28 Ocak 2022 Cuma

İRFAN’IN PENCERESİ’NDEN İki Dost - “Şu şehvet olmasaydı da, gönle dolmasaydı” (Cinsellik-4)

İRFANIN PENCERESİ’NDEN

İki Dost - “Şu şehvet olmasaydı da, gönle dolmasaydı” 

(Cinsellik-4)

Yemek sonrası, Üsküdar Mihrimah Sultan Camisi’nin karşısındaki yolcu vapurlarından birine binip Eminönü’ne doğru hareket ettik. En üst güvertedeki sıralardan birine oturup iki de çay alıp içmeye başladık. Binmeden önce aldığımız simitleri bir yandan martılara atıyor bir yandan da sohbet ediyorduk.

Arif Bey, bugün materyalizm ve özellikle kapitalizm, maddi kazanç gayesiyle ve göz alıcı, pırıltılı bir dünya vaadiyle kadının cinselliğinden alabildiğine faydalanıyor. Moda ve özellikle iç çamaşırı, mayo bahanesiyle defile, reklam adı altında kadın adeta kasap dükkanının vitrininde sergilenen bir et parçası gibi medya marifetiyle basında, sokakta ve her yerde gözlerimizin içine sokuluyor. Estetik, sanat denilerek özellikle kadın bedeni, bakışların sakınılması gereken gözlerimize arz ediliyor, istismar ediliyor. İşin ilginç tarafı kadınların önemli bir kısmı da oynanan bu oyunun gönüllü bir oyuncusu, destekleyicisi, ateşli bir taraftarı durumunda. İnsanlar arası ilişkiler, aileden komşuya, akrabadan arkadaşlık ilişkilerine kadar çözülmeye yüz tutuyor.

Haklısınız Selçuk Bey, utanma, ar, haya duyguları körelip “mahalle baskısı (veya denetimi)” da ortadan kalkınca, hele bir de 18 yaşını geçince “istediğimle yatar, kalkarım, kime ne?” düşünceleri yaygınlaşınca geçmişte olduğu gibi “bastırılmış kadınlık, kışkırtılmış erkeklik” filan da kalmaz, kadın erkek her yaşta insanın cinsel içgüdüsü binbir yolla kışkırtılır. Yani demem o ki, bir nesli bozan baba sözü “O, erkektir yapar” idiyse, yeni nesli bozan da şu anne sözü oldu “Ben yaşamadım, kızım yaşasın”. Artık “bekaret” düşüncesini ilkel, gereksiz gören ve de istediği kişiyle cinsel anlamda “partner – cinsellikte tarafların her biri” olmaya hazır nice kız vardır; “zina out” olmuş, zorla değil gönüllü olmak kaydıyla “seks in” olmuştur. İnsanların beyinleri her an duyu organlarından akıp gelen binlerce müstehcen veri ile abandone olmuştur, cinsel anlamda “fantaziler” gırla gitmektedir.

“Seks için doğduklarını” zanneden, “akıllarında seks, gönüllerinde fantazi” olan nice özgür oğlan kız, erkek kadın, bir dondurma reklamındaki gibi dondurmayı yalayan şuh kadının “içindeki seni serbest bırak” diye algi da yaratıp “haz dolu anlar yaşamaya, hazzın doruklarına çıkmaya” ve de cola’lı bir içeceğin bilboardunda da büşra kızın dilinden ‘aç kendini hayata’ sözünü kulağına üfleyip “bundan böyle şu kısacık hayatımda istediğim her şeyi yapacağım ve keşke demeyeceğim” diye söyle(te)yerek hazırdırlar artık. Nasıl olsa zina düşüncesini kafalarından atmış, cinsel fantazi peşinde koşan; para için, zevk için, şöhret için kendine ait en önemli değerlerden biri olan ırzını iki paralık etmeye hazır nice kadın, erkek vardır. Metres, dost tutma filan demode olmuş, stüdyo dairelerini garsoniyer olarak kullanıp kız atma peşinde olan erkekler olduğu gibi, erkeklerle birbirlerinden bıkıncaya kadar bir süre birlikte aynı evde yaşayan kız(!)lar vardır. Hatta birçok kişiyle rastgele duygusal bağ olmadan gecelik ilişkiler yaşayabilmek için yalnız yaşayan kadın ve erkekler vardır. Artık çocuk sahibi olmak için illa da evliliği gerekli görmeyen, hoşlandığı bir erkekten ya da sperm bankalarından hamile kalıp çocuk doğuran ve de kendi başına büyüten anneler vardır. Çocuk sahibi olmak için kiralık rahim arayan ve yine çocuğunu yalnız büyüten babalar vardır. İşin vahimi de hemcinsleriyle evlenen erkek ve kadınlar vardır ve daha da vahimi bunlar çocuk sahibi olup sıcak bir aile (!) ortamında çocuklarını büyütmektedirler.

