31 Ekim 2013 Perşembe

KARDEŞİME MEKTUPLAR-2

…De ki: “Bu Kur’an bana vahyolundu ki, onunla sizi ve (onun) ulaştığı herkesi uyarayım.” (Kur’an; En’am/19)

            Kardeşim; biliyorsun son elçiye indirilen, aklına ilka’ edilen vahiylerin tamamı şu an elimizde tuttuğumuz, iki kapak arasına alınmış olan kitabımız Kur’an’da yer almaktadır. Hiçbir vahiy onun dışında kalmadığı gibi, vahiy olmayan hiçbir şey de onun içinde yer almamıştır. Bu nedenle “vahy-i gayri metluv ya da hadis-i kudsi” yani bir başka deyişle yazılmamış, tilavet edilmemiş, Kitab’a girmemiş, ‘lafzı elçiye, manası Allah’a ait söz’ gibi aslı astarı olmayan bu ve benzeri Kur’an hakkında şüphe ve ihtilaflara yol açan inanış ve rivayetlere sakın itibar etme. Rabbimizin son elçiden önceki elçiler yoluyla da insanlığa rahmet sağanağı şeklinde indirdiği yağmuru (vahyi) bulanıklaştırıp içilmez, susuzluğu gidermez hale getirenler gibi, son elçinin dudaklarından dökülen arı-duru, tertemiz suyu (vahyi) bulandırmaya çalışanlara da metelik verme, itibar etme.

            Kardeşim; vahyin biz mü’minler ve hatta tüm insanlık için ne ifade ettiğini yeterince ve gereğince düşündük mü acaba? Gel istersen edebi bir dille de olsa vahyin yerini, önemini dillendirmeye, dilimizin döndüğü kadar çabalayalım.

