleyhine hiçbir gösteriye katılmamıştı. Meşhur Kılıç Ali’nin (nam-ı diğer Kel Ali) reislik ettiği Ankara İstiklal Mahkemesi Savcısı, Hoca için 3 yıl hapis cezası istiyordu. Fakat mahkeme iki gün içinde idam cezası verdi. Atıf Hoca, ne hikmetse savunma yapmaya gerek görmemişti. Hüküm 4 Şubat 1926 sabahı infaz edildi. Atıf Hoca’nın son sözü, “Mahkeme-i Kübra’da hesaplaşırız” oldu.” (Yavuz Bahadıroğlu, Vakit; 18.02.2004)
Ya işte böyle Zehra bacı. 1920’lerde bu ülkenin erkeklerinin başına gelenler yıllar sonra bu sefer kadınlarının başına geldi sizler sayesinde. Allah’tan bu sefer ne istiklal mahkemeleri, ne takrir-i sükun kanunu, ne idam sehpaları ve ne de kel ali’ler var. Gerçi bunlar yok olmasına yok da acının binbir türlüsü var. Başörtüye riayet eden müslüman genç kız ya da kadının her birinin hüzünlü ayrı bir hikayesi var.
Bu hüzünlü hikayelerden, bu acılardan sana ne be Zehra. Sen özgür ve hür bir laik cumhuriyet rektörü bayan olarak saçlarını rüzgarda savur. Geçmişte erkeklerin, günümüzde kadınların çektiği sıkıntılardan, zorluklardan sana ne bre. Sür keyfini rektörlüğün. Hazır dünya nimetleri içindeyken ve arkanda bu kadar bilimsel, yargısel, devletsel destek de varken.
Mahkeme-i Kübra’da İskilipli Atıf Hoca ve idam edilen diğer ‘kurban’larla, başörtüsü nedeniyle okullara almadığınız, uzaklaştırdığınız kız öğrencilerle, öğretim üyeleriyle  karşılaşır mısın, karşılaşmaz mısın bilemem fakat inşallah “şaka değilmiş Allah’ın elçilerinin söyledikleri, fark edemedim, yanıldım, söylediklerinin doğal olduğuna inandığım bilim adamları şimdi nerede” deyip başını iki elinin arasına alıp hüsrana uğramazsın. Daha henüz bir çok şeyi anlama ve de düzeltme imkanı varken, ölüm gelip çatmamışken.
Halamın kızı Zehra dostlar başına / İşte bu haliyle ediyor beni deli / Hemen darılma hala kızı Zehra / Ama artık anla be Zehra (Zehra / Barış Manço)”

3. Türkiye'de başörtüsü engeli nedeniyle okuyamayan kız öğrencilerin umut kapısı olan Kazakistan Uluslararası Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi de kapılarını bu yıl ilk kez başörtülülere kapattı… Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyeti'nin geçtiğimiz günlerde yaptığı toplantıda, görev süresi dolan Heyet Başkanı Namık Kemal Zeybek'in süresini uzatmadığı, bunun yerine emekli General Çetin Doğan'ın heyet başkanlığına atandığı öğrenildi. Rektörlüğe de geçtiğimiz hafta emekli Albay Prof. Dr. Uğur Oral'ın atanmasının ardından, kurulduğu 1992 yılından bu yana kapılarını başörtülü öğrencilere açan Yesevi Üniversitesi'nin resmi web sitesinden, "bu yıl üniversiteye kayıt yaptırmak isteyen başörtülü öğrencilerin kabul edilmeyeceği" duyuruldu… [Yeni Şafak, 25/08/2006]

“Çılgın Türkler”in çılgınlığı bu olsa gerek. “Adriyatikten Çin Seddine” kadar bir güç, bir cazibe merkezi oluşturamadık Türkler olarak, ama olsun yasaklarımızı ulusal sınırların ötesine taşıdık Paşa Paşa. Memleketi demir ağlarla öremedikse de yasaklarla ördük, bir çok memleket evladının da başına çorap ördük. Varsın bu ülkede, YÖK Başkanı Teziç de dahil çok sayıda rektörün bilimsel makalesi bulunmasın (Bugün, 27.02.2006). Varsın YÖK, bir öğretim üyesini (üyelerini) farklı fikirlere, farklı dünya görüşlerine sahip olduğu için üniversiteden uzaklaştırsın. (YÖK, Prof. Dr. Adem Tatlı'yı çalıştığı üniversiteden attı. Atılma gerekçesi ise Tatlı'nın 14 yıl önce yazdığı bir kitapta Evrim Teorisi'ne karşı çıkması. Yeni Şafak, 25/05/2006) Varsın Teziç, Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın elinden “Legion d’honneur-Lejyon donör diye okunur ve yabancı onur diye çevrilebilir” nişanı alsın ve Chirac’ın Fransa’daki liselerde başörtüsü yasağını izah etmeye çalıştığı metni aynen YÖK’ün resmi web sitesinde çevirisine bile gerek görmeden Fransızca olarak yayınlasın. Varsın eski bir YÖK başkanı (K. Gürüz) “Türkçe bilim dili değildir” desin (Hürriyet, 20/12/2006). Bu ülkenin kızları liselerde ve üniversitelerde başörtülü tahsil imkanı bulamadıkları için başka ülkelere hatta taa Kazakistan’a kadar gitmek zorunda kalakalsın; “boynuz kulağı geçermiş” misali, laikliği ithal ettiğimiz Fransa’nın bile -henüz üniversitelerde olmasa da- yeni akledip uygulamaya başladığı ilköğretim ve liselerdeki kılık kıyafet yasağını nice yıllardır başarıyla uyguluyoruz bu ülkede dii mi ama. “Başörtülü okumak isteyen Arabistan’a gitsin” diyen bir şapkalı adamı (nam-ı diğer çoban sülo, o çoban olunca haliyle biz de yıllarca onun kaval-mavalıyla güdülen koyun sürüsü olduk binaenaleyh) yıllarca baş tacı ettik. Defalarca şapka düşüp kel görünmesine rağmen, her darbe (kodu mu oturtulma) sonrası hacıyatmaz gibi meydanlara inen bu zevata, “amca size baba diyebilir miyiz” dedik ve babalara geldik. Sap saman, kışla kampüs, şap şeker, kurul komutanlık, toz duman, rektör paşa birbirine karıştı. Kim kimdir, ne nedir bilemez olduk. Belki de bir kabus bu, gün gelip uyanacağımız. Elbet bu karanlık gecenin bir gün sabahı olacak. “Sabah yakın değil mi?” (Hud/81)

