26 Mart 2015 Perşembe

UZUN LAFA NE HȂCET, HER ŞEY AÇIK VE NET-8

Biraz tebessüm…

Küçük kız annesine "İlk insan nasıl dünyaya geldi? diye sormuş. "Tanrı Adem ve Havva'yı yarattı, çocukları oldu ve insanoğlu yeryüzüne yayılmaya başladı yavrum." diye izah etmeye çalışmış annesi. Birkaç gün sonra küçük kız aynı soruyu babasına da sormuş, "Binlerce yıl önce maymunlar vardı." demiş babası, "Bizler de evrim geçirerek onlardan türedik!" Farklı iki cevaptan aklı karışan kız tekrar annesine gidip "Nasıl olur anne?" demiş "Sen bana insanın Tanrı tarafından yaratıldığını, babam da maymunlardan geldiğini söylüyor. Karıştırıyorum!" "Karıştırılacak bir şey yok, çok açık!" demiş annesi hafif sinirlenerek, "Ben sana benim ailemin evrimini, baban da kendi ailesinin bu güne kadar gelişini izah etmiş bir tanem!" (Sabah, 31.10.2008)

“…Çünkü yakın tarihimiz "Atatürk ticareti" ile geçimlerini sağlayanların öyküleri ile dolu. Hiç unutmadığım bir anım var. Washington Büyükelçiliği'nden gelip 1974-75 yıllarında Dışişleri Bakanlığı yapan rahmetli Melih Esenbel, bir gün beni o sırada görev yaptığım TRT'den Bakanlığa çağırmıştı. Özel kalemden Bakan'ın odasına geçerken, yaşlı bir adamın bir koltukta ağladığını görüp şaşırmıştım. İçeri girince Bakan Esenbel'e bu ağlayan kişinin kim olduğunu ve neden ağladığını sordum. Meğer beni de bu konuda danışmak için çağırmış. Bu ağlayan kişi bir heykeltıraşmış... Atatürk'ün büstünün kalıbını dökmüş ve bakandan bu büstlerden elçiliklerimize satın almasını istemiş. Melih Esenbel "Peki, beş tane satın alalım" deyince de ağlamaya başlamış. Hıçkırıklar arasında, "On taneden az satın alırsanız Atatürk'ün kalıbının maliyeti bile kurtulmuyor" diyormuş…” (Mehmet Barlas, Sabah, 31.10.2008)

Tebliğde püf noktaları

Profesör konferans vermek üzere salona girmiş. Salon, ön sırada oturan seyis dışında boşmuş. Konuşup konuşmama konusunda tereddüde düşen profesör sonunda seyise sormuş: “Buradaki tek kişi sensin. Sana göre konuşmalı mı, yoksa konuşmamalı mıyım?”. Seyis cevap vermiş: "Hocam ben basit bir insanım, bu konulardan anlamam. Fakat ahıra gelseydim ve bütün atların kaçıp bir tanesinin kaldığını görseydim, yine de onu beslerdim". Bu sözlere hak veren profesör konferansa başlamış. İki saatin üzerinde konuşmuş durmuş, konferanstan sonra kendini mutlu hissetmiş, dinleyicisinin de konferansın çok iyi olduğunu onaylanmasını isteyerek sormuş: "Konuşmayı nasıl buldun?". Seyis cevap vermiş: "Hocam sana daha önce basit bir adam olduğumu ve bu konulardan pek anlamadığımı söylemiştim. Gene de eğer ahıra gelir, biri dışında tüm atların kaçtığını görseydim, onu beslerdim, ama elimdeki tüm yemi ona verip hayvanı çatlatmazdım".

Bir fıkra


Hükümet, doğuda bir şehre yazı göndermiş: “Kışın soğuk geçeceği anlaşılmaktadır. Kullandığınız yakıtın cinsini, kod numarasını ve stok durumunu acele bildiriniz”. O ilin bir köy muhtarı da hemen Ankara'ya cevap yazmış: “Yakıtımız pohtir. Kod numarası yohtir. Stokumuz ise çohtir”.


