27 Şubat 2014 Perşembe

BİR KİTAPTAN ALINTILAR*

Bunca tuğyan (zulüm), bunca sessizlik ortamında; ''bilen''lerin çoğunun ikbal, istikbal ve diğer birtakım kaygılarla sustuğu, susmayanların çeşitli yöntemlerle susturulmaya çalışıldığı; sorunların her geçen gün çözülmek bir yana gittikçe arttığı ülkemizde; yine de herşeye rağmen haksızlıklar karşısında susmayan, çözümler üretmeye çalışan, bildikleri ile insanları aydınlatmaya uğraşan her kesimden aydınlar hȃlȃ mevcut.
        İşte bu aydınlardan biri olan Fikret Başkaya, kitabında yürürlükteki resmi ideoloji ve onun üreticileri tarafından oluşturulan yakın tarihi ve daha bir çok tabulaştırılmış konuyu irdelediği, esaslı ve ilmi eleştiriler getirdiği için cezaevi ve üniversiteden atılma ile ödüllendirilmişti(!).
        Sözü fazla uzatmadan, okunmasında yarar gördüğümüz kitaptan geniş alıntılarla sizleri başbaşa bırakıyorum.                                                                                                                                                                                              
"Her dönemde iktidarı ele geçirenler, "kurtuluş reçetesinin" ceplerinde olduğunu ve beş-on yılda sorunların çözüme kavuşacağını söylüyorlar. Ne var ki, beş-on yılların sonu bir türlü gelmiyor." sh.9

        "Resmi ideolojinin yaymaya çalıştığı görüşün aksine, Cumhuriyet dönemi de sömürgeleşme yolunda ilerlemekten başka bir şey değildi." sh.10

        "Tanzimatla başlayan dışardan "düşünce" ve "kurum" ithal etme süreci, 1920 ve 1930'lu yıllarda fanatik bir inkarcılıkla sürdürüldü." sh.19

        "Oysa kendi kültür mirasını dönüştürüp, yeni ve üst düzeyde bir senteze, daha zengin bir kültüre ulaşma yolu, bağnaz taklitçilik ve inkarcılık yüzünden kapatılmıştır. Eğer bugün bir "arabesk" kültürel bir ortama gelinmişse, bunun sorumlusu, kendi kültürünü aşağılayıp, mahkum eden zihniyettir." sh.20

        "Resmi ideolojinin geçerli olduğu Türkiye gibi sosyal formasyonlarda, devlet politikalarına ters düşen bilgiye izin verilmez. Resmi ideolojiye ters düşmek veya onu eleştirmek cezai yaptırımlarla engellenmek istenir. İnsanların "ülke yararları"na ters düşen düşünce üretmeleri kesinlikle yasaktır. Ülke yararının ne olduğuna da kendileri karar verirler." sh.25

        "Kitleler tarafından benimsenme şansı sınırlı böyle bir resmi ideolojinin aşınması kaçınılmaz olduğundan, "çok partili" rejime geçildikten sonra belirli aralıklarla yapılan askeri darbelerle takviye edilmiştir." sh.26
 
        "Hiçbir konuda Milli Mücadele ve onun lideri hakkında olduğu kadar efsane yaratılmamıştır. Tek parti dönemi inkılapları için de öyle..." sh.29

        "Bilindiği gibi, resmi ideoloji (kimi sol versiyonu da dahil) Milli Mücadele'yi anti-emperyalist, dünyanın mazlum uluslarına kurtuluş yolu açan ilk ulusal halk hareketi, Mustafa Kemal dönemi siyasal rejiminin "halkçı" bir yönetim biçimi olduğu, Mustafa Kemal'in Türklere bir vatan bağışlayan dünyanın en büyük anti-emperyalist lideri olduğu vb. gibi bir sürü gerçek dışı hurafeye dayanıyor." sh.30

        "Bu nedenle Türk-Yunan savaşı abartıldığı kadar önemli bir savaş değildi. Zaten Milli Mücadele'nin seyri de İngilizlerin takındığı tavra göre biçimlenmiştir. İ.İnönü Cumhuriyetin ellinci yılı dolayısıyla verdiği bir demeçte; "İstiklal mücadelesinin başarısı da esasında İngilizlerin buna karar vermesi ve diğer müttefikleri de bunu kabule mecbur etmesiyle mümkün olmuştur" diyor. sh.33

        "Milli Mücadelenin aynı zamanda İngiliz ve diğer İtilaf Devletleri'yle de bir savaş olduğu sonradan uydurulmuştur." sh.33

        "Daha 1920'de İngiliz generali Ravlinson, Bolşevik yayılmasına karşı, Türkiye'de güçlü bir yönetimi destekleyeceklerini söylüyordu. Bu İngiliz emperyalizmi için Anadolu'da toprak edinmekten çok daha büyük önem taşıyordu." sh.34

        "Zaten Cumhuriyet yönetiminin kitlelere (dolaysız üreticiler) bakışıyla, Osmanlı "yenilikçi" yönetiminin bakışı arasında hiçbir temel fark yoktu. Cumhuriyet yönetimi için de kitleler, vergi veren, askerlik yapan, güdülen, pasif ve edilgen bir yığından başka birşey değildi." sh.36

        "Milli Mücadeleyle emperyalizmin çıkarları asla zedelenmediği gibi, global çıkarlarının güvence altına alınması söz konusudur. Bu nedenle Lozan'da, ileri sürüldüğü gibi diplomatik bir zafer de kazanılmadı." sh.38