Artık 1970’li yıllarda televizyon yeni çıktığında amerikan dizilerindeki, filmlerindeki evli olan ya da olmayan kadın-erkek arasındaki sarılıp öpüşme sahnesi bile demode olmuştur, başı yana çevirip “öhö öhö” demek bile yoktur, hep birlikte ailecek seyredilir. Zira bu sahneler “vaka-i adiye”den olmuştur, evin delikanlısı internetten “soft”u bırakın “hard porno” download yapmakta ya da online seyretmekte, evin kızı internette erkek arkadaşıyla, sevgilisiyle, partner’ıyla chat yapmakta, çantasında prezervatif ile gezmektedir. Artık işin gizemi, mahremi, gizlisi saklısı kalmamıştır, her şey orta yerdedir. Televizyonlarda yatak sahneleri olağanlaşmış, şifreli müstehcen kanallar peydah olmuş, güpe gündüz orta yerde ya da el altından porno cd’ler satılıp “seks shoplar” müşterilerine çoktan hizmet vermeye başlamıştır bile. Taksim Beyoğlu’nda veya memleketin başka mahallerinde gökkuşağı bayrağı altında lezbiyen’ler, gay’ler, biseksüeller, transseksüeller, ensestler ve her türlü cinsel sapkınlar (LGBTİ+) onur yürüyüşüne (!) çoktan çıkmışlar; yazılı ve görsel medyada sanatçıların, futbolcuların, sosyetenin yeni aşkları (yeni cinsel partnerleri mi demeliydim yoksa) konuşulmaktadır. Erkek olsun, kadın olsun birden fazla kişiyle -evlenip boşanma sıkıntısı olmadan- birlikte olabilmek için evlilik bir kenara itilmiş, evlenenler için bile evliyken bir başkasıyla birlikte olmak gitgide büyük bir sorun teşkil etmemektedir.

Yeri gelmişken bir meslektaşın fakülte yıllarında başından geçen bir anısını nakletmek istiyorum. Yurtdışı öğrenci değişimi çerçevesinde bir grup yabancı öğrenci Türkiye’ye gelmiş ve kalacak yerleri olmadığı için onların kaldığı öğrenci evinde kalıyorlarmış. Bir gün evde kimsenin olmadığı bir zamanda İspanyol olan kız ona, “hadi ne duruyorsun, gel birlikte olalım” demiş. O da “ama nasıl olur sen sözlüsün, sözlün ne der, bu doğru mu?” deyince “evet onu seviyorum, ama seninle şu an cinsel ihtiyacımı gidermek istiyorum, sevgi ayrı, cinsel gereksinim ayrı” demiş. Gizli ve açık fuhuş bu kadar yaygınlaşmış ve büyük ölçüde de yasallaşmışken, legalize edilmişken –ki AB mevzuatında zina diye bir ceza maddesi yok, AB yolundaki Türkiye’de de- kim hatırlar Yusuf’u (a.s).

Arif Bey, bazen özellikle cinsellikle ilgili adli suçları ve sapkınlıkları duyduğumda (hâşâ-asla) “Allah insanı cinsiyetsiz yaratsa ve cinsellik olmasa daha mı iyi olurdu?” diye bir düşünce aklımın bir köşesinden geçmiyor değil. Bu tür haberleri görüp duyduğumda insanın, insan olmaklığından utanası, yerin dibine giresi, harap turab (toprak) olası geliyor. İnsan cinsellikten soğuyor, bu suçları işleyenlere karşı şiddetli bir öfke kaplıyor yüreğini. Gün geçmez ki basılı, görsel, internet ve sosyal medyada cinsel sapkınlık veya cinsel suçlara ait bir haber yer almasın.