19 Mart 2015 Perşembe

UZUN LAFA NE HȂCET, HER ŞEY AÇIK VE NET-7

Yorumsuz bir tarihi anı

Soru: Babanızın bir defasında, şarkıya eşlik eden Mustafa Kemal’e ‘Ya siz söyleyin, ya ben söyleyeyim’ demiş ve küsmüşler. Bu meşhur hikȃyenin ayrıntılarını biliyor musunuz? Cevap: Daha sonra Bursa’da bir sofrada bir araya geliyorlar. Mustafa Kemal Paşa silahını çekip babama doğrultuyor. Babam elindeki kadehi kaldırıyor. Paşa da tetiği çekiyor fakat çıt sesi geliyor, yani silah boşmuş. Sonra gülüyorlar. Paşa ‘Fondip!’ diyor ve rakılarını içiyorlar. Babam gidip elini öpüyor. ‘Aferin, sesin gibi cesaretin de güzelmiş’ diyor Paşa ve soruyor: ‘Korkmadın mı?’ Babam da ‘Niye korkayım Paşam, beni vursaydınız, halka ne cevap verecektiniz?’ diyor. Gülüşüyorlar ve Paşa, babama sarılıyor. (Timur Selçuk ile söyleşi, Star, 14.02.2010)

Boşanmanın böylesi!

“Latife: Sizin bu arkadaşlarınızdan da sofralarınızdan da bıktım! Bunun sonu ne zaman gelecek? Mustafa Kemal: Ben de sizin tepemde atlamalarınızdan, topuk çalmalarınızdan bıktım. Ya, bunun sonu ne zaman gelecek? L: Sizin sofralarınızın sonu geldiği zaman… MK: Ya sofraların sonu gelmezse? L: Atlamaların, topuk vurmaların da sonu gelmez. MK: Bunlara niçin katlanıyorsunuz? Annenizin yanına dönmek aklınıza gelmiyor mu? L: Ben can atıyorum ama siz bırakmıyorsunuz ki? MK: Ben mi bırakmıyorum? Kim demiş? L: Annemle babamı Çankaya’ya çağırdığım zaman ne olmuştu? Siz beni boşayamazsınız? MK: Neden? L: Çünkü siz Mustafa Kemal Paşasınız. Çünkü reisicumhursunuz. Çünkü bütün yurda ve dünyaya boşanma sebeplerinizi açıklamak zorundasınız. MK: Hiç kimseye, hiçbir şey açıklamak zorunda değilim. Yeter ki boşanmaya karar vermiş olayım. Şu zilin düğmesine basarım. Genel Sekreter Tevfik Beyi çağırırım. Anadolu Ajansı’na iki satır yazı not ettiririm. ‘Gazi, Latife Hanım’dan ayrılmıştır’ derim, olur biter.” (Gazi ile Latife, Halit Refiğ, Alfa yay.,  Sabah Kitap, 19.11.2008)

Diktatör müydü?

1930’da Fethi Okyar’ı çağırıp diyor ki, "Fethi, bizim şu anda yurt içi ve yurt dışındaki görüntümüz tam bir diktatörlük manzarası. Muhalefet partisi yok. Ben, tek adamım." Gerçekten de manzara öyle, bunu kendisi itiraf ediyor. Mecliste bir tane muhalif milletvekili yok ve Atatürk’ün söylediği kanun, gazetelerde aleyhine tek bir yazı çıkmıyor. "Bir şey yapmamız lazım" diyor. Fethi Okyar da "N’apacağız paşam?" diyor. "Sen bir parti kuracaksın. Başına geçeceksin, böylelikle ikili parti sistemine geçeceğiz" diyor. Serbest Cumhuriyet Fırkası işte böyle kuruluyor. Fethi Okyar’ın anılarında var bu. Ama Atatürk’ün 70 yıl önce rahatsız olduğu ve dile getirdiği bir şeyden biz bugün bahsedemiyoruz bile.” (Can Dündar, Ayşe Arman’ın röportajı, www.hurriyet.com.tr, 10.11.2008)

