7 Haziran 2023 Çarşamba

HOLA BUENOS DÍAS (Merhaba Günaydın) / İspanya Turu İzlenim ve Anıları

Nadiren yurtdışına çıkan biriyim. İlk yurtdışı seyahatimi 3. yıl asistanı, nişanlı ve de 27 yaşında iken Kızılay Hac Ekibi’nde görevli hekim olarak karayolu ile 15 Mayıs-27 Haziran 1992 tarihleri arası gerçekleştirmiştim. 44 gün süren bu Hac yolculuğumu ilk (ve şimdilik tek) kitabım “Benim Yolum”da dört bölüm halinde özetlemiştim. (1) Aynı kitapta Van Tıp’ta iken mesleki bilgi ve görgümü arttırmak amacıyla 01-31.07.2001 tarihleri arasında bir ay kaldığım Fransa’nın Strasbourg şehrindeki gözlemlerimi de yayınlamıştım. (2)

25.07–02.08.2008 tarihleri arasında Van’a bir düğün vesilesiyle gitmişken komşu ülke İran’a tren yoluyla geçip beraberimizde anam da olduğu halde maaile İsfahan’a kadar birkaç şehri bir hafta kadar dolaşmıştık. (3)

Mesleki hayatımda katıldığım tek yurtdışı kongre de 09-13 Haziran 2012 tarihinde Almanya’nın Essen şehrindeki Avrupa Göğüs Cerrahisi Kongresi’dir. İlk gün kongreye iştirak edip diğer günler o ülkedeki bazı arkadaşları ziyaret etmiştim. (4)

2015 yılında, ilki bir eksikle ailecek Edirne üzerinden bir grupla 29-30 Ağustos tarihlerinde iki gün Karadeniz kıyısı boyunca Bulgaristan’ın birkaç şehrine, sonraki de Türkiye Solunum Araştırmaları Derneği’nin İzmir Çeşme’deki yıllık kongresi sırasında Süreyyapaşa Göğüs Cerrahisi Kliniği doktorları olarak günübirlik (19 Ekim) yaptığımız Yunanistan’ın Sakız Adası’na olmak üzere iki gezim oldu.

Bir sonraki yıl (2016) da aynı şekilde biri satın aldığımız bir televizyon nedeniyle promosyon hediyesi olan 22-24 Nisan tarihleri arasındaki üç günlük Roma (İtalya) gezisi, diğeri de Srebrenitsa Soykırımı yıldönümüne denk gelen 10-13 Temmuz tarihleri arasında Zambak Tur ile rehber eşliğinde eşim ve bir oğlumla katıldığımız dört günlük Bosna & Hersek gezisi gerçekleşti. (5)

Araya darbe, pandemi filan girdi ve aradan 7 yıl geçti.

Geçen yıl eşime 30. Evlilik Yıldönümü anısına hediye olarak bir pırlanta almıştım, fakat o bunu kabul etmek yerine yurtdışına gitmeyi önerdi. (6) Kabul ettim, o da ziyaret edilecek ülkeyi ve tur programını belirledi, bu yılın başında rezervasyon ve ödeme işlemleri tamamlandı, bilahare de pasaport işlemlerini hallettik.

Yaş gelmiş 58’e, dokuzuncu kez yurtdışına İspanya’ya doğru yola çıkmak için hazırlıklar tamamlandı. Tam gezi öncesi önce eşim sonra da ben rahatsızlandık, şiddetli bir gripal enfeksiyonu zar zor atlattık ama özellikle benim yakınmalarım azalmasına rağmen gezi boyunca devam etti.

19 Mayıs’da birer çanta hazırlanıp 20 Mayıs Cumartesi günü de en büyük oğlum ikimizi sabah saat 5’te olacak şekilde İstanbul Havalimanı Dış Hatlar Terminali Gidiş önünde bıraktı. Güvenlik noktasından geçiş, yurtdışı harç ödeme ve pasaport kontrol derken vakit geldi çattı. Club Jolly Turizm’in Büyük İspanya Turu yolcuları olarak Valenciya uçağına binmek üzere 8 civarında uçağa biniş kapısında beklemeye başladık. Rehberimiz Esin Hanımla tanıştık, toplam 33 kişilik bir tur grubu olarak havalandık. Dört saate yakın bir yolculuktan sonra uçağın tekerlekleri piste değdi ve saatleri bir saat geri aldık.

Havalimanında bizi bekleyen tur otobüsümüze binip saatler süren bir yolculuktan sonra ilk durağımız Barcelona şehrine ulaştık.

Yeri gelmişken İspanya’nın 1978 Anayasası’nda etnik gruplara ve bölgelere göre 17 özerk bölgeden oluştuğunu not düşeyim. Bölgelerin her birinin kendi parlamento ve yürütme organları varmış. Her bölgede üç bayrak dikkatimi çekti. Avrupa Birliği üyesi olduğu için AB bayrağı, İspanya bayrağı ve özerk yönetimin bayrağı yan yana dalgalanıyordu. Şehirlerde de lokal (yerel) polis görev yapıyordu. Barselona şehri, İspanya’nın kuzeydoğu kıyısında olup Girona, Lleida ve Tarragona ile Katalanca diye ayrı bir dilin konuşulduğu Katalonya özerk bölgesine dahil olup özerk bölgenin başkenti ve İspanya’nın ikinci büyük şehriymiş (7) İspanya demokrasi ile yönetilse de diğer birçok AB ülkesi gibi krallığın da muhafaza edildiğini hatırlatayım. Kanaatimce kraliyet, bir zamanlar sömürgeleri de olan İspanya’yı geçmişe, tarihine bağlayan sembolik bir işlev görüyor.