Selçuk Bey, amacım tabiri caizse “şeytanın bile aklına gelmeyecek” türden bu adi-adli vakaları zikretmek değil. Fakat rezilliğin, sapkınlığın, pisliğin hangi boyutlara varabileceğine dair birkaç örnek vermek istiyorum. Bir açıdan “şüyuu (şayiası, söylentisi) vukuundan (meydana gelmesinden) beter” bu olay vuku bulduğunda toplumda infial uyandırıp, günlerce konuşulup irdelenmişti. Bir bebeğe tecavüz eden âdîler bu ülkeden çıktı hatırlarsanız. Bir hekim arkadaşım, duyduğumda tüylerimi diken diken eden vahim bir olay anlatmıştı vaktiyle. İstanbul Taksim İlkyardım Hastanesi acilinde çalıştığı sırada bir vaka gelmiş. Bir sapık herif kaçırıp ya da kandırıp ıssız bir inşaata götürdüğü küçük bir kıza tecavüz etmiş. Küçük kız tecavüz sonucu aşırı kanamaya bağlı ölmüş. Adi herifin şeyi, tahrip olan ve kasılan küçük kızın şeyinde kalmış, o şekilde de acile gelmek zorunda kalmış. Hekim arkadaş dahil bütün acil personeli adamın üzerine çullanmışlar, polis ellerinden zor almış.

Arif Bey, özellikle savaşların hüküm sürdüğü ve devlet otoritesinin olmadığı yerlerde cinsellikle ilgili öyle dehşet verici şeyler oluyor ki, anlatmak istesem sayfalar sığmaz, zaten yüreğim de dayanmaz. Demin anlattığınız iki trajik hadise işgal, savaş ve çatışma ortamlarında binlerle, onbinlerle çarpılarak bütün şiddetiyle yaşanır. Günler, haftalar, aylar hatta yıllar boyunca seks kölesi haline getirilmiş çocuklar, kadınlar başta olmak üzere her yaş ve cinsten insan tek tek veya toplu tecavüz gibi akla hayale gelmedik cinsel şiddete (teröre) tabi tutulurlar. Bu şiddet sonucu tecavüz kurbanlarını cinsel ilişkiyle bulaşan türlü hastalıklar, cinsel organlarda tahribat, yırtılma ve kanama (hatta bu yüzden ölümler görülür), hamile kalma gibi fiziksel ve birçok psikolojik-psikiyatrik belirti ve hastalıklar (intihara kadar varan sonuçlar) beklemektedir. En ağırı da fiziksel değil psikolojik travmadır, zira düzelmesi yıllar alabilir. Savaşlarda ve işkencelerde tecavüz ve diğer cinsel şiddet o toplumu ve insanları cezalandırma, intikam alma veya onuruyla, gururuyla, şahsiyetiyle oynamak, aşağılamak, ezmek için birer silah, yöntem, araç olarak kullanılıyor. Bu vahim ve trajik cinsel saldırılar dehşet (terör) yaratmak amacıyla bilhassa erkeklerin, annelerin, babaların, kocaların, ağabeylerin gözleri önünde gerçekleştiriliyor. Naziler ve Sırplar bu tür cinsel saldırı fiillerini, Yahudilere ve Boşnaklara karşı yaygın biçimde gerçekleştirmişlerdir. Sırplar tecavüz kampları ve milisler için genelevler oluşturup bu cinsel saldırı eylemlerini Avrupa’nın ve Dünya’nın gözü önünde işlemişlerdir. Mesela 1930'lu ve 40'lı yıllarda yani 2. Dünya savaşında Japon askeri genelevlerinde çoğu Asyalı yaklaşık 200 bin kadının seks kölesi olarak çalıştırıldığı belirtiliyor. Bir örnek daha vereyim yeter. Bir Orta Afrika ülkesi olan Kongo’da yıllarca süren iç savaş sırasında hem Kongo ordusundaki askerler, hem de isyancılar tarafından onbinlerce çocuk ve kadına tecavüz edilip seks kölesi olarak kullanıldılar. Birçoğu çeşitli cinsel hastalıklar kaptıkları gibi tecavüze uğrayanlar aileleri tarafından da kabul edilmediler. (1)


