26 Aralık 2013 Perşembe

SAĞCI ZİHNİYETİN TEŞRİHİ VE TEŞHİRİ

Bir süre önce, bir arkadaşımın kütüphanesini incelerken gözüme haftalık bir gazetenin bundan yaklaşık kırk yıl önceki ciltlenmiş bir yıllık sayısı çarptı. Bahsettiğim bu dergiye benzeyen gazetenin yazı işleri müdürü Mehmet Şevket Eygi olup 12 sayfası 50 kuruşa ve adı da “yeni İstiklal” idi.

         1960’lı yılların başında yayın hayatına atılan bu gazetenin ele aldığı konular ve bu konulara bakış açısı, o gün ve bu gün iflah olmaz milliyetçi-muhafazakar-mukaddesatçı yani şu meşhur deyimle sağcı zihniyetin teşrihi(anatomisi) ve teşhiri(sergilenmesi) açısından oldukça ilginç olabilir diye düşündüm ve sizlerle paylaşmak istedim.

        Gazetenin tetkik ve tahliline geçersek ilk düşeceğim not, ilk dikkatimi çeken husus o yılların Türkiye’sinde ve iki kutuplu Dünya’sında, Doğu Bloku’nda hüküm süren komünizm konusunda gösterilen hassasiyet idi. Toplam 51 sayıdan 15’inin manşeti komünizm tehlikesi ile ilgili idi. Konuyla ilgili büyük puntolu manşetlerden bazılarını sunmak, komünizmin buharlaşıp havaya karıştığı, soğuk savaşın bitip dünyanın yeniden sıcak, çok sıcak hale geldiği, tek kutuplu yeni dünya düzenine evrildiği yaklaşık 40 yıl sonra hepimize ilginç gelecektir sanırım.

        *Büyük tehlike. Türkiye için en büyük tehlike kuzeyden gelen kızıl Sovyet Rusya emperyalizmidir.
        *Komünistler ezilecektir. Komünizmi el birliği ile boğalım. Kahrolsun kızıl emperyalizm uşakları, size hayat hakkı yok.
        *Komünizme karşı mukaddes cihad.
       *Komünizme karşı İslam. Yeni hükümet komünizmin amansız hasmı İslam ideolojisine de propaganda ve teşkilatlanma serbestisi tanımalıdır.
        *Komünizm tehlikesine karşı Müslümanlar teşkilatlanmalı.

        Gazetenin kapak ve iç sayfalarının önemli bir kısmı komünizm veya başka bir deyişle kızıl tehlikeye dikkat çekip konuyu ayrıntılı işlerken ayrıca her sayısında “komünizmle mücadele eserleri” tavsiye edilip, “komünizmle mücadele dernekleri”nin faaliyetleri ile ilgili haberlere yer verilmekte idi.

        Tali yani ikinci, üçüncü derecede ele alınan konulardan bazıları da şöyle sıralanabilir; Ayasofya’nın cami olarak tekrar ibadete açılması, TCK’nın 163. maddesinin kaldırılması, İmam-hatip okulları, yaklaşan seçimler, CHP’nin muhalefeti, din ve vicdan hürriyeti, çiğnenen mukaddesat, Hak adamı ve Haklı adam-Sultan Abdulhamid Han, İstanbul’un fethi, Lozan zaferi dedikleri, Atatürkçülük istismarı, radyo(o zaman tv yoktu-a.k.) proğramlarındaki ve tiyatrolardaki rezaletler,…

        Yine bir başka dikkatimi çeken, 27 Mayıs darbesi öncesinden 28 Şubat süreci sonrasına kadar devam edegelen bazı haberlere değinmeden geçemeyeceğim. Devlet ricalinin “Türkiye için en büyük tehlike yeşil tehlike(irtica)dir” beyanatları, yazılı basında irtica yaygaraları, imam-hatip okullarının açılmaması ya da açılanların kapatılmaya çalışılması, bir paşanın “kara düşünceli, iç ve dış düşmanlar, kara zihniyetlerle çarpışmak, kara yılanlar” sözcüklerini bol bol kullandığı genelge, kurban derisi kavgası,…

        Gazetede o yıllarda esen komünizm rüzgarına karşı devlet yetkililerine işbirliği ve bu konuda kendilerine yardım edilmesi, önlerinin açılması teklif ediliyor. Bir sayıda “Sayın Milli Güvenlik Konseyine ve bütün ilgililere” başlığı ile açık mektup yazılıp o yıllardaki SSCB’den yayın yapan Bizim Radyo’nun yayınları ihbar ediliyor ve “yetkililer uyuyor mu” denilerek göreve çağırılıyor. Yine “kızılların, Türk Milli Emniyeti’ni yıpratma faaliyetine girişecek derecede işi azıttıklarından”, “imanlı Türk köylüsüne el ve dil uzatanların adaletin sillesiyle kahr olacaklarından” bahsediliyor.

Tüm sayılarında duvar yazısı kabilinden, sloganik ve akit-vakitvari üslubun hakim olduğu gazetede çarpıcı bir örnek olarak “azılı komünist Sabahattin Ali nasıl öldürüldü” yazı dizisindeki şu ifadelere bir bakar mısınız lütfen. “…Bulgaristan’dan sonra özlediği Stalin cehennemine kapağı atacaktır. Fakat kader onu Rus cehennemine gidemeden, öteki dünyaya, gerçek cehenneme yolladı… Olur şey değil! Bulgar hududu civarında ağaçlık bir yerde pis bir insan leşi göze çarpıyor… Leşi günlerce, haftalar belki de aylarca yemyeşil ormanı kokutmuş, nihayet görülerek alınmıştır…”.

        Propagandanın rolü başlıklı bir yazıda “yeryüzü, demokrasi ile buna karşı çıkan komünizmin bir mücadele sahnesi halinde” tanımlaması yapılırken, “okuyucularla baş başa”da bir mektuba verilen cevapta “bugünkü partilerden istediğimiz, memleketimize, batı dünyasında anlaşıldığı ve tatbik edildiği gibi bir din hürriyeti getirmeleridir” temennisi dile getiriliyor. Mektubun sonunda bir başka dilek olarak da Türk halkının önümüzdeki seçimlerde “en az kötüyü” desteklemeleri isteniyor ve yine çarpıcı bir çelişki olarak da seçimlerden hemen sonra Eygi imzalı “ruzname” köşesinde “ehven-i şer safsatası” adlı yazıda ehven-i şer anlayışı eleştirilip son cümle de “kardeşler, bundan sonra artık ehven-i şerri değil, hayrı arayalım, bulalım” diye bitiyor. Zira seçimler yapılmış, gazeteye göre “fırtına atlatılmıştır”.

        “Milletvekili olmak için seçmenlerden rey isteyen politikacılardan dileklerimiz” başlıklı yazıda, maddeler halinde seçmenlere, seçim öncesi verecekleri vaadler ve edecekleri yemin konuları sıralanmış. 11. madde aynen şöyle: “Siyasi bir teşekkül olan hükümetin, din, ibadet ve itikad işlerine karışmaması, hükümet zoruyla müze yapılan ibadethanelerin asli şekline döndürülmesi, laiklik prensibine hürmetkar kalınması için gayret edeceğim”.
                                                      
        Yine bir devlet vekiline yazılan açık mektupta “Din işlerine bir düzen verilmelidir. Geçen hükümetler zamanında Diyanet İşleri Başkanlığı siyasete alet edilmiş, din hizmetlileri haksız idari tasarruflarla gadre uğramış, vicdanlara baskı yapılmıştır. Laik devletin ve politikacıların dini işlere karışmamaları, dini siyasete alet etmemeleri, din ve vicdan hürriyetini ayaklar altına almamalarını istiyoruz” denilmektedir.

        “Hükümetten (Ürgüplü kabinesi) beklediklerimiz” denilerek ve muhtelif sayılarda da tekrarlanan istekler toplu biçimde sayılardan birinde şu şekilde özetlenmektedir; “Tam bir din ve vicdan hürriyeti, mutlak din eğitimi hürriyeti(İslam üniversitesi ve İslam koleji), dini cemiyet kurma hürriyeti(İslam yardımlaşma hürriyeti), İslamiyetin kurallarına uygun yaşayabilme hürriyeti(ideal İslam ailesi ve cemiyeti), müstakil din işleri dairesi(bağımsız diyanet dairesi) ve bir diğer yerde de komünist partisine karşı İslam partisi”.

        “Ebedi saadet ve refah, İslam’ın dünya görüşünde”, “TBMM’deki bütün partilere mensup İslamcı mebuslar birleşmelidir” ve “yeni hükümet komünizmin amansız hasmı İslam ideolojisine de propaganda ve teşkilatlanma(İslam partisi) serbestisi tanımalı” ifadelerinde geçen “İslami dünya görüşü, İslami parti, İslam ideolojisi, İslamcı” tabirlerinden ne anlaşıldığı ya da bu zihniyetin ne anladığını takdirlerinize bırakıyorum.

        Komünizme karşı gösterilen hasımlığın, karşıtlığın yüzde birini kapitalizme ve türevlerine karşı göstermeyen bu zihniyet tarafından, “Petrol kavgası” başlıklı haberde kapitalizmin çirkin yüzünü bile örtme çabası sergilenmekte olup “Batılı kapitalistler nispeten(doğulu komünistlere göre) insaflıdırlar” denilmektedir. Ve yine denge gözetme, yasak savma kabilinden ara sıra bazen küçük puntolarla siyonizmden, yahudilikden, masonlukdan, hırıstiyan misyonerliğinden, dönmelikden de tehlike olarak söz edilmekte.

        Belki bütün bir cilt boyunca rastladığım tek doğru söz, isabetli teşhis “kurtuluş yolu” başlıklı manşetin yer aldığı sayıdaki bir yazıda, rejimden ve seçimlerden söz ederken “seçimle değişmeyen temel kuvvetler” sözü idi. Hatırıma hemencecik “durmuş saat bile bir günde, iki defa doğruyu gösterir” sözü geldi. Ama ne yazık ki bu söz bile yarım kaldı, zira tek doğru bulabilmiştim.