4. "Peruklusun" diye üniversiteye alınmadı. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi (KSÜ) İktisat Fakültesi'ni kazanan Ankaralı Şeyma Türkan, peruklu olduğu gerekçesiyle üniversiteye kayıt yaptıramadan memleketine döndü. KSÜ İktisat Fakültesi'ne kayıt yaptıramayan baba Şemsettin Türkan ile kızı Şeyma Türkan, KSÜ Bahçelievler Kampüsü önünde basın açıklaması yaptı. Baba Şemsettin Türkan, kızının peruklu halde kayıt salonuna dahi alınmadığını belirterek, "Türbanla alınmamasını anlıyorum ama perukla alınmamasının hiçbir izahı olamaz. Böyle bir mantık olamaz. Kızım peruklu olduğu için kaydı yapılmadı" dedi. Üniversite görevlilerinden sert muamele gördüklerini öne süren Türkan, "Çok üzgünüz. Rica etmemize rağmen çok sert bir davranışla karşılandık. Ayrıca öğrenci işlerine gittik, yatırdığımız 458 YTL'yi de geri alamadık. Bizi odalarına dahi almadılar. Bağırarak 'Bakanlar Kurulu kararı var' dediler" diye konuştu. [İHA, 06/09/2006]

Üniversiteye adı verilen Sütçü İmam kimdir ve adının geçtiği olay nedir? Gelin hiçbir yere başvurmadan olayın cereyan ettiği Kahramanmaraş’taki Üniversitenin resmi web sitesi’nden öğrenelim. “31 Ekim 1919'da düşmana ilk kurşunu atan Sütçü İmam, Kahramanmaraş’ta Kurtuluş hareketini başlatmıştır. Geçimini temin etmek için süt sattığından adı Sütçü İmam olarak anılmaktadır. Mondros Mütarekesi taksim projesine göre; Antep, Maraş ve Çukurova bölgesi Fransız işgal bölgesi olarak taksim edilmişti. 2 Şubat 1919'da çoğunluğu Hintli askerlerden oluşan İngiliz askerleri Maraş'ı işgal etmişler ve şimdiki Ticaret Lisesinin yanındaki kışlaya yerleşmişlerdir. 29 Ekim 1919 tarihine kadar bu bölgede kalan İngiliz askerleri, Ermenilerin sürekli başvuruları ve bu yöndeki girişimleri sonucu Fransız askerleri ile yer değiştirmişlerdir. Maraş halkının, bu yer değiştirmeye mani olmak için yaptığı başvurular ise, o sırada Osmanlı hükümetinin zayıf oluşu ve yöneticilerin ilgisizliği nedeni ile başarılı olamamıştır. 29 Ekim 1919 akşam vakti Yüzbaşı Jülie komutasındaki öncü birlikler, Ermenilerin taşkınlıkları ve tezahüratları arasında Şeyh Adil mevkisinden şehre girmişlerdir. Öncü kuvvetlerden bir gün sonra, 2000 kişilik gönüllü Fransız lejyoneri Ermeniler, Fransız ve Cezayirli askerlerden oluşan birlikler yine Ermeni tezahüratları, Ermeni kadınların muhabbetli alkışları arasında şehre girdiler. Şimdiki Ticaret Lisesi civarına yerleştiler. 31 Ekim 1919 cuma günü akşamına kadar, Fransızlarla beraber gruplar halinde şehri dolaşan Ermeniler Türk halkına ağır hakaretler ve küfürlerle mütecaviz davranışlarda bulundular. Akşam vakti, havanın kararması ile olayların sükûn bulması beklenirken, Uzunoluk hamamından çıkan 3 kadın ve bohçalarını taşıyan bir erkek çocuğunu gören Fransız-Ermeni devriyesinden bir asker; “Burası artık Türk memleketi değildir. Fransız müstemlekesinde peçe ile gezilmez!” diyerek kadınların peçesini zorla açmak istedi. Kadınlar ise bağırıp, feryat ederek yakındaki Kel Hacı'nın kahvesinden yardım istediler. Olay yerine ilk müdahale eden Çakmakçı Sait; “Gâvur oğulları! Dokunmayın bacılarıma!” diyerek Fransız Ermeni Lejyonerlerinin üzerine yürüdü. Üzerinde silah olmayan Çakmakçı Sait, açılan ateş sonucu ağır yaralanmıştır. Bu sırada adı İmam olan ve geçimini temin etmek için süt sattığı için Sütçü İmam olarak tanınan İmam, yanında bulunan silahı ile ateş açmış ve bir Fransız-Ermeni Lejyoner askerini öldürmüş, bir diğerini de yaralamıştır.” (www.ksu.edu.tr). Orada, o şehirde, o olayın anısına dikilen anıtta şu cümle de yazıyor. “Sütçü İmam, Türk namusunu burada silahı ile korudu”. Yer aynı yer. 80 küsur yıl sonra nerdeeeeen nereye? Kısa ya da uzun, yorum yapmıyorum, yapamıyorum. Söyleyecek söz bulamıyorum çünki. Nutkum tutuldu. Ne desem laf değil. Yüreğim de elvermiyor zaten. İster korkudan deyin, ister daraldığı için. Ne farkeder?


19 Eylül 2013 Perşembe

KARDEŞİME MEKTUPLAR-1

                Muhakkak bütün mü’minler kardeştirler. (Kur’an; Hucurat/10)


        Kardeşim; evvela Allah’ın selam, rahmet ve bereketinin senin-benim-hepimizin üzerine olmasını dileyerek başlamak istiyorum mektubuma. Mektuplaşmanın kaybolmaya yüz tuttuğu ya da elektronik ortama taşındığı günümüzde, bir nev’i açık mektup niteliğindeki bu mektubumda, istedim ki bizden önceki ümmetlere olduğu gibi bize de farz kılınan oruçla geçirilen Ramazan ayında, bu aydaki gecelerden bir gece olan Kadir gecesinde indirilmeye başlanan Kur’an’da yer alan surelerin isimlerinden hareketle seninle biraz hasbihal edelim. Birlikte Kur’an pınarının o arı-duru, tertemiz suyundan birkaç yudum alarak susuzluğumuzu bir nebzecik olsun giderelim.

Asırlardır kelime anlamı “okuma” olan Kur’an, okunmadan, anlaşılmadan, okunup anlaşılmasına gerek de görülmeden müslüman-mü’min olunabilmiş(!), Kur’an’a saygı adı altında öpüp alına götürme, anlamadan yüzeyinden okuma, abdestsiz mushafa dokunmama gibi anlayışlar ne yazık ki bu ümmette, ümmetin bir parçası olan bu toplumda yer bulabilmiş, tutunabilmiştir. Peygamberin ümmi oluşu onun Allah’ın elçisi olduğuna dair bir delil teşkil ederken, ümmetin çoğunluğunun hala Kur’an konusunda ümmi oluşu herhalde cehaletlerine delil teşkil edebilir ancak. Halbuki müslümanım diyen insanların bile birbirlerine “ma’rufu (iyiyi, doğruyu) tavsiye, münkerden (kötülükten, yanlıştan) sakındırma” konusunda zaaf ve ihmal içinde olduğu şu toplumda, Kur’an’la bağlantıyı bir gün bile koparmadan, her vesileyle ve abdestli-abdestsiz, otururken-yan yatarken yani her ahval ve şeraitte onu tekrar tekrar okumamız ve ayetleri üzerinde tefekkür etmemiz olmazsa olmaz bir gerekliliktir. Ancak o zaman “hayat kitabı” dediğimiz Kur’an, düşünce ve davranışlarımızı etkileyerek hayatımızı biçimlendirip “hayatımız Kitap” olabilecektir. Akıl o zaman kendini ilahlaştırmaktan vazgeçecek, yerde de ilah, gökte de ilah olan Allah’ın gönderdiği vahyin rehberliğinde kainattaki her şeye daha isabetle ve hakiki bir nazarla bakabilecektir.