            Vahiy; bilinmezlerle dolu olan yaşadığımız şu evrende, bize yol gösteren rehberimiz, kılavuzumuz, mihmandarımız.
            Vahiy; karanlıklar içinde önümüzü aydınlatan ışığımız.
            Vahiy; kah acı kah sevinç, kah karamsarlık kah ümitle seyreden, zaman zaman fırtınaların koptuğu ruh iklimimizde bize yol gösteren deniz fenerimiz, sığınılacak limanımız.
            Vahiy; nasıl su bedenimizi kirden pasdan arındırıyorsa zihnimizi, bilincimizi küfürden, şirkten, her nevi pislikten arındıran suyumuz.
            Vahiy; doğumdan ölüme doğru uzanan yolculuğumuzda heybemizdeki azık, çıkınımızdaki katık.
            Vahiy; ne yapacağımızı bilmez halde iken, düşüncemizin tıkandığı, şaşkınlık içinde bocaladığımız yerde tutunduğumuz dal.
            Vahiy; ne, niçin, neden, nasıl, kim sorularına doyurucu cevaplar bulabilmek için bir lütuf, bir nimet.
            Vahiy; ikra-oku(söyle, konuş) denildiğinde elçinin diliyle “ne diyeyim, ne okuyayım” cevabı verildiğinde mağaranın karanlığında elimize tutuşturulan meşale.
            Vahiy; laf, söz dinlemez nefsimize; özgürleştiğini sanırken tutsak kılınan aklımıza; yatışmak, sakinleşmek bilmez kalbimize huzur veren öğüt.
            Vahiy; bütün insanlar bir araya gelip kafa kafaya verip el birliği etse dahi asla bir benzerini meydana getiremeyecekleri; akan suları durduran; üstüne söz söylenmemiş ve söylenemeyecek olan kelam.
            Vahiy; yere düşen bir yaprağı, yerin karanlıklarındaki bir taneyi, yere ve göğe giren ve çıkanı, aşikarı ve gizliyi velhasıl her şeyi bilen (alim) ve “ol” deyince olduran, mutlak irade sahibi, her şeye güç yetiren (kadir) Rabb’imizden bir hediye.
            Vahiy; kutupda dondurucu soğuklarda ateşimiz; yakıcı, kavurucu çöl sıcaklarında gölgemiz; susuzluktan şerha şerha çatlamış dudaklarımızla kana kana içtiğimiz pınarımız, vahamız.
            Vahiy; dünya yolculuğumuzda bizi sapmaktan, sapıtmaktan, savrulmaktan alıkoyan yoldaki işaretlerimiz.
            Vahiy; onulmaz dertlerimize derman; kalbimize(aklımıza) şifa; uzvi(bedeni) olmayan hastalıklarımıza ilaç, merhem.
            Vahiy; gayb aleminin anahtarı; hurafe, cifir ve şifrelerin yanına bile yaklaşamadığı açık, apaçık, anlaşılabilir bir kitap.
            Vahiy; yaşayanlara bir çağrı; dirilere ‘hayat verecek şeye’ çağıran bir uyarı; yönünü şaşırmış insan(adem)oğlu için bir pusula.
            Vahiy; Allah’ı razı eder yol tutanlara bir müjde; Allah’tan başka yar ve yardımcı edinenlere, “kendi yapar, kendi tapar” kabilinden …izm’ler icad edenlere de bir inzar(korkutma).
            Vahiy; “sorular soru içinde”, “her fikrin bir çift kelepçe” ve “deliler köyünden bir menzil aşkın” olan aklımızın yatışıp sükunete ermesi için ona takılıp kalan sorulara verilen en doyurucu cevap.
            Vahiy; insanı vardenle(Allah) insan, insanla insan ve insanla diğer mahlukat arasındaki ilişkileri fıtrat ve tabiatlarına uygun şekilde düzene koyan kanun ve kuralların ve de bütün insanların diriltilip hesaba çekildiği gün, “al kitabını oku” denilmeden önce heva(arzu) ve heves(istek)lerine değil kendisine bağlanılıp ödün verilmeyecek ilkelerin devşirildiği kaynak.
            Vahiy; şahsi ve siyasi, içtimai, iktisadi, hukuki ve kültürel sorunlarımıza çare, kurtuluş reçetesi.
            Vahiy; insanoğlu’nun karşı karşıya bulunduğu sorunların çözümü için tek umut, tek çıkış kapısı, tek seçenek, tek kurtuluş yolu, tek şans.
            Vahiy; yeryüzünü ifsad edip yaşanmaz hale getiren, birbirini ilah edinen, hayatın anlam ve amacını ‘yaşamak için yaşamak’ olarak zannedip milyarlarca hemcinsinin üç günlük dünya hayatını cehenneme çeviren insanlar için en kökten(radikal) çözüm.
            Vahiy; dünya hayatında dengeli, ölçülü ve uyumlu bir hayatı sağlayabilecek en önemli imkan.
            Vahiy; Allah’tan ve O’nun bildirdiklerinden emin olanlar için kendisinden daha güçlüsü, daha etkilisi icad edilmemiş ve edilemeyecek olan silah.
            Vahiy; bilmediğimizi bildiren, bildiklerimizin de sağlamasını yapma imkanına kavuştuğumuz bilgi kaynağımız, ilhamımız, referansımız.
            Vahiy; geçmişe ve geleceğe, hayata ve ölüme, bilinene ve bilinmeyene dair hisse alınabilecek en ibretli kıssa, en güzel misal, en anlamlı hitap.
            Vahiy; doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden, temizi pisten ayırabilecek ölçümüz, kriterimiz, ayırac(furkan)ımız.
            Vahiy; şu dünya hayatında onun dışında yol gösteren aramanın bedbahtlık, gaflet, dalalet, cehalet olduğu en hakiki mürşidimiz, öğretmenimiz, hocamız.
            Vahiy; zulumattan nura, karanlıklardan aydınlığa çıkaran tek gerçek, tek hakikat.
            Vahiy; insan aklının ürünü olmayan, üzerinde akledilecek, tefekkür edilecek, elden bırakılmamacasına defaatle okunacak en önemli metin, en önemli fikir, en önemli söz.

            ...Siz şimdi bu söze(vahye) mi hayret ediyorsunuz?
            Ve gülüyorsunuz da ağlamıyorsunuz?
            Ve siz başkaldırıp gaflet içinde oyalanmaktasınız.