Yeni istiklal adlı bu gazetede “yeni” fikir adına doğrusu pek bir şey bulamadım, “istiklal”i değil de “izmihlal”i çağrıştıran fikirlere rastladım. Ve gerçekten toplum olarak, ümmet olarak tam istiklale, tevhide, vahdete ulaşabilmek için yıllar yılı beynimizi, zihnimizi dumura uğratan, ifsad eden, şirk bataklığına çeviren bu sağcı (ve elbette solcu ve diğerlerinden) cenahtan beri olmak, muğlak bir “inananlar” klişesini asla kullanmamak, zihnimizi Kur’an’la, vahiyle bu tür kirliliklerden arındırmamız lazım. Merkeziyle, periferiyle atalım çöpe gitsin bu zihniyet.

Nasıl dünya ölçeğinde kapitalizm ve komünizm birbirinin karşıtı gibi görünse de gerçekte muadili olup, “birbirleri için gerekli, insan için gereksiz”, ifrat ve tefrit kabilinden fahiş ideolojiler ise; yerel ölçekte yine birbirlerinin zıddı gibi duran sağ ve sol (partiler, kurumlar, anlayışlar), sistem içi mücadelenin ve paylaşımın araçlarıdır. Birbirleri için gerekli olup, ‘müslüman-mü’min-muvahhid’ler için gereksizdirler. Biri şeytanın sağdan diğeri de soldan yaklaşmasıdır. Yöntemleri farklı olsa da yolları aynıdır. Biri mütegallibe, zorba, mütecavizane, sert iken diğeri sofistike, yumuşak, aldatıcı ve istismarcıdır. Hatta ikisi de ‘iktidarda veya muhalefette iken, şahsî menfaatlerini, müstevlilerin (abd, ab vb.) siyasi emelleriyle tevhit etmek’ten de çekinmezler. Giderek de birbirleriyle benzeşmiş, sistemdeki bütün bozulma ve kirlenmelerden nasiplerini fazlasıyla almışlardır. İkisi sayesinde sistem yürütülür ve halk tribündeki seyirci misali oyuna dalar, zaman zaman oyun kızıştırılır, birinden bıkınca, hüsrana uğrayınca diğer oyuncular sahaya girer, zaman zaman da darbe ile oyuncuların tümü yedek kulübesinde bekletilir. ‘Yok aslında birbirimizden farkımız, ama…’ ve ‘ al birini, vur ötekine’ vaziyeti söz konusudur.                                                           

İslam’da değil de Batı düşüncesinde karşılığını bulan bu kavramlara asla itibar etmeyip elimizin tersiyle itelim. Hele hele Kur’an’da geçen “Ashab-ı meymene-ahiret günü kitapları sağdan verilecekler yani sahih iman ve salih amel sahibi olanlar” deyiminin sağcı veya sağın adamları diye tercüme edilmesinden hareketle, öyle okumak kurnazlıkla işlerine gelen ve bu deyimi kendi meymenetsiz zihniyetlerine dayanak yapmaya çalışanlara ise ancak ve ancak gülünür, acınır.


Sağ ve sol makasın iki ağzı gibidirler, birbirlerine karşı gibi görünürler ama çalışırken aynı şeyi keserler / Murtaza Mutahhari

19 Aralık 2013 Perşembe

BEYİN FIRTINASI - 2 - Zulmü İfşa & Yaman Çelişki

Zulmü İfşa

        Birkaç ay önce e-posta kutusuna bir slayt sunusu gelmişti. Bedevi isimli bu sunuda anlatılan öyküyü okuduğumda beni hayli düşündürmüştü. Size de aktarıp paylaşmak istiyorum izninizle.

        Çölde devesinin üzerinde yol almakta olan bir bedevi, güçlükle yürüyen ve susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam onu görünce su istemiş. Bedevi devesinden inmiş ve adama su vermiş. Suyu içen adam susuzluğunu giderip biraz kendine gelince, birden bedeviyi kenara iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış. Bedevi arkasından bağırmış. “Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!”. Bu isteği tuhaf bulan hırsız biraz duraklayıp, merak ederek nedenini sormuş. Bedevi demiş ki: “Eğer bu olayı başkalarına anlatırsan, kulaktan kulağa yayılır ve insanlar bir daha çölde yardıma muhtaç birini gördüklerinde yardım etmezler”.

        Öyküyü anlatan sonuna küçük bir şerh koymayı da ihmal etmemiş. “Bedevi gibi derdimiz deve değil de, kötülüğün yayılmaması olsaydı, millet olarak şimdiye dek çok şeyi halletmiş olacaktık”.

        Geçenlerde, yıllardır mutad olduğu üzre, her sabah namazı sonrası Kur’an’dan bir miktar okurken Nisa 148. ayeti okuduğumda bu öykü aklıma geliverdi. Yıllarca bu ayeti defalarca okuyup geçmiştim, fakat bu anlama gelebileceği doğrusu hiç aklıma gelmemişti. Bahse konu olan ayette “La yühibbullahülcehre bissu’i minel kavli illa men zulime, ve kanallahü semiy’an ‘aliymen – Allah zulme uğrayan kimseden başkasının, kötü sözü açıklamasını sevmez. Allah işitendir, bilendir” deniliyordu. Ayetin dipnotunda da “kötü bir söz ya da eylemin bizzat zarar gören tarafın dışında ifşa edilmesi kargaşaya yol açacağından, ayette sözü edilen ilkeye uygun hareket etmek gerekir” şeklinde bir de açıklama vardı. (Kur’an-ı Kerim Türkçe Anlamı, Şaban Piriş, İlkbahar yay., 2002, İstanbul)

        Öncelikle öyküde bahsedilen bedevinin gerek yardımseverliği ve gerekse de hikmetle birebir örtüşen bakış açısının, bedeviliğin değil de medeniliğin, İslami edep ve terbiyenin, İslam ahlakının göstergesi olduğunu not düşeyim. Ve yine öyküdeki bedevinin tutum ve davranışı, “Bedevilik” kavramının tarifinde yer alan “İslam’ın yetiştirmek istediği nezaket sahibi, aşırılıklardan kaçınan, haddini bilen, edep denilen ahlaki sınırlara riayetkarlığın kendisine çok yakıştığı İslam cemiyetine aykırı düşen bir tutum ve davranışlar yumağı”ndan olmayıp tam aksi istikamettedir. Öyküdeki bedevinin sadece ismi bedevi (çölde çadırda yaşayan göçebe arap) olup, düşünce ve davranışı medeni(İslami)dir. Adam diye bahsedilen kişinin ise iyiliğe kötülükle karşılık vermesi hasebiyle sadece ismi adam (adem) olup aslında insan müsveddesi demek daha doğrudur. Gelelim esas meseleye, öykünün en can alıcı noktasına, kıssadan hisseye.

        Günümüzde bahsini ettiğim öykünün gönderilme vasıtası olan internet dahil mevcut bütün iletişim ve haberleşme araçları, ma’ruf (iyi, güzel, yararlı, helal) şeyleri tedavülden ziyade ne yazık ki ağırlıklı olarak münker’i (çirkin, kötü, zararlı, haram), fuhşiyyatı (aşırılığı, hayasızlığı) ve mefsedeti (ifsad eden, bozan, çürüten, kokutan şeyleri) insanların gündemine, dikkatine, duyularına sunmakta; tedavüle sokmakta, dağıtımını ve pazarlamasını yapmaktadırlar. Kötü, çirkin, hayasız söz ve fiilleri haber konusu yaparken de allayıp pullayarak, albenili hale getirerek savunmasız çocuklara; arzu, istek ve hayalleri yoğun, düşüncelerinden ziyade duyguları ön planda olan, merak ve ilgileri canlı olan gençlere; ciddi bir birikimi ve ahlaki altyapısı olmayan erişkin insanlara arz etmekte, servis yapmaktadırlar. Arz talep diyerek, insanları ikaz ve ihtar anlamında ibret olur diyerek masum, iyi niyetli görüntüyle olsa bile kötülüğün ifşası, yayılması, yaşadığımız topluma ve dünya geneline bakıldığında hayır değil şer getiriyor. Kötülüğün, kötülerin teşhiri, tasviri genel ve ideolojik boyuttan uzak bir şekilde ele alınırsa, ferdi ve toplumu daha ahlaklı, daha iyi, daha duyarlı kılmıyor. Hatta batılın (kötülüğün) tasviri yani ayrıntılı ve özenilecek, özendirecek tarzda anlatımı safi (saf, temiz) zihinleri ifsad ediyor, bozup kirletiyor. Zihni karmakarışık olmuş, kirlenmiş biri iyiliğe, güzelliğe, hayra yönelir mi? Mütemadiyen kötülüğün dillendirilmesi, yaygınlaştırılması, insanları birbirine iyilik etmede, yardımlaşmada ürkek, korkak, isteksiz ve edilgen yapmaz mı? Büyükşehirler başta olmak üzere bugün yaşadığımız tam da bu hal değil mi? Kötülüklerin, çirkinliklerin bombardımanına maruz kalan insanlar herkese ve her şeye şüpheci yaklaşıp uzak, kenar durmayı tercih etmiyor mu? İnsanlar yolda kalmış birini başına bir şey gelebilir endişesiyle arabasına almamakta, ihtiyacı olup da dilenenlere ‘meslek edinmiştir, varlıklı olduğu halde dileniyor olabilir’ diyerek üç kuruş yardımı esirgemekte, zor durumda ve etrafından yardım isteyen, yardıma muhtaç birine kayıtsız kalabilmekte ve daha nice nice komplocu, kuşkucu yaklaşım örnekleri sergilenebilmektedir. Yıllar önce bir büyük şehirde, bir bayram günü şeker toplamaya çıkmış ikisi kız üç çocuk kaybolmuştu. Yaklaşık bir yıl kadar bu olay aydınlatılamamış, sonrasında özel bir polis ekibi olayı çözmüş, çocukların cesedi bir başka şehirdeki bir barajın kıyısında bulunmuştu. Meğer o üç masum sabi, evlerinin bulunduğu sokağa yakın bir sokakta şeker toplamaya çıktıklarında, o evlerden birindeki bir cani tarafından tecavüz edilip öldürülmüştü. Medyada günlerce yer alan bu olayı duyduğumda “eyvah, şimdi bu ülkede çocuklar bayram günü şeker toplamaya çık-a-mayacak artık” demiştim. Zulmün, kötülüğün, ahlaksızlığın sürgit her vesileyle gündemde tutulması, birtakım tehlikelere dikkat çekip uyanık olmanın ötesine geçip tam zıt istikamette kötülüklerin her yeri kapladığı zehabına kapılınmasına, kötülüklerle ve kötülerle başa çıkmanın neredeyse imkansız olduğu düşüncesine sebebiyet verebilir. Ayrıca kötülüklerin olağan görülüp kanıksanmasına yol açabilir, duyarsızlaş-tır-ma gerçekleşebilir, birtakım zihinlerde ilgi, merak uyandırıp tabir-i caizse “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürebilir”. Yine bu arada kötü, çirkin, ahlaksız söz ve fiillerin reklamı, propagandası yapılıp gündemi meşgul etmesi sağlanmış olur. Ferdi ve toplumu birtakım tehlikelere karşı uyanık tutmak için, zaman zaman birtakım vesilelerle uyarı, hatırlatma gerekebilir. Fakat kötülüğü her fırsatta gündeme getirmek, gündemde tutmak, herkesin haberdar olmasını sağlamak, insanların iğrendiği, tiksindiği bir pisliği alıp her yere bulaştırmakla, yaymakla eşdeğerdir. Nasıl ki bir hastalık odağını, bir kanalizasyon atığını, bir çöpü, bir leşi alıp herkese gösterip her yere yaymayı düşünmüyorsak, kötülük konusunda da aynı tavrı sergilemek daha evla değil mi?