        "Mustafa Kemal, ingiliz Daily Mail gazetesi muhabiri Waard Price'den kendisine ingiliz yetkilileriyle ilişki kurması için ricada bulunup, "Eğer ingilizler, Anadolu için sorumluluk kabul edecek olurlarsa, İngiltere yönetiminde bulunan tecrübeli Türk valileriyle çalışma gereğini duyacaklardır. Böyle bir yetki çerçevesinde hizmetlerimi sunabileceğim uygun bir yerin olup olmayacağını bilmek isterim." diyor. Mustafa Kemal anılarında bu demecinden bahsetmiyor." sh.42

        "(Anadolu İhtilali)nin yazarı; "İhtilalin ideolojisi hareketle beraber, hatta hareketin arkasından gelmişti" diyor. Aslında sonradan uyduruldu dese daha iyi olurdu(!). Samet Ağaoğlu da; "Türk fikir adamı 1919 ile 1923 arasında geçen bu devrenin ideolojisi ve felsefesini yapamadı." diye yazıyor. Aslında Ağaoğlu farkında olmadan kendini ele veriyor ve ‘Türk Fikir Adamı’na haksızlık ediyor. Türk Fikir Adamı, Ağaoğlu'nun sandığından çok "sabır ve feragatle" 1919-1923 aralığında yaşanan olayları tahrif etmek için büyük çaba gösterdi ve gerçeklerle ilgisi olmayan bir tarih versiyonu oluşturmayı da başardı". sh.42

        "Sonuç olarak, Hilafet'in tasfiyesi emperyalizmin çıkarlarıyla da çakışmaktaydı. Bu nedenle emperyalistlerin Hilafet ve Saltanat'tan yana olduğu biçimindeki görüş, sadece resmi ideolojinin bir uydurmasıdır." sh.44

        "Cephelerde ölen asker sayısı 9167 olduğuna göre, Milli Mücadele'nin abartıldığı kadar önemli olmadığı da anlaşılır. Cephelerde hayatını kaybedenler dokuz bin kadar olmasına rağmen, çeşitli hastalıklardan, hastanelerde ölenler 22.543 kişidir. İstiklal Mahkemelerinde mahkum edilenlerin sayısını bilmek de ilginç olurdu. Bazı yazarlar İstiklal Mahkemeleri'nde idam edilenlerin savaşta ölenlerden fazla olduğunu ileri sürüyorlar. Bu nedenle Milli Mücadele'nin "Yedi düvele karşı bir savaş" olduğu biçimindeki görüşler, hurafe üreticilerinin bir kuruntusudur. Asıl savaş, 1.Emperyalistlerarası Savaş'tı. Bu savaşta iki milyondan fazla insanımız telef oldu." sh.47
       
"Milli Mücadele'de halkın gönüllü katılımı son derecede kısıtlı olduğu gibi, TBMM Hükümeti de, Osmanlı merkezi devlet yapısının ve adamlarının Anadolu'ya taşınmasından öteye bir şey değildi." sh.48

        "Eğer resmi tarihin ve ideolojinin yaymaya çalıştığı gibi, gerçek anlamda bir halk hareketi söz konusu olsaydı, Cumhuriyet bir darbe sonucu kurulmazdı... Milletvekilleri gerçek bir seçimle meclise gelmemişlerdi. Önemli bir bölümüde, Padişah'ın Meclis-i Mebusanının üyeleriydi. Geri kalan eşraf, mütegallibe arasından tayin edilmişlerdi. Bu nedenle Cumhuriyetin ilanı halk çoğunluğunun özgür irade ve isteğinin sonucu değildir. Öyle olsaydı, Mustafa Kemal'in mebuslardan bir kısmını idam ettirmesi kolay olmazdı." sh.49-50

        "Şüphesiz Kürdistan'ın (Sovyetler Birliği sınırları içindeki küçük alan ihmal edilirse) dört ayrı devletin sınırları içine hapsedilmesi, emperyalistlere bu dört devleti kolaylıkla "denetleme" olanağı vermektedir." sh.51

        "Sömürgeci siyasetin temelinde, sömürülen halkın gerçek tarihini yok etmek, onun tarihi geçmişini inkar etmek ve sömürgeci ulusun istediği bir tarih versiyonunu ona empoze etmek yatar. Bu nedenle ezilen, sömürülen, baskı altında tutulan ulusun kendi tarihini (geçmişini) hatırlatacak (memoire collective) ne varsa imha edilir. Onun ayakta kalmasını sağlayan kökü tahrip etmek koşuldur. Kemalistlerin de yaptığı buydu... Kütüphanelerde Kürtlerle ilgili, onların tarihiyle ilgili ne varsa yok edildi... Kürt beylikleri zamanında yapılan tarihi yapılar yıkılıp yerlerine askeri kışlalar yapıldı (Birca Belek-Alaca Burç). Tüm yöre adları değiştirildi." sh.55

        "Ölü dilleri öğreten filoloji bölümleri var iken, yaşayan bir dil olan ve milyonlarca insan tarafından konuşulan Kürtçe hiçbir Edebiyat fakültesinde öğretilmez(!). sh.55

        "Kendi kimliğini inkar eden kişi ortaya çıkan "boşluğu" ezen ulusun kimliğiyle doldurmak gibi bir açmazla karşılaşıyor ve psikolojik planda "bozuk bir kişilik" sergiliyor... (Elbette burada söz konusu olan daha çok diplomalılardır.) sh.58

        "Doğrudan baskı ve denetime olanak veren sömürgeci devletin fiziki varlığının bulunmaması (bu işleri yerli işbirlikçiler üstlendikleri sürece) sömürünün daha ucuza gerçekleşmesine de olanak veriyor. Böylece sömürgeci devlet bir sürü harcamalardan da kurtulmuş oluyor." sh.59