Sözümüze halkın geleneksel din anlayışında var olan mübarek gece konusunda birkaç söz söyleyerek başlangıç, giriş (fatiha) yapalım izin verirsen. Din, özellikle de İslam, hayatı,  bilinçli bir şekilde bütünüyle, aşırılığa da kaçmadan istikrarlı bir şekilde yaşayarak Allah’a kulluk etmeyi, Allah’ı razı etmeyi hedeflemiştir. Kandil, hıristiyanlıktan gelme bir şey olup Kadir(kudretli) gecesi veya mübarek gece denilen diğer gecelerin, herhangi bir geceden hiçbir farkı yoktur. Üstelik İsra(gece yolculuğu) geçmesine rağmen, Kur’an’da geçmeyen ve peygamberi göklere çıkararak Allah’la bizzat görüştüğü varsayılarak mi’raç gecesi ve yine peygamberin gününde hatta vefatından sonra da kutlanmamasına rağmen doğumuna izafe edilen mevlid gecesi gibi türlü geceler (yakın zamanda kutlu doğum haftası gibi haftalar) ihdas edildi, uyduruldu. Bilesin ki bir Mü’minin kaçındığı bir haram veya yerine getirdiği bir farz sebebiyle kazanacağı sevab, hangi gün ve gece olursa olsun değişmeyecektir, zira bütün gün ve geceler, bütün zamanlar Allah’ındır.
    
Konu konuyu açarmış, aynı zamanda açış demek olup Kitab’ın açılış suresi olan Fatiha suresi Kur’an’ın esası, temeli, özü, özeti ve bir nevi onun önsözü iken “filanın-falanın ruhuna el-fatiha” denilerek; aynen içinde “diri olan kimseyi uyarasın” cümlesi geçtiği halde tam aksine ölülerin ruhuna hediye edilen Yasin suresi gibi anlamından, özünden uzaklaştırıldı, saptırıldı. Anlaşılan diri olanların uyarılmaya ihtiyaçları yoktu(!) ya da dirilerden ümit kesildi ki bu iki sure de ölülere tahsis edildi.

Rabbimiz, biz insanlara ilettiği mesajlarından bazılarında söze Leyl(gece) suresinde olduğu gibi “andolsun” diyerek başlamaktadır. Yeminle başlayıp düşünmemizi istediği bu kelimeleri bir bir sayalım istersen. Zariyat(rüzgarlar), Tur(Sina dağı), Necm(yıldız), Kalem, Nazi’at(söküp çıkaranlar), Büruc(burçlar), Tarık(karanlığı delip geçen), Fecr(şafak), Beled(belde), Şems(güneş), Duha(kuşluk vakti), Tin(incir), Adiyat(atlar) ve’l Asr(çağ, zaman).

Kardeşim; A’la(yüce), Fatır(yaratıcı), göklerin ve yerin Nur’u, Mülk(egemenlik)’ün sahibi olan Rahman(merhametli olan); sözlerinin bir kısmına Ya Sin’de olduğu gibi Ta Ha, Sad, Kaf gibi bazı harflerle başlamaktadır “kelam-ı kadim”inde. Ne yazık ki “huruf-u mukatta” adı da verilen bu ve benzeri harflerden hareketle bazı insanlar tarafından hurafeler ortaya konulabilmiştir. Oysa tam tersine akl-ı selim sahipleri gibi “ona inandık, hepsi Rabbimiz katındandır” demeleri gerekirken.

Elçi olarak seçtiği Muhammed’e inen ilk vahiyler olan Alak suresinin ilk beş ayetindeki ilk söz olan ikra(oku) elbette yazılı bir metni okumadan öte mecazi anlamda “düşünüp duruyorsun,  o halde söyle! konuş!” anlamındadır. “Ben okuma bilmem, ne okuyayım(söyleyeyim)” sözü üzerine de “Yaratan Rabbinin ismiyle oku. O insanı alak’tan yarattı” buyuran kerem sahibi Rabbimiz sonrasında 23 yıl süresince gönderilenler(Mürselat) ile biz İnsanlara apaçık bildirerek(Fussilet) bildiklerimizi öğretti. Yarattığı mahlukat arasında akıl sahibi kılarak bilmediklerimizi de öğrenme imkanı lütfeden Rabbimiz, açık Beyyine(delil)lerle dolu Furkan’ında(hakk’ı batıl’dan ayıran) Yunus, Hud, Yusuf, İbrahim, Nuh ve diğer Enbiyaya(nebiler); ayrıca Hicr ve Ahkaf’ta oturanlara, Seb’e halkına, Al-i İmran’a(İmran ailesi), Meryem’e ve Ashab-ı Kehf’e(mağara arkadaşları) dair en güzel kıssa(Kasas)ları dosdoğru bir şekilde anlattı, “kıssadan hisse” almamıza imkan verdi. Ayrıca Bakara(sığır), Nahl(arı), Neml(karınca) ve Ankebut(örümcek) gibi yarattığı bazı En’am(hayvanlar) ile bize güzel misaller verdi. Ve bizi bütün insanların diz çökmüş olacağı(Casiye), gökyüzünde bir duman tabakasının belireceği(Duhan), ayın yarılacağı(Kamer), güneşin dürülüp ışığının giderileceği(Tekvir), gökyüzünün yarılacağı(İnfitar) ve parçalara ayrılacağı(İnşikak), kabus gibi çöküp(Ğaşiye), olacak olanın olduğu(Hakka), gerçekleşecek olanın sonunda gerçekleştiği(Vakı’a), yeryüzü o müthiş sarsıntı ile sarsıldığı(Zilzal), apansız kopup gelecek musibet(Kaari’a) ve o müthiş haber(Nebe) ile yani bütün insanların öldükten sonra tekrar diriltilip ayağa kalktığı(Kıyamet), kayıp ve kazanç günü(Teğabün) ile uyardı.