Daha önce Avrupa’da bazı şehirleri görmüştüm ama İspanya’yı görünce bir kez daha anladım ki, bu adamların tarihiyle geçmişiyle kavgaları, travmaları yok sanki, onlarla yüzleşip yollarına devam ediyorlar. İrticanın hortlaması (orta çağa, kilisenin iktidar ortağı olduğu döneme dönüş özlemi), bölünme parçalanma korkusu, beka & istiklal mücadelesi gibi korku, kaygı ve travmalarından sıyrılmışlar sanki, bilgiye dayalı ve dışardan biri olarak gözlemim, kanaatim böyledir. Bunları niye mi yazdım, zira bu geziden önce ülkemizde bir seçim atmosferi vardı ki, sanki seçime değil de savaşa gidiyoruz sanırdınız. Yeni bir sistem kurulalı bir asır olmuş ama gel gör ki özellikle iktidar kanadı [alt tarafı bugüne kadar yapılan seçimlerden bir seçimi “hak-batıl mücadelesi, savaş”; karşı tarafı, muhalefeti de “küffar, işgalci, işbirlikçi ve benzeri şekilde nitelemeler” hem din (İslam) hem de demokrasi açısından tehlikeli ve sakıncalı] olmasına rağmen hiç çekinmeden yaptı. (8) Artık şunu anladım ki bir insanın çocukluğunda yaşadığı travmaları atlatamaması misali cumhuriyeti ilan edenler imparatorluğun parçalanması benzeri ülkenin bölünüp parçalanacağı, dindarlar da cumhuriyet boyunca ve özellikle 28 Şubat sürecindeki yaşadıkları dışlanma, ötekileştirme, itilip kakılma travmasını atlatamıyorlar, atlatamayacaklar gibi, belki de işlerine böyle geliyordur, bilemem. Cumhurbaşkanlığı 2. Tur seçimleri öncesi bu gezinin memleketin boğucu, bunaltıcı atmosferinden uzaklaşmak için adeta ilaç gibi geldiğini söyleyebilirim.

Barselona’da kısa bir şehir turundan sonra ayağımızın tozuyla Mimar Antoni Gaudí’nin meşhur eseri La Sagrada Familia (Kutsal Aile) adlı bazilikanın etrafını dolaşıp gözlemledik, fotoğraflar çektik. Kalabalık olduğu ve biletimiz de olmadığından içine girip bakamadık. Yapımı hâlâ devam eden ve bu yüzden ‘Bitmeyen Kilise’ de denilen yapının mimarının vefatı, eksiklerinin olması, bittiği zaman Vatikan’ın kontrolüne girmesi ve bu haliyle dikkat çekici olması gibi nedenlerle bitiril-e-mediğini de öğrenmiş olduk. La Sagrada Familia’nın muhteşem bir mabet olduğunu söylemeliyim. Adeta İncil’in mimari ve anıtsal hali diyebilirim. Sanki İncil’de yer alan her şey içi ve dışı resim ve heykellerle dolu bir yapıda vücut bulmuş.

İspanya ve Katalunya meydanlarını gördükten sonra La Rambla Caddesi’nde serbest gezintiye çıktık. Cadde üzerinde Gaudi’nin evleri olarak bilinen Casa Batllo ve Casa Milo’yu dışından seyrettik. Cadde üzerindeki tarihi küçük kapalı çarşıya benzeyen La Boqueria’yı şöyle bir dolanıp deniz ve domuz eti ürünleri, meyve ve meyve suları satılan dükkanlarla dolu olan bu yerden cips ve tavuk eti kızartmasından oluşan atıştırmalık aldık. Cadde boyunca limana doğru indiğimizde Kristof Kolomb anısına dikilmiş heykeli gördük. Yüksek bir sütun üzerinde denize doğru bakıyordu. İspanya’da Katolik mezhebi yaygın olduğu için onu da öldüğü zaman Sevilla’daki katedrale defnetmişler. Kolomb İspanya’da bir kâşif, bir kahraman olarak görülüp pagan, putperest, ilkel ve vahşi Güney Amerika yerlilerine hıristiyanlığı ve medeniyeti yaymak için gittiği söylense de gerçek bunun tam tersidir. Gemi filosuyla ulaştığı yerleri kolonize etmiş, sömürgeleştirmiş, soygun, katliam ve tecavüz yapmıştır. Kanaatimce yaptığı fetih olmayıp kendisi de bir fatih değildir. Güney Amerika kabilelerinin altın dahil ellerinde ne var ne yok çalmış; başta Aztek, İnka ve Mayalar olmak üzere yerli kabileleri soykırıma uğratmış, hatta bir kısmını köle olarak dönerken beraberinde götürmüştür. O dönemde İspanya’nın zenginleşmesi, sermaye sahibi olması bu sömürü ve soygun sayesindedir. Aslına bakarsanız tarih içindeki her fetih, bir başka açıdan ele geçirmedir, işgaldir. İstisnalar elbette vardır. Mesela Allah’ın son elçisinin Mekke’yi ele geçirmesi bir fetihtir. Zira kimsenin can, mal ve ırzına dokunulmamış, herkes affedilmiş ve sömürgeleştirme de olmamıştır.