Ya hayır konuşalım, ya da susalım. Ağzımızı (kulağımızı) hayra açalım. Batılın değil Hakk’ın galebe çalması, kötülüğün ve kötülüklerin değil, iyilik ve iyilerin sayıca ve nitelikçe artması, yeryüzünde şirkin değil de tevhid bayrağının her yerde dalgalanması için uğraş vermesi (cihad etmesi) gereken ve iyiliğin, güzelliğin, hayrın timsali olması gereken mü’minlere de bu yakışır.  

Yaman Çelişki

        Öğrencilik yıllarımda yaz tatillerinin bir kısmını, Anadolu bozkırının kerpiç duvarlı, toprak damlı evlerinden müteşekkil, doğduğum ve ailecek bir yaşında iken terk ettiğimiz köyde geçirirdim. Köyden erkenden ayrılıp orda yaşamış olmasam da, sorulduğunda kendini oraya nispet eden, harmanı hasadıyla, at arabası döveniyle, sapı samanıyla, değirmeni bulguruyla, bağı bahçesiyle köy hayatını kısmen yaşayan son kuşaklardan biriyim. Çoğu zaman yılda bir kez olsun gidip görmesem de, köydeki dedemgilin evi artık virane hale gelmiş ve köyün mezarlığındakiler çoğalırken köyde beni tanıyan/tanıdığım hısım akraba, insanlar bir elin parmakları kadar olsa da o köy hȃlȃ benim köyüm.

Her neyse uzatmayayım. Çocukluk çağından çıkıp delikanlılığa adım attığım yıllardı. Bir gün benimle yaşıt dayımla köyün hemen yakınındaki bahçelere doğru yürüyüşe çıkmıştık. Dolaşırken karşımıza bahçenin birinde tek göz odalı bir bağ evi çıktı. Dayım laf arasında önceki gece burada ȃlem yapıldığını söyledi. Kapının kilidi açıktı. İçeri girdiğimizde ağır bir alkol kokusu geldi burnumuza. Sedirlerin altında çok sayıda boş rakı şişesi ve elma çuvalları mevcuttu. Dayım, arkadaşlarından işittiğine göre yalnızca içki içilmediğini, çalgı çalınıp kadın oynatıldığını ve hatta ȃleme katılanların o kadınlarla birlikte olduklarını da sözlerine ekledi. Ertesi gün, günlerden Cuma idi. Köyün camisine gittik. Dayım namaz sırasında müezzinlik yapan kişinin geçen gün bağ evindeki içki ve kadın ȃlemine katılanlardan biri olduğunu söyledi. Şaşırdım kaldım doğrusu. Hani, köyün bekar kız ve erkeklerinin ağzına pelesenk ettiği bir tekerlemeyi sıkça duyardım. “Çayırda kıldım namaz, o da Hakk’a yaramaz, gençlikte yaptığımı, Kadir Mevlam aramaz”. Fakat bu durum ona da uymuyordu. Zira bağ evinde sarhoş ve zinakar, Allah’ın evinde ise müezzin olan o kişi genç, bekar biri de değil, evli barklı, çoluk çocuk sahibi bir yetişkindi.

        Hadi bu olay yıllar önce idi. Ve bu kişi/kişiler köyde yaşayan ve doğru dürüst okuma yazması bile olmayan kişilerdi. Ya şuna ne demeli. Anlatayım. Bir arkadaşım üç-dört yıl önce anlatmıştı. Taşradaki üniversitelerden birinde profesör olan bu zat, yanında eşi de olduğu halde bir firmanın sponsorluğunda gittiği Çin’den uçakla dönüyormuş. Uçakta kendisine ikram edilen alkollü içkileri aldığı gibi hanımına gelenleri de içtikten sonra çakırkeyf olmuş. Hosteslere şaka yollu da olsa laf atmaktan, sözlü tacizden de geri durmuyormuş. Derken yemek servisi başlamış. Bu zat (zerzevat mı demeliydim yoksa) kendisine ikram edilen menüdeki domuz eti ihtiva eden yemeği görünce basmış yaygarayı. “Ben müslümanım, bana nasıl domuz eti olan bir menü getirirsiniz, olmaz böyle şey” diyerek ortalığı birbirine katmış.

        Yüzde bilmem kaçı Müslüman diye bilir bilmez herkesin konuştuğu bu ülkede genci yaşlısı, okumuşu cahili (lafın gelişi), köylüsü şehirlisi, çiftçisi profesörü ezici çoğunluk böyle ne yazık ki. Anadolu İslamı ya da Türk İslamı böyle bir şey mi acep diye insan kendini düşünmeden alamıyor. “Bir elde kadeh, bir elde Kur’an; Bir helaldir işimiz, bir haram; Şu yarım yamalak dünyada; Ne tam kafiriz, ne tam Müslüman” (Ömer Hayyam). Bu dörtlük, halimizi dört dörtlük tasvir ediyor mu ne, fazla söze hacet bırakmadan. Bir kez, Müslüman olarak kendini tanımlayan bir anne ve babadan doğduysanız ve üstelik de Müslümanım diyenlerin kahir ekseriyeti teşkil ettiği bir toplumda yaşıyorsanız, artık ne yapsanız bu Müslüman kimliğini üzerinizden atamazsınız ve ona bir şeycikler de olmaz. Ne yapsanız gider, yaşarken İslam tarağınızda beziniz olmasa bile aksi bir vasiyetiniz yoksa ‘merhumu iyi bilirdik’ denilip kefen bezine sarılarak bile defnedilirsiniz. Hatta imam herkes dağılıp gittikten sonra bile, size kabirde edilecek(!) sualler ve cevaplarını, kabrinizin başında kulağınıza fısıldayıverir. Bu konuda birbirinin kopyası gibi olan bu toplumun ferdi olarak, hocadan aldığınız bu son kopya ile işiniz iştir(!). Şaka bir yana bu toplumun ve genelde ümmetin ahvali cidden tam da böyle. Evde başka, kamusal alanda başka; namazda başka gündelik hayatta başkayız. Kişisel ibadetlerimizde Kur’an ve Sünneti kriter olarak alırken, konu ekonomik, sosyal, hukuki ve siyasi ibadetlere gelince laik-demokratik-kapitalist dünya görüşünü esas almaya başlıyoruz. Hele hele gitgide, laik-demokratik-kapitalist yaşam tarzına doğru yol aldıkça dünyevileşme yaygınlaşıp içselleşmekte ve ferdiyetçilik, bencillik, çıkarcılık alabildiğine özendirilip kışkırtılmakta. “İç bade güzel sev var ise akl-i şuurun, Dünya var imiş yoğ imiş olmasın umurun” (Ömer Hayyam) denilerek zevk, haz eksenli bir anlayış, yaşam tarzı serpilip gelişmekte. İnsan (human), “bu benim hayatım, dünyaya bir kere geldim, dinsel, cinsel ve siyasal tercihlerime kimse karışamaz, kime ne” diyerek ve tanrı dahil hiç kimseyi hayatına karıştırmayarak istek ve arzularını ilahlaştırdı, kendisini hem tapan, hem tapılan, hem abd hem de mabud haline getirdi. Bunu yaparken de eğer Müslüman olarak kendini tavsif ediyorsa ne yardan ne serden geçmeden, ne şiş yansın ne kebap diyerek İslamla diğer dinleri (dünya görüşlerini) telif etmeye çalıştı, türlü çelişkilerle zihnini ve hayatını doldurma pahasına.

        Bu çelişkilerin giderilmesi, zihnin Kur’an’a göre yeniden inşasıyla ve zihni diğer dünya görüşlerine ait şeylerden arındırmakla mümkündür. Fıtraten İslam olarak doğsak bile, yüzde yüzlere yakın bir çoğunluğun kendini Müslüman olarak tanımladığı bu ülkede taklitten vazgeçip tahkike, cehlimizi ilme, geleneksel olarak aldığımız şeyleri bilince, farkında oluşa çevirmek, yöneltmek durumundayız. Tabii ki İslam olma (teslim olma) iddiamızda samimi ve kararlı isek. Aksi halde fert ve toplum (ümmet, millet) olarak her türlü yaman çelişkilerden kurtulabilmemiz mümkün olmadığı gibi, ölümden sonra da diriltilip hesaba çekildiğimiz günde “Müslümanlardanım” iddiasını kanıtlamak, ispat sadedinde sözler sarf etmek mümkün olmaz ne yazık ki.