            Haydi Allah’a secde edip O’na kulluk edin! (Kur’an; Neml/59-62)

24 Ekim 2013 Perşembe

NAMAZ

“Kütahya Tavşanlı’daki Arifağa Camisi’nde ibadet sırasında çalan cep telefonlarından cemaatin rahatsız olduğunu gören müezzin, farklı bir yöntemi denedi. Caminin kapısına “Yaratan ile irtibata geçmek için yaratılanla irtibatı kesiniz” yazısını astı. (Star, 11.04.2010)”

      Yukarıdaki haberi okuyunca aklıma namaz ile ilgili nice zamandır tefekkür ettiklerim geldi. Namazla ilgili onca fıkhi malumat bir yana, namaz müslümanın hayatında ne anlam ifade ediyor ya da etmeli sualleri, bence üzerinde durulmaya değer bir konu. Yüksek öğrenim başlarında İslam’la ciddi olarak karşılaştığım yıllarda ilk merak ettiğim hususlardan biri de daha önce geleneksel bir şekilde, cuma ve diğer sair günlerde zaman zaman kıldığım namaz esnasında okuduğum ayetlerin, duaların ve ifadelerin ne anlama geldiğini merak edip öğrenmek olmuştu. Geçen zaman içinde namazlarım düzenli hale geldi ve hayatımın bir parçası oldu. Namaz için “huşû ve hudû”ya uygun olmalı derler ya, namazın şekli tamam da fakat hayatımızın diğer bütün işlerinde olduğu gibi her zaman aynı heyecan ve duyarlılıkla namaz kılmadığımız, kılamadığımız, daha doğrusu kılınamayacağı da bir vakıa. Fakat öyle olsa bile namazın bize kattığı o kadar çok şey var ki. En başta, namaz olmasa ‘bizi yoktan var eden ve sahip olduğumuz her ne var ise bize lütfeden Rabbimiz’i gün içinde belli vakitlerde ve bir ömür boyu aksatmadan, ihmal etmeden, düzenli, disiplinize bir şekilde hatırlayıp şükretmezdik, şükredemezdik. Namaz fıkhi açıdan bir yükümlülük, vecibe, farz olması olması bir yana belirli vakitlerle kayıtlı da olsa, Allah’ı unutmamıza mani olup, onunla olan bağlantı(rabıta)mızı canlı ve diri tutuyor. O’nun her an huzurunda ve gözetiminde olsak da, namaz bunun için bir farkındalık yaratıyor ve biz kalkıp abdest alıp maddi kirden, pastan arınarak namazla “Allah’ı ve ahiret gününü hatırlayarak”; af, mağfiret dileyerek; nedamet, pişmanlık ikrarında bulunarak manevi kirliliklerden de arınıyoruz. “Yüceler yücesi Allah’ın huzurunda ayağa kalkıp kıyama durarak, yüzümüzü ilk Beyt(Ev)’e çeviriyoruz. Teslimiyet ifadesini başlama tekbiriyle yeniden ifade edip O’nun sözleriyle O’na sığınıyor, yardım diliyor, aczimizi dile getiriyoruz. O olmasa idi biz olmazdık, O dilemese biz dileyemezdik. O’nun verdiği akıl nimeti olmasa hiçbir şeyin farkına varmaz, kıymetini bilmezdik. Boyun büküp alnımızı yere koyarken “arşı a’la”daki mevlamıza “şahdamarımızdan daha yakın”  olduğumuz duygusunu yaşamak, kelimelerle ifade edilebilir mi? Bu anı, bu duyguyu yaşamayan ne bilir, yaşayan anlar ancak. Namaz, güne yeniden, yepyeni bir şekilde güzel, umut dolu, diri başlama yanında günü karlı, kazançlı bitiren birinin mutluluğunu da yaşatır kula. Yastığa başını yatsı namazından sonra koyan bir kul huzuru iliklerine kadar yaşar. Namazla Rabbine verdiği sözü yerine getirmenin mutluluğu, olabildiğince herkesten ve her şeyden sıyrılarak, uzaklaşarak “gerçek dost”la baş başa kalmanın lezzeti başka hangi halde yaşanabilir ki? Onun içindir ki “Allah’a ve ahiret gününe gerçekten ama gerçekten” iman etmiş biri için namaz bir sıkıntı, angarya değil bir nimettir, lütufdur, hediyedir. O bize bildirmese, kulu ve elçileri vasıtasıyla öğretmese biz nerden bilirdik “namaz-salat”ın nimetlerini ve O’na karşı teşekkür edememenin mahcubiyetini, ezikliğini yaşar dururduk. O’na bağlılığımızı, sadakatimizi, sevgimizi, muhabbetimizi, şükrümüzü arzetmenin en güzel şekli, yolu ve dileklerimizi, isteklerimizi ifade etmenin en güzel aracı, vesilesi değil midir namaz? Aklımızın başımızda olduğu her halde, en sıkıntılı, tehlikeli ve zorlu zamanda (savaşta) bile terk edemeyeceğimiz, terk etmememiz gereken ibadet değil midir namaz? O kadar önemlidir ki bazı yerlerde bulunan ve kapısında ‘prayer room-dua odası’ına sığmaz, bütün yeryüzü mescid oluverir bize.