        "Sömürgelerle doğrudan siyasi-askeri-polisiye denetimin kalkmasıyla sömürgeciliğin de sona ereceği sanılmıştı. Oysa bugün Üçüncü Dünya'nın kaynakları sömürgecilik dönemindekini çok aşan bir ölçekte emperyalist ülkelere taşınmaktadır." sh.59

        "Mustafa Kemal'in yaptıkları, bir başka Mustafa'nın, Mustafa Reşit Paşa'nın başlattığı "olaylar" zincirinde sadece bir halkaydı, üstelik zincirin büyük bir halkası da değildi. Tanzimat, Islahat, Meşrutiyet, Cumhuriyet yarı-sömürgeleşmenin aşamalarıdır." sh.87

        "Dünyada sağlığında ve ölümünden sonra Mustafa Kemal kadar anıtı dikilmiş, heykeli, büstü yapılmış, resimleri çoğaltılmış bir başka lider herhalde yoktur. Mustafa Kemal heykel ve anıtlarının yapılmasından pek çok hoşlanıyordu. İlk anıtı 1927'de Sarayburnu'nda dikilmişti. Daha sonra heykel ve anıtları görülmemiş boyutlarda arttı..." sh.88

        "Mustafa Kemal, Birinci Emperyalistlerarası Savaş'ta cephelerden birinde ölseydi ya da yenilgiden hemen sonra, Suriye cephelerinden ayrılmadan önce padişahın yaveri Naci'ye yolladığı telgraftaki istekleri gerçekleşseydi!... Yani Ahmet İzzet Paşa kabinesinde harbiye nazırı olsaydı, Anadolu hareketinin başına başka bir Osmanlı paşası geçecekti." sh.94

        "Mustafa Kemal'in olaylara Makyavelist bir yaklaşımı vardı. Komitacı taktik ve yöntemleriyle amaca ulaşmayı yeğlerdi." sh.96

        "Mustafa Kemal'e, Jön Türklerin programında yer alıp da gerçekleştirilemeyen birçok "inkılabı" gerçekleştirmek nasip olmuştur. Resmi ideoloji ısrarla Mustafa Kemal'i söz konusu geleneğin dışında tutmaya çalışmıştır. Aslında amaçları kişiyi yüceltmek olanların bu tip "manipülasyonlara" girişmeleri anlaşılır bir şeydir." sh.96

        "Emperyalist Batı neden Mustafa Kemal'e hayran oluyor? (Eğer gerçekten böyle bir şey varsa!)... Herhalde emperyalist devletlerin yöneticileri ve sözcüleri, Mustafa Kemal'in mavi gözlerine hayranlık duymuyorlardı. Onu emperyalist çıkarlar açısından değerlendiriyorlardı... Gerçekleştirilen "inkılapların" Batı'ya bir zararı dokunmadığı gibi, tam tersine Batı'nın işini daha da kolaylaştırmaktaydı. Bu durumu çok iyi bilen emperyalist yöneticiler, Mustafa Kemal'in kişiliğinde güvenilir bir müttefik bulmuşlardı. Onun kişiliğinde ayrıca Batı hayranlığının en radikal temsilcisini bulmuşlardı... Bu yüzden, klasik sömürgecilikten kurtulan ülkelere Batılı yöneticilerin, akıl hocalarının, bu arada "bilim adamlarının", Mustafa Kemal örneğini vermeleri boşuna değildir... Batılılar, artık klasik sömürgeciliğin gününü doldurduğu bir dönemde, Mustafa Kemal liderliğinde aralanan kapının yeni sömürgeciliğin yolu olduğunu çok iyi biliyorlardı... Emperyalistler, Türkiye'deki düzeni diğer azgelişmiş ülkelere örnek göstermekten çıkar umuyorlardı." sh.97

        "Cumhuriyet aydınları, Tanzimat ve Meşrutiyet aydınları gibi Türkiye'nin geri kalmışlığını"nın gerçek nedenini kavrayacak yüksekliğe hiçbir zaman çıkamamışlardır. Bugün de Türkiye'yi yönetmeye aday siyasal partilerin ve onlara akıl hocalığı eden aydınların ve bilim adamlarının çıkmazı da buradadır. Sanılıyor ki, "geriliğin" nedeni İslam kültürüdür. Ve daha genel olarak da, Doğu kültürüdür.... Nitekim, Batı kapitalizminin etkisi altına girmeden önce Doğu halkları ve diğer yarımküredekiler "geri" değil, farklıydılar. Azgelişmiş asla değildiler." sh.98

        "Doğu İslam kültüründen radikal kopuş "milliyetçilik" sayılırsa; kendini emperyalist kültürün kucağına atmak ne olur? Boşluğun Batı burjuva kültürüyle doldurulması olmaz mı? Bu bağlamda ani bir kararla, Arap harflerinin atılarak yerine Latin harflerinin alınması bir talihsizlik olmuştur. Genç nesiller yüzyıllardır birikip gelen kültür mirasının dışına atılmışlardır." sh.100

        "Gerçekten de Türk Üniversiteleri Ulu Önder Atatürk'e övgüler yazmanın ötesine geçemiyor.... Düzeni yeniden üretip yaşatmak amacı taşıyan, bu amaçla oluşturulmuş kurumlardan, o düzeni eleştiren teorik yaklaşımlar beklemek iyimserlik olurdu. Tam tersine, üniversite (sosyal bilimler), sorunlara eleştirel olarak yaklaşanları barındırmaz. Onlara kapılarını kapar. Üniversiteler kapılarını kapayınca, ekseri, mapusane kapıları açılır... Mevcut düzeni eleştirmeyen, üstelik yüceltenlere de başka kapıların açıldığı çok iyi bilinir. Ünvanlar da, çoğunlukla kurulu düzene bağlılığını kanıtlayanlara verilir. Bu adamlar, ünvanları bilimin bir dalında yaptıkları katkıdan ötürü almazlar. Ama, ünvanları var diye "otorite" sayılırlar. Elbette hizmetlerinden başka alanlarda da yararlanılır. Yönetim kurulu üyelikleri, bilirkişilik vb. gibi sayısız alanda katkıda bulunurlar." sh.101