MEB okullarında okutulan resmi tarih hakkında çarpıcı bir tespit…

“…Böylesi bir ortamda imparatorluk içindeki muhalefet rejim karşıtı bir muhalefet değil, rejim içi muhalefetti. Gerek Padişah çevresi [Saray], gerekse de, ona karşı muhalefet edenler  [Genç Osmanlılar, Jön Türkler de denilen İttihatçılar ve başkaları] aynı paradigma içindeydiler. Aralarındaki fark esasa ait değildi. İkisi de imparatorluğu kurtarmak, yaşatmak istiyordu. İttihatçılar da Padişahın yapmak istediğini ‘başka türlü’ yapmak istiyorlardı... Bu yüzden ne 1908 ne de 1923 “Eski Rejimden” [Ancién Régime] gerçek bir kopuş anlamına gelmiyordu. Üslubun, söylemin ve personelin değişmesi [devletin adının değişmesi, padişahın yerini ‘Ulu önderin’ alması, sarıklı ulemanın yerini kıravatlıların alması, vb.] resmi ideolojinin ileri sürdüğünün aksine, sanıldığından çok daha az önemliydi... İster 1908’deki İttihatçı darbesi, isterse 1923’deki Cumhuriyet darbesi olsun, merkezi otoritenin [egemen sınıfı ittifakının] bekasını sağlamaktan başka bir amaç ve anlam taşımıyordu. Cumhuriyete varan ‘Milli Mücadele’ süreci, emperyalist savaş sonrasında tehlikeye giren egemen ittifakın iktidarını yeniden tesis etmekten ibaretti. Şeylerin adını kendileri koydukları, kavramların içini kendileri doldurdukları, neyin ne anlama geldiğine kendileri karar verdikleri sürece, olup-bitenlerin, yaşananların anlaşılması mümkün olmayacaktı. Emperyalist savaşta koskoca bir imparatorluğun kaybedilmesi asla söz konusu edilmezken, Yunanlılara karşı kazanılmış önemsiz bir savaş bir ‘kurtuluş savaşı’ olarak sunuldu ve hala da sunulmaya devam ediliyor... Zira, yenik düşenlerin bir zafere ihtiyaçları vardı... Her halde bu dünyada Türkiye kadar tarihi tahrif edilmiş bir başka ülke yoktur...” (Reel Atatürkçülük, Fikret Başkaya, Özgür Üniversite Kitaplığı, 2. baskı, Ankara, 2007, sh.39)



12 Mart 2015 Perşembe

UZUN LAFA NE HȂCET, HER ŞEY AÇIK VE NET-6

Bir yörük deyişi

Deh demeden yürüyen at,
Buyurmadan dutan evlat,
Bir de eyi çıktı mı avrat,
Nedeceksin düğünü, nedeceksin bayramı,
Gir oyna, çık oyna.


Hababam ha yürümez at,
Bir kaşık su vermez evlat,
Bir de dirliksiz çıktı mı avrat,
Nedeceksin ölümü,
Gir ağla, çık ağla.


Bir dörtlük

Kalmamışsa haya ile edep
Neye yarar medrese mektep
Bin tane fakülte bitirse
Merkep gene merkep

Ömer Hayyam’dan bir rubai

Suskunluğum asaletimdendir
Har lafa verecek bir cevabım var elbet
Lakin bir lafa bakarım, laf mı diye
Bir de söyleyene, adam mı diye.