O gün gelmezden evvel Secdeye kapanmamızı ve Tevbe etmemizi öğütleyen Allah, ümmet olarak üzerinde önemle durmamız gereken Hac ve Cum’a mevzularına “eğer bilirseniz, bu sizin için daha hayırlıdır” diyerek dikkat çekti. Muvahhidlerin (Allah’a ortak koşmayanların) Tevhid’in yeryüzündeki sembolü olan Beytullah’a doğru gerek yaya gerek uzak yollardan, dünyanın dört bir yanından gelip yılda bir kez toplanmaları demek olan Hac çağrısına ve yine haftada bir kez toplantı (Cum’a) günü namaz için yapılan çağrıya dikkatle kulak kesilmek ve her iki toplantının da ibadi-fıkhi yönü kadar siyasi-içtimai yönü üzerine de eğilmek ve tefekkür etmek lüzumludur.

        Kadın(Nisa)ların Mücadele etmesine gerek kalmadan haklarının gözetilmesini, her konuda olduğu gibi bu konuda da kendisinden korkulmasını öğütleyen Rabbimiz, Talak(boşanma), Enfal(ganimetler) ve benzeri birçok konuda hükümlerine itibar etmeyenleri kafirler(Kafirun) zümresine(Zümer) dahil etmektedir. Mearic(dereceler) sahibi olan Allah katında, hakikati işitip arınacak kimseye surat asmak(Abese) ve bir kimseyi memnun etmek için dahi olsa Allah’ın helal kıldığı bir şeyi (kendisine bile olsa) haram kılmak(Tahrim) hoş karşılanmayan işler cümlesindendir. Altın(Zuhruf) gibi şeylerin, dünya hayatının gelip geçici zevklerinden başka bir şey olmadığını, insanların bunlarla sınandığını(Mümtehine), insanlara en ufak bir yardımdan(Ma’un) bile imtina edenlerin kıldıkları namazdan gafil olduklarını, bu fiillerinin gösterişten öteye geçmeyeceğini bildiren Rabbimiz, veyl (vay haline, yazıklar olsun) o Hümeze(diliyle çekiştirip iftira atan, başkalarında ayıp-kusur arayanlar) ve Mutaffifin(eksik ölçüp tartanlar)e buyurmakta ve celallenmektedir.

        Hiziplere(Ahzab) ayrılmadan kenetlenmiş(Saf), saflar halinde(Saffat) O’nun dini uğrunda cihad edenlere yardım(Nasr) ve apaçık bir zafer(Fetih) vaad etmektedir Mevlamız. O’nun yolunda, O’nun adı yücelsin (ilay-ı kelimetullah) diye cehd eden ve işlerini aralarında Şura(danışma) ile yapan mü’minler tarihe baktığımızda gün gelip Rum(Bizans) devletinin kapılarına kadar dayanmışlar ve fethetmişlerdir de.

      Geçmiş vahyin mensuplarını (savaş için) toplandıklarında(Haşr) yurtlarından çıkaran; Kur’an’da mü’minlerin(Mü’minun) olduğu kadar münafıkların(Münafikun) özelliklerini de belirten ve küfrün önderlerinden biri olan Ebu Leheb’in yanacağı ateşe karısının boynunda bükülmüş iplerden bir halat(Mesed) ile odun taşıyacağını bildiren Rabbimiz, Kabe’yi yıkmaya gelen Ebrehe’nin içinde Filler de bulunan ordusunu mahv-ı perişan edip Kureyş’in emniyetinin sağlandığını açıklamaktadır.

         Kendisine hikmet verilen Lokman’ın diliyle mü’minlere “güzel ahlak”ın diğer bir deyişle İslam ahlakı’nın nasıl olması gerektiği anlatılırken, peygamber’e evinin odalarının-hücrelerinin(Hucurat) dışından bağırarak onu dışarı çağıranların şahsında verilen örnekte “kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla” kabilinden, bu ve benzeri davranışların güzel ahlak sahibi olması gereken mü’minlere yakışmadığı vurgulanıyor. 
   
       Kendisine halisane(İhlas) kulluk eden İsa(a.s)’ın havarilerinin gökten bir sofra(Maide) talep ettiklerini bildiren Rabbimiz, sahih iman ve salih amel sahiplerinin şairler(Şuara) dahil A’raf’ta(Cennetliklerle Cehennemlikler arasında yüksekçe bir yerde) olmayıp razı olduğu kullar cümlesine dahil olup Cennet’e nail olacaklarını müjdelemektedir.

Kur’an, gök gürlemesi(Ra’d)’nin Allah’ın sınırsız kudret ve yüceliğini övgüyle andığını, içinde müthiş bir güç ve birçok faydalar bulunan demiri(Hadid) insanlar için O’nun yarattığını, insanları yarattığı gibi Kur’an’ı dinleyip de “biz olağanüstü güzellikte bir hitabe dinledik” diye birbirlerine haber veren ve insan duyularıyla algılanılamayan varlıkları(Cin) da yarattığını haber vermektedir.

Allah tarafından kendisine Kevser nimeti verilen son elçiye; Ey Müzzemmil-Ey Müddessir(örtülere bürünen-bürünmüş olan) diye hitap edilerek ondan gece kalkıp Kur’an üzerinde tefekkür etmesi, kendisine sorumluluğu ağır bir mesajın tevdi edileceği söylenerek etrafındaki insanları uyarması istenmiştir.

Ne yapacağını bilmez halde olup daralıp sıkılan göğsü vahiy sayesinde ferahlayan(İnşirah) peygamberin çok sonraları az akledenlerce çölde göğsünün yarılıp kalbi çıkarılarak temizlendiği rivayeti uydurulabilmiştir. Yine Kur’an o toplumun mal ve insan çokluğuyla, çoğaltmayla övünmesini(Tekasür), oyalanmasını “hayır, yakında bileceksiniz” sözleriyle eleştirmiş, bu konumları nedeniyle onların haklı ve doğru yolda oldukları iddiasını ise reddetmiştir. Bütün insanlara o yakın hesap gününde, gerçeği yakinen görüp bileceklerini, bütün nimetlerden sorguya çekileceklerini haber vermiştir.

Evet kardeşim; seninle Kur’an’da kısa bir gezintiye çıktık. Gel beraber Rabbimizin “O, bir şairin sözü değildir. Ne de az inanıyorsunuz! Bir kahinin sözü de değildir. Ne de az düşünüyorsunuz!”(Hakka/41,42) ikazını dikkate alıp O’nun katından indirilmiş olan Kur’an’ı anladığımız dilde defaatle bir “el kitabı” gibi okuyup üzerinde tefekkür edelim, kalbimizi O’na açalım. Allah Rasulü(a.s)’nün “Ya Rabbi, kavmim(ümmetim) bu Kur’an’ı terketti”(Furkan/30) diye yakınacağı topluluk içinde yer almayalım. Kur’an okumaya başlarken olduğu gibi, gel birlikte kovulmuş şeytanın ve insanların(Nas) şerrinden, yükselen şafağın(Felak) Rabbine, o sığınakların en emini olup aslında kendisinden başka sığınağın olmadığı Allah’a sığınalım. O’ndan yine O’na sığınalım. Ve şunu da asla aklımızdan çıkarmayalım.