Hülasa tek cümleyle namaz, dirilişe, mücahedeye, tevhide, hayata çağrının ta kendisi değil midir?

17 Ekim 2013 Perşembe

İKİ DOST - 2 - Dost Cemalin Görünce… - Ölüm

Dost Cemalin Görünce… 
Ölüm

Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeye elde fermanım mı var
Azrail gelmiş de can talep eyler
Benim can vermeye dermanım mı var

            Otomobilin radyoteybinde, Karacaoğlan'a ait olan ve sanatçı İsmail Altunsaray’ın yorumladığı bir türkü çalıyordu. Günlerden Cuma, vakit ise öğle idi. Arabayla biraz yol alıp şehrin hemen yanı başındaki kaleye yakın mezarlığın bir köşesinde uygun bir yer bulduk. Yaygımızı serdik, bağdaş kurup oturduk.

            Nicedir toplantı (cuma) günü işlerimizden fırsat buldukça sohbet için bir araya gelmeye çalışıyorduk. Hafiften bir rüzgar mezarlıktaki ağaçların yapraklarını hışırdatıyor, yaz gününün sıcağında ortalığı biraz olsun serinletiyordu.

Selçuk Bey, yemek içmek için biraz öteberi almıştı. Ne yalan söyleyim, odun fırınından yeni çıkmış sıcak pide, otlu peynir ile birlikte çok iyi gidiyordu. Hele bir de yaz mevsiminin vazgeçilmez meyvesi karpuz da olunca doğrusu tadına doyum olmuyor. Deldiği boğazı boş koymayan Rezzak’ın bahşettiği nimetlerden afiyetle yiyip şükrettik.

Görüşmeyeli ne yapıyorsun, nelerle meşgulsün, diye sordu.

Ne olsun hocam, dedim. Rutin, gündelik uğraşlarla ömrümüz geçip gidiyor. Evle iş arasında mekik dokuyoruz. Çoğu zaman gündelik yaşam tekdüze, sıradan bir durum arzediyor. Geçen gün ömürdendir misali, sayılı günler tükeniyor. Hergün aynı işler, aynı kişiler, aynı yerler. Günler çoğu zaman biri diğerinin kopyası gibi sanki. Hayatın tuzu biberi küçük şeyler de olmasa sıkılmamak, usanmamak elde değil. Elbette aç açık, merde namerde muhtaç olmadığımız için Mevla’ya ne kadar şükretsek azdır. Kendimin, sevdiklerimin sağlığı da yerinde elhamdulillah. Şikayet etmek, sızlanmak değil muradım. Lafın gelişi söyledim, sesli düşünme say benimkisini.

Doğru, fakat sen de biliyorsun. Herkese verilen bir mühlet var bu dünyada. Va’de dolmadan, insan göreceğini görmeden, yaşayacağını yaşamadan can çıkmıyor. Vakit tamam olmadan, emaneti sahibine teslim etmek mümkün değil. Ölüm er ya da geç sonunda kapımızı çalacak, ayıracak bu fani dünyadan bizi de. Aslında insana verilen süre, az da değil hani. Her doğan günle birlikte insana yeniden başlama, yeniden toparlanma, yeniden aklını başına devşirme fırsatı veriliyor. Kimi insan vaktin yetmediğinden dem vururken birçok insan ömrünü boş ve faydasız işler peşinde, anlamsız ve amaçsız bir şekilde tüketip duruyor. Zaman da bildik temposunda akıp gidiyor aslında. Biz bazen onun hızlı aktığından, bazen de geçip gitmek bilmediğinden yakınıyoruz. Hangi halet-i ruhiye içinde olduğumuza göre değişiyor olsa gerek.

Haklısın, dedim. Ama sonuçta dön dolaş varacağımız yer de şurası.

Ne kapı vardır giresi,
Ne yemek vardır yiyesi,
Ne ışık vardır göresi,
Dün olmuştur gündüzleri.