Bir şiir

Beyaz adam / küçücüktü ilk geldiğinde / ve oturmaktan / bütün kemikleri sızlıyordu / büyük teknesinde

Beyaz adam / kızılderililerin sunduğu yiyeceklerle beslenip / topraklarına uzandığında büyüdü / bulutlar arasında / barış içinde yaşayan / manitu yerine / tapmamızı istediği de / işkence görüp / çarmıha gerilen / bir ölüydü

Beyaz adam / özgürlük adına / dev bir kadın heykeli dikti / doğu denizinin kıyısına / ve her gece / altında dans ettiğimiz yıldızları / bayrak diye tutsak etti / bir bez parçasına

Beyaz adam / özgürlük gibi adaleti de / bir kadın heykeliyle simgeledi / ama elinde terazi tutan / zavallı kadın / gözleri bağlı olduğu için / kendisine tecavüz edenin / kim olduğunu göremedi...
(Beyaz Adam, Sunay Akın)

İki şiir ve güncel yorumu

Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın, (zira yurdumda yeteri kadarı kadar alçak var zaten)
Mehmed Akif Ersoy

Kime sordumsa seni, doğru cevap vermediler / Kimi alçak, kimi hırsız, kimi deyyus dediler / Künyeni almak için partiye (işyerine) ettim telefon / Bizdeki kayda göre şimdi o mebus (işadamı, sanatçı, gazeteci, bürokrat, akademisyen, hȃkim, hekim,  vs...) dediler.                                              
Neyzen Tevfik

Biraz da gülelim


Babo nasısan, eyimisen? / Gene Fatihayı gaptın, keyfin yerinde / Oraları bilmem amma... / Buraları bura olmaktan çıkmış / Mezarıydan galksan, gafayı yersen / Öldürüye sevinirsen...

Sıra geceleri bitti artık / Şindi Bitliste beş minare de yok / Hasangalasında caketim de galmamış / Hem Urfa dağlarında ceylanlar da gezmiy / Herkes: şak-şuka, şaka da - şuka söylüy...

Ne mırranın, ne de gayfenin dadı galdı / Gayfenin nestlisi çıkmış, südü de içinde / Gaçak çay da hepden gaçak olmuş /Sallama içiyler...

Ahhh.. şu gavur icadı televizyon yok mu? / Tam üç tene eve aldım, gene de acans dinliyemiyem / Gumasının yüzünden gocasından ayrılan böyük gız / Yaseminin penceresinden bakmazsa göremiymiş / Öbür oğlan Gurtlar Vadisi /  Hele o güççüğü yokmu ? Sen görmedin / Saçını hep Amerikan kesdiren / Gözü, gulağı oynuy namıssızın / Acun Firarda diy, başka bişey demiy / Turizm dersine eyi geliymiş / Valla yalan / Mahsadı çıbıldak garılara baha...

Torunun şehmuzla iftihar etmelisen, / Aletirik Mehendisi çıktı / İş bulamadı, galdırım mehendisiyem diy / Galdırım da yok ya, çamırlarda debeleniy, duruy...

Babo, bi de telefon çıkmış, minnacık / Şalvarın cebine on tene siğar / Tele-fon amma teli, meli yok / Eyi bişey de çok yalan söylüy / Ben Siloyu tarlada görüyem / Aradığın gişiye ulaşılmıy diy / Ancaaa foturaf çekiy...

Bu cümma rühuya hatim indirecektik; / Mevlüt Hoca nazlanıy, boğazı ağrıymış / Yoh gendini üçaylara hazırlıymış... / Eve iki tene sidi göndermiş / Bunuyla gayrık hatim iner demiş / Eh.. Sen de bunuyla idare edersiy / Dünya işleri bitmiy / Şindi bana müsade; / Aşağı kepir tarlaya gidiyim / Golf oynuyacağım da... (Baboya mehtup)