Kalpler ancak Allah’ı anmakla huzura kavuşur. (Kur’an; Ra’d/28)


NOT: Kur’an’da yer alan 114 surenin adı ve türkçe anlamı bu mektupta yer almıştır.


12 Eylül 2013 Perşembe

BUMERANG-1

DÜN…

Önce “eski dünya”larında idiler. Allah(c.c)’ın elçilerinden İsa(a.s)’nın onlara sunduğu arı-duru mesajı, bâtılla örtüp tanınmaz hale getirdiler, aydınlığı (tevhid’i) kaybedip yüzyıllar boyu sürecek koyu bir karanlığın içinde kalakaldılar. Aklı köreltip kendi elleriyle tahrif ettikleri; ruhbanlar icad ettikleri; kilise, papalık gibi kurumlarla takviye ettikleri dinlerinde çeşitli fırkalara ayrılarak yıllarca süren mezhep savaşları yaptılar, farklı düşünen insanları engizisyon mahkemelerinde yargılayıp diri diri yaktılar. İktidar sahibi krallarla, derebeylerle, senyörlerle işbirliğine gidip yoksul, çaresiz halkın ensesinde boza pişirdiler. Birbirlerini olur olmaz sebeplerle kırdıkları gibi; doğu’ya, İslam dünyasına “haçlı seferleri” düzenleyip onbinlerce müslümanı öldürdüler, yakıp yıktılar, Kudüs’ü ele geçirip [Cennetin Kırallığı]nı kurmaya çalıştılar, veba misali salgın hastalıklarla da kırıldılar.

           Sonra bir kısmı –İspanyollar ve Portekizliler- [Kristof Kolomb-1492] kıtalarından (Avrupa) gemilerle ayrılıp hayallerini süsleyen ve türlü zenginliklerle dolu olduklarını duydukları “yeni dünya”lara doğru yol aldılar. Kendilerini iyilikle karşılayan insanlara bir müddet sonra yapmadıkları kötülük kalmadı. Amerika adını verdikleri kıtanın güneyindeki kâdim Aztek, İnka ve Maya medeniyetlerini yok edip yanlarında onlara ait yağmaladıkları zenginliklerle [El Dorado] ve köleleştirdikleri insanlarla [Pocahontas] geri döndüler.

          Bunlardan önemli bir kısmı, zaten varolan ama kendilerinin yeni keşfettikleri kıtanın kuzeyine yöneldiler. Yaşadıkları-daha doğrusu yaşanmaz hale getirdikleri- eski dünyalarından bu [Uzak Ufuklar]a (yoksul, hırsız, cani, hapishane kaçkını, fahişe, misyoner, maceraperest, …) binbir çeşit insan,  binbir çeşit amaçla akın akın geldi de geldi.  Karaya ayak bastıktan sonra da adım adım her türlü yol ve yöntem ile (terör dahil), yüzyıllardır yaşadıkları yurtlarını-yuvalarını savunmaya çalışan yerlileri -kızılderili adını taktıkları ve [Kurtlarla Dans] eden bu vahşi barbarları(!)- onlara ait topraklardan bizonlardan temizler gibi temizlediler. Oysa o kıtanın sakinleri, bu herkese yetecek kadar geniş topraklarda yeni gelenlerle birlikte, kardeşçe yaşamak istemelerine rağmen, soluk benizli beyaz adamın niçin topraklarının tamamına sahip olmaya çalıştığını bir türlü anlayamadı. Onlara göre toprak ve tabii kaynaklar Ulu Yaratıcının insanlara bir emanetiydi. Oysa beyaz adam ne suretle olursa olsun tamamına sahip olmak için elinden geleni ardına koymuyordu. Bu “beyaz”derili insanlar mütemadiyen geldikçe o topraklarda binlerce yıldır doğayla, birbirleriyle barışık bir halde yaşayan “kızıl”derili insanlara alabildiğine geniş o topraklar dar geldi, getirildi. Büyük bir kısmı “en iyi kızılderili, ölü bir kızılderilidir” mavi ceketli özdeyişi uyarınca kitleler halinde katledildi, kalanları da etrafı çevrilmiş verimsiz, çorak arazilerde (rezervasyon) bir nevi açık hapis şeklinde, zillet içinde yaşamlarını sürdürmeye mahkum edildiler ve günümüzde de hala bu durum devam etmektedir [1].

       Sözün burasında dünyada ilk defa nükleer silahı kullanıp yüzbinlerce sarıderili insanı öldüren ABD’li beyaz adamın, Irak’a kimyasal silah olduğu bahanesiyle saldırıp 1.5 milyon Arabın ölümüne yol açıp, Suriye’ye de kimyasal silah kullandığı bahanesiyle saldırmaya hazırlanırken, dünyada ilk biyolojik silahı işgal ettiği kıtanın yerlileri olan Kızılderili insanlara karşı kullandığını zikredelim. Soykırımdan kurtulabilen ve verimsiz topraklara yerleştirilen Kızılderililere verdiği yardım kolilerinde çiçek mikrobu bulaştırılmış battaniye vardı. ABD’li general Amherst gönderdiği bir direktifte “kızılderililer aşağılık bir ırktır. Bunları yok etmek için bütün metodlar gibi battaniye ile mikrop bulaştırmak iyi bir denemedir” demişti.

Beyaz adam [Mohikanların Sonuncusu]nu ve Apaçilerin son reisi-1886 [Geronimo]yu da Zagor, Teks, Tommiks gibi kahramanları(!) sayesinde halledip “Kızılderililer”den arındırdıkları (soykırım yaparak, sağ kalanları da asimile ederek) bu verimli, bakir topraklarda çalıştırılmak üzere kara kıta Afrika’nın “kara”derili insanlarının eline kendilerine bile hayrı dokunmayan kitaplarını tutuşturup topraklarını ellerinden alarak milyonlarcasını yurdundan-yuvasından, eşinden-yavrusundan, [Kökler]inden zorla koparıp köleleştirerek, gemi ambarlarına tıkıp getirdiler. Bu beyaz efendilerin siyah kölelerine yaptıklarının kızılderililer kadar olmasa da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Yakın zamana kadar karaderili olanların insan sayılıp sayılmayacakları, sayılacaklarsa ne tür “haklar”a sahip olacakları gibi derin ve ulvi(!) konuları tartıştılar.