Bir gün senin dahi Yunus,
Benim dediklerin kala,
Seni dahi böyle ede,
Nitekim etti bunları.

Daldın gittin, hayırdır, dedi Selçuk Bey.

Ölüm, dedim. Ürpertiyor, korkutuyor beni. Bir varsın, bir yoksun. Sanki hiç yaşamamış gibi. Kabristanın yanı başında olup da ölümün hatıra gelmemesi mümkün değil. Mal mülk sahibi olup da malın mülkün son tahlilde yalan olduğunu, ilk (ve son) sahibinin Allah olduğunu unutup oyalanıyor gibiyiz. Dünyevileştikçe, dünya hayatının güzelliklerine gözümüzü dikip daldıkça, dünya hayatına razı olup onunla yetindikçe, yarın ölecekmiş gibi değil de, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya hayatını keyfimizce yaşamaya yöneliyoruz. Denge menge, ölçü mölçü kalmıyor, ipin ucu kaçıyor.

Haklısın, dedi. Az ya da çok mühlet verilen biri olduğumuzu, dünya hayatının ahiret hayatının ebediliği yanında az bir geçimlikten ibaret olduğunu unutuyoruz. Dünyaya kazık çakacağımızı zannedip gönlümüzce yaşadığımız bir hayatın hesabının istenmeyeceğini de sözlerimizle değilse de tavırlarımızla ikrar eder gibiyiz. ‘Filan Azrail’e yenik düştü, falan ebedi istirahatgahına defnedildi’ derken ağzımızdan çıkanı kulağımız duymuyor gibi. Bu sözlerin satır aralarında ahiretin inkarı seziliyor. Şeytan nefsimize bu düşünceleri hoş gösterip tıpkı atamız Adem(a.s)’i yasak ağaç (meyve) konusunda ayarttığı gibi bizi de ilelebed yaşayacakmışız zehabına kaptırtıyor. Ölümden sonraki dirilişi (ba’sü ba’del mevt) ve dünya hayatında bize tanınan süre zarfında yapıp ettiklerimizden, verilen her nimetten sorguya çekileceğimiz gün’ü (yevm’ud din) unutturuyor, umursamaz hale getiriyor.

Biraz ilerde yaşlı bir adam, bir mezarın başında elindeki mushaftan aşina olduğumuz Yasin suresini okuyordu. Arapçaya iyi-kötü vakıf olan Selçuk bey, 6. ve 70. ayetlere dikkatimi çekti. “Ataları uyarılmadığı için gafil kalmış bir toplumu uyarmak için”, “Diri olanları uyarmak ve sözün nankörler aleyhinde gerçekleşmesi için”.

Dikkatimi çeken bir tespitimi de aktarmak istiyorum hocam, dedim. Geçmişten bugüne, zaman içinde bu toplumda ölüm karşısındaki tavır da yavaş yavaş değişti. Çocukluğumuzda ölüm daha bir mütevekkil, daha bir sükunetle karşılanırdı. Doğum gibi ölüm de hayatın bir gerçeği olarak görülür, öyle algılanırdı. Şimdilerde ise ölümün hesabı bir şekilde sorumlu olarak görülen kişilerden sorulmaya çalışılıyor. Ellerinden gelse Azrail’i, hayatı da ölümü de yaratan Allah’ı sanık sandalyesine oturtup hesaba çekecekler. Ölüm karşısındaki tutumumuzda bir isyan, bir öfke göze çarpıyor. Modern tıp tarafından da insanlar gerçekçi olmayan umutlara düşürülüp ölüme çare bulunabileceği, her hastalığın üstesinden gelinebileceği gibi yanlış kanaatlere sevk ediliyor.

İnsana verilen nimetlerin azlığı veya çokluğu, nasıl onun lehine mi yoksa aleyhine mi kişinin ameline, tavrına göre şekilleniyorsa, yaşamın kısa ya da uzun oluşu da, lehine ya da aleyhine midir bilemeyiz. Kısa fakat sahih iman ve salih amellerle dolu bir yaşam, uzun fakat başıboş, günah ve zulümlerle dolu, şükürsüz bir yaşamdan daha evla değil midir?

Aa. Lafa daldık, vakit hayli geçmiş, dedi Selçuk Bey. Kalkalım istersen.

Kalktık, toparlandık. Arabaya bindik, doğruca şehrin yolunu tuttuk. Radyo kanallarının birinde Gülay’ın yorumuyla Aşık Ruhsati’ye ait ‘Daha senden gayrı’ adlı bir türkü çalıyordu.