        "Ismarlama tarih yazıcıları, Mustafa Kemal'in kendi diktatörlüğünü kurmak için en yakın mücadele arkadaşlarını tasfiye etmesini "devrimci kadronun zaferi" olarak göstereceklerdir... Milletvekilleri tek parti dönemi boyunca CHP tarafından atanan memurlar durumundaydılar. Bir dönem parti genel sekreteri içişleri bakanı, parti il başkanları da valilerdi." sh.111

        "Meclise girecek tüm üyelerin bir tek kişi tarafından seçildiği koşullarda, serbest seçimlerden ve hakimiyetin millete ait olduğundan söz etmek mümkün müdür? Herhalde, "Hakimiyet kayıtsız şartsız Mustafa Kemal'in ve onun yakın çevresinindir" demek gerçeğe daha uygun düşüyor." sh.113

        "Mustafa Kemal'in Bonapartist rejimi, devlet aygıtı içindeki gücüne ve güçlü görünümüne rağmen, hiçbir zaman geniş kitle desteği sağlayamamıştır." sh.116

        "Şüphesiz nüfusun ezici çoğunluğunu oluşturan köylülüğün, savaş, hastalık ve açlık yıkımları ve yüzyılların mirası olan "tevekkül"ü, sessizlik ve edilgenliği de Bonapartist rejime dolaylı bir destek sağlamaktaydı." sh.118

        "1931'den sonra Adnan Menderes de sürekli mebusluğa tayin edilenler arasına girmiştir. Menderes ailesinin Aydın'da 60 bin dönümü aşan toprakları vardı... Menderes; "kendisini Mustafa Kemal'in keşfettiğini, mebusluğunu hararetle istediğini" yazar. Meclise sürekli tayini çıkanlar sadece toprak ağaları değildir. Sürekli olarak "mebusluğa" tayin edilen şeyhler de vardır." sh.119

        "Bilindiği gibi, Lozan Antlaşması'na göre Türkiye, anlaşmanın imza tarihinden başlayarak beş yıl süreyle gümrüklerini yükseltemiyecekti. Osmanlı borçlarını da ödemeyi taahhüt etmişti. Elbette bu ve benzer kısıtlamalar "anti-emperyalistlik" iddialarının nasıl içi boş iddialar olduğunu da gösterir." sh.132

        "Ne ki, Mustafa Kemal, "milyoner, hatta milyarder yetiştirme" işine kendinden başladı. Böylece soruna verdiği önemi kendi kişisel yaşamıyla göstermiş oluyordu. Nedense Mustafa Kemal'in bu yanı pek bilinmez. İlkokuldan üniversiteye kadar öğrenciler, "ilke ve inkılaplarını" öğrenmekten onun ne denli yetkin bir "işadamı" olduğunu öğrenmeye vakit bulamıyorlar..." sh.139

        "Bir bakıma üst düzey sivil-militer "Batıcı Osmanlı bürokratları", bir çeşit "kurtarıcı rantı" elde ediyorlardı. Bu ranttan mahrum kalan ya da az rant elde eden "küskün bürokratlar", resmi ideoloji üreticileri tarafından bürokrasinin "devrimci kanadı" sayılmışlardır(!) " sh.139

        "Devletçilik olarak adlandırılan, bizim bunalım döneminin Bonapartizmi dediğimiz bu uygulama, hiçbir zaman bir ilkeden kaynaklanmamıştır. Olayların zorlamasıyla ortaya çıkmış ve bu zorlama ortadan kalkınca da terk edilmiştir. Zaten Bonapartist diktatörlüğün bir aracı durumundaki CHP'nin hiçbir zaman tutarlı ilkeleri olmamıştır. Duruma göre değişen uygulamalar, sonradan "ilkeleştirilmek" gibi zorlamalara girişilmiştir." sh.151

        "İkibin milyonerin yetiştiği, ortalama kar oranlarının %300 ila %1000 oranında gerçekleştiği yıllarda, dolaysız üreticilerin "manzarası" farklıydı. Fiyatların dört kat arttığı 1938-1946 aralığında baskı, aşırı çalışma ortamında işçi ücretleri hemen hemen sabit kalmış; keza kır kesiminde mülksüzleşme ve yoksullaşma genel bir eğilim halini almıştı. Yoksul köylüler, Hititlerden kalma "üretim teknikleri"yle, toprakları işlemeye devam ediyorlardı. Gerçekleştirilen birçok inkılaptanda pek haberleri yok gibiydi...." sh.154

        "Mustafa Kemal siyasal yaşamının hiçbir döneminde "halkçılık" kavramından halk yararına bir yönetim anlamamıştır. Ona göre halkçılık padişahın, Osmanlı Sultanının siyasal iktidarına son vermektir." sh.157

        "Yunanlıların bir keşif harekatı yapıp çekilişi, büyük bir zafer olarak gösteriliyor. Gerçekte olmayan şey, büyük bir zafer olarak gösteriliyor... O kadar ileri gidiliyor ki, "keşif hareketi" sonucu kazanılan zaferle İsmet Bey'in sadece Yunan Ordusu'nu yenilgiye uğratmakla kalmadığı, "milletin makus talihini yendiği" efsanesi de yayılıyor." sh.158