“Özgürlükler ülkesi”ni kurmak için milyonlarca “kızıl” ve “kara”derili insanın topraklarını,  özgürlüklerini (hatta can, mal ve ırzlarını dahi)  ellerinden alan “beyaz”derili adamlar, eski dünyalı, eski kafalı, kırmızı ceketli olan atalarına karşı da Teksas(Çelik Bilek) gibi kahramanlar(!) önderliğinde [Vatansever]ane mücadele verip bağımsızlıklarını kazandılar. Daha sonra kuzey-güney şeklinde iç savaş yaptılar ve yıllar [Rüzgar Gibi Geçti]. At hırsızlarını, banka ve tren soyguncularını “ölü veya diri” yakalamaya çalışan [İyi, Kötü ve Çirkin] bu kovboylar, [Birkaç Dolar İçin], [Onu(ları) Yükseğe As]tılar ve [Altına Hücum] ettiler. Bu [Affedilmeyenler], komşu ülke Meksika ile dahi dalaştılar, bazı toprakları parayla topraklarına katıp “Birleşik Devletler”ini oluşturarak [Bir Zamanlar Amerika]da mafya ile mücadele ettiler. Yani ataları gibi kıtalarından çıkıncaya kadar zarar-ziyanları kızıl ve karaderililer hariç genellikle kendilerine ait olup kendi sorunlarıyla uğraşıyorlardı. Ta ki 1940’lı yıllara kadar.

            “Yaklaşık iki yüz yıldır aşağı yukarı tüm dünya ataları olan Avrupa ülkeleri tarafından paylaşılmış ve sömürülüyordu. Tabii büyük payı İngiliz arslanına ait olmak üzere. Amerika Birleşik Devletleri(ABD) dünya siyaset sahnesine gerçek bir sömürgeci olarak girmek istemesine rağmen Birinci Dünya Savaşı sonrası şartları pek elverişli değildi. Zira “topraklarında güneş batmayan” İngiliz İmparatorluğu’nun bu savaştan galip çıkması ona bu imkanı vermiyordu. Nihayet bu imkanı İkinci Dünya Savaşı sırasında buldu. Bu onun için beklenmedik bir fırsat idi. Bu nedenle harbi başlangıçta uzaktan seyretmeyi yeğledi. Dünya ülkeleri Avrupa’nın kudretli pençesinden çıkıp eline geçebilirdi. Bu yüzden ABD, Almanların Avrupa’yı işgalleri sırasında ve hele İngiltere’nin Almanlarca o güne kadar rastlanmadık bir şekilde sıkıştırılmasından için için keyif duyuyordu denilebilir. Zira sonunda bu durum kendisine yarayacaktı. Bu nedenle bekledi, bekledi. Yorulmuş, dağılmış Almanya; beli kırılmış İngiltere ve yenilmez(!) Kızıl Ordu’su ile ortalıkta görülmeyen Sovyetler’in içinde bulunduğu harbe, topraklarında harp olmamış bir ülke olarak zinde ve zengin kaynaklarıyla arslan payına talip olarak [Er Ryan’ı Kurtarmak] ve [Pearl Harbor]ın intikamını almak bahanesiyle girdi. Böylece Avrupa, şu dünyayı sömürmek için pay etmiş ve ABD’ye hiçbir şey ayırmamış Avrupa, başta İngiltere ve Almanya’sı ile ABD’nin güçlü kollarına düşüyordu. Bu durumun dengelenmesi bakımından da ABD, Stalin’in Sovyetlerine Doğu Avrupa ülkelerini ayırıyor ve buraların vesayetini Sovyetlere bırakıyordu” [2]. 

            Savaş sonrası [Hayatın(mız)ın En Güzel Yılları]nı yaşayan ABD, hızla işe koyuldu. Avrupa’nın ve özellikle İngiltere’nin elindeki yerleri gerek güzellikle(gönüllü) , gerekse de zorla(darbeler ile, bir örnek olarak Türkiye’deki 1960 darbesi hatırlansın lütfen) ele geçirdi. İngiltere’nin Cemiyet-i Akvam’ının yerine patronu olduğu Birleşmiş Milletler’i yerleştirdi. Fiilen asker de bulundurup siyasi, ekonomik, kültürel yönden Avrupa’yı etkisi altına alarak NATO şemsiyesi altında “Komünizm öcüsü”ne (Doğu Bloku’nun Varşova Paktı’na) karşı kanatları altına aldı. Daha önceleri dünyayı yönetip yönlendiren eski atalarını, torunları ve yeni(hür) dünyanın yeni efendisi olarak çekip çevirmeye, yönetip yönlendirmeye başladı. Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu(IMF) aracılığı ile de “üçüncü dünya” ülkeleri adını verdiği geri kalmış, yoksul ülkeleri atalarının kaldığı yerden sömürmeye (pardon kalkındırmaya), ama bu sefer yenilenmiş sömürgecilik metodlarıyla devam etti.

Dünyanın halihazırda en büyük ekonomik, siyasi ve askeri gücüne sahip olan, 30 yılı aşkın süredir hem Sovyetlere karşı, hem de kendi aralarında harbe sahne olmuş, altı üstüne getirilmiş, yüzbinlerce insanını yitirmiş, dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Afganistan’a NATO eşliğinde saldırıp işgal eden, en gelişmiş silahlarını Afgan halkının üzerinde tatbik eden ABD, şu günlerde kimyasal silah kullanılması bahanesiyle Suriye’ye saldırmaya hazırlanıyor. Irak işgalini “önleyici savaş” altında yürütüp Irak’a kimyasal silah var bahanesiyle girip ne hikmetse bulamazken ve 1.5 milyon Iraklının ölümüne sebebiyet verip geride yıkım, kargaşa ve kaos halinde fiilen üçe bölünmüş bir ülke bırakan, akabinde beklemeden başladığı Afganistan saldırına taktığı isimlerden hareketle “ebedi adalet” ve akabinde de “sonsuz özgürlük” diyerek kargaları bile güldüren bu “asil(!) kartal”ın 2. dünya savaşından sonraki cemaziyelevveline kısaca bir göz atalım dilerseniz.

            İkinci dünya harbinden önceki yıllarda olduğu gibi savaş sırasında da ABD toprakları  dışarıdan hiçbir saldırıya uğramadı. Savaş, sanayi alanındaki rakiplerinin çoğunu çok güçsüz düşürdüğü ya da tamamen yok ettiği halde, ABD bu savaştan oldukça kazançlı çıktı ve üretimi üç kattan daha fazla arttı. Dünya nüfusunun yalnızca % 6.3’ünü oluşturduğu halde “bir kula dokuz pul, dokuz kula bir pul” misali dünya servetinin yaklaşık % 50’sine sahipti.

        Japonların baskın yapacağından aslında haberli olan ABD, hem ekonomiyi elinde bulunduran patronların ve silah üreticilerinin isteği doğrultusunda savaşa girmek, hem de halkını savaşa ikna etmek için [Pearl Harbour]’a bile bile lades dedi. Japonların bu askeri hedefe saldırısında 2323 askerin ölmesine karşılık, ABD’nin hiçbir uyarıda bulunmaya bile gerek görmeden ve üstelik savaşın bitimiyle doğrudan bir ilişkisi de olmadığı halde,  Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki yerleşim yerlerine attığı atom bombası sonucu kendi kaybının 100 katı yani 250 000 sivil insan hayatını yitirdi. Bir saniyeden bile daha kısa bir zaman diliminde Hiroşima’da 80 bin kişiyi hemen öldüren, sonraki dört ay içinde bir o kadar insanı daha büyük acılar içinde hayattan koparan atom bombasının atılması Japonları ve tüm dünya insanlarını dehşete düşürmüş (terörize etmiş) ise de, o yıllarda henüz “terör(kavramı) icad olunmamış, mertlik bozulmamıştı”(!). 