Barselona gerçekten bazilikası dahil kiliseleri, meydanları, caddeleri, sokakları, binaları, evlerinin mimarisi ile görülmeye gezilmeye değer bir şehir olup bir açıdan bizdeki İstanbul’a denk düşmektedir. İspanya’nın diğer tarihi turistik şehirleri gibi turizm yıl boyu sürmekte olup özellikle Barselona, nüfusunun dört katı kadar turisti kendisine çekmekte imiş. La Rambla caddesinde gezinirken Filistin’de İsrail’in yaptığı zulmü protesto etmek için yürüyüş yapanları ve ayrıca bir başka noktada cübbelerini giymiş insanların basın bildirisi okuduğuna da şahit olduk. Vakit geç olduğu için şehir gece turu ve Gotik mahalle turu yapıl-a-madı. Geç vakitte şehrin biraz dışındaki dört yıldızlı otelimize yerleştik. Doğrusu uçak için sabahın seher vaktinde havalimanına gelip uzun bir hava yolculuğu yapıp akabinde de ara vermeden uzun bir otobüs yolculuğu sonrası yorgunluktan bitap düştük, namazlarımızı cemedip yatağa kendimizi atmamızla uykuya dalmamız bir oldu.

Sabah kahvaltı sonrası Girona’ya doğru yola revan olduk. Rehberimiz güler yüzlü ve neşeli idi. Kahvaltı demişken İspanyolların kahvaltı kültürünün bize çok da uygun olmadığını söyleyebilirim. Kahve, taze sıkılmış portakal suyu ile kruvasan, kek gibi bir tatlıyla geçiştiriyorlar. Bizde ise kahvaltı önemli olup zengin bir mönüye sahiptir. Çay, beyaz peynir, zeytin ve daha bir sürü şeye hasret kaldık.

Onyar nehrinin kıyısında kurulmuş, yörenin en zengin şehri olduğu söylenen, güzel mimarisi, daracık sokakları ve katedrali ile şirin bir orta çağ şehri olan Girona’yı çok beğendiğimi söyleyebilirim. Aslan heykelinden yola çıkıp Endülüs döneminden kalma hamamı gezdik. Hamam çiçek aranjmanları ile görsel olarak güzelleştirilip içeride bir aile ziyaretçilere resital veriyordu. Katedralin girişi de çiçeklerle bezenmişti. Meğer o hafta festival varmış. Avrupa’da festival ve bayramlar genelde dini içerikli olup genellikle o şehrin aziz ya da azizesinin anısına düzenlenir. Bizde ise dini bayramlar dışında milli bayramları (aslında ulusal günleri) devlet belirler, ulusa hediye eder, kutlanmasına öncülük eder, aslında bir nevi varlığını ve kudretini bu yolla halka hatırlatır. Katedral ve civarı “Games of Thrones” dizisinde Arya karakterinin manastıra kabulü sahnelerinin çekildiği yermiş. Katedrali gezdikten sonra Yahudi mahallesinin daracık sokaklarında dolaştık. Küçük bir dükkânda “churros” denilen bir nevi bizim halka tatlısının şekersiz olanına benzeyen bir tatlı alıp tattık. Bu arada hafiften yağmur çiselemeye başlamıştı.

Otobüse binip Pirene dağlarının manzarası eşliğinde ünlü İspanyol sürrealist ressam Salvador Dali’nin eserlerinin sergilendiği müzenin bulunduğu Figueres şehrine doğru yol aldık. Sanatçı bu şehirde doğduğu gibi mezarı da müze içinde yer almaktadır. Müze eski belediye binası olup sağlığında bizzat Dali tarafından tasarlanmış, dekore edilmiş. Bir sanatçı ve bir müze, bir şehirle anılır ve simgeleşir mi? Gördüm, gezdim ve hayran kaldım. Klasik müze kavramını unutun ve her köşesinde şaşırmaya hazır olun. Hani derler ya deli ile veli arasında ince bir çizgi (aslında bir harf) vardır diye, müze evi gördükten (ki Dali müzenin bir odasında da kalmış) Dali ile Dahi hatta Deli arasında bir fark olmadığını söyleyebilirim.

Ertesi sabah Madrid yolunda iken Aragon özerk bölgesinin başkenti Zaragoza’da durduk. Ebro nehrinin kenarında kurulmuş olan kentin köprüsü ve hemen yanıbaşında Hz. Meryem’in orada görüldüğü rivayeti (vizyonu) üzerine adına ithaf edilen Virgin (Bakire) Piilar Bazilikası ve meydanını gezdik. Bazilikanın nehre bakan duvar kısımlarında İspanya iç savaşında kullanılan top mermilerine ait izler mevcuttu. Hemen yanında La Seo katedrali vardı. Ayrıca meydanda bu şehirde doğan ressam Goya’yı betimleyen heykel ve görseller mevcuttu. Bazilikayı gezerken ve İspanya turundaki diğer bazilika ve katedraller göz önüne alındığında, bir kez daha duvarlardaki taş işçiliği, mimari üslup, heykeller, resimler ve vitraylarıyla sanatta zirveye ulaşıldığını, daha güzelinin yapılamayacağı gibi bir hisse insan kapılmadan edemiyor. Allah’tan bu ülkede mimar olarak Kayseri’den bir Ermeni mühtedisi (devşirmesi) olan Sinan çıktı, yoksa yanmıştık. Anadolu’da taş işçiliği ve mimaride de Ermeniler olmasa yine çok şey eksik olurdu. Elbette camide sadelik, kilisede ise görsellik ve ihtişamın ön planda olduğu da bilinen bir gerçektir.