12 Aralık 2013 Perşembe

KARDEŞİME MEKTUPLAR-3

De ki: “Bana, dini yalnız Allah’a halis kılarak O’na kulluk etmem ve müslümanların ilki olmam emredildi.” (Kur’an; Zümer/11,12)

         Kudretinin bir nişanesi olarak renklerimiz, dillerimiz farklı olsa da (30/22); bizi bir erkekle bir dişiden yaratıp sonra da birbirimizle tanışıp bilişelim diye kavimlere, kabilelere ayıran (49/13) ve bizi her bağın ötesinde ve üstünde olan inanç bağı ile dininde kardeş kılan (49/10) rabbimiz Allah’ı överek, O’na şükrederek başlamak istiyorum mektubuma.

        Kardeşim; bizi yoktan vareden ve sahip olduğumuz herşeyi bize lütfeden Rabbimiz, biz “insanlara bir öğüt, göğüslerde olana bir şifa, inananlara bir yol gösterici ve rahmet olan” (10/57) kitabı Kur’an’da, yolunun yolcusu olan bizlere “Ya eyyuhelmüslimun-Ey teslim(İslam) olanlar; Ya eyyuhelmü’minun-Ey emin olanlar(iman edenler)” diye hitap ederken; yaşadığımız topraklarda ve dünyada, bütün hayatını din(islam)e göre tanzim etmeye çalışan, kula kulluk etmeyi reddeden, Allah’ı göklerde olduğu gibi yeryüzünde de tek ilah olarak tanıyıp egemenliği(hakimiyeti) kayıtsız şartsız O’ndan başkasına vermeyen, İslam’dan başka dinlerle, dünya görüşleriyle uyuşma ve uzlaşmaya yanaşmayan bizleri bak hangi isim ve sıfatlarla tanımlıyor, kategorize ediyor onlar.

        ...Muhammedçi, Muhammedi; fitneci, ikilik çıkaran, bölücü, sapık, mecnun, meczub;  ehl-i sünnet ve’l cemaat dışı, harici, zındık; kökü dışarda, vahhabi, mezhepsiz, modernist; mürteci, irticacı, gerici, çağdışı; yobaz, bağnaz, tutucu, kara sesli, karanlık düşünceli; muhafazakar, mukaddesatçı, mutaassıb; takunyalı, çember sakallı, hacı-hoca takımı, molla, sofu, sıkmabaş, türbanlı, türbancı; İslamcı, siyasal islamcı, yeşil komonist; dinci, aşırı dinci, şeriatçı; Humeynici, İrancı, Hizbullahçı, Taliban; köktendinci, fundamentalist, radikal, terörist, cihadçı, cihadist, şer eksenindekiler, evil (kötü), devil (şeytan),...

        Fişlenmişiz, adımız eşkalimiz belli imiş onlara göre. Bu tür yaftalarla, yakıştırmalarla bizi insanların nezdinde mahkum etmek, tahkir ve tezyif etmek, alay etmek, küçümsemek, gözden düşürmek, yalnız bırakmak, marjinal kılmak, izole etmek, haksız kılmak yani senin anlayacağın hakkın üstünü batılla örtmek, güneşi balçıkla sıvamak istiyor onlar. Kim mi onlar? Onlar dünya kurulalı beri ilk insandan bu yana varlar ve ondört asır öncesinden haber veriyor “külli şey’in alim-her şeyi bilen” Rabbimiz onları. “Gerek sizden önce kitap verilenlerden ve gerekse Allah’a ortak koşanlardan birçok incitici sözler işiteceksiniz. Eğer sabreder ve Allah’tan korkarsanız işte bu, azmedilmesi gereken şerefli işlerdendir” (3/186) diyor Mevlamız.

        Nasıl ki tevhid kelimesinde “illallah-ancak ve sadece Allah” demeden önce “la” deyip bütün “ilah”ları reddediyor, elimizin tersiyle itip onlardan uzak olduğumuzu ilan ediyorsak; bilinsin ki biz onların isimlendirmelerinden, tanımlamalarından, iftiralarından uzağız. Biz biricik ilahımız, rabbimiz, melikimiz Allah’ın bize verdiği ismi benimsiyoruz. Bize “müslüman ismini veren O’dur” (22/78); “İnsanları Allah’a çağıran, iyi iş yapan ve ben müslümanlardanım diyenden daha güzel sözlü kim olabilir?” (41/33); “Rabbi ona(İbrahim’e) -Teslim(İslam) ol- demişti de o da, alemlerin rabbi’ne -Teslim oldum(ben müslümanım) demişti” (2/132); İbrahim gibi “Yakub’un da oğullarına tavsiye ettiği üzre müslüman olarak -yaşamak ve- ölmeyi” (2/132); düşmez kalkmaz bir Allah’tan diliyoruz.

        Müslüman (ve mü’min) ismi dışındaki isimler bize Rabbimizin verdiği isimler değil, O’nu inkar edenlerin ve O’na ortak koşanların uydurduğu, takıp takıştırdığı isimlerdir. Kardeşim bizler bir yana, “en güzel isimler rabbimiz Allah’ın olduğu halde, O’nun isimlerinde bile eğri yola sapanlar, O’nu gereği gibi tanımayanlar olmuştur. Onlar yapmakta olduklarının cezasını çekeceklerdir” (7/180) elbette, hiç kuşkun olmasın. Allah ihmal etmez, imhal eder (süre tanır).

        Allah (yüceler yücesi).
Yar ve yardımcı olarak o bize yeter. (4/132)
        Muhammed (Allah’ın selamı üzerine olsun).
‘Güzel bir örnek’ olarak o bize yeter. (33/21)
        Kur’an.
Muttakiler(Allah’tan gereği gibi korkup sakınanlar) için doğru yol rehberi olarak o bize yeter. (2/2)
        İslam.
Din, ideoloji, dünya görüşü, hayat tarzı, yaşam felsefesi, kimlik-kişilik olarak o bize yeter. (3/19, 83, 85)

        Kardeşim; “Göklerde ve yerde olanların hepsi ister istemez O’na teslim olmuşken” (3/83) biz neden teslim olmayalım ki? Onlar bizimle İslam konusunda tartışmaya girerlerse sözümüz aynen rabbimiz Allah’ın şu sözlerinden başkası olmayacak. Zira biz O’nun sözünden daha doğru ve daha güzel başka bir söz bilmiyoruz. “ De ki: Bana, ilahınız tek bir ilahtır, diye vahyolunuyor. Artık siz müslüman olacak, O’na teslim olacak mısınız?; Azab size gelmezden önce, Rabbinize dönün ve O’na teslim olun, sonra yardım görmezsiniz; Ben de kendimi Allah’a teslim ettim, bana uyanlar da. Ve yine kendilerine kitap verilenlere ve ortak koşanlara de ki: Siz de İslam oldunuz mu? Eğer İslam olurlarsa doğru yolu bulurlar. Yok eğer dönmezlerse bize düşen yalnızca duyurmaktır. Allah kullarını görücüdür.” (21/108; 39/54; 3/20)

        Varsın eller(onlar) ne derse desin, Allah bize ne diyor, ne isim veriyor önemli olan bu. Gerisi lafı güzaf, hava civa, fasa fiso. Hasım da, hısım da bunu böyle bilsin. Zaten kem(kötü-evil) söz de sahibine ait değil mi?

        “Allah’a, elçisine, Allah’a ve elçisine itaat edenlere itaat eden; doğru olan; sabreden; Allah’a gönülden boyun eğen; sadaka veren; oruç tutan; ırzlarını koruyan; Allah’ı çokça zikreden -yeryüzünün yüz akı olan- müslüman ve mü’min olan erkek ve kadınlara” selam olsun. “Allah onlar için bağışlama ve büyük bir mükafat hazırlamıştır.” (Kur’an; Ahzab/35)
 

5 Aralık 2013 Perşembe

YEDİ SORUDA GÜNDEM VE SİYASİ BİLİNÇ TESTİ

“Tahkikat nedeniyle biri FBI(Amerikan Federal Soruşturma Bürosu)’dan, diğeri Dışişleri Bakanlığı’ndan iki genç insan geldi. Geldiklerinde ‘fikirlerinden de istifade edelim’ diye bir kaç soru sordular. Bana samimi olarak şunu sordular: ‘Siz Irak’ta Amerikalıların nasıl tasarrufta bulunmasını istersiniz? İşgalden sonra Irak’ta nasıl bir irade makul olur?’ Dedim ki: ‘İşgal olmuş, siz ne derseniz deyin, halk bu meseleye işgal diyor. Benim fikrimi soruyorsanız Irak’ta öyle bir demokrasi kurun ki, Türkiye’den ileri olsun, Türkiye’ye imrenmesinler. Müslümanlara öyle müsamahalı davranın ki İran’a imrenmesinler.”

