21 Kasım 2015 Cumartesi

DERSİMİZ ‘DERSİM’

‘Dersim Dört Dağ İçinde’

“Tam 78 yıl önce, 18 Kasım 1937’de Elaziz’in Buğday Meydanı’nda Seyid Rıza ve biri oğlu olmak üzere 11 arkadaşı asılarak idam edildi.”

Dersim konusundaki tartışmaların gündemi yoğun olarak meşgul ettiği günlerde, www.iktibasdergisi.com sitesinde, 22.12.2011 tarihli “Dersim Dört Dağ İçinde” isimli bir makale kaleme almıştım. Bu makale daha sonra diğer makalelerimle birlikte siteden kaldırıldı. Aradan dört yıl geçtikten sonra bu makalemi yine yeni bir başlıkla ve tümüyle gözden geçirip yeniden yayınlama ihtiyacı hissettim. Zira hem makalem internet ortamında yoktu, ulaşılamıyordu hem de Dersim hadisesinden çıkarılacak dersler hayli çoktu ve önemliydi. Ayrıca okuduğum bir söyleşi ve bir facebook yorumu bu makalemi yeniden yayınlamamı zorunlu kıldı. Bugüne kadar süren-sürdürülen hȃkim/resmi/devlet/Atatürkçü/türkçü (belki eskisi kadar olmasa da) görüşünü (tezini) yansıtan bu görüşün birini aşağıda aynen alıntılayıp diğerini de okumanız için sadece kaynağını belirtmekle yetineceğim.

Bir Dersim tartışması sürüp gidiyor. Bundan 80 sene öncelere gidelim. Anadolu'da bir milli devlet-ulus oluşturulmaya çalışılıyor. Marmara'da, Ege'de, Akdeniz'de, İç Anadolu'da feodal unsurlar dağıtılıyor, cumhuriyete ve gelecek demokrasiye yurttaş-halk inşa ediliyor. Bu amaçla yollar açılıyor, şeker fabrikaları yapılıyor, okullar, köprüler, tren yolları açılıyor. Bu bölgelerde neredeyse hiç direniş yok, uyumlu bir değişim için ekonomik destek ve bayındırlaşma kabul görüyor, yerel halklar, Anadolu'da bir milletin unsurlarını oluşturuyorlar. Bu uyum kısmen Güney Doğu ve büyük ölçüde Doğuda da kabul görüyor. Ancak feodalitenin çok koyu yaşandığı, ağalığın, şeyhliğin varlığını en katı biçimde devam ettirmeye çalıştığı bölgeler de var. İnsanlar şeyhlerin, ağaların kulu, kölesi. Maraba ! Aşiret ilişkileri içinde boğaz tokluğuna çalışıyorlar, yaşıyorlar. Oralara okul gelirse, yol gelirse, Cumhuriyet gelirse, çocuklar okuyacak, başka yerlere gidip gelecek, aileler toprak sahibi olacak, feodalite çökecek. Çare isyan. İlk görüşmelerde yol, köprü, okul yapılmasından, köylere mülki arazi dağıtılmasından vazgeçilmesini istiyorlar. Kabul görmeyince askeri karakollar basılıyor, mevcut köprüler uçuruluyor, askerler işkencelerle öldürülüyor. Ardından isyana karşı devlet refleksi. Ancak ayarı kaçmış bir refleks. Yine de bugün ABD’nin Irak'ta, İsrail'in bölgede yaptıklarının yanında kıyaslanamayacak düzeyde…(1)

Neresinden tutsanız elinizde kalacak, her biri hakkında çok şey söylenecek ve tek tek itiraz edilebilecek tezler bunlar. Belki o günün dünyasında “ben yaptım, oldu” mantığıyla izah edilebilecek, aksini söylemenin yürek istediği, ‘tohumuna para mı saydım’ deyip kelle almanın böcek ezme kabilinden sayıldığı, yapılan her şeyin rahatlıkla üzerinin örtüldüğü, tarihin tozlu sayfalarına hapsedildiği, toprağın altına gönderilenlerin savunmalarının Mahkeme-i Kübra’ya kaldığı, öldürülmeyip sağ kalanların sürgüne gönderildiği, küçük yaşta olanların ise devlet tarafından kendi ideolojileri için –elbette onların iyiliği için!- okullarda ve yetiştirme yurtlarında devşirildiği (cumhuriyete ve gelecek demokrasiye yurttaş-halk inşa edildiği!) bir dönemin hoyratlığını, pişkinliğini, zalimliğini 80 yıl sonra hala savunmak ve haklı görmek, gerçekten inanılır gibi değil, saç baş yolduracak cinsten, neyse ki mezalim için söylenen tek dikkati çeken ifade “ayarı kaçmış refleks” ifadesi olup 80 yıl sonra gelinen bir arpa boyu bile olmayan tek hafifletici! argüman da bu.

“İnanmıyorum, bana öğretilen tarihe!
Sebep ne, mezardansa bu hayatı tercihe?”

Bu iki satırlık dizenin sahibi merhum şair Necip Fazıl Kısakürek’in “Son Devrin Din Mazlumları” kitabını yüksek öğrenim yıllarımın başında okuduğumda o güne kadar Dersim adını hiç duymamıştım. Nasıl duyabilirdim ki, zira çoluk çocuk-kadın-yaşlı demeden öldürülen, hatta yakılarak, süngülenerek, karadan ve havadan (Ata’nın manevi kızı Sabiha Gökçen’in de katıldığı uçaklı saldırılarla) (2) bombalanarak, gazla zehirlenerek vahşice öldürülen, toplu mezarlara gömülen ve mezar yerleri bile belli olmayan, Munzur nehrinin günlerce kandan kızıla boyandığı, Atatürk’ün daha 1935 yılında hakkında kanun çıkarttırıp “Dersim’e devletin Tunç eli değecek” dediği, ahalisinin çoğunun katledilip kalanların da sürgüne gönderilerek te’dip ve tenkil edildiği Dersim havalisinin ismi ‘Tunceli’ olarak değiştirildiğinden ve dolayısıyla unutturulduğundan böyle bir isimden haliyle haberim yoktu.

Necip Fazıl Kısakürek’in “Dersim” bölümü olarak 5 sayfa ayırdığı (3 nolu kaynak) “Son Devrin Din Mazlumları”nın ilk basımı “Büyük Doğu Yayınları”ndan 1969 tarihinde yapılsa da benim bu kitapla karşılaşmam ve okumam 1980’li yılların başına rastlar. Kitap alacak param olmadığından (hoş olsa da o yıllarda kitap bulmak da kolay değildi, meraklısı değilseniz çıkan kitaplardan haberiniz bile olmazdı) kitabı diğer kitaplar gibi yaz aylarında ‘elif ba, sure ve dini bilgiler’ öğrenmek için ebeveynlerimin gönderdiği genç ve gayretli mahallemiz imam-hatibinin kütüphanesinden okumak üzere ödünç alıp öyle okumuştum. Kitapda yer alan diğer zulümler gibi o 5 sayfalık bölüm bile dehşete düşmeme, öğretilen yakın tarih konusunda şüphelenmeme ve birçok konuda uyanmama vesile oldu. Onun için bu kitabın yeri benim için farklıdır ve özeldir.

Ne yalan söyleyeyim, Dersim konusu o kitabı okuduktan sonra da gündemimde yer almadı. Ta ki CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen’in demokratik açılımın ön görüşmesinin yapıldığı 10 Kasım 2009’daki TBMM Genel Kurulu’ndaki konuşmasında "Maalesef bu ülkenin anaları çok ağladı. Tarihimiz boyunca çok şehit verdik. Çanakkale Savaşı'nda 200 bin şehidimiz vardı, hepsinin anası ağladı. Kimse çıkıp 'bu savaşı bitirelim' demedi. Kurtuluş Savaşı'nda, Şeyh Sait isyanında, Dersim isyanında, Kıbrıs'ta analar ağlamadı mı? Kimse 'analar ağlamasın, mücadeleyi durduralım' dedi mi? İlk siz diyorsunuz. Çünkü sizin terörle mücadele cesaretiniz yok" şeklinde sarfettiği sözlere kadar. O dönemde yüzeyeli, deriniyle devletin ta kendisi olan ve Dersim hadisesinin tek mimarı ve sorumlusu olan CHP’nin bir yetkilisi 70 küsur yıl sonra yine aynı mentalite ile konuşuyor ve katliamı savunuyordu. CHP içinden farklı bir ses çıkmadı, CHP dışından ve Dersimlilerden ise, cılız sesler çıktı o kadar. Ve olay kapandı, kapatıldı.

Ne zamanki yine CHP Dersim milletvekili Hüseyin Aygün’ün Kasım 2011 başında bir gazeteye verdiği söyleşide sarfettiği “Dersim Katliamı bir soykırımdır ve sorumlusu CHP ile devlettir. Bu soykırımdan Atatürk de haberdardır" sözleri tabir-i caizse gündeme bomba gibi düştü. Bu sözlere öncelikle CHP içinden ve onun temsil ettiği ulusalcı kesimden ciddi tepkiler gelirken, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın tek parti iktidarı döneminde Dersim'de (Tunceli) binlerce insanın öldürüldüğü ve sürgün edildiği acı olaylara ilişkin resmî belgeleri kamuoyuyla paylaşması ve ardından "Eğer devlet adına özür dilemek gerekiyorsa ve böyle bir literatür varsa ben özür diliyorum” sözleri meseleye tuz biber ekti. Yine konuşmasında şair Necip Fazıl'ın 'Son Devrin Din Mazlumları' isimli kitabına da işaret eden ve kitabı dinleyicilere gösteren Erdoğan’ın, Dersim olaylarıyla bu kitapla tanıştığını belirtmesi ve  'Yaşananlara sadece insan gözlüğüyle bakan' kitabın CHP tarafından yasaklandığını hatırlatması, kitaptaki katliam örneklerinin bazılarını aktarması benim açımdan ilginç ve şaşırtıcı bir tesadüf olmuştur.

İşte bu son gelişmeler Dersim konusunda deyim yerindeyse fırtınanın kopmasına neden oldu. Pandoranın kutusu açıldı, cin şişeden çıktı. O kadar çok şey söylendi, yazılıp çizildi ki. Ortaöğretim yıllarında Dersim’in adını bile duymayan, yüksek öğrenim başında sadece bir kitaptan 5 sayfalık bir vahşet örnekleri okuyan ben bile Dersim konusunda o kadar yazı, makale okudum ki anlatamam. Bu konuda hazırlanan 3 belgesel seyrettim. Fotoğraflarıyla, belge ve bilgileriyle konuyu tam olmasa da tama yakın öğrendim, anladım. Üç belgeselden biri olan Çayan Demirel’in “Dersim 38” (4 nolu kaynak), fotoğraflar ve o günün gazete haberleriyle göz önünde daha iyi canlandırılabilir, anlaşılabilir (4 ve 5 nolu kaynak). İkinci belgesel Nezahat Gündoğan ve Kazım Gündoğan'ın üç yıllık çalışmasının sonucunda oluşan "İki Tutam Saç - Dersim'in Kayıp Kızları" filmi olup bir diğer çalışma da Özgür Fındık’a ait “Kara Vagon / 38 Dersim Sürgünleri” belgeselidir (6 ve 7 nolu kaynak). Alın size Dersim katliamına katılan iki askerin ve zorunlu iskâna tabi tutulan Dersimlilerin anlatımlarına yer veren "Kara Vagon" belgeselinden kısa bir bölüm.