İspanya’nın başkenti ve İber Yarımadası’nın ortasında bulunan Madrid’e vardıktan sonra meydanın birinde Yunan mitolojisindeki tanrılar kralı Jüpiter, bir diğerinde de annesi tanrıça Cibeles’in iki aslanın çektiği arabaya kurulmuş heykeli ile karşılaştık. Otobüsten inip de yokuş yukarı yürüyünce Plaza Major denilen büyük meydana ulaştık. Bu meydanda bulunan binaların balkonlarından eskiden boğa güreşleri, engizisyonun yaktığı insanlar ücret mukabili seyredilirmiş. Şehrin kalbi ve sıfır noktası belediye binasının önündeki Perto Del Sol’ü gördük. Hemen ileri yürüyünce eskiden Kraliyet Sarayı olarak kullanılan binayı gördük ve çeşitli kralların heykellerinin bulunduğu bahçesini gezdik. Hemen ilerde Grand Via meydanı, Cervantes ve meşhur romanı Don Kişot’un anıtı ve meydana bakan ön tarafta da Kraliçe İsabel ve Kolomb’un heykelinin yer aldığı anıt yer alıyordu. İspanyolların yemek kültürü bize kıyasla zayıf diyebilirim. Tapas ve Paella dışında bildiğim ve tattığım bir yemek ismi zikredemeyeceğim, ki onlar bile bizim damak tadımıza pek uymuyor. Tapas çeşitli malzemelerle yapılan kanepeye, paella da sac tavada yapılan tavuklu sebzeli ya da deniz mahsülleri ile yapılan pilava benziyor.

Madrid’e bir saat mesafede olan Toledo’ya ertesi sabah hareket ettik. Kastilya-La Mancha bölgesinin merkezi olan şehir, Tajo nehri ile çevrili engebeli bir burnun üzerinde yer alıp bir orta çağ şehrinin bütün özelliklerini olduğu gibi korumakta idi. Şehrin karşıdan görünümü adeta bir tablo gibi idi. Şehre yürüyen merdivenlerle çıktık ve ilk olarak Kraliçe İsabel’in taç giydiği katedrali dışarında gördük. Duvarlarda demir çengeller vardı. Bu ne diye sorduğumuzda maalesef bu çengellere Reconquista (yeniden fetih, İspanya’nın Müslüman mağribilerden ve yahudilerden kurtarılıp yeniden hıristiyanlaştırılması) döneminde müslüman ve Yahudilerin akla hayale gelmedik türlü işkenceler yapıldıktan sonra asıldığını ve ölüme terkedildiğini öğrendik. Kraliçe İsabel ve Kral Ferdinand’ın evlenmesinden sonra başlayan bu dönem işkence, terör ve acımasızlık dönemidir. Hıristiyan olmayanlara İspanya’yı terk, ölüm ve hıristiyan olmak dışında bir seçenek tanınmamıştır. Bu nedenle ben Avrupa’nın dindar, bağnaz değil laik-demokratik olanından yana olduğumu belirteyim. Din (mezhep dahil) ve fikir ifade hürriyetini de en geniş şekliyle savunduğumu da ekleyeyim.

Toledo’nun dar sokaklarında, Yahudi mahallerinde dolaşırken tarihte bir yolculuk yaptığınız duygusuna kapılıyorsunuz. 16. Yüzyıldan günümüze değişmeden gelen kent, gerçekten bir açık hava müzesi gibi. Roma, Vizigot, Arap, Gotik, Rönesans mimarisinin izlerini taşıyan yapılar, bir kilisede El Greco’nun meşhur tablosu, Arapların kenti ele geçirdikleri zamandan kalma badem ezmesi ürünleri şehir hakkında düşülmesi gereken notlardan sayılabilir. Toledo bir zamanlar çeliğiyle ve kılıçlarıyla da ünlü iken şimdilerde çelikten üretilen hediyelik eşyalar revaçta imiş. Dönüşte bu tür ürünlerin imal edildiği ve el işi yapan ustaların bulunduğu bir merkeze uğradık. Ustaları seyrettik, çelikten üretilen eşyaları inceledik ve birkaç tane de satın aldık.

Madrid’e geri döndük. Serbest zaman tanındı. Hava hafiften yağmurlu idi. Geç vakte kadar gezdik. Bir ara yolumuzu kaybettik, Allah’tan İspanya’dan ilk gün aldığım internet paketi ile navigasyonu kullanarak yolumuzu bulduk. Otobüsümüzün beklediği noktaya ulaştık, otele döndük. Otellerimiz ilk beş gün dört, sonraki iki gün ise üç yıldızlı idi.

Sabah kahvaltı sonrası Sevilla (İşbiliyye)’ya hareket edip yolumuz üzerindeki Córdoba (Kurtuba)’da indik. Yolda hatırıma Zülfü’nün Atlı (Kordoba) şarkısı geldi. (9) Sözleri İspanya İç Savaşı'nın başlangıcında 38 yaşında iken milliyetçiler tarafından katledilen İspanyol şair ve oyun yazarı, aynı zamanda ressam, piyanist ve besteci olan Federico García Lorca’ya ait olan şarkının bestecisi Livaneli’dir. Artık Endülüs (Andalucia) özerk bölgesinde idik. Córdoba Guadalquivir Nehri (Vad’il Kebir) sahillerinde vadinin ortasında konumlanmıştır. Uzun süre Endülüs Emevileri’nin egemenliğinde kalan şehirde en önemli mimari eser, İspanyollar tarafından Mezquita (mescit kelimesinden türeme) olarak adlandırılan Kurtuba Camisi’dir. 600'lerde kilise olarak inşa edilen yapı, 786-1146 yılları arasında çeşitli eklemeler yapılarak cami olarak kullanılmıştır. Katolik İspanyollar'ın şehri yeniden ele geçirmesinden sonra bu Ulu Cami tekrar kiliseye çevrilmiştir. Günümüzde katedral olarak kullanılmakta olan yapı, yapılan bir miktar tahribata karşın hâlâ pek çok özelliğini korumaktadır. Kubbe sisteminde üst üste binen kemerlerde kırmızı beyaz mermer kullanılmıştır. Oymalı mermer mihrabı bütün camiler içinde en güzel mihraplardandır. Duvarlarda kufi yazılar lacivert zemine altınla yazılmıştır. Minber, pek çok fildişi parçayla, değerli taşlardan altın çivilerle yapılmıştır. Dünyadaki en fazla sütuna sahip olan mabet, Kurtuba Camii'dir. Cami içinde 1293 sütun vardır. 1236’da Katedrale çevrilirken orta kısımlardan 63 adet çok güzel sütun kaldırılmıştır. İspanyollar tarafından ele geçirildikten sonra bile uzun süre dokunulmamış, güzelliğine kıyılamamış fakat Kral V. Karlos, katedrale çevrilmesini emretmiş, bittikten sonra gelip gördüğünde de pişman olduğu rivayet edilmiştir, ama iş işten geçmiştir.