1.   Yukarıdaki paragrafta “fikirlerinden istifade edilen” kişi kim olabilir?

a) Papa 16. Benedict (Joseph Ratzinger)
b) İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu
c) El Ezher Şeyhi Ali Cuma
d) Okyanus Ötesindeki Hocaefendi
e) CIA Türkiye Masası Eski Şefi Graham E. Fuller

2.   Aşağıdaki çalışmalardan hangisi Graham E. Fuller’e ait değildir?

a) Filistin İntifada hareketinin etkileri ile ilgi çalışma
b) Türkiye, Sudan, Afganistan, Pakistan ve Cezayir'deki İslami Köktendincilik ile ilgili bir dizi çalışma
c) Irak'ta kalımlılık çalışması
d) İslam’ın demokratikleşmesi ve problemleri çalışması
e) Irak’ta Türkiye’den ileri bir demokrasi kurma ve Müslümanların İran’a imrenmesine gerek bırakmayacak derecede müsamahalı davranma imkanlarının araştırılması ile ilgili çalışma

3.   Aşağıdaki sebeplerden hangisi ABD’nin Irak’ı işgal gerekçelerinden biri değildi?

a) Irak petrollerinin ABD’li petrol şirketleri tarafından işletilmesi ve sevkiyatının güvence altına alınması
b) İsrail’in varlığını desteklemek, göz kulak olmak
c) Kendisiyle işbirliği yapan dost ülkelere rejimlerini korumalarında ve antiemperyalist çizgideki müslüman kişi ve örgütlerle olan savaşımlarında destek vermek
d) Irak’ta askeri üsler kurmak, kendi çizgisi doğrultusunda bir yapıyı kurmak, devamını sağlamak, Irak’ı parçalamak, Kürt devletinin kuruluşuna destek vermek
e) Irak’ta ileri bir demokrasi kurarak ve müslümanlara müsamaha ile davranarak onların Türkiye ve İran’a imrenmemelerini sağlamak

4.   Aşağıdaki ifadelerden ve eylemlerden hangisi M. Fethullah Gülen’e ait değildir?

a) Gazze ablukasını delmek için yola çıkan Mavi Marmara gemisinde İsrail’in yaptığı katliam sonrası yardım konvoyu hakkında “faydalı sonuçlar doğurmayacak şekilde otoriteye baş kaldırmaktır" sözü
b) Mavi Marmara gemisindekilerin “şehid değil, bile bile ölüme giden insanlar olduğu” ve “Dünya savaşları gibi hâdiselerde zalimce öldürülen mazlum ve dindar Hıristiyanların şehit olabilecekleri gibi bir hüküm var mıdır?” şeklindeki soruya “bir nevi şehadettir” cevabı
c) Eski CHP genel başkanı Deniz Baykal’ın partisinden milletvekili seçtirdiği evli bir kadınla zina yaptığının açığa çıkması üzerine kendisine telefon açtığı ve Baykal’ın da “ABD'den, Pensilvanya'dan aldığım üzüntü ve destek mesajlarının samimiyetine de inandığımı söylemek isterim” diye mukabele ettiği
d) “Ben Cebrail aleyhisselâmı çok severim. Onun mübarek ismi geçtiği zaman, gözlerim yaşarır; burnumun direği sızlar. Tabii ki mübarek yüzünü rüyada bile görmediğim bir melektir. O gelse de Türkiye’de bir parti kursa, onun partisini bile desteklemem” sözü ve 12 Eylül'de yapılan anayasa referandumu için “Değil sadece kadını erkeğiyle, çoluğu çocuğuyla ve dünyanın dört bir yanına dağılmışıyla hayatta olan insanları, imkan olsa mezardakileri bile kaldırarak o referandumda 'Evet' oyu kullandırmak lazım. Mezardakiler bile kalksın. Ben zannediyorum kalkarlar da, ben zannediyorum ruhları koşar da. Çünkü demokrasi adına çok önemli bir adımdır.” sözü
e) “Demokrasiyi ve onun kuralları­nı, yöntemlerini kabul edecek, bun­lara göre davranacak ve yine de "Allah'a teslim olmuşluğunuzu" söyleyeceksiniz, bu olmaz, olamaz. Demokrasi yalnız seçim değildir; bir düşünce tarzı ve yaşam biçimi­dir ki ayrılmaz bir şekilde dinin dünyadan ayrılmasını emreden laiklik, demokrasiyi tamamlayan ana unsurdur. Bu itibarla biz laik-demokrasileri İslâm’a esastan aykırı görüyor ve ucundan kıyısından da olsa benimseyenleri "Allah'a teslim olanlar" olarak niteleyemiyoruz” sözü

5.   M. Fethullah Gülen ve Neonurculuk hareketi denince hangi şıktaki kelime ve kavramlar genellikle pek hatıra gelmez?

a)   Okyanus ötesi, Hocaefendi, Pensilvanya, Küçük dünyam, Çocuk terbiyesi kitabı, Kırık testi, Bamteli, Herkul.org
b)   Abant Toplantıları, demokrasi, laiklik, dinlerarası diyalog, cami-cemevi’nin birlikte yapımı, Doğu Anadolu’da kurban eti dağıtımı
c)   Hoşgörü, hizmet, himmet, maklube, sızıntı dergisi, aksiyon dergisi,  zaman gazetesi, NT mağazaları
d)   Dershaneler, yurtdışındaki okullar, ışık evleri, Türkçe olimpiyatları, kimse yok mu derneği
e)   Tağut, Haman, Müstekbir, Mustazaf, Zulüm, Cihad, Tevhid, Şirk, Vahdet, İslam Devleti, Kur’an İslamı, “mü’minlere karşı merhametli, kafirlere karşı şiddetli olmak”, “mü’minleri bırakıp kafirleri dost edinmemek, izzeti ve şerefi onların değil, Allah’ın yanında aramak”

6.   Gülen Cemaatini diğer cemaat, parti, tarikat, hizip, fırka ve sivil toplum kuruluşlarından ayıran en başat özelliği hangisidir?

a)   Kimse yok mu derneği ile biz de varız deyip ülke içi ve dışı muhtaçlara yardım konusunda hayır faaliyetlerinde bulunma
b)   Yurtdışında çeşitli ülkelerdeki okulları vasıtasıyla Türkçe’yi uluslar arası bir dil haline getirme
c)   Dersanecilikte başarılı olarak gençleri, öğrencileri lise ve üniversiteye hazırlama, onları zararlı fikir ve alışkanlıklardan koruma
d)   İslamı ulusal ve uluslar arası Abant toplantıları ile demokrasi ile te’lif edip nerdeyse özdeş kılma, uluslar arası sistemin-toplumun isteklerine uygun hale getirme, güç odaklarının hoşlanacağı şekle sokma, daha önce vahye muhatap olanlar gibi İslamı çağdaş Roma’nın rahatsız olmayacağı ve işbirliği yapabileceği sıradan bir “religion”a dönüştürme
e)   Bir nevi cemaat iktisadi teşekkülleri (CİT) ile iktisadi alanda faaliyet gösterip mensuplarına aş ve iş sağlama, ülke ekonomisine katkı sağlama

7. ABD’nin, İsrail’in, AB’nin, BM Güvenlik Konseyi’nin beş daimi üyesi’nin ve Ortadoğu’da Batılı devletlerle işbirliği yapan Arap ülkelerinin İran’a karşı olmaları ve yaptırım uygulamalarının nedeni aşağıdakilerden hangisidir?

a) İran’ın nükleer enerjiye sahip olmak istemesi ve sahip olma tekeli ortadoğu’da yalnızca İsrail’e aitken onun da bir iddiaya göre silah üretmeye çalışması (not: işgal edilmeden önce de Irak’ın elinde nükleer, biyolojik ve kimyasal silah bulunduğu iddiası vardı ve işgal gerekçesi de görünürde bu idi)
b) İran’ın İslam cumhuriyeti’nin, şii, molla rejimi, şeriat kurallarıyla yönetilen bir ülke olması, müslümanlara müsamahalı davranmaması
c) İran’ın 11 Eylül saldırılarında parmağının bulunması, Irak’ı ve Afganistan’ı işgal etmesi, Pakistan ve Yemen’de insanlı ve insansız hava araçlarıyla sivilleri katletmesi
d) İran’ın Filistin ülkesini işgal etmesi, Gazze şehrini açık hava hapishanesine çevirip tecrit etmesi, açık denizlerde eşkiyalık yapıp adam öldürmesi, başka ülkelere hava saldırıları düzenlemesi, çevresindeki ülkeleri yakıp yıkması, BM kurallarının hiç birini takmaması, istediği ülkede suikastler düzenlemesi, vs.
e) İran’ın ‘uluslar arası toplum’ düzeni (daha doğrusu düzenbazlığı) denilen ve özellikle ABD’nin başını çektiği emperyalist sisteme boyun eğmemesi, baskılara direnmesi, teslim bayrağını çekmemesi

DEĞERLENDİRME:

A. Yedi soruya da doğru yanıt vermişseniz, gündemi iyi takip edenlerden ve siyasi bilinç, basiret sahibi insanlardan birisiniz demektir. Dünyada ABD’nin başını çektiği ‘şer ekseni’nin, haydut devletlerin çarkını çevirdiği sömürü ve zulüm düzeninin farkındasınız demektir. Büyük Şeytan ABD’nin ve onun politikalarına ‘hizmet edenlerin’ sizi aldatmasına, yönlendirmesine izin vermiyor, bu günaha ortak olmuyorsunuz demektir. Dünyada, Bölgede ve Türkiye’de ne olup bittiğiyle alakadar oluyor, arka planını rahatlıkla irdeleyebiliyorsunuz demektir.


B. Bu sorulara bir veya birden fazla yanlış cevap vermişseniz, verdiğiniz her yanlış, gündemden bihaber olduğunuz ve siyasi bilinçten yoksun olduğunuzun resmidir. Dünyada ve Türkiye’de olup biteni daha yakından takip etmenizi, aldatıcıların (özellikle Allah ile aldatanların) aldatıcılığına dikkat etmenizi, Kur’an’ı ve Allah’ın son elçisinin hayatını siyasi bakış açısıyla yeniden okumanızı öneririm. Aksi halde bu dünyada iflah olmayacağınız gibi maazallah bütün emekleriniz, sevaplarınız boşa gidiverir de, ahiret günü hüsrana uğrayanlardan oluverirsiniz.

28 Kasım 2013 Perşembe

İKİ DOST-5 - Ya Tahammül Ya Sefer-2

Ya Tahammül Ya Sefer-2

Ah vur ataşı gavur sinem ko yansın, arkadaşlar uykulardan uyansın”

Selçuk Bey’le Gençlik Parkı ile Merkez Bankası arasındaki yoldan Sıhhiye’ye doğru yürüyüşe devam ettik.