Gördüm iki kişi mezar eşiyor,
Gam gasavet gelmiş boydan aşıyor,
Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor,
Gel de bu rüyayı yor deli gönül.


10 Ekim 2013 Perşembe

OKU EY DOST! BU YAZIDA SEN VARSIN

“Dost, dost için çiğ tavuk yer”, sen de bu yazıyı oku.
Bilesin ki “yakın dost, hayırsız hısım-akrabadan yeğdir”.
Yine bil ki “bin dost az, bir düşman ise çoktur.”
“Akıllı düşman da, akılsız dosttan yeğdir”.
Fert-toplum-ümmet olarak bugüne kadar “dost dost diye nicesine sarıldık”.
İçimizden dost yüzlü, dost gülücüklü olanların uyarılarına rağmen.
“Domuz derisinden post, Fransa, Almanya, İngiltere, ABD, Rusya, Çin, İsrail...den dost olmaz” dediler.
Dinlemedik, kulak asmadık.
Çünkü iki asırdır kendimize ve gerçek dostlarımıza olan güvencimiz, inancımız sarsılmıştı.
Dostu düşmanı ayıracak ölçüyü yitirmiştik.
Dost(Mevla)’umuz bizi uyarmıştı, öğütlemişti halbuki.
[Küfredenler, zalimler birbirlerinin dostudur / Hepsinin dostu şeytan(tağut)’dır / Yahudiler ve Hıristiyanlar birbirlerinin dostudur. Kim onları dost tutarsa, o da onlardandır.] (Kur’an 8;73 / 2;257 / 5;51)
“Allah’ım sen bizi böylesi dostlara karşı koru, düşmanlarımızla biz başa çıkabiliriz” dememiz gerekirken...
Bilemedik öyle dostların düşman başına olduğunu.
Dost bildiklerimiz varken düşmana gerek yoktu aslında.
Bu dost görünüşlü düşman kalplilerden dolayı dosta düşmana karşı yüzümüz hep yere baktı.
Dost, dostane bir şekilde “güvenme dostuna, saman doldurur postuna” diyerek acı söyledi.
Kara günde belli olan dostları iyi günümüzde dost zannettik.
Kusursuz dost aradık, dostsuz kaldık.
Eski dost düşman olmazdı, anlamadık.
“Türk’ün Türk’ten başka dostu yoktur” türküleri çığırdık.
Dostlar alışverişte görsün diye alışverişe çıktığımızda;
“Dostluk başka, alışveriş başka” diyenleri dost edindiğimizi anladık.
Sonunda dostumuzu gücendirip, düşmanımızı sevindirdik, güldürdük.
Yine anladık ki “sensiz dünya malını neyleyim dostum” diyenleri bırakıp;
“Aç ile dost olma”ya kalkmışız.
“Gönül ne kahve ister, ne kahvehane; gönül bir dost ister kahve bahane” iken;
Bir dostun kırk yılda kazanıldığını hemencecik unutuverdik.
Baş olmaktan vazgeçtiğimizde dost yine yüzümüze baktı, fakat ayaklar altında sürünmeye başladığımızda ise düşman baktı ayağımıza.
Dost bildiklerimize açtık sırrımızı, o da söyledi dostuna.
Kadim, sıkı dostlukların çokça olduğu devirlerde de “düşenin dostu olmaz” mıydı acep?
O zamanlar “düşmanın attığı taş değil, dostun attığı gül incitirdi” bizi.
"Dosta meclis uzak değil" idi.
Dost meclisinde Allah’ı dost bilenlerle hep birlikte “Gerçek Dost”a doğru yönelirdi kalplerimiz.
Kulak verilirdi Dost’un sözlerine.
[Dost(Veli) istersen Allah yeter / Sizin asıl dostunuz Allah, Resulü-Resulleri ve namaz kılıp zekat veren mü’minlerdir, galip gelecek olanlar da onlardır.] (Kur’an 4;45 / 5;55,56)
Amenna ve saddakna ya er’Refik-ül-a’la (İnandık ve tasdik ettik ey Yüce Dost).
Ve...
Bir dost buldum, gün akşam olmadan.
O’nu dost bilip, O’ndan başka dost tutmayan.
Dedi ki bana.
Dostum, dostun dosta faydasının olmayacağı o “zorlu gün”e hazırlıklı ol.
Dedim ki ona.
Dostlukla kal, dostça kal CAN DOSTUM. 