Kurtuba camisini ben çok beğendim, hayran kaldım. Katedrale çevrilme işlemini ise beğenmedim, resmen mabedin içine edilmiş. Kurtuba camisinin (ki yapılan onca değişikliğe, eklemelere, her şeye rağmen hâlâ ben camiyim diye bağırıyor) katedrale çevrilmesi konusunda birkaç not düşmek istiyorum. Bütün İspanya’da o kadar çok ve o kadar güzel katedraller varken yüzlerce yıl cami olarak kullanılan bu muhteşem yapının katedrale çevrilmesi kelimenin tam manasıyla bağnazlıktır, vandallıktır, densizliktir, yakışıksızdır. Bu durum ancak Reconquista ile izah edilebilir. Bir tane bile Müslüman bırakmama kararı verildiğine göre camiye de ihtiyaç yoktur diye düşünmüş olmalılar. Üstelik o zamanlar laiklik ve turizm de yoktu. Aksi halde bu durumun izahı kabil değildir. Din, mezhep savaşları bu dünyaya öyle acılar ve dramlar yaşatmıştır ki, benim bunlara burada değinmem mümkün değildir. Ve bütün bu kavgalar, savaşlar dünyevi olmaktan ve özellikle iktidarı ele geçirme tutkusundan hâli değildir. Bir mabet, tapınak ne olarak yapılmışsa öyle kalmalı, kullanılmalı, korunmalı ve devam etmeli kanaatindeyim. Başka bir dinin mabedine veya başka bir yapıya çevrilmesi dini, mimari, estetik ve etik açıdan yanlıştır, nahoştur. Eğer bir nedenle ibadet ortamı olmaktan çıkmışsa müze veya turistik amaçla da kullanılabilir. Kaldı ki Hz. Peygamber döneminde hiçbir kilise, havra ya da başka bir mabet, cami ya da mescide çevrilmemiştir. Zira İslam’da bütün yeryüzü mabettir, camidir, mescittir. Rasulullah (as)’ın Medine’deki Mescidi bile etrafı duvarla çevrilmiş, bir köşesi güneşten korunmak amacıyla hurma yaprakları ile örtülmüş sade, mütevazi bir yapı idi. Hz. Ömer döneminde ele geçirilen Kudüs’te bile namazını kilisede kılması teklif edildiğinde camiye dönüştürülme endişesi, ihtimali nedeniyle karşı çıktığı, yakındaki boş bir arazide namazını eda ettiği rivayet edilir. Aynı mahalde bir süre sonra parası ödenmesine karşın rızası olmadan bir kadının arazisi üzerine yapılan camiyi duyduğunda ise şu sözü söylediği rivayet edilir. “Camiyi yıkın, adaleti yıkmayın”.

Ülkemizde bazı turistlerin hırsızlığa uğraması gibi yurtdışına giden herkesi de hırsızlık konusunda uyarırlar. Bu konuda başı ise son yıllarda İspanya çekmektedir. Yurtdışına çok çıkan biri değilim ama yedi yıl önceki Bosna gezisinde Saraybosna Baş Çarşı’yı gezerken omuzuma asılı çantamı açıp içindeki cüzdanı çalmışlardı. Rehberimizle polise gidip şikayetçi olmuştuk. Polisler çok ilgilenmiş ve tutanak tutulmuştu. Hırsızlar da içindeki Türk lirasını alıp cüzdanı atıvermişlerdi. Zira cüzdan havaalanında ülkeye dönmeden önce bulunup kurye ile bana teslim edilmişti. Bu gezide rehberimiz daha gezinin başında bizi bu tehlikeye karşı uyarmış, paramızı iki ya da üçe bölüp farklı yerlere koymamızı öğütlemişti. Kurtuba camisine gideriken gruptan birinin parasının (2500 Euro) ve pasaportlarının bulunduğu cüzdanı ya düştü biri aldı ya da çalındı. Polis ilgilenmediği gibi (ki 500 Euro’yu geçmedikçe polis işlem bile yapmıyormuş) gibi ilgili kişi bir arkadaşıyla ertesi gün Madrid’e gidip geçici pasaport çıkarttı, on bin TL’ye yakın bir para daha harcadı, bize ancak Valencia’ya hareket öncesi tekrar katılabildi. Bu gezide bu yüzden ben de küçük çantamı önümde taşıdım. Hani derler ya “fakirin malı gözü önünde gerek”, fakir değiliz şükür ama tedbiri elden bırakmadım, para ve pasaportları gözümün önünden bir an olsun ayırmadım.