“DERSİM olaylarının yaşandığı dönem 2. Tabur, 9. Bölük’te görev yapan 101 yaşındaki Diyarbakırlı erlerden Eskeri Akyol, 74 yıl sonra “Kara Vagon” belgeselinde Dersim’de yaşanan korkunç olayları anlattı. Diyarbakır’ın Dicle ilçesi  Altay köyünde iki kız ve iki erkek babası olan Eskerî Akyol, ömrü boyunca Dersimde yaşanan vahşetin acı izlerini yüreğinde taşıdı. ‘Dersim Tenkil Harekâtı’, katliamın 74. yıldönümü olan 5 Mayıs’ta Bilgi Üniversitesi’nde yönetmenliğini Özgür Fındık’ın yaptığı “Kara Vagon” adlı belgeselde anlatılacak. Hasan Saltık arşivinden ilk defa yayınlanan fotoğrafların da yer aldığı belgeselde katliamın birinci elden tanıkları konuşuyor. Katliam sırasında asker olan Eskeri Akyol şahit olduğu vahşeti anlatırken o anı tekrar yaşıyormuşçasına “Allah Muhammed’in ümmetini bir daha bu hale düşürmesin!..” diyor. İşte katliamın son tanıklarından Eskeri Akyol’un yaşadıkları: “Biz Diyarbakır’dan yedi gün, yedi gece yürüyerek gittik Dersim’e. Gittikten sonra bizi Ali Boğazı’na verdiler. Gittiğimizde evler yakılıyordu. Askerler ulaştıkları evleri  içindekilerle birlikte gazyağı döküp yakıyorlardı. Komutanımızın adı Ethem Atalay’dı. Elazığlı olduğunu söylüyorlardı.” “...Kaçanların bir kısmı derelere, mağaralara sığınmışlardı. Daha dirençli olanlar, (Munzur) nehirden karşıya geçiyorlardı. Askerler öyle yetişir yetişmez ateşe veriyorlardı mağaraları. Sonra gittiğimizde/baktığımızda, öyle çoğu yaşlı benim gibi. Getirip üst üste yığıyordu askerler ve üzerlerine gazyağı döküp ateşliyorlardı. Öyle canlı canlı... Kadın, çoluk - çocukları da yakıyorlardı...” “Dersimliler çok öldürüldüler!  Kutu deresinden ceset kokusundan durulamıyordu.İnsanları öldürüp atmışlardı. Öylesine felaket görülmemiştir. Maalesef kötü askerler çoktu. Onlar kadın, çoluk-çocuk ayrımı yapmazlardı. Kadınları götürüp kötülükler yapıyorlardı. Allah, Muhammed’in ümmetini bu hale düşürmesin. Aynı bizim gibi Zaza’ydılar. Kurmançlar da vardı. Dersim köylülerinden de askerler vardı yanımızda. Biz  aynı milletin çocukları  idik ve birbirimizle savaşıyorduk. Askerler evleri yaktığında, kimi kadınlar başlarını pencereden dışarı sarkıttıklarından, ölürken boyunlarında altınları ile öylecene kalıyorlardı, bazı askerler altınları cesetlerin üzerinden topluyorlardı…” (Dersim katliamının belgeleri ‘Kara Vagon’la ortaya çıkıyor, Star, 17.04.2011)

Dersimde yaşanan trajedinin, kıyımın, katliamın, mezalimin, vahşetin, terörün boyutlarını, ayrıntısını anlatacak değilim. Buna ne kalem ne de yürek dayanır. Kaynaklar kısmında yeterince yazılı ve görsel malzeme var zaten. Dedim ya ‘Dersim Dersi’ne iyi çalıştım, çok yazı okudum. Bu yazılardan kayda değer olan bazılarını meseleyi çeşitli yönleriyle öğrenebilmek için meraklısına kaynaklar kısmında belirtmekle yetineyim. İlgili internet adreslerinden kolaylıkla ulaşılabilir. Özellikle ve hiç olmazsa ilk beşinin (elbette mümkünse hepsinin) okunmasını tavsiye ediyorum (9 ve 10 nolu kaynaklar).

Dersim hakkında yaşanan son tartışma ise yine CHP içinde oldu. “CHP Genel Başkan Yardımcısı Sezgin Tanrıkulu'nun Dersim olaylarıyla ilgili CHP adına özür dileyen açıklaması parti içinde tartışmalara neden oldu” (www.sabah.com.tr, 14.11.2014).

Anlaşılan Dersim konusu bazı vesilelerle zaman zaman yine tartışılmaya, gündem oluşturmaya devam edecek gibi gözüküyor. Zira Dersim asla sadece Dersim değildir, 92 yıllık cumhuriyet tarihidir, o kitabın bir sayfasıdır sadece. Bu nedenle hususi değil umumi bir konudur. Dersimin şifresini, kodunu çözebilirsek bütün bir cumhuriyet tarihini de büyük ölçüde çözmüş oluruz. Maddeler halinde kısa kısa değinip ulaştığım sonuçları, çıkardığım dersleri sizlerle paylaşmak istiyorum.