5 Mart 2015 Perşembe

UZUN LAFA NE HȂCET, HER ŞEY AÇIK VE NET-5

T.C’nde darbe çeşitleri ve birer örnek

Gerçek darbe: 27 mayıs 1960
Dört dörtlük darbe: 12 eylül 1980
Darbemsi darbe: 12 mart 1971 (muhtıra)
Elektronik darbemsi darbe: 27 nisan 2007 (e-muhtıra)
TBMM içi darbe: 1923 (ilk meclisin safdışı edilmesi)
TBMM dışı darbe: 27 mayıs 1960
TBMM’ye karşı darbe: 05 haziran 2008 (anayasa mahkemesinin başörtüsünün üniversitelerde serbest bırakılmasına ilişkin anayasa değişikliğini iptal etmesi)
Gerçekleşmiş darbe: 27 mayıs 1960 (‘anayasa ve hürriyet bayramı’ idi bir zamanlar, ta ki 12 eylülcüler ‘yeni darbe yaptığımızdan eskisi hükümsüzdür’ deyip iptal edene kadar))
Gerçekleş-e-memiş darbe: 2002 yılındaki başta ay ışığı olmak üzere mebzul miktarda darbe planı
Klasik darbe: 12 eylül 1980
Postmodern darbe: 28 şubat 1997
Askeri darbe: 12 eylül 1980
Askeri olmayan darbe: 17 şubat 2010, yargı darbesi (darbecileri ya da darbe girişimi planlayanları yargılayacakları zannedilen yargıçların yargı darbesi)

Üniformsite ya da ulusalsite, ordu-üniversite elele, kışla ve kampüs, nizamiye, ikna odaları, rektör paşalar, paşa rektörler, mıntıka temizliği,…

Üniversitede büyük fişleme. Ergenekon davası dosyasına giren 47 sayfalık fişleme raporu, İstanbul Üniversitesi'nin bütün faaliyetlerinin ayrıntılı şekilde takip edildiğini ortaya koyuyor. Rapor, Ergenekon'un yöneticilerinden olduğu iddiasıyla yargılanan Kemal Alemdaroğlu'nun İstanbul Üniversitesi rektörlüğü görevinden alınmasından sonra yerine atanan Mesut Parlak dönemini mercek altına alıyor… Bilgilerin, askerî istihbarat birimleri, eski Adlî Tıp Kurumu Başkanı Keramettin Kurt, S.C., S.A., M.K.B., K.A., N.S. ve pek çok öğretim üyesi ile karşılıklı görüşme sonucu elde edildiği bildiriliyor. İstanbul Üniversitesi Adlî Tıp Enstitüsü'nün 18 yıl müdürlüğünü yapan Prof. Dr. Sevil Atasoy’un ise Ergenekon davası müdahillerinden Prof. Dr. Şebnem Korur Fincancı'nın da aralarında bulunduğu adli tıp uzmanlarına yönelik fişleme raporunu 1. Ordu Komutanlığı'na gönderdiği ifade ediliyor… Atasoy'un, sadece akademisyenleri fişlemekle kalmadığı, ayrıca 1. Ordu Komutanlığı'na da rapor sunduğu ortaya çıktı… Raporda, Parlak'ın türban sebebiyle mezuniyetlerin düğün salonlarında yapılmasına izin verdiği, ileride türban ve kara çarşafın İÜ'nde serbest olacağının Parlak tarafından alınan duyum olduğu kaydediliyor. Kampüste türbanlıların görülmeye başladığı aktarılıyor. (www.zaman.com.tr, 08.10.2009)

Bu ülkede ‘Recep İvedik’ler bitmez, ‘Recep İvedik’ 4 de oynar, 5 de…
“…Bir general: "Git söyle o kadına, ileri geri konuşmasın. Gelirsek İçişleri Bakanlığı'nın önünde yağlı kazığa oturturuz..." (İçişleri Bakanı Meral Akşener'e yönelik söylenen söz)

Çevik Bir'den Milliyet Gazetesi yönetimine: “Albright'ın açıklamasını neden bu kadar büyüttünüz? Şimdi oraya da mı iki general göndermem gerekiyor?” (Milliyet, ertesi gün haberleriyle kendini affettirdi)

Mehmet Altan, askeri sinirlendiren olayın 28 Şubat sürecinde yüzde 72 oranında zamlanan asker maaşlarıyla ilgili yazısı olduğunu belirtiyor: "30 yıllık bir öğretmenin maaşının, askeri kariyere yeni başlayan birisinden daha az olduğunu yazmıştım. Bu yazı üzerine Erol Özkasnak, o dönem Sabah'ın Genel Yayın Yönetmeni Zafer Mutlu'yu arayıp 'Onun makatına süngü sokup sınır sınır gezdireceğim' demiş, benim hakkımda."