        "Bu prestiji dağıtmak için Çerkes Etem ve arkadaşlarının Yunanla birlik olduğunu söylemek zorunda idiler. Söylediler. Uzun süre inanıldı. Halbuki hiçbir dayanağı yoktu. Dün de bugün de Çerkes Etem'in Yunanlılar ile birlik olduğuna dair en küçük bir iz bile yok." sh.158

        "Mustafa Kemal'in "halkçı" yönetimi kitleler için daha ağır vergiler, daha ucuza elden çıkarılan ürünler; değişikliğe uğramayan, halka yukardan bakan Osmanlı merkezi yönetimine özgü baskıcı tavrı, jandarma zulmü, kendi sırtlarından süratle zenginleşen vurguncu tüccar ve Milli Mücadele "kahramanları"nın gösterişli harcamaları, emekçi halkın dışında gerçekleştirilen "Atatürk İnkılapları" demekti." sh.165

        " ‘Güdümlü muhalefet’e hemen büyük bir kitle desteğinin ortaya çıkması, ‘yeni parti’nin (Serbest Fırka) kitleler yararına bir proğrama sahip olmasından değil, iktidar partisinden kaçışın bir göstergesiydi. Halk yığınları Fethi Bey'in lideri olduğu partinin ne proğramından ne de temel politikalarından haberdardı. Ama sağduyuyla ‘halkçı ve inkılapçı iktidar’dan kaçıyordu." sh.166

        "Halkçılık, halktan yana bir yönetim değil, bütünüyle halktan kopuk ve ona yabancılaşmış baskıcı bir yönetimin uyduruk ideolojisinin bir parçasıydı." sh.168

        "D.P. bir muvazaa (denge) partisi olarak kuruldu; başlangıçta güdümlü bir muhalefetti. Ama, daha sonra güdümlülük ve muvazaa partisi olmaktan uzaklaştı. Ve bedelini de ağır bir biçimde ödedi." sh.169

        "Fakat klasik sömürgeciliğin tasfiyesi sadece ABD için değil, sömürgeci ülkeler için de "karlı" bir şeydi. Zaten, sömürgelerinden "çekilirken", yerlerine bu işi yapacak "yerli" adamlarını bırakıyorlardı. Öte yandan, yeni-sömürgeciliğin araçları olan kurumlar, IMF, Dünya Bankası, Birleşmiş Milletler Örgütü etrafında oluşturulan diğer "insancıl amaçlı kuruluşlar", teker teker sömürgeci devletler yerine kolektif bir sömürüye olanak verecek durumdaydı." sh.171

        "Batıya ulaşmayı temel amaç ve tek kurtuluş yolu olarak gören klasik sömürgecilik sonrasının ulus-devletleri, Batılılar tarafından önerilen büyüme modellerine (kalkınma reçetelerine) uyum sağlamaya yöneldikleri ölçüde, oyunu daha baştan kaybetmişlerdi. Çıkmaz bir yola girmişlerdi." sh.172

        "Amerikalılar demode olmuş, işe yaramayan, depolanmaları da sorun yaratan silahları, savaş artıklarını Türkiye'ye yardım olarak veriyordu. Ama Türkiye, söz konusu silahları ABD'nin izni olmadan kullanamayacaktı." sh.172

        "Türkiye'nin, oldukça gelişmiş demiryolu şebekesini ihmal ederek, ülke gerçeklerine ve çıkarlarına uygun düşmeyen karayolu taşımacılığını ön plana çıkarması, emperyalist şartlandırma ve biçimlendirmenin ilginç bir örneğidir." sh.175

        "Atatürk inkılaplarından hemen hiçbir yarar sağlayamayan geniş halk kitleleri, özellikle dini baskılardan da şikayetçiydi. Laikliğin Türkiye'deki uygulaması, kitleler üzerinde tam bir baskıya dönüşmüştü." sh.177

        "1923-1946 aralığında Kemalist iktidarlarca milliyetçi ideolojiyi dini ideolojinin yerine geçirme çabaları beklenen sonucu vermemişti. Bu durumun farkında olan DP, daha muhalefetteyken, kitlelerin bu rahatsızlığından yararlanma yolunu seçti." sh.178

        "Mali bağımlılık (dış borçlar) arttığı halde, ekonomi politikalarının yönetimi dış karar merkezlerine doğru kayar. Ülke yöneticilerinin manevra alanı azalır. Karar mercileri IMF, Dünya Bankası gibi kuruluşlar olmaya başlar. Aşırı borçlu bir ülkenin borç verenlerin isteklerini dikkate almaması, ancak istisnai durumlarda söz konusu olabilir." sh.182

        "Şah'ın Ortadoğu'nun jandarmalığı rolünün son bulduğu koşullarda sadece siyonist İsrail devletine dayanarak emperyalist çıkarları güvence altına almak mümkün değildi. Zaten böylesi bir ortamda siyonist devletin kendi de tehlikede sayılırdı... Kısaca, Ortadoğu'da istikrarın sağlanması, öncelikle Türkiye'de istikrarsızlığın giderilmesine bağlı görünüyordu. İran'dan boşalan Ortadoğu'daki alt-emperyalist işlere (jandarmalığa) en uygun aday Türkiye'ydi... Aradan bir ay bile geçmeden Türk generalleri, bölgenin istikrarının Türkiye'deki istikrardan geçtiğini, bölgedeki emperyalist çıkarların korunmasında ellerinden geleni yapacaklarını 12.Eylül.1980'den başlayarak göstermeye başlıyorlardı." sh.188