‘Dersim’ Dersleri
  1. Okullarda ve devlete ait basılı-görsel yayınlarda dile getirilen resmi tarih, durmuş olan bir saatten farksızdır. Nasıl ki durmuş olan saat günde iki defa doğruyu gösterirse, resmi tarihte de durum bundan farksızdır. Resmi tarihin cumhuriyet öncesi (ki genellikle kötü gösterilir-sövgü edebiyatı) ve cumhuriyet sonrasına (ki hepten iyi gösterilir-övgü edebiyatı) dair yazıp çizdiklerine mutlaka şüpheyle, teyakkuzla yaklaşmak gereklidir. Dersim bunun en çarpıcı örneklerindendir. Resmen yok farzedilmiştir, sıkıştıkları noktalarda da mazeretler üretilmiş, çarpıtılmış, yalanlarla üzeri örtülmüştür. Kutsallaştırdıkları, tanrılaştırdıkları devletlerine karşı isyan, kalkışma, ayaklanma olarak gösterip olan biten her şeyi mazur göstermenin yoluna gidip “uygarlaştırma, çağdaşlaştırma, medenileştirme” gibi daha yumuşak ve naif söylemler bile geliştirip pişkinlikle savunabilmişlerdir.
  2. Tarihi hep güçlülerin, gȃliplerin, egemenlerin penceresinden okumak genelde gerçeği ıskalamak demektir. Ne yazık ki yalnız bilim kurgu değil tarih kurgu da vardır. Tarih sonradan muzaffer olanların tarihçileri(!) tarafından steril edilerek, ayıklama-seçmece yöntemi ile yeniden yazılır, yeni baştan kurgulanır. Bazı önemli yerler atlanır, bazı önemsiz ayrıntılar öne çıkarılır. Özgürlük ve bağımsızlığın çokça dillendirildiği cumhuriyet yıllarında istiklal mahkemeleri, takrir-i sükȗn ve hıyanet-i vataniye kanunları eliyle muhalif tek bir ses bile bırakılmamış, herkesin nutku tutulmuştur. Tek bir “natık-K. Atatürk” konuşmuş ve tarih dahil her şey onun “Nutuk”una göre dizayn edilmiştir. Aykırı, muhalif sesler idam sehpalarında, cezaevlerinde ya da sürgünlerde susturulmuştur.
  3. Osmanlı İmparatorluğu çok etnisiteli, çok dinli, çok mezhepli, çok dilli bir yapıya sahipti. Devletin müesses nizamına karşı çıkmadıkça, asker ve vergi vermede sorun çıkarmadıkça bu farklılıklar sorun oluşturmuyordu, devlet zulüm ederse herkes bir şekilde bundan nasibini alıyordu. Cumhuriyet ise bu heterojen yapıdan homojen bir ulus-milli devlet inşa etmek istedi. Ulus devletin insan prototipi ise, türk etnisiteli, laik sünni inanç ve batıcı-kapitalist-seküler zihniyette bir insan modeli idi. Diğerlerine yani kürt, ermeni, rum, arap gibi etnik unsurlara; dindar sünnilere, alevilere, hırıstiyan, yahudi ve diğer inançlara; türkçe dışındaki dillere; sosyalist-komünist ideolojilere bu yeni devlette pek de hoş gözle bakılmıyordu. Dersim’in kürt ve alevi olması, bu yeni devlet projesinde önemli bir sorundu. Oranın yeni tanımlanan ideolojiye uygun hale getirilmesi, çeki-düzen verilmesi gerekiyordu. Gerisi hep bahaneydi. Kurt kuzuyu yemeye çoktan karar vermişti suyu bulandırsa da bulandırmasa da. Aslında Dersim’de olan bitene şaşmamak gerek. Zira sırf şapka giymediği için onlarca, yüzlerce insanın idam sehpalarında sallandırıldığı bir ülkede Dersim doğal bile karşılanabilir isyan, ayaklanma, kalkışma bahanesinin ardına sığınılarak.
  4. Dersim’e haddinin bildirilmesi ve dersimlilerin asimilasyonu cumhuriyet rejimi için çok zor olmadı. Zira içerde 1924’lerden başlayarak çeşitli bahanelerle muhalifler susturulmuş, meclis tek ses haline getirilmişti. Cılız bir karşıt ses bile yoktu, zira aksi mangal gibi yürek isterdi. Dışarıda özellikle Avrupa’da faşist, diktacı yönetimler işbaşında idi ve dünya hızla ikinci bir sömürgeciler arası paylaşım kavgasına doğru gidiyordu. İç ve dış şartlar olgunlaşınca Dersim’in defteri kolaylıkla dürüldü, kimseler duymadı, bilmedi. Her şey planlandığı gibi tereyağından kıl çekilircesine halledildi. Kimler hangi haberleşme ve iletişim vasıtasıyla duyacaktı ve de kimler duyuracaktı ki. Nüfusun % 80’i köylerde yaşıyordu, bırakın dünyayı ülkedeki olup bitenden bile habersizdi. Ne bir radyo, ne bir gazete yoktu ki Dersim’deki feryatları, çığlıkları duyurabilsin. Bırakın o yılları, internetin olduğu bugün bile 70 küsur yıl önceki bu katliamdan bu ülkenin kahir ekseriyeti hȃlȃ habersizdir ya da resmi devlet görüşü doğrultusunda yalan-yanlış bilmektedir.
  5. “İşin acı tarafı, söz konusu Dersimli Aşiretler ve başta Seyit Rıza, rejime karşı gerçekleştirilen İslami kıyamlara karşı -ve acıdır ki temelde bu kıyamlar "İslami" olduğu için, "Sünni" olduğu için rejime bu yardımı yapmışlardır- bu sabık rejimin, Mustafa Kemal'in yanında yer almış ve müslümanlara karşı gerçekleştirilen katliamlara bizzat katılmışlardır” iddiaları ise manidar ve düşündürtücüdür. Doğru mudur, doğruysa ne kadarı doğrudur bilemiyorum fakat bildiğim bir gerçek var ise bu ülkede birbirimizin acılarına, sıkıntılarına kayıtsız kaldığımız, hatta zaman zaman toplumun farklı kesimlerine karşı dolduruşa geldiğimiz, getirildiğimiz ve kullanıldığımızdır. Bunun günümüzdeki en çarpıcı örneği Sivas Madımak ve Başbağlar köyü facialarıdır. İkisi de bu toplumda alevi ve sünnilerin birbirine düşürülmesi ve düşman edilmeleri için “derin odaklar”ın bir tezgahıdır, oyunudur. Bu oyunu oynayanları iyi bilmek, teşhir etmek ve unutmamak zorundayız. Zira birileri bu tuzaklarla, firavunvari yöntemlerle toplumun farklı kesimlerini güçten düşürüp kendisi güç devşiriyor, kendi zalimliğini, gayrimeşruluğunu gözden ırak tutturup yoluna devam ediyor.
  6. 1930’lu yıllarda Dersim’i kana bulayan, yakıp yıkan, sürgüne gönderen zihniyet ne yazık ki ölmedi, hȃlȃ yaşıyor. O günkü olayların failleri hakkında hiçbir işlem yapıl-a-madığı gibi (isimleri ülkenin dört bir köşesinde bir sürü esere verilmiştir), 1980 askeri darbe sonrası bölgeye uygulanan özel muameleler ve özellikle 1990’lı yıllarda yakılan köyler, gözaltında kayıplar ve fail-i meçhuller hatırlanabilir. Alın size yakın tarihimizden Dersim benzeri bir vahşet ve bir ‘Devlet’linin yaklaşımı, zihniyeti. TBMM İnsan Hakları İnceleme Komisyonu bünyesindeki Terör ve Şiddet Olaylarına ilişkin alt komisyon, 1992 yılında Tunceli’de işkence edilerek öldürülen Ayten Öztürk’ün babası Hıdır Öztürk’ü dinledi. Konuşmasına ‘Cesedi parçalanmış, gözleri çıkarılmış, kulakları kesilmiş bir evladın babası olarak buradayım’’ diye başlayan acılı baba dönemin Tunceli Jandarma Alay komutanı ile görüşmesinin ardından kızının ortadan kaybolduğunu ve görüşmede ‘Yeşil’ kod adlı Mahmut Yıldırım’ın da bulunduğunu söyledi” (www.internethaber.com, 14.12.2011).  MHP Genel Başkanı Bahçeli, partisinin dünkü grup toplantısında Dersim olaylarına temas etti. Dersim olaylarının bir katliam değil, ayaklanma olduğunu söyleyen Bahçeli, "Bugünün PKK'sı, KCK'sı neyse, Dersim kalkışmasına tevessül edenler de aynısıdır" ifadelerini kullandı. Bahçeli, Türk milletinin utanacağı bir geçmişinin de bulunmadığını belirtti… Dersim vakası bir isyan girişimidir ve Türk devletinin egemenlik haklarına küstahça meydan okumadır. Türkiye, kendi varlığına, devlet olmaktan kaynaklanan haklarına ve yetkilerine el ve dil uzatan kanlı niyetlere tabiidir ki haddini bildirmiş ve gerekirse yine bildirecektir." (Zaman, 30.11.2011)
  7. Bu ülkede hep cumhuriyetin kazanımlarından dem vurulur resmi ağızlardan ve belli çevrelerce. Fakat nedense cumhuriyetin kaybedimlerinden, kaybettirdiklerinden bahsedilmez. Yüzlerce, binlerce yıl bizi biz yapan, bizi bir arada tutan, bizi farklı kılan değerlerin cumhuriyetle birlikte başlayan süreçte dumura uğratıldığı gözlerden saklanmış, inkar edilmiş, görmemezlikten gelinmiştir. Devletlü kesimin, egemen kesimin bunu yapmasını anlarım, fakat sanatçı kesimin buna prim vermesini, destek çıkmasını bir türlü anlayamam. Kendisi de Dersimli olan ve yakınları o günkü acıları yaşayan CeHaPe genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’nun bu meselede tavrı bile bir yerde anlaşılabilir. Fakat eski CHP milletvekili Zülfü Livaneli’nin ve yeni CHP milletvekili Sabahat Akkiraz’ın tavırları anlaşılamaz. Sanatçı olarak mağdurdan, mazlumdan yana olacaklarına, biri Dersim yangınından Kamal Atatürk’ü kurtarmaya, aklamaya çalışıyor diğeri ise Çorum ve Maraş olaylarının faturasını bile hükümete yıkmaya çalışıyor. Zülfü Livaneli anlaşılan o ki bazı yanlışlara ‘veda’ edemiyor, belki kaynaklar kısmındaki 11 nolu kaynak kendisine yardımcı olur. Kaynak yazıda özetle “Halk anlatımlarında, Seyit Rıza’nın Erzincan’a M. Kemal ile görüştürüleceği teminatı üzerine gittiği ve ele geçirildikten sonra da Seyit Rıza’nın devlet yetkililerine M. Kemal’le görüşmek istediğini sürekli belirttiği görülmektedir. “Ben senin hile ve yalanlarınla baş edemedim bu bana dert oldu, ben de senin önünde diz çökmedim bu da sana dert olsun” sözünü işte esir olduğu bu dönemde görüştüğü devlet yetkilileriyle M. Kemal’e ilettiği söylenmektedir… Görüşmede neler yaşandığı, hangi diyalogların geçtiği konusunda elimizde her hangi bir bilgi yok fakat görüşmede Seyit Rıza’nın M. Kemal’e karşı net bir duruş sergilemiş olduğunu söyleyebiliriz. Zira o gece M. Kemal’in, Seyit Rıza’dan affedilmesine yönelik aman dilemesini beklemiş olma ihtimali yüksektir. Böyle bir davranış yerine tam tersi bir tavırla karşılaşılması nedeniyle o gece özellikle gizlenmiş, diyaloglarının içeriğinin bilinmesi büyük bir ehemmiyetle engellenmiştir. Eğer Seyit Rıza o gece affedilmeyi istemiş olsaydı, o görüşme gizlenmeyecek, gazetelerin manşetinde yer alacak hem Seyit Rıza şahsında Dersim mağlup edilecek hem de M. Kemal bir zafer daha kazanmış olacaktı. Üstelik böyle bir haber, M. Kemal’in vicdanlı bir lider olduğunun en büyük göstergesi olarak bizlere sunulacaktı” deniliyor. Bu yazıya rağmen yine ‘Seyit Rıza ve arkadaşlarını astıran Mustafa Kemal değil’ diye inanmaya, yazmaya devam edip faturayı yalnızca Kemalist diye tanımladığı ve özellikle sağcı oldukları için de rahatlıkla eleştirdiği Celal Bayar ve İhsan Sabri Çağlayangil’e çıkarırsa ben de ona yazısının sonundaki satırlarla cevap veririm. “Anlamak isteyen anlar. Her kampın ideologları ve demagogları ise anlamaz! Çünkü zaten onların “gerçek“ diye bir derdi yok.” (‘Atatürk Seyit Rıza’yı affedecek’ korkusu, Zülfü Livaneli, Vatan, 25.11.2011) Sabahat Akkiraz ise, Dersim’e dair kaydadeğer bir söz söylemek yerine tipik sünni karşıtı alevi jargonuyla konuşmuş ve Çorum, Maraş olaylarının olduğu dönemde içinde yer aldığı partinin hükümette yer aldığını unutacak kadar zavallı bir duruma düşmüş, yazık ki ne yazık. (Sabahat Akkiraz’dan iki büyük tarihi hata, Star, 26.11.2011)
  8. Dersim katliamında belki ölenler kurtuldu (resmi rakamlara göre 14 000, gayri resmi rakamlara göre 40, 50 hatta 80 000 kişi telaffuz ediliyor), fakat bir o kadar da yerinden yurdundan edilip kara vagonlara doldurulup memleketin batı kısımlarına sürgün edilen ve özellikle başta asker aileleri olmak üzere evlatlık verilen yetim kızlar var. Türlü acılarla yüzyüze kalan bu insanların her birinin bir hikayesi var ama sadece birini anlatmakla yetinelim. “ ‘Kendi hesabıma Dersim’i çocukken öğrenmiştim’ diye başlıyor bu tüylerimi diken diken eden, gerçek yaşamdan alınma öykü: “Bahçe komşumuz yaşlı, emekli albayın üç yetişkin çocuğu vardı. Karısı yıllar önce bir başkasına aşık olup gidince, adamcağız bir başına büyütmüştü üç çocuğu da. Çocuklarından ikisi evli, küçük kızı Zümrüt’se bekardı; babasıyla oturuyordu. Yemyeşil gözleri vardı, onun için babası adını Zümrüt koymuştu... Hiç evlenmedi; hep yaşlı babasının yanındaydı, ona bakardı. Sonra bir gün, ihtiyarın ölümüne yakın eve bir nikah memuru geldi ve baba kızın nikahını kıydı! “ Efendim meğerse Zümrüt’ün bir ömür boyu “baba” dediği adam, Doğu’da görevdeyken ailesini yok eden askerlerden biriymiş. Mağaranın birinde, anası babası kanlar içinde yatarken, bir küpün içine gizlenmiş yavrucak. Albay bir tıkırtı duymuş, elini daldırmış küpün içine gözlerinde yemyeşil şimşekler çakan bir kız çıkmış ortaya; atının terkisine attığı gibi getirmiş kendi evine. Albay kendi çocuklarıyla birlikte büyütmüş Zümrüt’ü. Kızı nüfusuna geçirmek için uğraşmışsa da kimi yasal engeller nedeniyle bir türlü becerememiş. Sonra, geleceğini güvenceye almak için, ölümüne çeyrek kala, kıza basmış nikahı. Albay ölünce başka bir kente göçmüş Zümrüt. Belki gerçek kimliğini arıyordu. Belki de baba bildiği adamla ailesini öldürenin aynı kişiler olduğunu anlamanın dayanılmaz acısıyla hesaplaşmak için kaçmıştı İstanbul’un Moda’sından! Dersim, kimi öldürenlerin hiçbir şey olmamışcasına yaşamlarını sürdürdükleri, kimilerinin de günahlarını bağışlatmak için çırpındıkları ortak bir karabasan aslında…” (Dersimli Zümrüt babasıyla niye evlendi!, Aziz Üstel, Star, 19.12.2011)
  9. Dersim havalisinde bu facia ve kıyım yaşanmasına rağmen o yöre insanının sürgit CHP ve onun türevi partilere oy vermesi üzerinde de çok tartışılmıştır. Bunun nedenini açıklamak için “tecavüzcüsüne aşık aptal kız” veya “zamanla galibin zihniyetine öykünen, aşağılık duygusunu gidermek için ona benzeşmeye çalışan mağlup tavrı yani bir nevi Stockholm sendromu” gibi tezler ileri sürülebilir. Bunlar da etkili olabilir fakat ben esas etkenin baskının, zulmün zamanla insanların kimyasını bozmasının, bir şekilde güçlünün, zalimin yanında yer alarak baskılardan kurtulma düşüncesinin ve devletin tüm ülkede olduğu gibi o dönemdeki katliama ait makul, izah sadedinde gerekçeler ürettiğini, karartma uyguladığını ve unutmaya, unutturulmaya terk ettiğini ve bunu da zaman içinde okullar ve medya eliyle özellikle yeni nesiller üzerinde gerçekleştirdiğini düşünüyorum. Nasıl bu ülkede cumhuriyet sonrası alfabe değişikliği ile toplumun geçmişe dair hȃfızası dumura uğratılmışsa, aynı şey Dersim konusunda da yapıldı. Toplumun tümünü bırakın Dersimlilerin büyük çoğunluğu bile o yıllarda yaşananları gerçeği ile öğrenemedi, anlamadı, anlasa bile anlatma imkanı bulamadı.