Erzurum Bölge Komutanı Tuğgeneral Osman Özbek: Adam olan adam gidip o krala misafir olmaz. Ben bunu kabul etmiyorum. Başbakan değil bilmem ne bakanı olursa olsun... Ulan pe... (17 Nisan 97)” (28 Şubat’tan akılda kalan sözler, Zaman, 28.02.2010)

“28 Şubat sürecinde hükümeti eleştiren açıklamalarıyla tanınan emekli Tümgeneral Osman Özbek, yine ağzını bozdu. Balyoz planını deşifre eden muhabire küfretti. "Ş... adam elinde Balyoz darbe planı bir valiz ile birlikte savcılığa gidiyor. Ona bu belgeleri nerden aldın veya bunu neden yayınlıyorsun diye hesap sorulmuyor. Ben orgeneralimi bu nedenlerle kimseye vermem. O gazetecinin tutuklanması gerek." (www.zaman.com.tr, 02.03.2010)

(İlgili haber: Balyoz Planı'nın bütün belgeleri ve analog ses kayıt bantlarını Savcılık, Taraf Gazetesi yazarı Mehmet Baransu’dan aldı. www.zaman.com.tr, 29.01.2010)

Tam 5 yıl sonra… Kaderin garip bir cilvesi!

“Balyoz'da kumpas -milli orduya- kurulduğu iddiası üzerine başlatılan soruşturma kapsamında gözaltına alınan ve mahkemeye sevk edilen gazeteci Mehmet Baransu tutuklandı. Soruşturma kapsamında emniyette ifade veren Baransu, sabah saatlerinde İstanbul Adalet Sarayı'na getirildi. Savcı Gökalp Kökçü, ifadesini almadan Baransu'yu 'örgüt kurmak ve yönetmek, devletin gizli kalması gereken belgelerini temin etmek, açıklamak ve yok etmek' suçlarından tutuklanması talebiyle mahkemeye sevk etti…” (www.zaman.com.tr, 02.03.2015)

“Ne zamandan beri darbe planları ‘devletin güvenliğine ilişkin belge’ ve ‘devletin gizli kalması gereken bilgileri’ olarak niteleniyor? Ne zamandan beri olacak, hırsızlarla darbeciler hukuktan kurtulmak için kol kola girdiğinden beri… Hırsızlık yaparken yakalanan bir iktidar, paçasını kurtarabilmek için hırsızlıktan da büyük suçlar işlemeye başlayınca, gidip darbecilere sığınmaya karar verdi. Ellerinde planlarıyla ortaya çıkan darbeciler de, dizleri korkudan titreye titreye, hırsız olduklarını açıkça bildikleri adamların arkasına utanmadan saklandılar… Birlikte onların suçlarını ortaya çıkaranları suçlu ilan etmeye çalışıyorlar.” (Ahmet Altan, Cumhuriyet, 03.03.2015)