            Savaş sonrası dünya iki nüfuz bölgesine ayrılmış; Postdam, Yalta ve Tahran görüşmeleriyle bu durum belgelenmişti. İki kutuplu bu eski dünya düzeni 1990’lı yılların başında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği(SSCB)’nin dağılışına kadar sürdü. “Soğuk savaş” adı da verilen bu dönem boyunca ABD ve SSCB asla bizzat karşı karşıya gelmediler. Nüfuz alanlarını korumak, genişletebilmek ve daha rahat kontrol altında tutup sömürebilmek için dünyanın çeşitli yerlerinde zaman zaman çekiştiler, ama hiçbir zaman bir üçüncü ülkenin(gücün) bu çekişmeden sıyrılıp başını çıkarmasına izin verilmedi.

       Bu savaştan sonraki ilk savaş Kore’de oldu. Kore’nin diğer birçok ülke gibi ikiye bölünmesiyle sonuçlanan savaşta ABD, kendisi müdahale ettiği gibi patronu olduğu Birleşmiş Milletler aracılığı ile günahına başkalarını da ortak etti. Niçin ve ne adına savaştırıldıklarını bile bilmeyen bir sürü ülke insanı, haritada bile yerini bilmedikleri bu uzak diyarlarda tanımadıkları insanlarla savaştılar, öldüler ve öldürdüler. ABD, yine akabinde bir başka ülke Vietnam’a [Müfreze]leriyle bizzat müdahale edip, halkın inanılmaz bir direnişi ile karşılaştı. Hezimete uğrayıp yenilince de ağır bombardıman uçaklarıyla yüzbinlerce ton bomba yağdırarak tarihin en ağır bombardımanını gerçekleştirdi. Tabii bu arada üç ila dört milyoncuk Vietnamlı da ABD’ye boyun eğmeyen ülkelerin insanlarının sahip olduğu “insan hakları”ndan biri olan “ölüm hakkı”nı kullanmış oldu(!). Bu savaşta onbinlerce Vietnamlı kadın [Rambo]lar tarafından tecavüze uğrayıp hamile bırakılarak kirletildi. Yine bu savaşta, nice akla hayale gelmeyecek ama [Sam Amcanın Erleri]nin şeytani akıllarına gelebilecek türden terörle ilgisi olmayan(!) tedhiş yöntemleri uygulandı.

         [Başkanın Adamları] ABD’nin “arka bahçe”si olarak tanımlanan Orta ve Güney (Latin) Amerika’daki ülkelerde de ya doğrudan kendisi işgal ederek (Panama, Granada gibi); ya eğitip yetiştirdiği ulusal muhafızlar eliyle (El Salvador’daki ölüm mangaları gibi); ya da desteklediği gerilla grupları (Nikaragua’daki Kontralar gibi) ve CİA(Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı)  eliyle darbe yaptırtıp desteklediği askeri diktatörlükler aracılığı ile terörün binbir çeşidini uyguladı, uygulattırdı.

            ABD’nin süpergüç olarak kendi sınırlarının dışına çıktığı 2. dünya savaşından Afganistan’a bomba ve füze yağdırdığı güne kadar gerek kendi kıtasında, gerekse dünyanın dört bir yanında sergilediği vahşeti, estirdiği terörü yazıya dökmek, bu yazının sınırları dahilinde mümkün değil fakat meraklısı için kaynakça kısmında belirtilen kitaplarda bu “dram”ın bir kısmına rastlamak mümkün. [3, 4, 5]
           
         SSCB tarih sahnesinden çekilene kadar dünyamız kapitalizm ve komünizmin yani “birbirleri için gerekli, insan için gereksiz” sistemlerin mücadele alanı idi. Bu süre boyunca dünyada kan oluk oluk aktı, gözyaşı sel oldu. İki süper zalim elele verip milyonlarca insanı toprağın altına gömdüler, toprağın üstünde de acılar, açlıklar, kaybolan değerler, mide ve mide-altlarının kölesi ve birbirlerinin kurdu haline getirilen insanlarla dolu bir dünya oluşturdular.


DİPNOTLAR

*Boomerang: Avustralya yerlilerince silah olarak kullanılan ve ileri doğru fırlatılınca geri gelen eğri bir değnek; yapanın aleyhine dönen durum veya plan; geri tepmek [Redhouse ingilizce sözlük, Milliyet yay., İstanbul, 1992]

[  ] ABD’nin kültür emperyalizminin simgesi ve zihinlerimizi yönlendiren Hollywood filmlerinden bazıları.

[1]. Kalbimi Vatanıma Gömün, Dee Brown, E yay.,  2. Baskı, İstanbul, 1990.
[2]. Polonya olayları. Ercümend Özkan, İktibas dergisi, 1. Cilt, 1. Sayı, sh.2-4, 1981 / Dünden Yarına Dünya, Ercümend Özkan, Anlam yay., Ankara, 2005,  Sh. 40-47.
[3]. Sam amca ne istiyor - ikinci dünya savaşından günümüze amerikan politikaları-, Noam Chomsky, Minerva yay., İstanbul, 2000.
[4]. Demokrasi -gerçek ve hayal-, Noam Chomsky, Pınar yay., İstanbul, 1995.

[5]. Çöküşün öncüsü ABD - 21. yüzyılı nasıl hazırlamalı-, Roger Garaudy, Nehir yay., İstanbul, 1997.


5 Eylül 2013 Perşembe

İKİ DOST - 1 - Tanışma

Tanışma

“…
Haydin namaza
Haydin felaha
Namaz uykudan hayırlıdır
…”

Ezan sesi gecenin karanlığında dalga dalga yayılırken yattığım yerden doğruldum. Yatağın kenarında bir müddet oturup “insanların yattıkları kabirlerinden kaldırılıp ya da bir kabri bile bulunmayanların ete kemiğe bürünüp (tekrar diriltilip) ölümden önceki dünya hayatı süresince yapıp ettiklerinin hesabını vermek üzere toplanacakları (mahşer) günü” tahayyül ettim. Kimsenin kimseye faydasının olmayacağı, kimseden amelleri (dünya hayatı boyunca O’nun rızası için yapıp ettikleri) dışında başka hiçbir şeyin kabul edilmeyeceği ve Allah’dan başka kimsenin yardım (şefaat) edemeyeceği o zorlu günde, kendim dahil tüm mü’minleri ve kullarını merhameti ile yargılaması ve bağışlaması için “din günü’nün sahibi”ne dua ettim. Ayrıca bu dünya hayatında bana bir günlük bir süre daha tanıdığı; bir şans, bir fırsat daha verdiği için şükrettim. Uyuyup uyanamayabilirdim pekala. Uyku bir nev’i ölüm, ölüm de kıyamete dek sürecek bir nev’i uyku değil miydi?