Üstelik savaşın olduğu yerlerden kaçan ve güvenli bir ülkeye sığınmaya çalışan mültecileri birçok başka tehlike bekliyordu. Sadece kadınlar değil küçük çocuklar dahi organları için kaçırıldıkları gibi fuhuş ve porno sektörü için de kaçırılıp bir meta gibi kullanılmaktadırlar. Irak, Suriye, Afganistan, Libya gibi hâlâ savaşın devam ettiği ülkelerden kaçan insanların çoğu denizleri ve sınırları aşıp sağ salim Avrupa ülkelerine ulaşsa bile bir kısmı oralarda kaybolup gitmektedirler. Televizyonları ve sinemaları işgal eden ABD filmlerinden birinde filmdeki başroldeki oyuncu, dünyanın bir ülkesini kurtarma adına yola çıkarken yanına korunmak için yeteri kadar prezarvatif aldığını söylüyordu. Zira işgal ettikleri ülkelerde ABD’den farklı olarak hukuka ve kurallara aldırmadan, çekinmeden ve korkmadan istedikleri her türlü pornografik eylemi rahatlıkla icra edebiliyorlar, yaptıkları her türlü cinsel şiddet ve sapkınlık yanlarına kar kalıyordu. Vietnam işgali bitip de yenilip çekildiklerinde geride tecavüz sonucu dünyaya gelmiş elli bin bebek vardı ve “Platoon-Müfreze” filmi bunun sadece küçük bir örneğini yıllar sonra işleyebildi. Yakınlarda Irak işgalinde Ebu Gureyb cezaevinde yaşananlar hâlâ hafızalarda canlıdır. ABD ordusunun (teröristlerinin) dünyanın her yerinde işledikleri cinsel suçlar, tarih boyunca savaşlarda işlenen aynı nitelikli suçların toplamından bile fazladır. ABD deniz piyadelerine cinsel nitelikli hizmet vermeyi marifet ve ülke ekonomisine katkı sayanlar da cabası.

Selçuk Bey, bir de seks turizmi denen bir başka acı gerçek var ki, o da ayrı bir dosya konusu ama birkaç rakam vermekle yetineyim sadece. “İspanya’da, göçmen olarak getirilen ve çoğunluğu 12 yaşının altındaki beş bin kız çocuğuna fahişelik yaptırıldığı açıklandı. 2001 yılında otuz ila otuz beş bin arasında İspanyolun, reşit olmayan kızlarla cinsel ilişkiye girmek için Latin Amerika ülkelerine seyahat ettikleri kaydedildi. Ve yine İspanya’da 2002 yılında ülkede sekiz binden fazla kız ve erkek çocuğun kaybolduğuna dikkat çekildi”. (2) Seks turizmi denilen kepazelikte bu sadece o yıllardaki bir Avrupa ülkesine ait rakamlar, bir de bunun bütün Avrupa ve Dünyadaki boyutlarını ve rakamlarını düşünün. Bu fuhuş sektörü (sektör ifadesini lafın gelişi söylüyorum) silah, ilaç gibi büyük miktarda paraların kazanıldığı, döndüğü karanlık bir alan.

Üstelik birçok ülke bu işten gelirinin büyük kısmını ve insanlar da geçimini sağlıyor. Uzak Doğu’da bu konuda akla gelen ülkeler olan Tayland ve Filipinleri duymayan kalmadı. Ve işin acı tarafı, bu rezil durum, olağan karşılanıp normalleştiriliyor. Bir belgeselde izlemiştim, fakir Afrika ülkelerinden birinde bekâr ve evli kadınlar toplanıp uçaklarla ve devletin bilgisi dahilinde Avrupa’ya gidip fuhuş yapıyorlar ve sonra dönüp kazandıklarıyla ailelerini geçindiriyorlar, ülke ekonomisine katkı sağlıyorlar. Orta ve Güney Amerika’da, Afrika ülkelerinin çoğunda, Orta Asya ve Uzak Doğu Asya ülkelerinin bazılarında fuhuştan kazanç sağlamak sanılanın aksine oldukça yaygın. Yaşadıkları ülkede her tür rezilliği yapanlar, başka tür rezillik yapmak için eski Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra Doğu Avrupa ve Orta Asya ülkelerine ve dünyadaki başka ülkelere gitmektedirler. Bunların başını da ABD, Kanada, Avustralya gibi gelişmiş ve medeni! ülkeler çekmektedir. Her yıl ABD’de iki ila dört yüzbin çocuk “ticari cinsel sömürü tehlikesi” ile karşı karşıya kalıyor.