Asker yargıyı ‘brifing’ler, yargı da kendini askere ‘brifing’letirse; asker kendini ‘hem savcı, hem avukat, hem de yargıç’ yerine koyar, yargı da hükümete esip gürleyip harekete geçtiği halde askere, muhalefete karşı dut yemiş bülbüle dönüp kös kös oturursa; o zaman “iyi çocuklar” ergenekon işlerine devam ederler haliylen!...
28 Şubat post modern darbesinin kilit isimlerinden emekli general Çevik Bir ile emekli general Erol Özkasnak’ın medyaya yaptıkları baskılar tek tek gün yüzüne çıkıyor. Çevik Bir’in o dönem medya patronu olan Erol Aksoy’a “32. günü yayından kaldır, Mehmet Ali Birand’ı işten at” talimatı verdiği, Aksoy’un da “Paşam mahkeme kararı yok” sözü üzerine de “30 bin şehit var, sen daha ne mahkeme kararı istiyorsun” cevabı aldığı ortaya çıktı. (Star, 15.03.2010)
…Fikret Bila, 3. Ordu Komutanı’nı soruyor (not: meraklıları için hatırlatalım, hani şu altındaki ıslak imza ‘çiçek gibi’ dursun’a ait olan ‘irtica ile mücadele için eylem planı’nı erzincan’da uygulamaya koyan paşa), o Genelkurmay Karargȃhı’ndan atlayacak bir kurt gibi cevap veriyor: ‘’Ordu Komutanı ile yaptığımız görüşmelerde de, konuya ilişkin olarak kendisinin de görüşleri sorulmuştur. Ordu Komutanı çeşitli defalar bizlere iddia edilen olaylarla hiçbir ilgisinin bulunmadığını ifade etmiştir. Başbuğ, Işık Koşaner’e dönerek soruyor: - Hiçbir tereddüt var mı? - Hayır yok. İşte bu kadar. Hiçbir tereddüt yok.” Charlie Chaplin filminden bir sahne gibi. Ordu komutanına sormuşlar, dosyaya bakmışlar, hükmü vermişler. Mahkemeye falan gerek yok. Hüküm, masum; suçlamalar iftira. Bu özel savcılara, hȃkimlere de ne oluyor böyle. Kendini bilmez hukukçular, yazılı olmayan dokunulmazlıklardan, Ankara’daki zirvelerden habersizler… (Başbuğ zekamızla resmen alay ediyor, Ergun Babahan, Star, 16.03.2010)
Tüm yurtta cumhur’un cumhuriyet çoşkusu!..

Cumhuriyet’in 85. yılı kutlamaları çerçevesinde Dolmabahçe Sarayı’nda verilen resepsiyon, üst düzey yöneticilerle; iş, sanat ve cemiyet (sosyete) hayatının tanınmış isimlerini buluşturdu… Davetliler gösterinin ardından ellerindeki Türk bayraklarıyla 10. yıl marşı’nı söylediler. Daha sonra vali Güler, belediye başkanı Topbaş ve 1. ordu komutanı Org. Saygun, dev boyutlu Cumhuriyet pastasını kesti. Pelit pastanesi tarafından tasarlanan pastanın içinden, Atatürk’ün modern türk kadınıyla (cumhuriyet kadını) dans eder şekilde tasavvur eden bir heykel çıktı. Daha sonra İstanbul Devlet Opera ve Balesi sanatçıları tarafından Cumhuriyet valsi yapıldı… İstanbul’daki diğer Cumhuriyet kutlamalarında Kadıköy’de, Emre Altuğ konser sırasında Nutuk’tan bir bölüm okudu, Cumhuriyet yürüyüşünden sonra Mazhar Alanson’un sahneye pantolonun paçalarını içine soktuğu Atatürk çizmeleriyle çıktığı dikkat çekti. İzmir Ticaret Odası’nın Cumhuriyet Balosuna katılan Şevval Sam, performansı sırasında önce viski içti, sonra çok Atatürk’ün çok sevdiği bilinen rakıya geçti. (Sabah Günaydın; 31.10.2008)

Balıkesir’de, Cumhuriyet koşusunda dereceye giren; başörtülü Nuriye Memiş’e Garnizon Komutanı albay "Bu ne rezalet!" diyerek ödül vermeyi reddetti.