         Selçuk Bey, dedim. Gençliğinde, üniversitede öğrencilik yıllarında temel, esaslı, kökten, radikal fikirlere sahip iken, bir işe girip evlenip çoluk çocuğa karışıp hayatın bütün yönleriyle karşılaşınca, yavaş yavaş fark etmeden önceki görüşlerinden çark edip başka dünya görüşlerinin kucağına savrulmayı bir ölçüye kadar anlayabiliyorum. Zira teori ve pratik her zaman örtüşmeyebilir, farklı olabilir. Henüz baba parası yiyen, doğru dürüst bir sorumluluk almamış, “avrat yok, akıl yok” misali nerde akşam orda sabah yaşayan birinin bu dünyadan türlü varlık, yokluk ve zorluklarla dolu başka bir dünyaya adım atması ve dünya hayatının insanı baştan ve de yoldan çıkartan türlü türlü nimet ve külfetleriyle karşılaşınca değişmesini, dönüşmesini bir yere kadar anlamak mümkün. Hani halk arasında güzel bir söz vardır ya, “Tarla da ekinim var deme, ambara girmeyince. Hayırlı evladım var deme, el koynuna girmeyince. Vefalı eşim var deme, kötü gün görmeyince. Hayırlı kardeşim var deme, mirası bölüşmeyince. Sadık dostum var deme, başına bir hal gelmeyince” diye, aynen öyle.

Arif Bey, taşradan büyük şehirlere gelmiş bu gençler, kişilik-kimlik oluşumunun sancılarını çekerken, aynı zamanda yeme-içme, barınma, yalnızlık ve daha birçok sorunla da yüzyüze geldiler. Kimileri tanışıp anlaştığı okul arkadaşları, hemşehrileri ile birlikte bir ev tutup bu sorunları, sıkıntıları paylaşıp aşmaya çalışırken kimileri de devlet, cemaat, tarikat ve diğer yurtlarda bu sorunlara çözüm bulmaya çalışıyordu. Tabii bu durumun bir takım nimetleri olduğu gibi külfetleri, mahsurları da olacaktı. Cemaat ve tarikat yurtlarında kalanlar zamanla o ortamda solunan havayı teneffüs etti, zihnen formatlandı, belirli bir kalıp ve çerçevede düşünmenin ötesine geçemediler, çekip çevrilmeleri, yönetilip yönlendirilmeleri mümkün hale geldi fakat bununla birlikte ileriki hayatlarında aş, iş ve hatta eş bile bulmaları nispeten daha kolay oldu. Birlikte bir ev tutup büyük şehirde yaşamaya, tutunmaya çalışan diğer gençler ise düşünsel yönden daha serbest ve rahat hareket etme imkanı buldular. “İslam’la yeni tanışan ve kendilerini geliştirmeye çalışan bu gençler, beraber kaldığı ev arkadaşları ile ‘biz İslam’ı öğrenmek istiyoruz, bize İslam’ı programlı bir şekilde öğretecek birileri var mı’ diye bana ve başkalarına teklif getirdiler, biz de onları kırmadık, derslere başladık. Bir program çerçevesinde onlara dersler veriyor, İslam’ı daha iyi öğrenebilmenin yollarını öğretiyorduk”.

Gençlerin İslam konusunda bahsettiğiniz gibi bu kadar sistemli, proğramlı bir bilgilenme sonrasında bile, ileriki yıllarda bir kısmının başka mecralara kayıp gitmesi konusunda illa da bir ardniyet aramıyorum, insanın doğası mı dersiniz, ‘imtihan dünyası bu dünya’ mı dersiniz, fikirlerin bir testten geçmesi, ayağının yere basması mı dersiniz, yani hepsi bir yere kadar doğru. Radikal, köktenci, özgün ve bağımsız-bağlantısız fikirlere sahip olmanın avantajları olduğu kadar dezavantajları, tehlikeleri de söz konusudur. Bu tür düşünce sahipleri statik değil dinamik olduklarından, her tür fikre, yeniliğe kapılarını kapatmayıp açık tuttuklarından bir nevi sınırda, iki ucu keskin olan bıçak sırtı misali konumda bulunmaktadırlar. Mobil, hareketli ve değişken olduklarından bunu sürdürmek, canlı tutmak kolay olmadığından bir süre sonra bu yükü taşımaktan yorulabilmekte, yükü bırakıp tam zıt istikamette savrulmaları, ifrata, aşırılığa kaçmaları da mümkün olabilmektedir. Düne kadar radikal bir pozisyonda iken falan demokratik parti, cemaat, tarikat veya sistem içi başka cenahta yer alabilmektedirler. Sistem dışı kalmak, mücadele etmek, bir çok imkandan mahrum kalmak bir yana bir de türlü meşakkatlere göğüs germek, değme babayiğidin harcı değildir, avuç içinde kor tutmaya benzer, sabır, direniş ve tevekkül gerektirir. Arif Bey, ben bu yüzden hapis, işkence ve benzeri başıma gelen bir çok şeyi gençlerin gözünü korkutacağı, isteksizlik ve yılgınlığa sebebiyet verebilir diye anmaktan, anlatmaktan özenle kaçındım.

Selçuk Bey, İktibas dergisinde yazıları çıkan, Ankara’da bulunduğum vakitlerde yazıhanesine uğrayıp söyleştiğim, 28 şubat sürecinin sonuna doğru ‘bu ülkede yaşanmaz’ artık deyip ailesiyle birlikte ABD’ye yerleşen ve geride bıraktığı, tanıdığı bütün arkadaşlarıyla tüm ilişkisini kesen birine yıllar sonra bir tarihte e-mektupta neler düşündüğünü sorduğumda bana şunları yazmıştı; “Israrla benim ne düşündüğümü soruyorsun. Aslında düşüncelerimde ne değişiklikler olduğunu merak ediyorsun. Bu merakını anlıyorum. Çünkü Türkiye’de insanlar kişilerin ne yaptıklarını / yapmadıklarını, neler ürettiklerini (yaşam kalitesini yükseltme anlamında, yoksa ne yazdıkları, ne çizdikleri değil), hayatı nasıl zenginleştirmeye çalıştıklarını merak etme yerine neler düşündüklerini merak ediyorlar. İşin bir diğer garip tarafı kişinin düşüncelerinin değişmesi ile kendisinin değişmesini (alışkanlıklarının, davranış kalıplarının, hislerinin, reflekslerinin vs.) eşdeğer görüyorlar. Evet senin anladığın manada düşüncelerim değişti. Aslında Türkiye’de de düşüncelerim değişmişti. Düşüncelerim yarın da değişmeye devam edecek. Çünkü doğanın özünde değişim var. Değişime direndiğiniz sürece kaybediyorsunuz. Hangi düşüncelerim değişti? Bunları tek tek döküp tartışmayı anlamsız buluyorum. Dünya sanıldığının aksine Türkiye’den bakıldığında görülen bir küre değil. Kişilerin, toplumların tercihi onların yaşam düzeylerini belirliyor. Geri kalmışlığın da, gelişmişliğin de kader olduğuna inanmıyorum. Hiç düşünüyor musun bilmiyorum. Son iki yılda (2000-2002) Türkiye matematiksel olarak en azından yarı yarıya küçüldü / değer kaybetti. Dünyadaki kredi itibarının ne kadar değer kaybettiğini kestiremiyorum. Bu olguyu ‘bizi bu hale getirenler…’ şeklinde başlayan cümlelerle açıklamaya çalışmayı da anlamsız görüyorum, neyse hayat devam ediyor herkes için”. Bu arkadaş anlaşılan birilerine ve bir şeylere kahır ederek, gemileri yakıp gitmişti …’ya. Dinsel, cinsel ve siyasal tercihlerin özgür! olduğu bir fırsatlar! ülkesinde, yeni bir hayata başlamak istemişti eşi ve çocukları ile. Aslında beni hiç aramasa da yolum düştüğünde bürosuna gidip arayan, hal hatır soran bendim ve ondaki değişimin ipuçlarını hissetmiştim. Fakat böyle bir radikal kararla herkesi ve her şeyi geride bırakıp, geride kalanlarla her türlü ilişkisini keserek düne kadar “büyük şeytan” olarak eleştirilen bir ülkeye gidebileceği aklıma gelmemişti. 28 Şubat süreci oyununun oynandığı bir ülkeden, oyunu kurgulayan ve yöneten ülkeye gitmişti radikal! ve de cesur yürekli! arkadaş.

Arif Bey, ben her vasatta “düşünebilen, kendine özgü düşünceler üretebilen, düşünmesini bilen insanlarla kurtulabileceğimizi savundum. Düşünebilmeyi öğretmek, bu önemli noktaya dikkatleri çekmek, bu noktadan şaşmamak, başkalarına da bunu öğütlemek lazım” düşüncesini savundum. Taa başından beri insanları bir kalıba sokmanın peşinde olmadım. Bunu düşünmedim de. Ben isterim ki, öyle bir hale gelelim ki, “eğriyi doğrudan ayırabilen, karşılaştığı görüşleri birbirleriyle ve ana doğrularla mukayese edebilen, sonuçta doğrularda gelip karar kılabilen” bir kişilik oluşsun insanımızda. Bu suretle karşılaştığı sorunları kendisi bizzat çözebilen, problemlerini halledebilen ve doğru bilip, bulduklarını kabullenip davranışlar haline getiren insanlar olalım. Zira en büyük ihtiyacımız keyfiyet ihtiyacıdır. Fakat böyle kendi ayakları üstünde durmak ve sebat göstermek her kişinin değil er kişinin karıdır. Zira gençken, henüz bir şeye malik değilken ve türlü imtihanlarla yüzyüze gelmeden bu konudaki haliniz ham haldir. Bir nevi toprak altından çıkarılan altının türlü muamelelerden sonra saf altına dönüşmesi gibi düne kadar radikal, köktenci fikirler savunanların dünkü savundukları fikirle hiçbir alakası olmayan, yüzseksen derece farklı bir konuma savrulmaları mümkün olabiliyor. Bu da zaman içinde, kişinin kendisini ikna ede ede, yeni halini sindire sindire, yeni hale adaptasyon gerçekleşiyor. Yeni konumuna haklı argümanlar geliştiriyor, içinde bulunduğu cemaatin, topluluğun yaptığı yanlışlar, uyuşukluk, atalet ve mensuplarına bir şey veremediği gibi onlara gösterilen ilgisizlik ve umursamazlık bu çöküşü ve ayrılığı daha da hızlandırıyor. Bir hareketin bir gündemi olmazsa, günceli yakalamazsa, dinamiklik ve özgünlük özelliğini yitirirse, mensuplarına bir aidiyet duygusu aşılayamaz, onları motive edemezse, ulaşılabilir hedefler ve sürgit o hareketi uzağa taşıyacak bir ufuk, bir ideal önlerine koymazsa,  cemaat mensupları arasında birliği, keyfiyeti arttırıcı çalışmalar yapılmazsa zamanla birçok kişi dağılır, olmadık yerlere gidip kapılanırlar, hatta bir önceki pozisyonlarının en amansız hasmı bile kesilebilirler, en yıkıcı, en yakıcı düşmanı olabilirler. En tehlikelisi de yeni ve genç adaylara kapı kapanır yani onların ilgisini çekmez, kimse rağbet etmez, nesli kesilen bir topluluk olarak kaybolur giderler ya da cılız bir yapı haline gelirler.