        "Ortalama bir insan 12 Eylül'le gelen askeri diktatörlüğü "anarşiyi önlemek" gibi sınırlı bir amacı olduğunu sanır. Dükkan sahipleri mentalitesinin ötesine geçememiş diplomalıların çoğunluğu da benzer bir sanıya sahiptir. Oysa generallerin gelişinin köklü "gerekçeleri" vardı. Dünyada sadece zabıtayı sağlamak amacıyla darbe yapıldığı görülmemiştir." sh.188

        "Kimi "radikal Atatürkçü'nün" ileri sürdüğü gibi, cuntanın amacı Atatürkçülüğü tasfiye etmek değildi. Amaç, yeni durumun gerektirdiği, yeni koşullara cevap verecek bir Atatürkçülük (resmi ideoloji) oluşturmaktı." sh.189

        "İkincisi, radikal İslam'ın güçlendiği koşullarda dine karşı geleneksel yaklaşımında nüanse edilmesi gerekliydi. Zira, dini, sol harekete, hem de radikal İslamcı harekete karşı kullanmak, ABD'nin istediği "devlet kontrolündeki İslam'ın iktidarda olduğu ülkelerle sıcak ilişkiler kurabilmek için, din üzerindeki baskının daha da yumuşatılması gerekiyordu. Geleneksel yaklaşım geçerliyken, yukardaki amaçları gerçekleştirmek mümkün görünmüyordu. Bu aşamada uyduruk "Türk-İslam Sentezi" yaması devreye sokuldu." sh.190

        "Türkiye sürekli devalüasyonlar ve kur politikalarıyla ihraç ürünlerini sürekli ucuzlattıkça, borç faiz ve anaparalarını aksatmadan ödedikçe, gerektiğinde Ortadoğu'da Batı çıkarlarını güvence altına alma niyetini ortaya koydukça, Türkiye'nin Batı'dan görüntüsünün "pek parlak" görünmesi doğaldır." sh.200

        "Sömürge ve yarı-sömürgelerdeki "Batıcı aydınlar", sömürgeciliğin ürünü olan yerli işbirlikçi orta-sınıflar kendi halklarını ve kendi geçmişlerini suçlama yarışında, Batılı efendilerini bile geride bıraktılar." sh.206

        "Artık insanlığın geleceğini temsil etme "ayrıcalığının" Batı'nın elinden alınması gerekiyor." sh.219

        "Bilim ve teknoloji düşmanlığı kadar, aşırı bilim ve teknoloji hayranlığının ve fetişizminin de tehlikeli olabileceğinin bilincine varmak ve bu yönde harekete geçmek gerekiyor." sh.219                


* Paradigmanın iflası - Resmi ideolojinin eleştirisine giriş, Doç.Dr. Fikret BAŞKAYA, Doz yay.3, 2.baskı, İstanbul

20 Şubat 2014 Perşembe

BİR KİTAP, İKİ ALINTI*

Alıntı Bir

“…Son sözleri üzerine Nusret hocanın hafifçe gülümsediğini farkeden Kadriye hanım, sözlerini keserek "Neden gülümsediniz?" diye sordu.
- Günümüz medyasının İslam'a karşı tavrı belli iken, böyle bir medyanın bazı insanları ön plana çıkarmasını nasıl olur da artı değer olarak görürsünüz!.
- Pek anlıyamadım!.
- Bakın hanımefendi. Yaşar Nuri'nin Kur'an'ı esas alarak söylediği bazı gerçekleri, çok daha geniş bir şekilde altmışlı, yetmişli yıllarda gündeme getiren müslümanlar vardı. Ki bunlardan birisi de kendisini sevgiyle andığım ve rahatsızlığından dolayı Rabbimden acil şifalar dilediğim M. Said Çekmegil'dir. ( Bir not: Çekmegil, 24.07.2004 tarihinde Hakk’ın rahmetine kavuştu. A.K) Fakat her nedense günümüz medyası bu değerli insanları hiç görmez, ya da görmek istemez!. Bunları görmediği ve topluma göstermediği gibi, günümüz kuşağının Kur'an ve sünnet’e vakıf olan çok değerli ilim adamlarını da görmemezlikten gelir!.
Nusret hoca biraz duraksadıktan sonra devam etti.,
- Şimdi düşünmeniz gerekmez mi!. Bütün bunları görmemezlikten gelen medya, Yaşar Nuri'yi veya  benzer frekanstaki bazı insanları neden ön plana çıkarıyor ve kameralar önünde konuşmalarına neden izin veriyor?
- Kur'an'ı önceledikleri ve dini meseleleri Kur'an'a göre açıkladıkları için.
- Bu kimselerin bazı meselelerde Kur'an'ı öncelemelerini ve insanların dikkatini Kur'an'a yöneltmelerini elbetteki takdirle karşılıyorum. Fakat medya tarafından mikrofonun kendilerine uzatılmasının nedenini, Kur'an'ı esas alarak konuştuklarında değil konuşmadıklarında aramamız gerekir. Daha genel bir ifadeyle günümüz medyasının konuşturduğu insanlar, İslam'ın temel meselelerinde susan veya bu temel meselelerdeki İlahi gerçekleri çarpıtan insanlardır. Böylesi insanlar ani bir hidayet ile söylemeleri gereken İlahi gerçekleri söylemeye başlasalar, hiç kuşkum yok ki aynı medyanın ani bir müdahalesi ile suskunluğa itilecek insanlardır!.
- Bu sizin zannınız!.
- Zan değil hanımefendi, bunlar bizim gördüğümüz, bizim yaşadığımız hadiselerdir. Mesela yıllar önce Kanal 6'da Ahmet Altan ile Neşe Düzel ismindeki bir hanımın yaptığı canlı açık oturum programı vardı. İslamcı partilerin tartışılacağı bu programa, herhalde yanlışlıkla olsa gerek rahmetli Ercüment Özkan davet edilmişti. Programa katılan bütün parti yandaşlarını tek başına karşısına alan ve Kur'ani gerçeklerle hiç zorlanmadan hepsini susturan Ercüment Özkan, ne gariptir ki o programdan sonra bir daha ekranlara hiç davet edilmedi!. Oysa reyting rekorları kıran o programda bir tabu haline getirilen Kemalizmi değil, medyanın da karşı olduğu İslamcı partileri eleştirmiş ve onların yanılgılarını, onların tutarsızlıklarını ortaya koymuştu!.
Serhat düşünceli bir yüz ifadesiyle "İslamcı partilere karşı olan medya, bu adamı neden kullanmak istemedi?" diye sordu.
- Bu adamı kullanamazdı Serhat!. Çünkü rahmetli Ercüment Özkan batılı eleştirip-batıla karşı çıkarken, medyanın "Sus" işaretlerini dikkate alarak hakkın ne olduğu konusunda susmuyor, hakka da açıklık getiriyordu. Tabi ki hak ve hakikate kapalı olan günümüz medyası için affedilmez bir suçtur bu!..”