  10. Atatürkçü, Kemalist, Türk Ulusalcısı tezlerden biri de son Türk-Yunan savaşının “Kurtuluş savaşı” olduğu ve milli mücadelenin de “antiemperyalist” olduğu tezleridir. Akabinde Türk Milleti “Atatürk”ün önderliğinde “muasır medeniyet seviyesi-çağdaş uygarlık düzeyi”ne inkılap-devrimler sonucu ulaştırılmıştır. Karşı devrimciler bu gelişmeleri hazmedememişler, anlamamışlar, kıskanmışlar ve ülkede karışıklık çıkarmışlardır. Feodal, gerici, çağdışı düşünce ve yaşayış sahiplerinin tepesine genç Türkiye Cumhuriyeti balyoz gibi inmiştir (son balyozu saymazsak, o indirmek istediklerine değil kendilerine inmiştir yanlışlıkla). Şakiler, bedbahtlar inlerinde kıstırılmış, devletin gücü kendilerine gösterilmiştir. Aydınlığa karşı karanlığı tercih eden bu gaflet ve dalalet sahipleri, devletin tunç elini ya da demir yumruğunu yemekle karşı karşıya kalmışlardır. Sadece Dersimliler değil, ülkede o günkü Devlet’in tanımladığı yurttaş-vatandaş tipolojisine uymayan herkese haddi bildirilip dersi verilmiştir. Köprüdeki karakol veya diğer baskınlar birer bahanedir, olmasa da fark etmezdi. Bu yapılması düşünülenlerin gerçekleştirilmesi için sadece bir bahane idi. Asker ölümleri olmasa da bir şey değişmeyecekti, olmasaydı da oldurulurdu, bir bahane mutlaka bulunurdu. Devlette oyun çoktur, imkan çoktur, sesi daha gür çıkar, tarih boyunca bu ülkede ve dünyada böyle olmuştur, cumhuriyet ve elbette Osmanlı tarihini okumak bize bu konuda oldukça fazla malzeme sağlar. “Devletin gösterdiği refleksin ayarı kaçmıştır ya da bombalama sırasında istenmeyen olayların olmasının normaldir” diyenlerin boşuna emperyalist İngiltere, israil ve abd örneklerini vermeleri boşuna değildir? Çünkü o zalim ve sömürgeci ülkeler de yaptıkları onca işgali, haksızlığı, zulmü bir takım perdelerin, bahanelerin ardına gizlemiyorlar mı? Hangisi ben kurdum kardeşim, kuzuyu yemeye kararlıyım ister suyu bulandırsın, ister bulandırmasın diyor mu? Her zaman kendilerini haklı çıkaracak bir argüman buluyorlar, bir bahanenin ardına sığınıyorlar? İliklerine kadar sömürdükleri ülkelere biz sizi uygar dünyayla entegre edeceğiz, sizi falan filan beladan kurtaracağız diye gelmiyorlar mı? Bu ülkede şapka devrimini! Yunanlılar, İngilizler, Fransızlar, İtalyanlar, abd’liler yapsa idi Atatürkçüler ne derdi acaba? Bu ülkenin tarihiyle, geçmişiyle kopuşunu simgeleyen alfabe devrimini bahsi geçen adamlar yapsa idi ne derlerdi acaba? Yanlışı, hatayı, zulmü başkası yaparsa hata, biz yaparsak meziyet mi? Bu örnekler çoğaltılabilir. Fakat ben ikisini anıp bitireceğim. Ağacı, ormanı kesen baltayı tutan el bizden olunca yaramız acımıyor, kanamıyor mu? Ama cumhuriyetin kurulduğu yılların şartları farklıydı diyenler bir yere kadar doğru diyorlar da bir şeyi ıskalıyorlar, cumhuriyet öncesi dönemin de, bugünkü dönemin de şartları farklıdır. O zaman kime ne diyeceksiniz, kimi haklı ya da haksız olarak tanımlayacaksınız? Akıl, basiret ve feraset bir size mi verildi? Siz “üzeri ne ile örtülürse örtülsün, gerçeklerin bir gün açığa çıkma gibi bir doğası vardır” ilkesini nasıl unutursunuz? Dersim’de ya da bu ülkenin bir başka yerinde işlediğiniz cürümlerin, zulümlerin bir gün sizi bulmasa bile (dava mahşere kalsa bile), sizden sonrakileri bulacağını, ayaklarına dolanacağını düşünmezsiniz? Bu devrin, devranın, gücün, sultanın bir gün el değiştireceğini ve hesap sorulabileceğini; kapattık, örttük dediğiniz dosyaların bir gün yeniden açılabileceğini nasıl düşünmezsiniz? Kendi halkının ezici çoğunluğuna bunca zulmü irtikap ederken, reva görürken başkalarına söz söyleyip kendiniz onların yapıp ettiklerini taklit ederken onların karşısında olduğunuzu nasıl iddia edersiniz? Siz bu masalları külahımıza anlatın, yutmuyoruz artık. Siz, ‘herkesi kör,  alemi sersem’ mi zannediyorsunuz”?
  11. Dersim bir süre sonra gündemden yine düşecek, unutulacak, unutturulacak birçok acı ve zulüm gibi. Balık hafızalı bir toplum olduğumuzu kabul edelim. Çekilen acıları, sıkıntıları unuttukça yenileri başımıza gelmeye devam edecek. Dün Dersim’de olanlar zaman içinde başka yerlerde, başka kesimlere de yapıldı. Dersim katliamıyla Çorum, Maraş hadiseleri; Ermeni tehciri ile Hırant Dink’in katli; 6-7 Eylül komplosuyla Varlık vergisi-Erzurum Aşkale’deki çalışma kampları; İskilipli Atıf Hoca’nın şehadeti ile Ali Şükrü Bey’in katli; Başbağlar ile Sivas Madımak hadisesi; İzmir suikastı iddiası ile Sarıkız-Ayışığı darbe planları; Menemen olayı ile Sincan hadisesi; 31 Mart ile 12 Mart; 27 Mayıs ile 28 Şubat ve dünde ve bugünde cereyan eden nice hadiseler bir yerde bu ülkede hakimiyeti elinden bırakmak isteyen dış güçlerin ve onlarla işbirliği yapan iç güçlerin bu topluma kurduğu tuzaklardır, oyunlardır, komplolardır.
  12. Şu Atatürk'e atfedilen "söz konusu vatan ise gerisi teferruattır" sözü kadar tehlikeli ve yanlış bir söz duymadım dersem yeridir. Ne yani vatan uğruna olsun da ister katliam, ister zulüm, ister haksızlık, ister fail-i meçhuller, ister halkı birbirine düşürme, gözaltında kayıplar, işkence, bir etnik kimliği yok sayma, yasaklama, beğenmediklerini vatan haini ilan etme, irtica diyerek halkı aşağılama, kendisi gibi düşünüp inanıp yaşamayanları itilmiş ve kakılmış pozisyona düşürme, askeri darbeler, yolsuzluk, hukuksuzluk, her şey teferruat, füruat, ayrıntı öyle mi? Vatan,  birilerinin yaptığı adaletsizliklerin, kıyımların, caniliklerin, haksızlıkların, hukuksuzlukların, yolsuzlukların, zulümlerin üzerini örtme bahanesi değildir, olmamalıdır da.
  13. Bir an için söyle düşünelim, Atatürkçülerin ve Devlet’çilerin söyledikleri gibi Seyit Rıza ve taraftarları isyankar, şaki ve terörist idiler, o yörenin kalkınmasını, uygarlaşmasını, feodal düzenin yani kendi kurdukları ve hüküm sürdükleri ağalık ve şeyhlik sisteminin bozulmasını istemiyorlardı, devlete isyan ettiler, askerleri öldürdüler, devlet de -refleksi aşırı kaçsa da!- hadlerini bildirdi, fesat ve fitne yuvası devletin tunç eli, tunç yürekli askerleri eliyle dağıtıldı, her şey olup bitti, geride kaldı, o zamanki şartlar öyleydi, onu gerektiriyordu, bugün o günkü dosyaları açmak iyi niyet belirtisi değil, bugünden gazel okumayalım, tarihi olayları tarihçilere bırakalım, belgelerle konuşalım, bilimsel olalım falan filan. Elindeki her imkanı kullanan ve Dersim’in altını üstüne getiren bir devlet, size olayı bütün doğruluk ve dürüstlüğüyle belgeleyip önünüze koyar mı? İşlediği mezalimin o gün değilse bile (ki o gün kimin haddine idi) yarın aleyhine kullanılacağını bile bile delil bırakır mı? Resmi tarihçilerin dışındaki hangi tarihçiler nerede, nasıl yetişecek ve hangi belge ve bulgulara erişebilecekler? Arşivler açılsa bile her şey gün yüzüne çıkar ve her yönüyle aydınlanabilir mi? Arşivler, belgeler, istatistikler ve elbette çoğu zaman tarih ve tarihçiler yalan söyler ve çoğu zaman statükonun, güçlünün yanında yer alırlar ne yazık ki. Tarih, hele bu ülkede ve hele de resmi, statükocu tarihçilere bırakılamayacak kadar önemli bir husustur. Bilimsellik ve akademisyenlik de çoğu zaman haksızlığa kılıf aramaktan, zulmü izah etmek için bin dereden su getirmekten ve güçlüler için yaldızlı cümleler sarfetmekten öte geçmez. Zira herkesin korkuları ve beklentileri vardır. Zor zamanda konuşmak ve yalnız kalmak kolay değildir. O günün Anadolu’sunda yalnız Dersim değildi huzursuz, tedirgin ve endişeli olan; Koçgiri, Ağrı, Şeyh Sait ve daha bir sürü karşı çıkış (isyan, başkaldırı, direniş) vardı. İnsan sormaz mı? Bunların hepsi şaki, baği, asi, terörist idi de bir siz devlet-lü kesim mi haklı idi? Uzatmadan bir temel fıkrası ile bu bahsi kapatacağım. Anlayana. “Temel, otoyolda ters istikamette arabasıyla yol alıyormuş, karşıdan da arabalar geliyormuş. Bu sırada arabasının radyosundan bir haber duymuş. “Bütün araçların dikkatine. Otoyolda ters istikamette seyreden bir araç vardır. Sürücülerin dikkatli olması önerilir”. Temel kendi kendine söylenmiş. “Ne bir tanesi, yüzlerce, yüzlerce”.
  14. Dersimlilerin, Kürtlerin, Alevilerin ve bu ülkedeki tüm toplum kesimlerinin çok ama çok önemli bir noktayı ıskaladıklarını, gözden kaçırdıklarını ya da görmemezlikten geldiklerini düşünüyorum. Bu ülkede dün de bugün de zulüm yalnız kendilerine mi, yalnızca bir kesime mi yapılmıştır, yapılmaktadır? Zulüm ortalığı kaplayınca (hatta zalimler bile) herkes bundan bir şekilde payını alır. Makale içinde yaşayan tanık olarak ifadeleri zikredilen ve Dersim mezalimi sırasında kendisi de bu mezalime katılan Diyarbekirli Zaza askerlerden biri olan Eskeri Akyol’un şu sözleri üzerinde çokça düşünülmelidir. “Allah, Muhammed’in ümmetini bu hale düşürmesin. Aynı bizim gibi Zaza’ydılar. Kurmançlar da vardı. Dersim köylülerinden de askerler vardı yanımızda. Biz  aynı milletin çocukları  idik ve birbirimizle savaşıyorduk.” Bu yöntemi dış güçler dediğimiz sömürgeci, yayılmacı ülkeler çok kullandığı gibi aynı yönteme ne yazık ki bu ülkedeki hakim güçler de bugüne kadar sık sık başvurmuştur. İbret-i alem için o yöre insanına o gün o muameleleri reva görenler doksaniki yıllık cumhuriyette de gerektiğinde bu yönteme başvurmuşlardır. Bu kaba ifadesiyle “iti ite kırdırmak” taktiği olarak da bilinir. Ülke içindeki toplum kesimlerinin uyum ve barış içinde yaşamasını sağlamak yerine devletin (elbette kendi egemenlik ve çıkarlarının) bekası için çatıştırmak, tahrik etmek ve toplumu kamplara ayırmak demektir. O gün kendi varlığına tehdit olarak algıladığı Dersim aşiretlerini parayla veya başka vaatlerle kandırıp yanına alan ve diğerine karşı kullanan devlet, bunu başka yer ve zamanlarda da icra etmekten çekinmemiştir.
  15. Bu ülkede farklı toplum kesimleri tarafından kutsanan ve bir nev’i tanrılaştırılan kişi (Kamal Atatürk) ve devlet algısı eskiye göre etkisi azalsa da hȃlȃ gücünü ve etkisini devam ettiriyor. Devlet (haşa) tanrı, “o asla yanlış yapmaz, ne yapsa haktır ve doğrudur, bir hikmeti vardır, bir an için yanlış yaptığını varsaysak bile istemeden yapmıştır, gösterdiği refleksin ayarı, dozu kaçmıştır, bombalama sırasında istenmeyen olayların olmasının normal olduğu,  yapmışsa bile o yanlışı, zulmü o insanların iyiliği için yapmıştır, onca acı çekilmişse bile o insanlar için hayırlı olmuştur, devlet bu sever de, döver de, hikmetinden sual olunmaz, vurduğu yerde gül biter” filan diye sürer gider. Hep düşünürüm bu zulme, kıyıma, haksızlığa, cezalandırmaya uğrayanlar yer değiştirse yani bu savundukları şeyler kendilerine yapılsa idi, yine aynı şekilde düşünür, yazar çizer ve konuşurlar mıydı? Kamal Atatürk için “Olmasaydın, olmazdık” diyenler onu Tanrı’laştırdıklarının farkında ve bilincindeler mi acaba? İslam nokta-i nazarından bu ifade kelimenin tam anlamıyla küfür’dür ve şirk’tir. Biz varlığımızı anne ve babamıza hatta Allah’ın kulu ve son elçisi Muhammed (a.s)’e bile değil, yalnız ve yalnız Allah’a borçluyuz. Kamal Atatürk’ü kanunla korumaya alanlar, her sözünü savunup her icraatının canhıraş bir şekilde doğru olduğunu müdafaa edenler, ya bilmeyenlerdir ya da o dönemin ve bugüne kadar olup bitenlerin konuşulmasını, sorgulanmasını ve gerçek ne ise onun olanca açıklığı ile ortaya çıkmasını istemeyenlerdir.
  16. Dersimlilerin, Alevilerin, Kürtlerin ve bu ülkede bugüne kadar doksaniki yılda türlü zulme, haksızlığa uğrayanların, devletin yok saydığı, itilmiş-kakılmış duruma düşürdüğü ve üvey evlat muamelesi yaptığı toplum kesimlerinin bazı hususlara çok dikkat etmesi gerekmektedir. Dersim hadisesinde o günkü Atatürkçü devlet kadar, Seyit Rıza ve taraftarlarının da, o gün isyan eden veya muhalefet eden herkesin de az veya çok olan bitende sorumluluk payı, eksiği, kusuru, yanlışı, günahı olabileceğini de teslim etmek durumundayız (Seyit Rıza’nın ‘Kerbela evladıyız, hatasızız” inanışı ve Şeyh Said kıyamında takındığı tutum gibi). Bu makale kesinlikle Dersimlileri, Seyit Rıza ve arkadaşlarını haklı çıkarma, kusur ve yanlışlarını da savunma yazısı değildir. Tıpkı o günkü Atatürkçü Devleti yerden yere vurma, karalama yazısı olmadığı gibi. Bu ülkede Dersimliler, Aleviler, Sünniler, Kürtler, Türkler, Ermeniler, Sosyalistler yani bu ülkede zulme uğradığını ifade edenlerin kendilerini gözden geçirmeleri, evlerinin yani kafalarının içini ve davranışlarını gözden geçirmeleri zorunludur. Bu ülkede yalnız rejim, devlet mi günahlarla, yanlışlarla malȗldür. Hiç kimse sütten çıkmış ak kaşık değildir. Bunca tuğyan, bunca zulüm varken habersiz olmak ya da sessiz olmak bile hatadır, kusurdur. O nedenle herkes, her kesim geçmiş muhasebesini yapıp kendini düzeltmeli, yek diğerini anlamaya çalışmalı ve ondan sonra hep birlikte nasıl kurtuluruz ana sorunlardan ve birlikte yol alırız diye çaba sarfetmelidir. Örneğin bu ülkede Alevilerin talepleri arasında okullardan zorunlu din derslerinin kaldırılmasının yer alıp da “Atatürk ilkeleri ve inkılap tarihi” dersinin kaldırılmasının yer almaması bana samimiyetten uzak ve kusurlu bir tavır olarak gelmiştir hep. “Kim olursa olsun zalime karşı, kim olursa olsun mazlumdan yana” tavrımızı asla yitirmemeliyiz. Hepimizin niyeti, hedefi gerçeği, aleyhimize de olsa, canımızı yaksa, bizi kızdırsa, rahatsız etse de yalnız ve yalnız gerçeği aramak ve dile getirmek olmalıdır. Herkesin ve her kesimin mücadelesi yalnız ve yalnız hakkın-hukukun ikamesi ve adaletin tesisi olmalıdır. Kendi için istedikleri iyiliğin, hayrın, adaletin bütün toplumu (hatta daha da öte bütün dünyayı) kapsayacak şekilde olmasını dilemeli ve savunmalıdırlar. “Bin kez zulme uğrasalar da, bir kez dahi zulüm yapmaktan kaçınmalıdırlar-Hz. Ali”. “Zalimler, mazlumların öğretmeni değildir, olmamalıdır da-Aliya İzzetbegoviç”. Yarın hȃkim konumunda ve hüküm makamında olsalar dahi dün şikȃyet ettikleri şeyleri asla başkalarına, kendi gibi olmayanlara yapmamalıdırlar. Devlet kimsesizlerin kimsesidir ve varlık sebebi o devletin hȃkimiyet alanı içindeki herkesin, ayırt etmeden hakkını, hukukunu korumak ve adaleti tesis ederek barış ve huzur içinde birlikte, beraberce yaşamalarını sağlamakla yükümlüdür. Kanaatimce Kemalist-Atatürkçü proje (paradigma) iflas etmiştir. Ama yerine neyin ikame edilmesi gerektiğine dair bütün toplum kesimlerinin ciddi, seviyeli ve olgun bir şekilde tartışmaları ve birlikte bir çözüm üretmeleri kaçınılmazdır, hayati bir gerekliliktir.
  17. Dersim’den çıkarılacak ve unutulmaması gereken çok ders, yazılacak çok şey var ama arif olan anlar ve lafın kısası makbuldür diyerek söze bir nihayet verelim. Kur’an’ın İbrahim suresi 42. ayette yer alan “Sakın, Allah’ı zalimlerin yaptıklarından habersiz sanma! Allah, onları ancak gözlerin dehşetle bakakalacağı bir güne erteliyor” emr-i ilahisinden hareketle merhum Said-i Nursi’nin “zalimler için yaşasın cehennem” sözüne ben de iştirak ediyorum. Seyid Rıza’nın idam sehpasına yürürken, “…Bu ayıptır, zulümdür, cinayettir!” diyen çığlığının duyulacağına ve idam edildikten sonra bilinmeyen bir yere gömülse de (kaderin garip cilvesine bakın ki kimilerinin bir mezar taşı, ziyaret edilebilecek bir kabri bile yokken, kimilerinin türbe, anıtkabir ve anıtmezarları var- (Dirilerinden de korktular ölülerinden de, Zaman, 11.12.2011), unutulsa, unutturulsa da, Dersim veya başka yerlerde, geçmişte ve günümüzde mazlum olanların ahlarının yerde kalmayacağına, bu dünyada olmasa bile “hesap günü”nde haklarının iade edileceğine, mağduriyetlerinin giderileceğine ve ecirlerinin (ücretlerinin, kazandıklarının) tastamam ödeneceğine dair inancımın tam olduğunu belirtmek isterim. O gün zalim de, mazlum da anlayacak Mutlak anlamda güç sahibi, hesap sorucu ve mükafat-ceza verenin kim olduğunu. Bunu anlayan, inanıp ona göre yol tutanlara selam olsun.
Dersim Dört Dağ Arasında* isimli Dersim Türküsü’nün sanatçı Ahmet Kaya tarafından güzel bir yorumunu şu linkten dinleyebilirsiniz. http://www.dinlersiniz.com/ahmet-kaya/dersim-dort-dag-icinde.html