İşin garibi Sovyetler Birliği dağıldıktan sonra özellikle Türkiye’nin Karadeniz Bölgesi başta olmak üzere tam bir fuhuş istilası vuku bulmuştur. “Oy Nataşa, Nataşa; Attin benu ataşa” diye türküler bile söylenmiş, nice yuvalar sallanmıştır. Bu fırtına Karadeniz ve Doğu Anadolu’yu kasıp kavurduktan sonra Akdeniz dolaylarına özellikle Antalya’ya kadar inmiştir. Sadece bir örnek verip geçeyim. “Erzurum’da HIV ve Hepatit-C taşıdığı saptanan Ukrayna’lı bir kadın, üç ay kaldığı otelde 1235 kişi ile ilişki kurmuş. Daha da dehşet olanı ise, test için sağlık kuruluşlarına kimsenin başvurmaması ve bu heriflerin çoğunun evli barklı olması”. (3) Yakın zamanda Kıbrıs’a bu iş için gidip hastalık kapan biri ile karşılaşmıştım. Hastalığının tedavisi için harcamadığı para, gitmediği sağlık kuruluşu kalmamış, cinsel ve tüm hayatı perişan olmuş, tedavi için her şeyi göze almış ve hatta intiharın eşiğine kadar gelmişti. Demiştim ki ona, “Len kısa süreli bir zevk için yaptığın şeyin farkında mısın? İnsan vücudunda dışa açılan ve her türlü mikroorganizmayı barındıran üç yer vardır. Sindirim sisteminin iki ucu olan ağız içi (oral), makat (anal) ve ayrıca genital bölge. Sen bunlardan birine ve üstelik senin gibi başkalarının da girdiği en pis yere yaklaşmışsın, lağım çukurundan farksızdır bu işi yapan genel kadınların şeyi ve sonuçta olan da olmuş”. Biliyorum sözlerim rahatsız edici ama başka nasıl anlatılır bilmiyorum bu akılsızlık ve ahlaksızlık. İğrenç, tiksindirici ve çirkin şeyin anlatımı da işin kendisi gibi oluyor maalesef.

Selçuk Bey, Kur’an’da “esfel-i safilin - sefillerin sefili, aşağıların aşağısı” ve “belhum adal - hayvandan aşağı” olarak tanımlanan duruma uyan ve ahlaksızlığın dibi demek olan müstehcenlik ya da günümüzdeki meşhur adıyla pornografiden de biraz bahsetmek isterim. Zira bu konu günümüz insanı için bir bağımlılık, bir zafiyet ve de türlü cinsel kaynaklı suç ve sapıklığa da zemin hazırlayan bir şey. Pornografi, insanın merak duygusunun da işin içinde olduğu cinsel münasebetin mahrem, gizli ve özel olması gereken evin yatak odasından sokağa taşan, diğer insanların, namahrem nazarlarına arzedilip binbir türlü sapkın şekliyle kitlesel iletişim araçları ile bir nevi “Truman Show”a dönüştüğü bir gösteri dünyasıdır.