Kurtuba ziyaretinden sonra Sevilla’ya doğru hareket ettik. Guadalgivir Nehri’nin üzerinde kurulmuş Sevilla’da önce iki üç yıl önce yapılan İspanya Meydanı’nda gezinip nehir kenarında serbest zaman geçirdik. Nehir boyunca yürüyüş, koşu, bisiklet alanları olduğu gibi nehirde de kızlı erkekli kano grupları kürek çekiyordu. Nehrin her iki tarafı da sportif faaliyetler ve gezinti için uygun şekilde düzenlenmişti. Nehrin bir yakasındaki boğa güreşleri arenasına girdik, önce müzesini gezdik, sonra da arenada gezinip seyirci sıralarında oturduk. Boğa güreşlerinin tarihi, folklorik tarafı olsa da insani ve İslami olduğunu düşünmüyorum. Boğa açısından tam bir işkence ve zulümdür. Bir müsabakada birçok boğa matador denen herifler tarafından acı ve azap içinde sırf birileri zevklerini tatmin etsin diye öldürülüyor. Zaten İspanya’da da birçok özerk bölgede yasaklanmış, terk edilmiş. Boğaların halini görünce Çağrı filminden bir sahne hatırıma geldi. Ebu Süfyan birine diyor ki; “Duydun mu? Muhammed, hayvanlara eziyet edilmesini ve aşırı yük yüklenilmesini dahi hoş karşılamıyormuş. Tuhaf bir şey, nelerle uğraşıyorlar”. Allah’ın son elçisinin hassasiyeti, merhameti karşısında hayranlığım bir kat daha artmıştı. Hayvan hakları filan gündemde bile yokken evet kurban var ama hayvana eziyet yok, güzel muamele var, merhamet var.

Daha sonra Sevilla Katedralini, sokaklarını gezdik. Bir restorana girip pizza ısmarladık. Otele dönmek için otobüsümüzün hareket edeceği noktaya döndük. Akşam otobüsle tiyatro salonu benzeri bir binada Flamenko Gecesi’ne katıldık. Gitar eşliğinde İspanyollara has özellikle ayakların zemine vurularak icra edilen dansları izledik. Solo ve birlikte sergilenen gösteri görülmeye değerdi, güzeldi. Fakat yorgunluktan en ön sırada olmamıza rağmen zaman zaman içim geçip uyukladığımı itiraf edeyim.

Ertesi gün sabahki durağımız Ronda, dağlar arasında bir vadinin her iki tarafına kurulmuş küçük bir şehir idi. Bu küçük şehirde bile bir boğa güreşi arenası vardı. Vadisi dışında pek dikkat çekmeyen tipik bir İspanyol kasabasına benziyordu. Tarihi Roma köprüsü üzerinden vadinin öte yakasına geçtik. Bir sokağı dönerken karşımıza ellerinde tesbih bulunan biri yaşlı diğeri genç iki rahibe çıktı. Ernest Hemingway’in İspanya iç savaşını anlattığı ve benim de okuduğum “Çanlar kimin için çalıyor” romanını burada yazdığı söyleniyor.

Ronda’dan sonra Granada’ya (Gırnata) hareket ettik. Otelimiz ilk defa şehrin merkezinde idi. O nedenle şehir katedralini (bizdeki Ulu Cami’nin karşılığı), meydanlarını, sokaklarını otelden çıkıp rahatlıkla gezebildik. Fakat turistik eşya satan mağazaları gezerken bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı, sığındığımız yerden adım dahi atamadık, yağmur biraz azalınca yemek için bir yere girdik hem yağmurdan korunduk hem de karnımızı doyurduk. Akşam El Hamra sarayının kıyısında Sakramento Çingene Mahallesi’ne gittik. Flamenkonun doğduğu sokakları gördük ve icra edildiği doğal mağaraların birinde bir gösteri daha izledik. Ama bana sorarsanız, ben Sevilla’daki gösteriyi daha çok beğendim, bu defaki göz doldurmadı, hatta bitsin diye sabırla bekledim.

Ertesi gün sabahın erken vaktinde duvarlarında kırmızı tuğla ve damında kırmızı kiremit kullanıldığı için El Hamra (Kırmızı Kızıl) denilen sarayı ve bahçelerini gezmeye gittik. Rehber eşliğinde restorasyonda olduğu için kapalı olan Nasıriye Sarayı hariç her tarafı gezdik. Kral V. Carlos, burada da karşımıza çıktı. Allah’tan bu sefer Kurtuba’daki gibi bir rezilliğe imza atmak yerine arazinin yıktırdığı uygun bir yerine kendine ait bir saray yaptırmış, diğer yerlere dokunmamış. Uzun yıllar ihmale uğrayıp evi barkı olmayanların sığındığı bir mezbelelik iken sonradan restore edip turistik ziyaret mekanına çevirmişler. Şehre hâkim bir tepede kurulmuş saray, Endülüs Emevi Devleti yıkıldıktan sonra Müslüman Kuzey Afrika Berberilerinin (Mağribilerin) İber Yarımadası’ndaki son emirliğinin yönetim merkezi imiş.