Alıntı İki

“…Nusret hocayla Serhat "Vealeykümselam" diyerek bu selamı aldılar. Murat bey ise yarım kalmış bir işi hemen bitirebilme heyecanıyla konuşmasına devam ediyordu.,
- Allah müslümanların ayrılığa düşmemelerini, bir araya gelmelerini emrediyor. Türkiye'de dini otorite diyanet olduğuna göre bütün müslümanların bu çatıda birleşmesi gerekir. Ayrılık çıkarmanın, müslümanları yüzlerce gruba bölmenin anlamı ne? Bir de Allah'tan korktuğunuzu söylüyorsunuz!. Allah'tan korksanız müslümanlar arasında hiç fitne ve fesat çıkarır mısınız?
Yüzüne ve gözlerine yansıyan sıkıntıyla derin bir nefes alan Nusret hoca, yine de sustu ve hiçbir cevap vermedi Murat beye. Bu suskunluğu bir acizlik olarak algılayan Murat bey ise yüklenmeye devam etti.,
- Niye susuyorsun, cevap versene!. Allah, müslümanların ayrılığa düşmemelerini emretmiyor mu?
Kaşlarını kaldırarak başını öne doğru sallıyan Nusret hoca "Emrediyor, elbetteki emrediyor" dedikten sonra ilave etti.,
- Fakat hakta birleşmelerini emrediyor. Hakkı gizleyen kişi ve kurumların çatısı altında değil, hakkı apaçık bir şekilde ortaya koyan Kur'an'ın etrafında birleşmelerini emrediyor.
- Yahu "Kur'an, Kur'an" diyerek çıldırtma beni!. Bu diyanet yetkilileri İncil mi okuyorlar? Müslümanları camilerde İncil'e mi davet ediyorlar?
Nusret hocanın susarak önüne baktığını gören Murat bey devam etti.,
- Onların da okudukları Kur'an değil mi? Onlar da hakkı, onlar da Kur'an ayetlerini konuşmuyor mu?
- Hak bir bütündür Murat bey!. Hakkın bir kısmını gizleyip, bir kısmını konuşmak, hakkı konuşmak değildir.
- Neyi gizliyorlar?
"Hangisini anlatayım?" dercesine Murat beyin gözlerine bakan Nusret hoca, kısa bir suskunluktan sonra cevap verdi.,
- Kelime-i şehadetin manasını ve bu manaya göre ne yapılması gerektiğini. Bu ülkede tağutun ne olduğunu ve nasıl inkar edileceğini. Bir insanın müslüman olabilmesi için, bu ülkede ilahlaştırılan ve insanlara ilahlık taslayan nelerin reddedilmesi gerektiğini. Allah'ın hükmüyle hükmetmeyen kafirlerin kim olduğunu ve müslümanların bu kafirlerin şerrinden nasıl korunacağını.. İşte bunlar, bütün bunlar anlatılmıyor, çok küçük istisnalar dışında hiç anlatılamıyor Murat bey!.
- Anlatılmadığını nerden biliyorsun!.
- Siz anlatıldığını biliyor musunuz? Allah'ın razı olacağı dini öğrenebilmek için camilere giden milyonlarca insandan, kaç tanesinin imamlardan duyduğu, imamlardan öğrendiği gerçeklerdir bunlar!.
Hemen itiraz etmek istemesine rağmen yine de durdu, susmayı tercih etti Murat bey!. Çünkü bunca yıldır gittiği camilerde gerçekten duymadığı, işitmediği şeylerdi bunlar!.
Yıllar önce ‘yeşil cami’ye gelen genç bir imam buna benzer şeyler söylemeye başlamış, fakat birkaç ay sonra devlet düşmanlığı yaptığı gerekçesiyle hakkında soruşturma açılarak görevden alınmıştı. Tabi ki bu durumu hiç yadırgamamıştı Murat bey. Çünkü bir insan devlet düşmanlığı yapıyorsa, elbetteki hakettiği cezayı görmeliydi. Bu düşünceler içinde Nusret hocaya baktı. Kendisinden bir cevap bekleyen bu adama ne diyeceğini düşündükten sonra konuşmanın seyrini değiştirmek istercesine söyle dedi.,
- Şayet onlar anlatmaları gerekenleri anlatmıyorlarsa, bu durum bizi ilgilendirmez. Onların günahı, onların vebalidir bu!. Bizler çoğunluğa uyarak cemaatten ayrılmayız, sizler gibi fitne çıkararak cemaati parça parça etmeyiz!.
Bu kadar seviyesiz bir cevapla karşılaşan Nusret hoca, başını öne eğerek susmayı tercih etti. Onun sustuğunu gören Murat bey ise konuşmasına devam ediyordu.,
- Zaten demokratlığın gereği de budur. Demokrasiye birazcık saygım var diyorsanız, dindar olan bu çoğunluğu sizin de dikkate almanız gerekir.
Nusret hoca başını ağır ağır yerden kaldırarak Murat beye baktı ve çok sakin bir ses tonuyla "Kusura bakmayın, ben demokrat değilim" cevabını verdi.