Ticari boyutunun da büyük olduğu ve kurgu, senaryo ağırlıklı olan bu konuyu politika ile benzerlikler kurarak (ki ikisi arasında oldukça çok benzerlik var gerçekten) çarpıcı bir şekilde ele alan bir makale okumuştum bir zamanlar. Bu yazıdan bazı satırlar alıntılamak isterim. “Porno filmden önce genellikle tanışıklığı olmayan aktörler filmde tanışırlar. Aralarında para dışında hiçbir anlaşma söz konusu değildir. Filmde, hijyenin, ahlak kurallarının ve nezaketin ayaklar altına alındığı cinsel birleşme yaşarlar. İşleri bittiğinde bir dahaki filme kadar genellikle görüşmezler. Pornografinin çok belirgin bir paradoksu içinde barındırdığını vurgulamak gerekir. Bu paradoks, yeni tanışan kişilerin bir karı-kocanın bile cesaret edemediği ölçüde yakınlaşmayı becerebilmesinden kaynaklanıyor. Neredeyse hiç tanışmayan kişilerin tüm sınırları ihlal edip mahremiyetin ötesine geçmeleri film süresince geçici de olsa benlik sınırlarının tamamıyla ortadan kalkmasıyla mümkün olabilmektedir. Pornografinin bir başka özelliği teşhirciliği ön plana çıkarmasıdır. Aktörler film sırasında ‘kendilerinden çok’ başkaları (izleyiciler) için seks yapar. Tüm porno filmler birbirine benzer. Hatta iki saatlik film onar dakikalık fragmanlara ayrılıp seyredilse birbirinin aynı olduğu fark edilir. Hep aynı ‘klasik öğelerden müteşekkil’ sahneler hiç bıkmadan tekrarlanıp durulur. Buna rağmen büyük bir izleyici kitlesi aynı sahneleri göreceğini bile bile sanki yeni bir şey seyredeceklermiş umuduyla vizyona sürülen filmlere bakar durur. Değişen sadece aktörler ve mekanlardır, fakat sahneler ve sergilenenler benzer şeyler olmasına karşın bu böyle sürüp gider. Hep yeni bir şey umulur ama her seferinde pek bir şey değişmediği için hayal kırıklığı yaşanır. Porno, bedenleri tükettiği için aktörler ancak vücutlarının albenisi dorukta olduğu zaman var olurlar. Yaş ilerleyip de vücut pörsümeye başlayınca ya da çok sık bir biçimde izleyicinin huzuruna çıkıldığında aktör hızla yok olur (hatta bir kısmı verem ve cinsel ilişki ile geçen çeşitli hastalıklara yakalanır, bir kısmı tevbe edip bu tür hayata veda eder ve bir kısmının da sonu intihara kadar uzanır). Pornografide süperego yoktur. Bu yüzden sınır, kural, ahlak ve nezaket söz konusu olmaz. Tam bir ‘…belhum adal’ durumu yani.” (4)

Bilgisayar ve akıllı cep telefonlarının kullanımı ve internet bağlantısı ile iletişim, haberleşme arttığı gibi yeni hastalık ve sapkınlıklar da hayatımıza girdi. İnternet bağımlılığı gibi porno (müstehcen içerik) bağımlılığı da gençleri ve hatta evlilikleri bile tehdit eder hale geldi. Sağlıklı bir cinsel hayat yerini porno bağımlılığına ve binbir türlü sapkınlıklara bırakıyor. Günümüzde en büyük kirlilik ne çevre ne de hava kirliliğidir, en büyük kirlilik, zihinsel kirliliktir. Duyu organlarımızın gerçek ve sanal dünyadan aldıkları verilerin çoğu beynimizi, bilincimizi kirletmektedir. Ve bu kirliliği gidermek, temizlemek kolay da değildir. Cinsellikle ilgili günah ve suçların büyük çoğunluğu, birçok faydası olmasına rağmen internet ve başta facebook, instagram, twitter ve youtube olmak üzere sosyal medya yoluyla gerçekleştirilmektedir. İnternet bir nevi alternatif kamusal alan olup gerçek kamusal alanda korkulan, çekinilen, utanılan birçok şey bu sanal ortamlarda gizli ve saklı biçimde rahatlıkla icra edilebilmektedir.