Abdest alıp namaz kıldıktan sonra çalışma odasına geçerek yeni güne merhaba dedim. Yeni bir gün dedim de aklıma günlük gazetelerden birinin hoşuma giden bir logosu geldi. “Her sabah dünya yeniden kurulur. Her sabah taze bir başlangıçtır” diye. Gecenin sabaha doğru evrildiği, karanlığın yerini yavaş yavaş aydınlığa terkettiği, tan yerinin ağarıp güneşin ilk ışıklarının odayı doldurduğu vakitleri yıllardır değerlendirmeye çalışmışımdır gücüm yettiğince. Zira sabah namazından sonraki vakit; uyku sonrasının dinginliği, dinlenmişliği; hane halkının uykuda oluşu; içeride ve dışarıda sessiz ve sükunet içindeki ortam nedeniyle okumak, çalışmak ve düşünmek için en elverişli zaman dilimi idi.

“Yoksa sen bir müslüman olarak sabah namazı sonrası güne başlamıyor, tekrar yatıp kendini bu imkandan mahrum bırakarak güneşin ışıklarını üzerine mi doğduruyorsun?” Olumsuz cevap vermiştim vermesine de, soru aklıma takılıp kalmıştı o zamanlar. Bu makul ve mantıklı soru, sonraları beni düşündürecek, takip eden yıllarda sabah namazı ile güne başlama alışkanlığımın yerleşmesine vesile olacaktı.

Hayata dair ne varsa her şeyin allak bullak olduğu, varoluş sancılarının devam ettiği yıllarda karşılaşmıştım soru sahibiyle. Adı Selçuk’tu. Mütebessim, ciddi, kendinden emin bir çehresi, samimi tavırları ve tatlı diliyle hoş sohbet bir adamdı. O konuşunca siz susup ona kulak kesilir, can kulağıyla dinlerdiniz. Ben yirmili yılların başındayken o kırklı yılların sonundaydı. Başından nice şeyler geçmiş, sürgit okuyan, kendini diri tutmayı becerebilmiş biriydi. Anlattığı konulara hakimiyeti, her konuyu basite indirgeyip çeşitli örneklerle zenginleştirmesi, nüktelerle bezemesi onu dinlemeyi zevkli kılıyordu. O ne kadar davasına inanmış, ele aldığı konuları özümsemiş, bitmek tükenmek bilmeyen enerjisi ile dinamik bir görünüm sergiliyorsa, ben de bir o kadar dağınık, kafası karmakarışık, binbir sorunun beynimi çatlattığı bir vaziyette idim. Şair’in diliyle; [Çile, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yay., 27. basım, İstanbul, 1996]
“…
Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe.
Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence.
…”
Daha güzel anlatılamazdı halet-i ruhiyem. Küçük yaşlardan beri kitap alacak param pek olmasa da bulabildiğim her kitabı, yazılı kağıt cinsinden her şeyi okudum. İlköğretim yıllarında Teksas, Tommiks, Zagor, Tarkan gibi çizgi romanları ve Kemalettin Tuğcu serisinin epey kısmını okumuştum. İlk ve orta öğretimin ezberci, düşünceyi körelten, taklitçi ve özgüven kazandırmaktan yoksun bir ideolojik kalıba dökmeye çalışan, “her türlü şey öğretilir, derde devadan gayri” cinsinden malumatı kafatasımız içine boca eden yapısından azade olup biraz olsun nefes alabildiğim yüksek tahsil yıllarında ciddi ve düzenli biçimde kitap okumaya başladım. Hatırlıyorum da param olmadığımdan, fakülteye başlamadan önceki tatilde mahallemizin camiinde görevli ve o yıllarda henüz meslekte yeni ve genç olduğundan bir şeyler yapmaya, bildiği bir takım şeyleri öğretmeye çalışan imam-hatibinden “Oğlum Osman (Raif Cilasun), Kızım Ayşe (Fahrettin Can), Üç Deniz Ötesi (Ahmed Günbay Yıldız), Minyeli Abdullah, Maznun  (Hekimoğlu İsmail), Huzur Sokağı (Emine Şenlikoğlu), Son Devrin Din Mazlumları (Necip Fazıl Kısakürek)” gibi kitapları okumak için ödünç olarak almış, iyi kötü düzenli olarak okumaya başlamıştım. Tabi okuduğum her kitap önüme yeni ufuklar açtığı gibi kafamda türlü türlü soruların oluşmasına da neden oluyordu. Bu ilk kitaplar hem içerikleri hem de yaşım nedeniyle aklımdan ziyade duygularıma hitap ediyor, hüzünlendiriyor, ağlatıyor, öfkelendiriyor, çoşturuyordu.

Belirli bir seçime tabi tutmadan abur cubur cinsinden de olsa her türlü kitabı okuyor, her türlü ortama girip çıkıyor, her tip insanla karşılaşıyordum. Yıllarca beni oyalayan, sloganlarla tıka basa dolduran, beni küçük bir dünyaya hapsedip ne kuşa ne de deveye değil de devekuşuna benzetip ayan beyan gerçekler karşısında başımı kuma gömdüren milli (!) eğitime tüm güvenimi yitirip, fakültede bir nebzecik de olsa nefes alınca, ilgim fakültedeki derslere değil de, kendimi ve dünyayı anlamaya, anlamlandırmaya yönelmişti. Fakülteyi idare edecek kadarıyla götürüyor, fakat kişiliğimin ve kimliğimin oluşum sürecini daha ön plana alıyor, önemsiyordum.

Selçuk beyin kendi hazırlayıp yayınladığı bir dergideki yazılarıyla karşılaşınca o güne kadar rastlamadığım nitelikte, farklı bir zihin yapısına sahip biri olduğunu anlamakta gecikmedim. Pekala sorularıma yeterli ve doyurucu cevaplar alabileceğim kişi o olabilirdi. Çekingen ve içine kapanık bir karaktere sahip olduğumdan bir süre tereddüt ettim. Sonra bütün cesaretimi toplayıp işyerindeki çalışma odasının kapısını çaldım.

Ve karşımda tam da aradığım kişi duruyordu. Gün akşam olmadan yani ömür tükenip bitmeden bir dost bulmuştum. Allah için seven ve öfkelenen, Allah’tan korkan ve kuldan utanan, “sahih iman ve salih amel sahibi” olmaya özen gösteren adam gibi bir adam. Bir Allah dostu, bir güzel insan, bir salih kul.

“…
Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti hediye.

…” 
(Çile, NFK)