El Hamra Sarayı'nın temeli 1232 yılında, Gırnata Emirliği yani Beni Ahmer (Nasiriler) devletini kuran 1.Muhammed zamanında atılmış. El Hamra ilk olarak askeri bir alan olarak tasarlandıysa da zamanla emirlerin yaptırdığı yapılarla muhteşem bir saraya dönüşmüş. Sarayın çatı, kubbe ve kemerleri ahşaptan yapılmıştı. Saraya mükemmel bir taç kapıdan giriliyor ama kapıda hıristiyanlığa ait figürler de mevcuttu. El Hamra kale, ribatlar, yazlık saray ve Generalife (Cennet’ül Arif) ile dört ana kısımdan oluşuyor. Girift bir yapıya sahip olan El Hamra Sarayı, birbiriyle bağlantılı sayısız odalar ve salonlar, bu mekanların arasında yer alan avlular, ferahlatıcı yeşil alanlar, fıskiyeli havuzlar, akar çeşmeler ve bahçelerden ibaret. Yusuf Suresi’nin 21’inci ayetinde geçen “Allah her işinde galiptir. Fakat insanların çoğu bunu bilmezler” ayetinden ilham alınarak El Hamra Sarayı’nın taş duvarlarına kazılan “La galibe illallah”, Gırnata Emirliği’nin şiarı olmuş.


Bu emirlik de teslim olduktan sonra İspanya’da Müslümanların hakimiyeti tamamen son bulmuş. Kütüphaneleri, bilimi, felsefesi, mimarisi, kültürü ile çağını ve sonrasını etkilemiş; İbn Rüşd, İbn Arabi gibi isimler bu devirde yaşamıştır. Aragón kralı Ferdinand ile Kastilya kraliçesi I. İsabel’in evlenmesi (1469) ve bu evlilikle Aragón, Kastilya, Napoli, Katalonya ve León krallıkları birleşik İspanya’yı oluşturmak üzere birleşmiş, Katolik Hıristiyanlar daha da güçlenmiş ve Yahudilerle Müslümanları Endülüs'ten çıkarmışlar. Bu birleşme ile başlayan Reconquista sonucu 1492'de Beni Ahmer Devletinin yıkılışı ile İspanya'daki 781 yıllık İslam varlığı sona ermiş.

İspanya büyük turunun son durağı gelişimizde uçakla indiğimiz üçüncü büyük şehir olan Valensiya idi. Şehrin içindeki nehir, yağmurlarla taşma noktasına gelince yatağı değiştirilip Bilim ve Sanat Müzesi gibi modern yapılarla değerlendirilmiş. Sonrasında şehrin tarihi kısmındaki katedrali, meydanları ve sokakları gezdik.

Ertesi gün otelden ayrılıp uçağa binmek ve eve varmak nerede ise bütün günümüzü aldı. Otelden ayrılırken kapı önünde muhtemelen sızıp kalmış evsiz bir genç yerde yatmakta olup başında da iki polis vardı. Biraz sonra ambulans gelip götürdü. Madrid’de iken yağmurdan ve soğuktan bir süre girip oturduğumuz bir restoran zincirinde bir genç gelip İspanyolca bir şeyler söyledi, biz de çalışanlardan biri zannettik, meğer dileniyormuş. Madrid’in en işlek caddelerinde muhtemelen Afrika’dan gelmiş sığınmacılar dört bir tarafı iplerle bağlanmış sergilerinde bir şeyler satmaya çalışıyor, zabıta geldiğini anladıkları zamanda sırtlarına yükleyip kaçıyorlardı. Her ülkede her toplumda her yerde her ahval ve şeraitte her tür insan görmeniz olasıdır.

İspanya gezi izlenimlerimi bitirirken İspanya ve tur ile ilgili bazı genel değerlendirmeler yapmak istiyorum. Nüfusundan fazla turist ağırladığı ve turizmin yılın tümünü içerdiği söylenen İspanya’yı çevre açısından temiz buldum, şehirler arası yollar her yerde çift şeritli olmasa da kara yolu ağı iyi, otobanları ücretsiz, trafik akışkan ve düzenli idi. En küçük bir trafik kaza tehlikesi ve kayda değer bir trafik tıkanıklığı yaşamadık. Otobüs rahat ve şoförümüz gayet iyi ve dikkatli idi. Rehberimiz ilgili, sempatik ve donanımlı idi. Şehirler arası yollarda tarlalar ekili, büyük ve düzenli idi. İspanya portakal, badem, üzüm bağları ama özellikle zeytin yağı (yağlık)’ta dünyanın ilk üç arasında imiş. Tarım ürünleri ülke gelirinin %5’ini oluştururken, gelirinin %70-75’ini turizm oluşturuyormuş. Tarihi turistik her şey korunmuş. Şehirlerin özellikle tarihi kısmında sokak ve caddelerin her biri ayrı estetik ve görsel güzelliğe sahip idi. Eşim her bir sokağın fotoğrafını çekmeye çalışınca, başa çıkamayacağını, böyle giderse fotoğraf çekmekten bakmaya ve gezmeye fırsat bulamayan meşhur Japon turistlere benzeyeceğini hatırlattım. Her köşede bir çiçek, her sokakta bir heykel, her duvarda ayrı bir taş işçiliği göze çarpıyordu. Belediyeler adeta kaldırımları, meydanları, sokakları taş taş, adım adım döşemişti. Granada’da müthiş bir yağmur sonrası ne yollarda ne de herhangi bir yerde ne bir su birikintisi ve ne de çamur vardı. Böyle bir şeyi bu ülkenin hiçbir şehrinde hayal dahi edemezsiniz. Türkiye’de özellikle son yıllarda ekime elverişli alanların yerleşime açılması, imar rantı, betonlaşma ve gökdelenvari çok katlı bina sevdası yüzünden şehirler kimliğini kaybediyor, yeşil alanlar gittikçe azalıyor, kırsal alanlar boşalıp şehirler doğudan batıya kalabalıklaşıp yaşamak her geçen gün daha da zorlaşıyor, pahalılaşıyor, sorunlar azalmak yerine günden güne artıyor.