Tunceli ve Diyarbakır’da DTP’li belediye başkanları, kutlamalarda yoktu; buna mukabil askerler tören sonrası “ne mutlu türküm diyene” temposunu tutarak Diyarbakır sokaklarında yürüdü. (Cumhuriyet ve inatlaşma, Nazlı Ilıcak, 01.11.2008)

Manisa Belediye Başkanı Bülent Kar'ın eşi, Vali Parkı Polis Lokali´nde yapılan 29 Ekim kokteyline türbanı ile katılınca askeri erkan resepsiyonu terk etti. (www.milliyet.com.tr, 30.10.2008)

Niğde'de dün gerçekleştirilen Cumhuriyet kutlamaları töreninde, Hükümet Meydanı'nda esnafın il protokolü önünden geçiş yaptığı sırada bir sürücü kursuna ait 3 araç Zeynep Şahin, Emine Şahin ve Neslihan Şahin adlı başörtülü hanımlar tarafından kullanılıyor diye ‘Başörtüsü ile protokolün önünden geçemezsiniz’ denilerek konvoydan çıkarıldı. (www.habervitrini, 01.11.2008)

Cumhuriyet Bayramı’nı devlet erkanı, üç davetle kutladı. Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “türban hassasiyeti” yüzünden öğlen saatlerinde devlet erkanına “eşsiz” bir resepsiyon verdi. Ardından “sivil” bir resepsiyon düzenledi. Genelkurmay Başkanlığı ise tarihte ilk kez Merkez Orduevi’nde Cumhuriyet Balosu tertip etti. (Sabah Pazar, 02.11.2008)

Geç gelen itiraf…

Emekli Koramiral Atilla Kıyat,28 Şubat’ta herkes suçlu, kimsenin yatacak yeri yok’.

Kıyat, "28 Şubat olur iken, siyasetçi de, Cumhurbaşkanlığı Köşkü de, medya da, üniversite de, yargı da, Silahlı Kuvvetler'in karşısındaki hiç kimse Silahlı Kuvvetler'e karşı dikilmedi. 'Bana bak, bu senin görevin değil' demedi. Kimsenin yatacak yeri yokken; bir tek Silahlı Kuvvetler'in altındaki yatağın çekilmesini de hiç affedemiyorum." dedi.

32. Gün programına konuk olan emekli Koramiral Atilla Kıyat, TSK'nın sürece itildiğini ileri sürdü. Refah-Yol hükümetinden hoşnut olmayan grupların lokomotifi olma görevini Türk Silahlı Kuvvetleri'nin üstlendiğini vurguladı.

Kıyat, şöyle devam etti: "Herhangi bir şekilde siyaset tıkandığı zaman, Türkiye bir sorunla karşılaştığı zaman siyasi çözümü, siyasetçiler de dahil, medya da dahil, üniversiteler de dahil, işadamları da dahil, bürokratlar da dahil çözümü Türk Silahlı Kuvvetleri'nde aramışlardır.

Çuvallarca mektup gelir Genelkurmay'a 'ne duruyorsunuz' diye. İşadamının kafasında, iyileri tenzih ederim, sendikasız grevsiz bir Türkiye özlemi vardır. Siyasetçi vardır, bu siyasetçi nedir kendi siyasi partisinde veya iktidarda olsa dahi gücünü kaybetmiş; bir askerî iktidar gelir ise onun hükümetinde rol bulabilir miyim diye gelen siyasetçi vardır; herkes. Ama hiç kimse 'Silahlı Kuvvetler'in dışında bu çözümü bulalım' diye maalesef bir çaba sarf etmemiştir."

TSK'daki 'Türkiye'nin tek sahibi' algısını da eleştiren emekli Orgeneral, askerin birçok hatası olduğunu, bu yüzden çuvaldızı kendilerine batırmaları gerektiğinin önemine değindi. Kıyat, Türkiye'nin geçmişiyle hesaplaştığını, ancak bunun birilerinin birileriyle hesaplaşmasına dönüşmemesi gerektiğini de sözlerine ekledi. (Zaman, 05.03.2012)