2 Ekim 2013 Çarşamba

BUMERANG-2

OMO WALE*

Sözün burasında, ABD terörü konusunda “hariçten gazel okuma”yı bırakıp “dahil”de bu karabasan’ı yaşamış karaderili, ak(cesur)yürekli bir kardeşimize sözü bırakmak istiyorum. Aslında onun hikayesi, hepimizin yani bütün dünya mazlumlarının, mağdurlarının, mahrumlarının, mustazaflarının hikayesi.

            “Hayır, ben amerikalı değilim. Amerikanizmin kurbanı milyonlarca insandan biriyim. Burada bir amerikalı olarak değil, amerikan sisteminin bir kurbanı olarak sesleniyorum size. Ve amerikayı bir kurbanın gözüyle görüyorum. Gördüğüm de bir Amerikan pembe düşü  değil, bir karabasan... Bütün dünya, amerikanın ellerinin ne kadar kanlı olduğunu bilsin. Bilsinler burada uyguladığı vahşeti.” [6]

“Beyaz adam sizi Kore’ye gönderdi, kanınız aktı. Sizi Almanya’ya gönderdi. Güney Pasifiğe gönderdi Japonlarla savaşmak için. (Antiparantez ondan ince bir nükte; -Burada bütün kızılderilileri öldüren beyazderililer için savaşan bir siyahderili tarafından öldürülmüş bir sarıderili yatmaktadır.) Kanınızı akıttınız beyaz adam için. Fakat beyaz adam tarafından  gözlerinizin önünde kiliseleriniz bombalanır, küçük kızlarınız öldürülürken akıtılacak kanınız yoktu. Beyaz adam kan dök dediğinde döktünüz, döğüş dediğinde dövüştünüz, havla dediğinde havladınız.” [7]

            “Kural olarak bugüne kadar, Amerikan’ın stratejisi, önderlerimizi eteğinin etrafında toplamak, parayla, prestijle, övgüyle kandırarak, onlara ne söyleyeceklerini telkin etmek oldu. Ve onlar da bize her zaman azınlık olduğumuzu, hiç şansımız olmadığını, mücadelemizi uysallık ve dikkatle yürütmemizi söylüyorlar. Yoksa zarar görür, harcanırmışız. Yutmuyoruz artık.” [6]

            “Köle sahiplerinin o dönemlerde iki tür kölesi vardı: Tarladaki zenci ve tarla zencilerini de kontrol eden hizmetkar zenci (Tom Amca’lar). Hizmetkar zenci patronuyla birlikte yaşardı. Güzel giyinir, güzel yerdi onun artıklarını. Tavan arasında ya da bodrumda yaşardı. Fakat patronunun yakınında ve patronunu onun kendisini sevdiğinden çok severdi. Patronunun evi için kendi canını verebilirdi patronundan önce. O eski köle sahibinin bugün de modern Tom Amcaları var. Sizi, beni kontrol altında tutan, bizi pasif kılan, barışçı kılan, uysal kılan, bunlar yirminci yüzyıl Tom Amcalarıdır.” [6]

            “FBI (Amerikan Federal Soruşturma Bürosu) basını büyük bir maharetle ulusal sınırlar içinde idare ederken, CİA bunu uluslararası düzeyde yapıyor. Bütün pisliklerini basın aracılığıyla yapıyorlar. Gazetelerde bana ve size suçluymuşuz, hepimiz ırkçıymışız, hapçı, ırz düşmanıymışız gibi hücum ederler. Eğer dikkatli olmazsanız, gazeteler size zalimi sevdirebilir, mazlumdan nefret ettirebilir.” [6]

            “Ve siz birkaç saldırgan beyaz öldü diye ayağa kalktınız, çıldırmışsınız siz. Basın aracığıyla, imaj yaratarak sizi kontrol altında tutarken, kitle katliamlarını insancıl gösterebiliyor Amerika. Binlerce siyah insan öldürülüyor, kesiliyorken yüreğinizde onlar için bir sızı duymuyorsunuz çünkü, kurban suçlu, suçlu kurbanmış gibi gösteriliyor.” [6]