İspanya gezisi çok geniş bir bölgedeki birçok şehri (7 günde küçüklü büyüklü 11 şehir) gezmek isteyince, ister istemez biraz ortaya karışık bir gezi oldu. Birçok şehirdeki birçok eseri görmek isterken, maalesef birçok şey de eksik kaldı, o şehirlerde az vakit geçirildi, koşar adım nefes nefese bir gezi oldu. İki kişilik gezinin maliyeti konusunda da bir fikir vermek istiyorum. Seyahat bedeli ve indirimli ekstra maksi tur 1398 + 700 Euro olmak üzere toplam 2098 Euro tuttu. Seyahat sağlık sigortası, kişisel harcamalar ve her şey dahil 2688 Euro’yu yani TL olarak yaklaşık 58 bin TL’yi buldu. Bu ülkede TL olarak kazanıp da dışarıda döviz (Dolar & Euro) olarak harcamak hiç de kolay ve de her babayiğidin harcı değildir. Ama ülke dışında yaşayıp oranın vatandaşı ya da çifte vatandaş olarak o siyasal ve sosyoekonomik şartlarda yaşayıp da bu ülkede tatil yapmak ya da alışverişte bulunmak elbette fevkalade güzeldir, hoştur.

Kanaatimce bir gün, bir hafta ya da bir ay da olsa insan yaşadığı ülkeden, topraklardan, kültürden, atmosferden çıkıp geniş olan yeryüzünü, farklı coğrafya ve kültürleri gezip tanımaya çalışmalı, ufkunu genişletmelidir. Bedenen ve özellikle mali olarak zorlansak da şartlarımızı zorlamalı, vesileler bulmaya çalışmalıyız. Seyahat eden sıhhat bulur; bilgi ve deneyimi artar, anı biriktirir; bakış açısı genişler ve meselelere farklı açılardan bakabilme zenginliğine ve olanağına kavuşur. Tanrı’nın (Allah’ın) Kitap dışındaki ayetlerini, delillerini, kudretini, güzelliklerini, kıssadan hisselerini, muhteşem sanatkârlığını görmenin ve anlamanın başkaca bir yolu da yoktur.

NOT: Yazının sonunda tur süresince gezdiğimiz her şehre ait kendi çektiğim bir fotoğraf ve kısa birkaç videoklip paylaştım. Böylece yazı ile bütünleşme sağlansın ve mini bir İspanya turu olsun istedim.

Gracias (Teşekkür ederim) Adiós (Hoşça kalın)

07.06.2023 / Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya


Kaynaklar:

  1. Mekke’ye Giden Yol / Gidiş & Mekke & Medine & Dönüş, Benim Yolum / Tababet Sanatının İcrası İle Geçen 33 Yıl, Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya, 2021, Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık, https://www.kitapyurdu.com/kitap/benim-yolum/602498.html , https://profdrirfanyalcinkaya.blogspot.com/2021/11/benim-yolum-tababet-sanat-ile-gecen-33.html
  2. Ben Strasbourg’da İken…, Benim Yolum / Tababet Sanatının İcrası İle Geçen 33 Yıl, Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya, 2021, Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık, https://www.kitapyurdu.com/kitap/benim-yolum/602498.html ,https://profdrirfanyalcinkaya.blogspot.com/2021/11/benim-yolum-tababet-sanat-ile-gecen-33.html
  3. Aynı Dünyalar - İran İzlenimleri, Arif Kaya, İktibas Dergisi, Sayı 357, Eylül 2008, Sh. 38-44, https://katalog.idp.org.tr/yazilar/360779/ayni-dunyalar
  4. https://profdrirfanyalcinkaya.blogspot.com/2020/06/bilimsel-yayin-ve-calisma-listem-2020.html
  5. Srebrenitsa Soykırımı’nın 22. Yılı, https://www.youtube.com/watch?v=sSF9RF5lBQQ&t=54s
  6. Bir Yastıkta 30 Yıl, https://www.youtube.com/watch?v=f6MCZDd9RSg&t=10s
  7. İspanya, Berlitz Cep Rehberi, 5. Baskı, Dost Kitabevi
  8. Özgür Düşünceler -XII- Seçimler ve Sivil Toplum Kuruluşları, Arif Kaya, Onuncu Köy, http://arifkaya06.blogspot.com/2023/05/ozgur-dusunceler-xii-secimler-ve-sivil.html
  9. Atlı (Kordoba) - Zülfü Livaneli, https://www.youtube.com/watch?v=srhkpdiXxdg 


                                                        İspanya Tur Güzergahımız

                                                        Barselona - La Sagrada Familia

                                                        Barselona - La Sagrada Familia       

                                                        Girona - Katedral ve Festival

                                                Figueres - Salvador Dali Müzesi'nde
                                          
                                                        Zaragoza - Piilar Köprüsü ve Katedrali

                                                                Madrid - Plaza Major

                                                                        Toledo

                                                                    Kordoba - Kurtuba Cami

                                                                    Kordoba - Kurtuba Cami

                                                  Sevilla - Plaza de Toros (Boğa Güreşi Arenası)

                                                                Sevilla - Flamenko

                                                                Sevilla - Flamenko

                                                                        Ronda

                                                          Granada - El Hamra Sarayı

                                                              Granada - El Hamra Sarayı

                                                        Valensiya - Plaza de Virgin ve Katedral