Sakin ve yumuşak bir üslupla verilen bu cevap, Kadriye hanımın pek yadırgamadığı fakat yine de nedenini açmak istediği bir cevap olmuştu. İçinde yavaşça kabaran bir merak ile sordu.,
- Niye demokrat değilsiniz?
Nusret hocanın cevap vermesini hiç beklemeden söze giren Murat bey "Çünkü bunların insanlara, insanların görüşlerine hiç saygısı yok" karşılığını verdi. Bu sözleri sakince dinleyen Nusret hoca, daha sonra Kadriye hanıma dönerek cevap verdi.,
- Demokratlık insanların görüşlerine, insanların tercihlerine karşı çıkmamak ve bu insanları kendi tercihleriyle baş başa bırakmak seklinde tarif edilseydi, "Ben demokrat değilim" cümlesini hiç kullanmayabilirdim. İnsanların görüş ve tercihleri yanlış olsa dahi, bu yanlış görüşleri saygıyla karşılamaz fakat karşı da çıkmazdım. Çünkü Allah'ın tüm insanlara verdiği bir tercih hakkıdır bu.
Nusret hoca çok kısa bir suskunluktan sonra devam etti.,
- Fakat demokratlık denilen şey, çoğunluğun görüşü yanlış da olsa bunu saygıyla karşılamak ve bu görüşe katılım göstermek şeklinde tarif ediliyorsa, ben elbetteki demokrat değilim. Çünkü benim doğruluk ölçümde çoğunluk değil, hak esastır. Rabbimin haram dediği bir şeye, dünyanın tüm insanları helal dese, benim böyle bir görüşe saygı duymam ve katılım göstermem söz konusu değildir.
Serhat söze girerek "Yani bir müslüman demokrat olmaz, demokrat olamaz diyorsunuz, öyle değil mi?" diye sordu.
- Bak Serhat. Bu kainat sahipsiz olsaydı veya bu dünyanın mutlak sahibi insanlar olsaydı, beşeri sistemler içinde doğruya en yakını demokrasi olabilirdi. Mesela insanların nasıl yönetileceklerine dair temel konulardaki kanunları yine bu insanlar hazırlayabilir ve çoğunluğun kabul ettiği kanunlar yönetim şeklini belirleyebilirdi. Ancak biliyoruz ki bu alem sahipsiz değildir ve bu alemin mutlak Sahibi olan Allah (c.c.) bizlere apaçık hükümlerle dolu bir Kitab göndererek, bizleri bu gibi temel konularda başıboş bırakmamıştır. İnsanlar İlahi Kitab'da beyan edilen bu hükümler karsısında elbetteki bir tercih hakkına sahiptir. Her insan bu hükümleri kabul edip-etmeme, bu dine girip-girmeme konusunda muhayyerdir, serbesttir. Fakat herhangi bir insan "Ben müslümanım" diyerek bu dini kabul ettiğini söylüyorsa, artık bu hükümleri kabul edip-etmeme konusunda bir muhayyerliği yoktur. Çünkü Allah'ın temel konularda vazettiği bu hükümler, Müslümanların tartışabilecekleri, çoğunluğun yaklaşımına göre kabul veya reddedebilecekleri hükümler değildir.
Dinlediklerinden bazı şeyler anlayan fakat bu anladıkları şeylerden her nedense hiç hoşlanmayan Murat bey, içinde hissettiği bu hoşnutsuzluk ile Nusret hocaya baktı. Her şeyi kendisi biliyormuş edasıyla konuşan bu adam, Murat beyin içindeki Allah inancını ve Allah anlayışını da etkilemiş gibiydi!. Daha önceleri Allah tarafından sevildiğini hisseden Murat bey, anlamaya bağladığı bazı şeylerden sonra bu sevgiden yavaş yavaş uzaklaşğını ve bunun da ötesinde Allah'ın kendisine kızdığını, gazaplandığını düşünmeye başlamıştı. İçine büyük bir sıkıntı veren bu ruh halinden hemen uzaklaşmaya çalışarak, kendisini bu duruma düşüren Nusret hocayı suçlamak istedi.,
- Siz bu konuşmalarınızla Allah ile kul arasına giriyorsunuz!.
- İnsanları Allah'a ve Allah'ın hükümlerine davet etmek, Allah ile kul arasına girmek değildir. Bütün peygamberler insanları Allah'a ve Allah'ın hükümlerine davet ederek, bu insanların kurtuluşlarına vesile olmak istemişlerdir. Bizler de bildiğimiz İlahi gerçekleri anlatarak, sadece ve sadece insanların kurtuluşuna vesile olmak istiyoruz…”


*Tutsak, Mehmed Alagaş, İnsan Dergisi Yay. 26, 2. baskı, 2003, İzmir, sh. 58-59, 111-116