Kaynaklar:
2.                      "Dersim'i bombalama emrini alan Sabiha Gökçen, 1956'da Milliyet gazetesinde Halit Kıvanç'a verdiği röportajda şöyle diyor: "Ata'nın verdiği tabancayı şöyle bir yokladım. Hiç lüzumu olmayacağı hissi vardı içimde(...) Ayrıca 'canlı ne görürseniz ateş edin' emri almıştık. Asilerin gıdası olan keçileri dahi ateşe tutuyorduk."('Burada çok cevherler var!', Leyla İpekçi, Zaman, 27.12.2011)
4.                      http://hasanfirat.com/2011/06/21/dersimkatliam/
6.                      http://www.youtube.com/watch?v=75Wn2yudc-E

7.                      http://www.youtube.com/watch?v=mbgDwEBYfEQ

8.                      http://tr.wikipedia.org/wiki/Dersim_%C4%B0syan%C4%B1
http://dersimnews.com/dersim38/seyit-riza-idam-edilmeden-once-atatuturkle-gorustu.html


30 Ekim 2015 Cuma

GÜLÜMSETİRKEN DÜŞÜN-DÜRTEN KISA HABER-YORUM

“Sahte rakı vak’ası”

İstanbul'da sahte içkiden ölenlerin sayısı 20'yi aştı (gazeteler, 31.10.2015)

10 yıl önceki haber ve o zamanki haber-yorumum
Sahte rakıya dört kurban daha. Sahte rakıdaki metil alkolden zehirlenerek ölenlerin sayısı 22’ye yükseldi [ntv, 09/03/2005]
   
Hey gidi günler hey. Bir zamanlar Asya’nın uçsuz bucaksız bozkırının ortasında kısrak sütü (kımız) içip çekik gözlü Çinlilere baskınlar verirken, şimdi Anadolu bozkırında aslan sütü namlı milli içki (!) rakının sahtesinden can verir olduk.
Trafik kazalarından, şiddet’ten, soba ve şofben zehirlenmelerinden nice canlar zayi edilirken ve de bunlara alışmış, kanıksamışken (geçen yıl 898 milyon litre tüketilen alkollü içkilerden biri olan- Yeni Şafak, 05/03/2005) rakının sahtesinden ölüm de nereden çıktı şimdi? Kardeşim bu sahte rakı da hemencecik öldürüveriyor, azar azar, yavaş yavaş öldürmüyor gerçeği gibi.
Bir rivayete göre (deminki kaynak) sayıları 7 milyonu bulan (inanalım mı yahu, abartı olmasın, bu hesaba göre 70 milyonun her on kişisinden biri alkol bağımlısı mı yani) bu kişiler milli bütçeye yıllar içinde o kadar girdi sağlayacakken, iç piyasayı canlandıracakken, ekonomik göstergeleri daha da iyileştirecekken böyle apansız çekip gitmeleri reva mı?
“Lingo lingo şişeler / Rakı da mı içtin sen bensiz / Çamura mı düştün hayırsız” diye çakırkeyf olurken bu acı da nereden düştü ocağımıza. Hayır o değil de bu bira, rakı, şarap gibi bilimum alkollü içkilerin trafik kazaları, cinayet, ırza tecavüz gibi adli vakalara yol açmasına, arttırmasına filan alışmışken, böyle apansız alıp götürmesi ürküttü bizi doğrusu. Cinsel ilişkilerdeki başıbozukluğa büyük bir darbe indiren AIDS gibi bu da paniğe sevketti akşamcıları güpegündüz.
Ya bir de insanlar topluca “Ey iman edenler; şarap (alkollü içkiler), kumar, putlar, fal okları şeytanın pis işlerindendir. Artık bunlardan kaçının ki kurtuluşa eresiniz. Muhakkak şeytan, içki ve kumarla aranıza düşmanlık ve kin bırakmak, sizi Allah’ı anmaktan ve namazdan alıkoymak ister. Artık vazgeçtiniz değil mi? Maide; 90,91“ diyen terbiye edicileri (Rabb) olan Allah’ın öğüdüne kulak verirlerse. Acep o zaman rivayet edildiği gibi Medine misali bizim sokaklarımızda da günlerce alkollü içki akar mıydı?