Bit pazarı da denilen İtfaiye Meydanı civarından geçerken Selçuk Bey’e dedim ki, aynı arkadaşa yıllar sonra bir vesileyle yine ama bu sefer facebook’da bir hal hatır daha sorayım dedim. “bir kere olsun gidişten sonra tr'ye geldin mi? bir günü nasıl geçiriyor ve gelecekten ne bekliyorsun? gidiş o gidiş, ne bir haber var ne de bir duyum, ses ver” diye yazdım.

Cevaben, “elbette memlekete defalarca gidip geldim. En son 1 ay önce oradaydım. Bir günümü çoğu insan gibi işimle gücümle, ailemle ve dostlarımla geçiriyorum. Türkiye'yi doğal olarak izliyorum. Türkiye'deki değişim (kimi yanlışlıklarına, eksikliklerine vs. rağmen) beni heyecanlandırıyor. "Gelecekten ne bekliyorum" sorusu çok soyut ve dürüstçe 45’ini geçirmiş birine sorulacak bir soru olmadığını düşünüyorum. Eğer düşüncelerimi falan merak ediyorsan; İslama ideolojik olarak artık bakmadığımı, bakmaya devam edenlerin de söylem (jargon) dışında topluma söyleyebilecek birşeylerinin olmadığını hele hiçbir toplumsal projelerinin olmadığını düşünüyorum. Zaten yeni hiçbir şey de söylemiyorlar (gözlediğim kadarıyla). Bu Türkiye'de sadece İslamcıların sorunu değil ayni zamanda Sosyalistlerin de sorunu. (Hala 30-40 yıl öncesinin jargonlarını ve paradigmalarını kullanmak, anti emperyalist/Amerikan söylemle bütün sorunları analiz etmek ve çözmeye çalışmak vs.) Fakat toplum bundan çok fazlasını istiyor ve hak ediyor”.

Doğrusu Allah şahittir hiçbir ardniyet taşımadan lafın gelişi yazdığım bu satırlara yazdığı cevap beni hayli üzmüş, incitmişti. Ben de cevaben “öncelikle ben öylesine bir günün nasıl geçiyor ve de gelecekten ne bekliyorsun derken eleştiri babında değil, senin hakkında bilgi almak ve sohbete kapı aralamak için söylemiştim. ne yazık ki sen ve senin zihniyettekilerde onmaz bir öfke ve kapanması mümkün olmayan bir yara var. yok islamcılar ve de sosyalistler toplumsal proje üretemiyormuş, yok İslama ideolojik bakılamazmış, daha neler neler. senin de içinde yaşadığın kapitalizm, demokrasi, liberalizm mi insanın, insanlığın huzuru, mutluluğu için proje üretmiş, merak ediyorum. onların egemen olduğu dünyanın hali ortada. islama, müslümanlara olan onmaz eleştirinin, öfkenin birazını da abd'ye, ab'ye, zalimlere, sömürücülere yöneltsene, yoksa rahmetli anneannemin dediği gibi "gavurun ekmeğini yiyen gavurun türküsünü (mü) çağırır". senin fikirlerinin de bir ağırlığı, önemi yok bence. sen de kaç yıl önceki türküyü çağırıyorsun. "kimsenin siyasal, dinsel ve cinsel tercihine karışmamalı" sözlerini terennüm ederken senin bu sözlerinden kur'an islamından rücu ettiğini anlamıştım, seni mü'min kardeşim olarak görmüyorum artık, tıpkı … gibi sen de dosdoğru yoldan ayrıldın, batıla daldın, iyileşeceğine de ihtimal vermiyorum, sen artık kapitalizmin, demokrasinin, liberalizmin, dünyevileşmenin kısacası batılın avukatlığını yapıyorsun, abd dünyanın canına okurken sen orada paşa paşa ye, iç, dostlarınla lak lak yap, ta ki ahiret gelip çatana kadar. senin dinin sana, benim dinim bana. din günü kimin haklı olduğu ortaya çıkacak nasılsa. elveda”.

Belki dozu biraz fazla sert bir cevap oldu, ama ne yapalım bir kere, söz ağzımdan çıkmadı ama yazıya dökülüverdi. Aynı şiddette karşılığı da gecikmedi. “Küfür ve hakaretle dolu cevabına sadece teessüf ediyorum. Üslubunun yaşına ve sahip olduğun(u düşündüğüm) gerek entellektüel gerekse mesleki backgrounduna hiç yakıştıramadığımı ve farklı düşünce ve yaşam tarzlarında olanlarla bırakın bir arada yaşamayı konuşabilecek ergenliğe dahi sahip olmadığını bilmeni isterim. Selametle...”. Ve ondan sonra da bir daha ne haber aldım hakkında ve ne de bir yazışma oldu. Tabir-i caizse “bir face verdim, book’unu çıkardı”.

İşte bu kişinin de içinde olduğu bir grup genç, seksenli yıllarda abi deyip ders aldıkları, bizim üzerimizde de hayli emeği olan Süleyman Arslantaş ağabey ile birlikte Kur’an üzerine çalışmalarıyla tanınan Said Ertürk'ün (nam-ı diğer malatyalı topal Said) evine ziyarete gitmişler. Sohbet sonunda veda edip ayrılırlarken Said Bey, Süleyman Bey’in kulağına eğilerek, “Süleyman bey, bu gençlere dikkat et. Kur’an diye diye yoldan çıkıp, sapabilirler” diye uyarmış. Bunu bana o toplantıda olan bir arkadaş anlatmıştı. O arkadaş ayrıca demişti ki; “İki yıllık bir İslam konusundaki eğitim sürecinin sonuna doğru biz Süleyman ağabeyi geçtiğimizi düşünmeye başlamıştık, onu sorularımızla zorluyorduk, o ise kendine özgü nezaketiyle bizlere cevap vermeye çalışıyordu. O zaman beraber olduğumuz arkadaşların şu anki yerlerine bakınca biz Süleyman ağabeyi geçmemişiz, ama haddimizi aşmışız. Süleyman Arslantaş dimdik ayakta iken beraber olduğumuz arkadaşlarımız savrulup gitmişler” (Ankara’da Kırk Beş Yıl, Süleyman Arslantaş, Beyan yay., İstanbul, 2. baskı, 2012). Said beyin bugün olup bitenleri o gün farketmesine, feraset ve basiretine hayran olmamak elde değil, ilim ve hal ehli böyle olsa gerek. İlginç bir hususa da değinmeden geçemeyeceğim. Bildiğim kadarıyla bu bir grup gençten ikisinin hanımları, evlendikten sonra ilk zamanlar örtülü (mesture) iken, eşlerinin fikirlerinin değişmesinden bir süre sonra İslami ölçülere göre örtünmenin baş kısmından vazgeçtiler. İlginç ve manidar bulduğum için bunu da not etmek istedim.

Tam bu sırada İller Bankası, Devlet Tiyatro, Opera ve Bale Binasının ve de Kültür Bakanlığının önünden geçmekte idik. Devlet tiyatrosunda bir zamanlar seyrettiğim ve hayli beğenip etkisinde kaldığım Orhan Asena’nın ‘Ya devlet başa, ya kuzgun leşe’ adlı oyunu hatırıma geldi o anda.

Arif Bey, gençlerin akıllarını ipotek ettirmeden, “büyüklerimiz her ne ki söylemiş ve yapmışsa, onların hepsi haktır, doğrudur” düşüncesinden uzak, serbest ve rahat biçimde kendi fikirlerini edinebilmeleri, kişilikli ve kimlikli birer fert olabilmeleri önemli. İnsan çocukluktan gençliğe geçerken baba, amca, öğretmen, hoca yani çevresinde ne kadar büyük bildiği kişi varsa onları dinlemesi, etkilenmesi, taklit etmesi normal ve doğal iken, gitgide okuyarak, gözlemleyerek ve tefekkür ederek kendi düşünce sistematiğini oluşturması en sağlıklı yoldur. Aksi halde özellikle İslami kesim için konuşacak olursak, şeyh, parti başkanı, cemaat lideri, hocaefendi, ağabey gibi önde gelenlerin ağzının içine bakan, her dediğinde ve yaptığında keramet arayan, hikmet arayan bir konuma kendini indirger. Özgür, özgün ve bağımsız düşünceye yükselemez.

Fakat Selçuk Bey, bu konularda da bir aşırılığa kaçılmadı mı? Sizin elbette muradınız bu değil ama özgür ve bağımsız düşünce sahibi olmak derken herkesin başına buyruk, rastgele düşünüp hareket ettiği bir ortamda nasıl birlikte olunacak, hayırlı bir topluluk oluşacak? O zaman tasavvuf terimiyle herkes bir post peşinde olmaz mı ya da her köşe başına bir nev’i işporta tezgahı açılmaz mı? Bu, kaos ve ayrılık gayrılığı beraberinde getirmez mi? Büyük-küçük bilinmez, sevgi-saygı ortadan kalkmaz mı?