            “Amerika da siyahların üzerine köpeklerini saldırtan beyazlar, Afrika da Afrikalılarla kaynaşabilmek için onlara gülümseyerek yaltaklanıyorlar. Ne garip bir komedi.” [6]

            “Kimse bize dostumuzun kim, düşmanımızın kim olacağını göstermemeli.” [6]

      “Üçyüz yıl bu ülkede bir penny (kuruş) almadan karşılıksız çalıştık. Tek bir penny almadan. Görüyorsunuz beyaz adam bu ülkenin ne kadar zengin olduğunu söylüyor, fakat nasıl bu kadar zengin olabildiğini düşünmek istemiyor. Amerika zengin oldu, çünkü onu siz zengin ettiniz.” [6]

         “Dua ediyorum ki Afrikalı kardeşlerimiz Avrupalı sömürgecilerden kendini kurtardıktan sonra Amerikan dolarının kontrolüne girmesin, ağına yakalanmasın. Amerikan ırkçılığının Amerikan dolarizmiyle yasallaşmasına izin vermeyin.” [6]

            “Onların hiçbiri kapitalist sisteme adapte olmuyorlar çünkü olamıyorlar. Çünkü kapitalist olmak için bir başkasının kanını emebilecek yapıda olmak gerekir. Bana bir kapitalist gösterin size bir kan emiciyi göstereyim. Kan emici birinden başka bir şey olamaz kapitalist.” [6]

            “Köleci efendi bu dünyada kendi cennetinin tadını çıkarırken, zenciye öbür dünya cennetine razı olmayı öğretmişti.” [8]

            “Birinci sınıf vatandaş olabilmenin tek yolu vardır. Bağımsız olmanın tek yolu var. Tek yolu var özgür olmanın. O size verilmez, siz alırsınız onu. Size kimse vermez adaleti, eşitliği. Erkekseniz siz alırsınız.” [8]

            ”Gerçekte ırkçı olan Amerika’nın insanı değildir; beyazlardaki bu ırkçılık psikolojisini büyüten, Amerika’nın politik, ekonomik ve toplumsal atmosferidir doğrudan doğruya.” [8]

            “Amerika’nın İslam’ı tanıması gerekir, çünkü Amerika’yı başındaki ırk belasından temelli olarak kurtarabilecek tek şey İslam Dini’dir.” [8]

            “Ve, Amerika’nın bünyesine uğursuz bir kurt gibi giren ırkçılık kanserinin kökünü kurutabilecek bir gerçeğin mayasını tutturmuş olarak, fersiz de olsa bir ışık bırakarak ölürsem, ne mutlu bana. Bu takdirde, şan Allah’a özgüdür. Benim olan tek şeyse, günahlarımdır.” [8]

            “Benim yolumdan yürümek ve harekete katılmak isteyenler, gerçek anlamda özgürlüğe kavuşmadan önce hapishaneye, hastaneye ve kabristana gitmeyi göze almak zorundadır.” [8]

            “Ancak zifiri bir karanlıktan sonra, pırıl pırıl bir aydınlık çöker ortalığa; ancak katlanılmış çileler döneminin kapanmasından sonra, çılgınca bir sevinç dönemi açılabilir; ancak tutsaklıktan ve zindandan sonra özgürlüğün en tatlı meyvelerine kavuşabilir insan.” [8]

            Dünyaya gözlerimi açtığım o yıl, o gözlerini kapatmıştı dünyaya. Kurşunlar yuva yapmıştı o sımsıcak yüreğinde. Yüzünü “yalancı dünya”dan “öte dünya”ya, asıl yurduna, yuvasına dönmüştü, özgürdü artık. Rabbimiz günahlarını affetsin, razı olduğu kulları arasına dahil etsin seni ey YUVAYA DÖNEN OĞUL.

DİPNOTLAR

*Omo Wale: Nijerya dilinde “Yuvaya dönen oğul” demek.
Film tavsiyesi (biyografi); Film adı: Malcolm X, Oyuncu: Denzel Washington, Yönetmen: Spike Lee, 1992 yapımı; Hikaye: The Autobiography of Malcolm X, Alex Haley
[6]. Malcolm X konuşuyor, George Breitman, Nehir yay., İstanbul, 1986.
[7]. Malcolm X-eylemin öteki yüzü-, Andrew Young, Esra yay., 2. baskı, Konya.

[8]. Malcolm X, Alex Haley, İnsan yay., 3. baskı, İstanbul, 1993.