Çarşambayı sel aldı almasına da İstanbul’u da sel alır mıydı acep? Ne dersiniz?

14 Ekim 2015 Çarşamba

HİCRET ÜZERİNE (1 MUHARREM, HİCRETİN 1437. YILDÖNÜMÜ VESİLESİYLE)

Ercümend Özkan

Resulullah(s.a.)’da Mekke Dönemi’n de yalnızca inanca önem vermiş, yalnızca Allah’a dayanmıştır. Arkadaşlarına (Sahabesi) ileride lazım olur diye silahlanma öğüdü vermemiş, «kılıçlarınızı, ok ve yaylarınızı hazırlayınız olur ki lazım olur» dememiştir. Bu hususta bize intikal eden hiçbir rivayet yoktur. Mekke’de yalnızca Emr-i Bi’l Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l Münker yapılmış, daha açık bir ifade ile insanlara İslâm güzel bir dil ve hal ile açıklanmıştır (Tebliğ). İnananlar, inançlarının gereğini yerine getirmeye çalışmış, disiplinli bir şekilde hareket edilmiş, zaman zaman sıkışıp kendilerine yapılan zulme karşı koymak karşılığında bir şeyler yapmak için Resulullah’a müracaat eden arkadaşlarına Peygamber izin vermemiş, onları teşvik etmemiştir.  

Hicret’i romantik veya dramatik bir olay olarak görmek ona etkinliğini kaybettirir. Hicr (Ayrılık)le aynı kökten olan Hicret insanın bir yerden bir başka yere genellikle de normal olarak ayrılıp gitmesidir. Giderken malından, eşyasından götürebildiklerini de alıp götürebildiği yolculuğa (ayrılığa) deniyor Hicret. İş için, kadın için, kazanç veya başka sebebler için insan yerleşik bulunduğu bir yeri terkeder oradan ayrılır. Ve normal halde de ne için ayrıldı ise, yani ne için gitti ise gittiği yere, oradan ayrılışına sebep olan şeye kavuşur. Zira zaten bunun için ayrılıp gitmiştir bulunduğu yerden. 

Bu ayrılış bazen normaldir, sıkıcı değildir, ayrılır geri dönersiniz. Geldiğiniz yer, ayrıldığınız yerden daha iyi de olsa bir takım alışkanlıklar, içgüdüsel alışkanlıklar insanı hep ayrıldığı yere -ki buraya genellikle vatan/yurt deniyor- hasretle dolu tutar. Bazen de ayrılmak, kaçmaya benzer nitelik taşır. Her ne kadar yaşadığınız, yerde yaşayıp duruyor iseniz de artık orada yaşamak sizin için her geçen gün zorlaşmaktadır. Sizi saran çember daralmakta ve nefesinizi kesmektedir sanki. Bir insanın her geçen gün yaşamasının zorlaştığı, giderek de imkan dışına çıkma istidadı gösterdiği bir yerden ayrılması ise öyle keyfi, ya da her hangi bir seyahat benzeri ayrılma değildir. Bir bakıma canını, onu tehdid eden yerden, emin gördüğü yere atmadır. 

Muhacir, üzerinde hayatını yaşadığı toprağa, komşularına, akrabalarına, görmeye alıştığı manzaralara hemen herşeye uzak kalmıştır. Bir bakıma silbaştan yapmıştır. Yeni bir hayata başlamaktadır. O güne kadar yaşadıkları bir yana yeni bir hayatın başındadır. İnsan için böylesi önemli olaylar unutulmazlar. Hayatlarındaki en koyu çizgiyi oluştururlar. Muhacir’de doğup büyüdüğü yerleri bir özleme vardır. Zaman zaman burnunda tüter vatanı. Medine’deki muhacirlerin de Mekke’yi özlediklerini biliyoruz. Hatta Ensar’ın yıllar sonra, yani yıllarca kendileriyle kaldıktan sonra Mekke’nin fethini takiben Havazîn ile yapılan muharebeden sonra tekrar Mekke’ye yerleşeceğini sandıklarını Peygamber (s.)’e işittirdiklerini de biliyoruz. Resulullah onlara «… Size Resulullah’ı yanınıza alıp Medine’ye birlikte dönmek daha hayırlı değil mi?» diyerek onları teskin etmiş ve Peygamberlerin asıl vatanlarının Hicret ettikleri yer olduğunu vurgulamıştır. İnsanların doğup büyüdükleri bir yeri bırakıp gitmeleri kolay bir olay değildir. Hele geri dönmeleri ihtimali zayıfsa, hele hasretlerini gidermek için ziyaret imkanları da bırakılmamışsa kendisi için, daha zordur bu şartlarda vatanından ayrılmak. Eşyalarını, çoluk-çocuğunu ve alıştığı şeylerin, yerlerin bir parçası olan şeyleri alıp götürme imkanları da bırakılmamışsa büsbütün zordur. Bu tür ayrılmaların (Hicret) en anlamlısı mutlaka inancı için yapılanıdır. Dünyevî bir muhtevası olmayan ayrılmadır çünkü bu ayrılış. Yalnızca inandıkları için, inandıklarına uygun yaşayabilmek için yapılanıdır. Belki imtihanların en çetinidir. İnsan için bir ölçü olarak kullanılabilir. Onun kişiliği, fikri kimliği, güvenilebilirliği açısından gerçekten bir imtihandır. Bunu başarı ile yapabilenlere ne mutlu. 

Bu tür bir hicreti Muhacirin adı ile anılan ve Kur’an’da da yaptıklarından dolayı övülen ilk Müslümanlar yapmışlardır. İslâm kendisini kabul edenleri yücelten, onlara kişilik kazandıran bir dünya görüşü, inanç ve yaşam sistemi olduğu için yine kendisini kabullenenlere aynı seviyede üstünlükler kazandıracaktır. İlk Muhacirlerden sonrakilere de bunu kazandırmıştır. Filistin, Afganistan, Suriye, Eritre, Filipinler, Endonezya (Açe) ve İran Müslümanları ve tabiî dünyanın diğer ülkelerinde, belki doğup büyüdükleri vatanlarında garib oluşları bir ayrı olaydır ve İslâmî niteliklidir. Otoritesini yitirmiş, bundan önce de gerçek İslâm’ı yitirmiş, ondan uzak kaldığı için gücünü de yitirmiş Müslümanların bugün başlarında esen rüzgarlar elbette birgün gelip dinecektir. Lakin mutlaka kendilerinden önceki kavimlerin başlarına gelenler, kendilerinden öncekilerin çektikleri sıkıntıları kendileri de görüp, geçirdikten sonra kurtulacaklardır. Zira Sünnetullah budur. 

İranlı Müslümanların yaptıkları bütün dünyanın dikkatlerini üzerine çekti, Müslüman-kafir herkes onunla ilgileniyor. Zira bir sonuç elde edilmiştir. Hem de hiç kimsenin böyle bir şeyi ummadığı bir zamanda ve ülkede… Zira süper güçlerin bütün dünyanın üzerine kabus gibi çöktüğü, teknik gelişmelerdeki başarılarını da avantajlarına katarak nerede ise 5 milyar insanın nefes alışlarını, hatta içlerinden geçirdiklerini bile bilecek güçte oldukları hususu ve süper güçlülükleri hemen bütün dünyanın insanı üzerinde bir caydırıcılık etkisi bırakıyor ve bunlara rağmen birşey yapılamaz dedirtiyordu. Şah’ın elinde son model silahlarla mücehhez 500 bin kişilik ordusu, dünyanın en çok mevcutlu ve hepsi 180 cm. boyun üstünde, tek başına bir bütün niteliğinde teçhiz edilmiş Muhafız Alayı, Bütün İran ekonomisini elinde bulunduran Pehlevî Vakfı ve Petrol gelirlerinin bizim gibi ülkeler için astronomik denilecek boyutlarda bulunmasına rağmen İran’ın Müslümanı, yalnızca Allah’a dayanmış, yalnızca O’na güvenmiş ve bütün bu güce karşı tek bir silahla, evet kendisinden daha güçlü bir silahın henüz icad edilmediği, edilemeyeceği de bir tek silahla Devrimi başarmıştır. Bu silah Allah-u Ekber’dir. Bu sözün kendisinden çıktığı Kur’an’dır. Kalaşnikoflar, M-16’lar bu silaha karşı etkisiz kalmıştır ve daha niceleri de etkisiz kalacaklardır. Bir Batılının da gayet yerinde bir ifade ile «öyle görünüyor ki Tanrı Kelamı makinalı tüfeklerden daha güçlüdür. Bunu kimse kestiremedi.»(1) şeklinde belirttiği gibi gerçekten Kur’an ayetleri makinalı tüfek kurşunlarından daha etkilidir. Müslümanlar gerçekten Kur’an ayetlerinin makinalı tüfek kurşunlarından daha etkili silah olduğunu kavramadıkça ne İslâm’ı ne de eşyanın gerçeğini kavrayamazlar kanaatini taşıyoruz. Bu kanaatimiz değişecek de değildir. Zira Sünnetullah’da bir değişiklik yoktur. 

Resulullah(s.a.)’da Mekke Dönemi’nde yalnızca inanca önem vermiş, yalnızca Allah’a dayanmıştır. Arkadaşlarına (Sahabesi) ileride lazım olur diye silahlanma öğüdü vermemiş, «kılıçlarınızı, ok ve yaylarınızı hazırlayınız olur ki lazım olur» dememiştir. Bu hususta bize intikal eden hiçbir rivayet yoktur. Mekke’de yalnızca Emr-i Bi’l Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l Münker yapılmış, daha açık bir ifade ile insanlara İslâm güzel bir dil ve hal ile açıklanmıştır (Tebliğ). İnananlar, inançlarının gereğini yerine getirmeye çalışmış, disiplinli bir şekilde hareket edilmiş, zaman zaman sıkışıp kendilerine yapılan zulme karşı koymak karşılığında birşeyler yapmak için Resulullah’a müracaat eden arkadaşlarına Peygamber izin vermemiş, onları teşvik etmemiştir. Hatta sıkıntılarını Resulullah’a arzeden Müslümanlara Peygamberin daralıp bir cevap bulamaması karşısında vahiy gelerek «Sizden önce gelenlerin durumu sizin başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve O’nunla beraber mü’minler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; İyi bilin ki Allah’ın yardımı şüphesiz yakındır.» (2 Bakara 214) ayeti ile sabırla Sünnetullah’a uymaları gerektiği onlara (inananlara) bildirilmiştir. 