Haklısın Arif Bey, maalesef insanımız özellikle gençler “vur deyince öldürüyorlar”. Biz bugüne kadarki bağımlı, durgun ve heyecansız yapı canlansın, çoğalıp serpilsin, ayakları yere basan, nitelikli düşünce sahipleri nicelik olarak da artsın diye çabalarken bir de baktık ki, ortaya arzu etmesek de kendini merkez zanneden, aklını nerdeyse ilah edinen, kendinden başkasının düşüncesine itibar etmeyen tipler çıktı. Bu da ciddi bir komplikasyondur, yan etkidir, istenmeyen bir durumdur. İfrat ve tefrit arasında salınıp durduğumuzu düşünüyorum. Orta yolu bulmak ve pratiğe aktarmak bu kadar zor mu?

Selçuk Bey, bu genç arkadaşlardan birine Ramazan’da okuması için “Ercümend Özkan Yazıları” adlı bir kitap tavsiye etmiştim. Vay sen misin adıgeçen kitabı öneren. Bana dedi ki “Ercümend Özkan’ın yazılarından hiç habersiz değilim. Gözümüzü açtığımız günlerden beri onun yazıları ile büyüdük. Ama o bir nesildi, samimi idi de. Dedim ya bir nesildi, geldi-geçti. Artık Ercüment Özkan ya da bir başka şahsın görüşleri değil, beni, benim görüşlerim yönlendiriyor. Kitaplar, insanın tabi olduğu peygamberler değildir. Ancak istifade edilebilir. Mutlak itaat edilmez. Kur’an bile yorumlanarak itaat ediliyor değil mi? Yani o bile esnek. Hal böyle iken kimsenin görüşlerinin mutlaklığı yok. Ercüment Özkan’ın da… Biz Ercüment Özkan’ın görüşlerini bilmiyor değiliz, saygı duymuyor da değiliz. Benimle kendi görüşlerini savunarak konuş, kendi görüşlerinin haklılığını ortaya koy. İlk çıktığı günlerde hatmettiğimiz, aştığımız görüşlerin yazarı olduğu kitaplardan feyiz almamız konusunda yazılar yazmanı anlamıyorum. Şeyhimiz yok, ağabeyimiz de…”

Arif Bey, bu vaka örneği de söylediklerimizi teyid etmiyor mu? Ne yazık ki, ne yaparsanız yapın, ne kadar uğraşırsanız uğraşın bu tür ürünler, acı meyveler ortaya çıkabiliyor. Armudun sapı, üzümün çöpü demeyip herkese kapıyı açtığınızda o kapıdan her tür genç, yaşlı insan giriyor. Girme demek olmaz. Bilemiyorum, belki de biz anlatmak istediğimizi doğru ve yeterli anlatamadık, ya da dinleyenlerin öyle anlamak işine geldi, anlamak için yeteri kadar çaba sarfetmediler. Bu düşünceleri onlara güzel ve şirin gözüktü. Başına buyruk ve her türlü kaygıdan, sorumluluktan azade olmak belki de hoşlarına gitti. Ne kadar keyfiyetli olursa olsun disiplinize ve organize ol-a-mayan yapılardan bir sonuç çıkmaz. Bir yanda eleştiri, tefekkür, dinamizmden nasibini almamış, aklını bir yerlere teslim etmiş, tabi olmuş, onun adına başkalarının düşündüğü ve kararlar aldığı durağan, cansız bir yapı; diğer yanda her fırsatta eleştirel olmayı marifet zanneden, asi, başına buyruk, gide gide müzmin muhalif olma hastalığına düçar olmuş, serseri mayın gibi ortalıklarda dolanan, sonunda da çoğu zaman ilk başladığı yerden çok uzaklara, tam zıt istikametlere savrulan bir yapı. Neden hep “kırk satır mı, kırk katır mı” ikilemi arasında bocalayıp duruyor, bir uçtan diğer uca savruluyoruz. İstikrar, istikamet, tutarlılık ve birliktelik bu kadar zor mu sahiden?

Zor ama imkansız değil elbette. Yeter ki halis niyetle cehd edilsin, bıkmadan usanmadan çaba gösterilsin. Selçuk Bey, belki şu ana kadar genelde hep olumsuz örnekler üzerinden seksenli yıllardaki İslamcı gençliği ele aldık ama yine de son bir örnek vermek istiyorum. Dünya görüşümün şekillenmeye başladığı yüksek öğrenim yıllarında sosyalist, milliyetçi, dindar ve İslamcı birçok arkadaşımız vardı. Dindar ve İslamcı kesimde klasik nurcu, neonurcu (Fethullah Gülen bağlısı), tasavvuf mensubu, milli görüşçü ve radikal diye nitelenebilecek gruplar vardı. Herkesin öyle veya böyle, az veya çok birbiriyle irtibatı, ünsiyeti vardı. Ben hepsiyle de ilişkimi koparmadım, zira düşüncem tam anlamıyla arayış, oluşma ve olgunlaşma sürecinde idi. Bu imkan ve fırsatları heba edemezdim. Bir yandan kendi yürüyüşümü sürdürürken, başka arkadaşlarıma da destek olmaya çalışıyordum. Bunlardan biri beni hayli üzdü, hüsrana uğrattı. Daha önce zikrettiklerim gibi enaniyeti yüksek, bir şey olmaya, bir yerlere varmaya çalışan bir arkadaş değildi o. Kendi halinde, mütevazi, sakin biri idi. Fakat hep birilerinin desteğine ihtiyacı olan, kendi başına kaldığında kapılıp götürülecek bir yapısı vardı. Fakat onca yıl uğraşıp, taşıyıp destek verdikten sonra o da bir başka bir dünya görüşüne mensup bir cins-i latif’in peşine takıldı, evlendi, kayboldu gitti. Bunca emek, bunca özen hepsi bir anda buharlaşıp uçtu, elimden kayıp gitti. Bilimselliğe ve mesleğine gereğinden fazla önem atfeden bu arkadaş bir e-postama verdiği cevapta diyordu ki, “Burada tek başıma yoğun çalışarak epey yol katettim. Ama sonunda kendimi, çalışarak kabul ettirdim. Herkesle aram iyi. Bunun sebebi çok çalışmam ve adam gibi kişilikli olmam. Hatta bunu nerdeyse bütün hocalar herkesin içinde alenen söylüyorlar. Aslında kişilik olarak 10-20 yıl önce ne isem, şimdi de oyum. İnsanlar 7’sinde neyse, 70’sinde de odur derler. Geçen ortaokuldan beri tanışıklığımız olan bir arkadaşım herkesin içinde bana hiç değişmediğimi söylüyor. Kişilik olarak ben aynıyım. Sadece adam gibi çalışmaya ve üretmeye gayret ediyorum”.

Arif Bey, bu nasıl bir kendini beğenmişlik, ego tavan yapmış bu arkadaşta. Sıkıntısı ne, neyi ispatlama çalışıyor? Halbuki siz demin enaniyeti yüksek olmayan, mütevazi biri demiştiniz. Bir çelişki yok mu?

Haklısınız, var. Onun için halk arasında bir söz var ya. ‘Ne oldum deme, ne olacağım de’ diye. Gençlerin daha doğrusu genelde bütün insanların karşı cinsle, malla, makamla, dünya nimetleriyle imtihanı çok çetindir. Kimin, ne zaman, hangisiyle ne şekilde yoldan çıkacağını, değişikliğe uğrayacağını kim bilebilir. Bu arkadaşla bir gün fakültede iken arkadaşımız olan birini, evlendiği ve çocuğu olduğu için birlikte ziyarete gitmiştik. Ziyaretten dönerken “yahu Arif, bu nasıl mümkün olur anlamıyorum, bizim İslami düşünceye sahip arkadaşımız nasıl olur da gidip başörtülü olmayan bir bayanla evlenir? Ben bunu kabul edemiyorum.” Dedim ki, “Bunu biz bilemeyiz, belki kendine göre makul ve mantıklı gerekçeleri vardır. Onunla konuşmadan bir şey diyemeyiz. Sonuçta bu kararı veren o, onu bağlar.” Aradan yıllar geçti, o arkadaşımızın eşi ciddi bir trafik kazası geçirdi, türlü ameliyatlar oldu, ölümlerden döndü. Ve bir zaman sonra ailecek görüştüğümüzde o hanım başörtülü idi. Fakat o gün haklı olarak o itirazı yönelten, o duyarlılığı taşıyan arkadaş ne yaptı biliyor musunuz? Gitti anasının bulduğu, başörtülü olmayan üstelik de onun dünya görüşüne uzak bir bayanla evlendi. Ve sonra da onun peşinden sürüklenip gitti ve gitgide ona benzedi. İşte e-mektubundaki sözlerindeki sıkıntının nedeni budur. Dediği gibi gerçekten o hiç değişmedi aslında, değişir gibi gözüktü. Ördek misali suya girdi çıktı, ama su akıp gitti, geriye hiçbir şey kalmadı. Yazık çok yazık. Zor, çok zor dünya denilen imtihan yeri Selçuk Bey. Allah sonumuzu hayırlı kılsın, ‘sahih iman ve salih amel sahibi’ bir mü’min olarak Kendisine dönmeyi nasip etsin.

Ankara Radyosu’nun yanına vardığımızda vakit öğleye yaklaşmıştı. Kız Teknik Öğretim Ankara Olgunlaşma Enstitüsü ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni geçip Sıhhiye’ye ulaştık.

“Öğle yemeğini ‘Hünkar Kebap’ salonunda yiyelim mi?, ben ısmarlıyorum” dedi Selçuk Bey.

Lokantaya girip duvar dibindeki masalardan birine karşılıklı oturduk. Birbuçuk İskender siparişi verip sohbete kaldığımız yerden devam ettik.


NOT: Bu yazıdaki kişilerin, gerçek yaşamdaki kişilerle ilgisi olmayabilir…