Allah’ın elçileri elbette ki kendilerine gelen vahye göre hareket eden kimselerdi ve öyle yapacaklardı. Peygamberimiz de öyle yaptı. Kendisinden birşey istendiği zaman, bir hüküm istendiği zaman susardı. Zira istenilen hususta bir hüküm yoksa elçilere Rabb’lerinden gelecek vahyi beklemek düşer. O da böyle yapıyor ve daralmasına rağmen bekliyor, sabrediyordu. Zaten «Ve tevâ sav bi’l-Hakk ve tevâ sav bi’s-Sabr» hakkı ve sabrı tavsiye etmek önce kendi nefsine, sonra da Allah katından getirdiklerine inananlara söylenecek tek şeydi. Resulullah da böyle yapıyordu. Hakkı tavsiye ettiklerine sabrı da tavsiye ediyordu. Zira İslâm gerçekten Hakk’tır ve tebliği (tavsiyesi) gerekirken, diğer yandan ‘Sabır da Hakk’ın ayrılmaz bir parçasıdır, bu yüzden gösterilmesi gerekir. Hakk tavsiye edilir, sabır tavsiye edilmezse Hakk’ın Hakk olduğu kanısı tavsiye edilende ve belki edende zayıflayacak, karşılaşılan güçlükler onu ufaltacak, yok edip gidecektir. Hakk korunması gereken birşey ise, sabır da onu en iyi koruyan, bozulmadan, karakteristiğini kaybettirmeyen, Hakk’ın tabiatına en uygun bir ambalajdır. Hakk’la birlikte sabır Sünnetullahtandır. Allah herşeyi bir ecel ile yaratmıştır ki bu ecel (süre) ancak sabır ile dolmaktadır. Bir meyvenin olgunlaşmasından, dünyanın güneş çevresindeki devrini tamamlamasına kadar herşey mutlaka bir ecele tabidir. İşlevini görmesi ecele bağlı iken, bir gün gelip yok olması da (Kendi Zatından başkasının) yine bir başka ecele bağlı kılınmıştır. Önemli olan şurada veya burada Müslümanım diyenlerin gerçek İslâm üzerinde bulunmasıdır. Yaptığı mücadelenin, çektiği sıkıntıların Allah rızası getirici olabilmesi ancak buna bağlıdır. En hayatî görülen anda bile Allah Rızasını kazandırıcı tavır (amel) Müslümanı bağlayıcıdır. Zira O’nun belirlediklerinin dışında hiçbir şey Allah katında mazeret değildir. Örneğin ölecek derecede aç ve susuz kalan birisinin yalnızca açlık ve susuzluğunu yeniden birşey bulabilme ümidi doğana kadar domuz eti ve şarapla giderebilmesi mazeret olarak O’nun tarafından açıklanmış ve buna izin verilmişken, yine kendisi ve çocukları aç kalan bir kadına bir öğünlük olsun yiyecek temin etmek için zina edebilmesi mazeret olarak kabul edilmemiştir, böyle birşeye izin verilmemiştir. 

Müslümanların İran’da veya bir başka diyarda gerek İslâmî Yaşamı getirmek için uğraşıları sırasında gerekse İslâm’ı getirdikten sonra hiçbir hareketleri ne Emîr’in ne de bir neferin Allah’ın izin vermediği bir işi yapmasına cevaz yoktur. Elbette ki Allah bağışlayıcıdır, affedicidir. Lakin bilinmelidir ki O’nun ‘Gafuru’r-Rahîm’ oluşu bizler için bir özel teminat değildir. Ve amellerimizi O’nun sıfatının verdiği güven içinde değil, her amel için biçilmiş haram-helal ölçüleri içinde gerçekleştirmek durumundayız. Bir bakıma şunu demek istiyoruz: Bir Müslüman İnanç (iman) ve amelini öylesine Allah’ın bildirdiği ölçülere uydurmak zorundadır ki yalnızca bu ölçüleri tutturmasıyla Allah’ın rızasına kavuşacak ve va’dedilen mükafaata erecektir. Yani bu sonuca ulaşmada (haşa) O’nun Afv’ının bir rolü olmayacaktır. Afv’ın sağlayacağı avantajı düşünmeden inanmak ve amel etmek durumundayız. Bu ömrü böyle bitirmeye aklımızı takmalıyız. Lakin O’nun afv’ına da mazhar olursak -ki elbette muhtacız- ne nimettir Onun Afv’ı. Bütün işlerimizi böyle tuttuktan sonradır ki O’nun Avf’ını ummanın imkanı doğuyor demektir. İnanç ve amellerinde O’nun tebligat ve talimatına uymayı ihmal edip, yalnızca O’nun Afv’ına sığınmakla, bu Afv’a mazhar olunabileceğine inanmamıza manidir Kur’an’ın talimatı. 

İnsan her düşüncesinde ve her amelinde Kitab’ın talimatı ve bu talimatın en iyi uygulaması olan Resulullah’ın Sünneti’nde görülenleri esas almalıdır. Bu konuda yapılan yanlışlar, bilerek ya da bilmeden düşülen sapmalar ister istemez insanı ve bu işle uğraşan toplumu iki taraflı memnuniyetsizliğe götürür. Ayrıca bu tür gelişmeler gerçek bir başarı sağlamazlar. Dünyevî sonuç bakımından ele alınabilecek birşeyler meydana çıkarsa da Huzurullah’a, O’nu razı edecek işler genellikle az olacaktır. Zira birtakım sapmalarla oraya varılmış, bilgisizlik, ya da yanlış bilgi doğru sanılmış; gerekli araştırma yapılmamış, «akledilmemiş»tir. Bir hareket henüz başlangıcında mutlaka düşünce ve metodunu açık seçik ortaya koymalıdır. Anlaşılır bir şekilde onu açıklayabilmeli, delillendirmeli, ikna kabiliyetine (bilenleri) haiz olmalıdır. Bilmeyenlerin ikna olması veya olmaması önemli değildir. Düşünmeyenlerin ikna edilmesi diye bir sorun olmadığından bahsediyoruz. Bilinmelidir ki bir hareketin en büyük yanlışlarının başında düşüncelerinin ve metodunun belirsizliği gelir. Bir takım düşünceleriniz belli olsa da bunları en yakınlarınızdan başlayarak kamuoyundan saklamak, giderek bu fikirlerinizin gerçekleştirilmesi imkanlarına kavuştuğunuzda, hem de tam zamanıdır dediğiniz zamanda hiç uygulama imkanınız bulunmadığını göreceksiniz demektir. Zira en yakınlarınız olsun, kamuoyu olsun öyle bir şeyden haberdar değildir. 

Statik kültür üzerine oturttuğunuz hareket ise, bu kültür çok karışık, çoğu kez de doğru bulunmadığı için, ulaşacağınız sonuç tekrarı istenmeyen birşey olacaktır. Zira statik kültür, hele günümüzde şamanist kalıntılardan, hıristiyanî karışmalara, eski yunan sofizminin hakimiyetinden, budist serpintilere ve çoğunu İsrailliyyatın oluşturduğu ve pek azını da Peygamberimizin Allah katından getirdiği dine ait sadece doğruluğu var sanılan düzme-takma bilgilerden oluşmaktadır. Mevcudun (statik kültürün) restorasyona tabi tutulması zarurettir. Bilindiği gibi restorasyon iki şeyi kapsamaktadır: Birincisi aslında var iken zamanla zayi olmuş unsurları, aslî ölçülerine göre kaynaklardan (Kitab ve Sahih Sünnet) çıkarıp yerine koymak, ikincisi ise aslında yok iken sonradan ve kaynaklarla ilişkisiz olarak asla katılmış yabancı unsurları ondan temizlemekle mümkündür. Her iki ameliye yapılırken kaçınılmaz olarak Kitab ve Sahih Sünnet iyi araştırılmalı, bilinmelidir. Ki yapılacak işin temelini bu bilgi oluşturacaktır, yapılacak şeyler bu konudaki doğru verilere dayandırılacaktır. 

Bugün gençler arasında dikkatleri çekecek derecedeki gelişmeler anlaşılmaya muhtaçtır. Toplum asırlardır üzerinde bulunduğu halini bozmaya başlamıştır. Bu bozulma (süregelen halini bozma) bizce iyiye alametlerle doludur. Bir bakıma konuyu şöyle değerlendiriyoruz: Bugün görülen değişiklikler sanki şöyle bir görüntü sergiliyor. Düşününüz ki üzümleri çiğnediniz, şıra oldu ve çörü-çöpü ile küplere doldurdunuz. Bu hal durup durursa, yani şıra halini korursa bu endişe edilmesi gereken bir şeydir. Zira bu hale getirilmiş üzüm diyelim ki mis gibi sirke olsun diyedir. Bir süre sonra bu şıra rengini, tadını, kokusunu değiştirmeye başlıyorsa -ki şu anda Müslümanların, bilhassa gençlerin durumu budur- bu iyiye alamettir. Zira şıranın sirke olabilmesi için önce şıralığını yitirmesi gerekmektedir. Şıralıktan çıkmalıdır önce ki onu takiben bir başka şey olabilsin. Bu bozulmanın verdiği rahatsızlıklar görüyoruz. Kokusunun pisliği, görüntüsünün çirkinliği ve tadının bozukluğu insanı rahatsız edicidir. Lakin bilinmelidir ki her yeni oluşum, mevcudun bozulmasından sonra gelen safhadır. Biz bu üzümlerin sirke olmasını istiyorsak, bir diğer ifade ile şaraplaşmamasını istiyorsak bu takdirde şıramızın sirke olması için tuzuna dikkat etmemiz mi gerekiyor, o halde kokusunun bozukluğuna, görüntüsünün çirkinliğine, tadının da kerihliğine bakmadan ne kadar küp ve küpecikte şıramız var ise hepsini dolaşarak tuzunun ayarını sağlamaya, sirkeleşmesi için gerekeni yapmaya mecburuz. Bu iş sıkıntılıdır. Zira koku hoş değildir, tad bozuktur, görüntü iç açıcı değildir. Amma her şıra sirke olurken bu safhalardan geçmektedir. Bizim şıramız için de durum başka türlü olacak değildir. Eşyanın tabiatı böyledir, sünnetullah böyledir. Yapılacak iş sabırla, tahammül ile ve bütün bunları yalnızca Allah için yapmak suretiyle bu küplere, küpeciklere yanaşmak ve her türlü rahatsızlık verici hallerine rağmen bunlara elimizdeki tuzdan katmak ve tuzlarını iyi bir sirke elde edebilmek için ne nisbette gerekiyorsa o nisbette atarak bunca bozulan şıranın şaraplaşmaması için çalışmaktır. Şıra bizimse bu işin derdi de bizimdir. Her türlü sıkıntısına rağmen bu işle uğraşmak başkasına değil bize farzdır, Müslümanım diyene ve elinde tuz bulunana farzdır. Madem ki şu anda bu bozulma herkesin farkedeceği düzeye tarihinde ilk defa gelmiştir, oluşum gittikçe hızlanarak devam etmektedir; şıraya düşen bozulmaksa, şıranın sahibine düşen de elbette şıranın şaraplaşmamasını sağlamaya çalışmak, bunun gereğini yerine getirmektir. 

Tutucular için en iyi hal elde bulunan hal olduğundan ve başka hal düşünmeye kadir olmadıklarından mevcut bozulma en çok onları rahatsız edecektir, etmektedir de. Bu sebeble bütün güçleriyle bu değişmeye karşı koymaya çalışacaklardır, çalışmaktadırlar da. Yunan sufizmini, vahdet-i vücudu, budizmin tayy-i mekanını, şamanizmin çaput bağlamaları ve kurganlarını(2), Hıristiyanlığın mum yakmaları, günler düzenlemeleri ve daha nelerini, kuruntularıyla karıştırıp kendilerine din edinenler üzerlerine de Allah’ın dininin isminin levhasını asmaktadırlar ve kendilerine Müslüman demektedirler. Üstelik de gerçekten hiç bir şey ifade etmeyen zann’larıyla Allah’a eş koşmaktan, O’nun gönderdiği dini tağyir etmeye kadar her işin adını İslâm koymaktadırlar. İşte günümüzde, asırlardır olmayan şeyler olmakta ve süregelen durum bozulmaktadır. Çevrenizde olup bitenler, yer yer gelen kokular, tad bozuklukları bu halin değişmeye başladığının alametleri olarak algılanılmalıdır. Ki gerçek de budur. Bu tutucu takım, gerçekten gerici takım toplumda yaygın düşünce seviyesinin düşüklüğünden de yararlanarak bu düzelmeye yönelik bozulmadan en çok rahatsızlık duyanlardır. Değişmeye en çok karşı çıkanlar, etkisiz kılmak için bütün yedeklerini harcayanlar olarak karşımıza çıkmaktadırlar. Gerekçeleri ise; «ya bu bozulma sirke değil de şaraba dönüşme olarak gerçekleşirse» endişeleridir. Aslında bu endişe görünüşü itibariyle sağlıklı gibi görünüyorsa da temelindeki saik tektir ve asırlardır süregelen tutuculuğun, bağnazlığın masum görünen ifadesinden başka bir şey değildir. 

Yenilikçilik her zaman mutlaka yeni bir şey getirmek değildir. Peygamberimiz de yenilikçidir ve getirdikleri ile içinde bulunduğu toplum tarafından ‘hiç kimseden duymadıkları şeyleri söyleyen birisi’ olarak itham olunmuş ve bu sebeble de nifak ve fitne çıkarmakla suçlanmıştır. Lakin Resulullah (s.a.) kendisinden önce gelen Peygamberlerin tebliğ ettiği dini esası itibariyle tebliğe memur olduğunu tekrar edip durmuş, gelip geçen diğer Peygamberleri red değil bilakis kabul ettiğini belirtmiştir. Bir doğrunun açıklanması, kendisinden önce o doğruyu bütünü veya bir kısmı ile de olsa söyleyenleri reddetmeyi gerektirmez. Peygamberler de böyle yapmışlar, kendilerinden önce gönderilenlerin söylediklerini tasdik etmişlerdir. Doğruları söyleyenler birbirlerinin kardeşi olduklarından Peygamberimiz de kendisinden önce gönderilen peygamberlerin kardeşleri olduğunu defaatle bildirmiştir. 

Değişme alametleri gün geçtikçe artmaktadır. Değişiklik her geçen gün daha çok insanı içine alarak büyümektedir. Bu gidişin önüne geçmek mümkün görünmemektedir. Bunu durdurmaya da kimselerin gücü yetmeyecektir. Zira Allah böyle dilemektedir. Yalnız yapılacak bir ve çok önemli bir iş vardır: Bu değişikliğin sonucunun sirkeye dönüşmesini sağlamak için çalışmaktır. Ola ki bir kısmı bu arada şaraplaşacak ve atılacaktır. Fakat inanıyoruz ki büyük bir kısmı ‘mis gibi sirke’ olacaktır. Uğraşmak gerekmektedir. Çalışmak gerekmektedir. Allah’ın Kitabı ve Resulünün sahih sünneti bilinmeye çalışılmalı, karşılaştırmalar yapılmalı. Sünnet, sünnet ile ve sünnet Kitab ile karşılaştırılmalı, mukayeseler yapılmalı, doğru düşünce sahiplerinin günümüzde de geçerliğini koruyan düşüncelerine itibar olunmalı ve aklımıza akıl katarak bu iş becerilmeye, başarılmaya çalışılmalıdır. Ve elbette Allah’a tevekkül edilmelidir. Zira biliyoruz ki çalışmak bizden, yardım Allah’tandır, inanıyoruz ki Allah dinini yeniden yüceltecektir. 

Allah Peygamberimizle gönderdiği dini (sonradan oluşmuş ne idüğü belirsiz dini değil) din edinenleri iki cihanda aziz edecektir. Bu O’nun va’adidir. O’nun vaad ettiği ise mutlaka gerçekleşir. Biz Allah’a yardım edersek Allah’a da bize yardım etmek vacib olur. Bu gerçek, O’nun sünnetinin gereğidir. 

Diyoruz ki özetle bilhassa gençler (ki gelişmeye en çok müsait olan, kafaları kireçlenmemiş olanları kasdediyoruz gençler derken) Kur’an’ı ellerinden düşürmemecesine okusunlar. Peygamberin hayatını da öyle… Çeşitli kaynaklardan okusunlar, okurken notlar alsınlar. Anladıkları ya da anlamadıkları yerleri tesbit edip, bu işlerle uğraşan kardeşleriyle tartışsınlar, konuşsunlar, öyle mi anlamak gerek, başka türlü mü diye muhakeme etsinler, mukayese etsinler. Tartıştıkları konular kendileri için yeni olmakla birlikte kendilerinden önce gelenler için de varit olduğundan onların da neyi nasıl düşündüklerine baksınlar, bu işi iş edinmişlerin ictihadlarına, muhakeme tarzlarına, mukayese biçimlerine baksınlar. Ölçüp biçip tartışsınlar ve bu işi yeniden yeniden yapsınlar. Göreceklerdir ki uğraştıkça, kendilerini konuların içinde bulacaklar ve İslâm ile haşır-neşir olacaklardır. Allah’a, anlayışlarını açması için sığınmayı ise hiç mi hiç terketmesinler. Allah onlara elbette bir yol gösterecektir. Okurken, araştırırken, tartışırken ilk elde ettikleri sonuçları hemen kafalarının demirbaş hanesine kaydetmesinler. Zira yaz-boz yeri olmamalıdır kafalar. Azmettikten, gerekeni yaptıktan sonra elde edilen doğrularla amel ederlerken, bunlara bir daha dönüp tartışılmaz doğrular olarak bakmasınlar. Ola ki gün gelir aynı konuda daha isabetli olan, seviyesi üstün bir doğru ile karşılaşırlar. Bu takdirde bunu alıp, öncekini terketmeleri gerekir ki bağnazlığa düşmesinler ve hep daha doğruların talibi olsunlar. 

Bilsinler ki uğraştıkları iş Allah’ın sahibi bulunduğu iştir ve yardımcıları Allah’tır. O’nun gibi güzel ve akla gelmez yardımlar yapmaya Kadir bir yardımcı da bulunmaz. Allah’ın işi ise yalnızca Allah için yapılır, yalnızca O’ndan yardım ve ecir beklenilerek yapılır. Bu unutulmamalı, insanların levmetmelerinden çekinilmemelidir. Allah’ın yardımı ise ancak hak edenlere; «Hakkı ve sabrı tavsiye edenler»e ulaşacaktır. Allah’ın en çok önem verdiği ve kullarından birinci derecede beklediği şey Tevhid İnancı’na gölge düşürülmemesidir. Kendisinin Birliği; eşi, ortağı bulunmamasına titizlenmesinin üzerinde titizlendiği husus yoktur dersek, Kur’an’a bakarak söylediğimiz anlaşılmalıdır. 

Hemen herkesin okuyup durduğu Kureyş’in putları Allah’a ortak koşar duruma gelen tutumlarının aynısı bugün çok az bir değişiklikle yaygın vaziyette görülmektedir. Kureyş’in müşriklerinin Peygamber’e söylediklerine baktığımızda onlara Allah «onlara, “kim gökten suyu indirip de, ölmüş olanları onunla diriltti” diye sorsan. ‘Allah’ derler.» (29 Ankebût 63) buyuruyor. «Allah’ı bırakıp da O’na yakınlık peyda etmek için….. » (46 Ahkaf 28) «O’nu bırakıp da putlardan dost edinenler: “Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye kulluk ediyoruz derler.» (39 Zümer 3), «… O tanrıların şefaati bana fayda vermez, beni kurtaramazlar» (36 Yâsin 23) demesini Resulullah ve bizlere öğütleyen Allah-u Teala’nın kelamının ortaya koyduğu mana ile bugün yaygın bir şekilde en yakın çevremizde bile görüverdiğimiz olup bitenlere bakalım: «Filan zat ile rabıta kuracaksınız, ona yakınlığı bulunan o zat sizin için O’nun nezdinde şefaat edebilsin» anlayışındaki motifler ile Kureyş’in ya da putlara kendilerini Allah’a yaklaştırsın diye tapan başkalarının hali arasında çok büyük mü farklar vardır dersiniz? Belki tek farkları bugünkülerin Kureyş kabilesinden olmayışları ve o günkülerden farklı olarak canlıları (bir takım insanları) o günkü cansız putların yerine koymalarından ibaret değil midir? Aynı mantık, aynı yapı ve aynı esassız düşünce tarzı o günkülere olduğu gibi bugünkülere de hakim değil midir? Aslolan Rabb’liği yalnızca Allah’a hasretmek, kulluğu da yine O’nun için yapmak iken, hangi farklılık ile olursa olsun bir insan Allah ile kendi arasına birisini, birşeyi koyuyorsa işte bu insan Kur’an’da bolca örnek verilen ‘Ortak Koşanlar’dan biri durumuna geliyor demektir. Bir Müslüman ne kadar Allah’a yakın olursa olsun, ne derecede veli (Allah’ı razı eder halde) olursa olsun kesinlikle Allah ile bir başka kulun arasında ne aracı, ne ricacı, ne de şefaaçı olabilir. Allah’ı iman ve iyi işlerde razı edenler velidirler. 

Örneğin Allah’ın Resulü hem Resul, hem de O’nun bir velisi idi. Ve kızına diyordu ki: «Kızım Fatıma! Sakın babam Peygamber diye güvenme!..». Bu ikazını sık sık tekrarladığını hadis kitapları tekrar tekrar naklediyorlar. İnancımıza göre Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali de veli idiler. Fakat zamanlarında kimseler bu velilerle Rabıta kurarak, bunların simalarını gözlerinin önüne getirerek Allah’la yakınlık kurmaya çalışmamış ve kimse bunların herhangi birinden şefaat (yardım) talebinde bulunmamıştır, her Müslüman, her mü’min yalnızca Allah’tan şefaat (yardım) isteğinde bulunmuştur. Zira Resulullah (s.a.)’da onlara bunu öğütlüyordu. 

Bilinmelidir ki Allah yalnızca ‘iman eden ve salih amel işleyenler’den razı olacaktır. İmanlarını Allah’ın bildirdiği usûl ile teşekkül ettirenler ve amellerini de Salih Amel olarak bildirilen amellerden oluşturanlar Allah’ın kendilerinden razı olacağı kimselerdir. Bu gibiler Rabblerinden razıdır, Rabbleri de bu gibilerden razıdır. Rabbimizden razıyız. O’nun da bizden razı olmasını umuyoruz.   

(1) İktibas Dergisi, Yıl 1981, Sayı: 4, Sh. 12. 
(2) Orta Asya Kültüründe Türklerin, ileri gelenleri (Ulu)nin ölüleri için evimsi kapalı Mezarlar yaptıkları, tazim ettikleri ve bu mezarlara «KURGAN» dediklerini biliyoruz. İslâm Kültürüne geçtikten sonra da. Şamanist kültürün kalıntısı bazı şeylerin yaşamaya devam ettiği gibi bu “Kurganlar”ın da «Kümbet»leşerek (Selçuklular dönemi) daha sonra ise “türbe”leştiklerini ve el’an bu cahiliyye adetininyaşadığını biliyoruz. Resulullah’ın en iyi kabir yerle bir olandır demesine rağmen.


Kaynak: http://www.iktibasdergisi.com/mucadele-sabir-ve-hicret/