Arif Bey, gün geçmiyor ki, cinsel bir adli vaka ve sapıklık haberi gözümüze ilişmesin. Sosyal medya bu durumun üzerine tuz biber ekti. Adeta her anımızı ve hatta en özel, mahrem hallerimizi bile ele güne göstermek, teşhir etmek için yarışıyoruz. Televizyonların gündüz programlarında dahi akla hayale gelmedik aile ve akrabalar arası cinsel sapkınlıklar arzı endam ediyor. Evliliklerde cinsel doyum, tatmin azaldığı gibi bu kadar yoğun görsel materyal nefsimizin en ham, en olumsuz yanlarını tetikleyip kışkırtıyor azdırıyor. Nasıl vücudun teşhiri başkalarını tahrik edebiliyorsa, erotik & pornografik materyal de insanı yoldan çıkarıp günah bataklığına düşürebiliyor, cinsel suçlara ve sapıklıklara davetiye çıkarabiliyor. Ve başta da dediğim gibi Truman Show filmindeki gibi sanal alemden gerçekliğin dünyasının kıyılarına varıp toslayabiliyor. Konu ile ilgili bir başka yazıdan alıntı yapıp bu can sıkıcı konuyu kapatalım istersen. “…Değişim, küresel boyutta hızlandı. Ütopyalar çöktü. Yarın endişesi derinleşti. Güven bitti. Zemin çamurlaştı. Çürüyoruz. Bu çürüme ilişkilere de yansıyor. Özgürlük sanılan bir serbesti ve sevdadan arındırılmış şehvet, azgınlıkta sınır tanımıyor. Paparazziler, gündelik ilişkileri kovalıyor. "Serbestler"in iştahı, yaygın cinsel açlığın karnını doyuruyor. Cep telefonu-kamera-bilgisayar üçlüsü, iletişimden çok, porno bulmak ve tuzak kurmak için kullanılıyor. İhanete uğramışların şantaj kasetleri dolaşıyor internette... Çocuklar örnek alıp okul tuvaletinde cep telefonuyla ava çıkıyor. Hayatımızda güzellik, estetik, sanat eksildikçe, bağlılık, umut, güven tükendikçe, çürüme marifet gibi sergilendikçe, bir apse patlamışçasına cerahat akıyor mesaj kutularından, seks mağazalarından, yatak odalarından... İnsanoğlu sevgiden koptukça b.ka bulanıyor. Ve aşk, ayağa düştükçe kuburda boğuluyor. (5)

Bu arada deniz otobüsümüz Eminönü iskelesine yanaşmak üzereydi. Yolcular oturdukları yerden kalkıp çoktan çıkışa yönelmişlerdi. Hatta kıyıya yanaşır yanaşmaz bazı yolcular seyyar köprüyü bile beklemeyip karşıya atlayarak iniyorlardı. Biz de kalkıp indik. Balık ekmek satılan küçük tekneleri, tarihsel kıyafetler içindeki çalışanları, insanları, martıları, Haliç köprüsünü, Galata kulesini ve çeşitli büyüklükte gemilerin gelip geçtiği boğazı bir süre ayakta seyrettik. Yeni Cami’den ikindi namazının vaktinin girdiğini bildiren ezan okunmaya başlamıştı. Çevresinde yüzlerce güvercinin inip kalktığı, 1597 yılında Sultan III. Murat'ın eşi Safiye Sultan'ın emriyle temeli atılan ve 1665’te ibadete açılan Yeni Cami ya da Valide Sultan Camii’nin avlusuna girip ortadaki şadırvanda abdestlerimizi almaya koyulduk. (6) Dışarıda hareketli, telaşlı bir dünya, içeride ise sakinlik, dinginlik hâkimdi.


Bir cahillik edip emre (öğüte) karşı gelip nefislerine uyarak yasak ağaca (meyvaya) yaklaşan (insanın erkek cinsi) Adem babamız ve (insanın kadın cinsi) Havva anamız gibi (merhum Barış –Manço- abinin deyimiyle ‘Ademoğlu kızgın fırın, Havva kızı mercimek’ misali) geçmiş hatalarımız, yanlışlarımız, günahlarımız için af ve mağfiret dilemek; Rabbimize cinsellik dahil verdiği tüm nimetler için şükretmek; bir imtihan (fitne) konusu da olan cinselliğimizi O’nun razı olduğu istikamette idrak edip yaşamamıza yardımcı olması için camiye girdik. O’nu anmaya, hatırlamaya, O’na teslimiyetimizi yinelemeye, rabıtamızı (bağlantımızı) taze tutmaya, O’na olan sevgi, saygı ve şükranlarımızı sunmaya gerçekten ihtiyacımız var.

 

Kaynaklar:

  1. Kongo’da kadınlar kurban seçildi, CNN Türk, 2006
  2. İnternethaber, 2004
  3. Erzurum’da AIDS paniği, internethaber, 2003
  4. Politika ve pornografi, Mustafa Bilici, Şark Yıldızı, 03.09.2002
  5. Seks shop manzaraları, Can Dündar, Milliyet, 03.08.2007
  6. https://tr.wikipedia.org/wiki/Yeni_Cami  

21 Ocak 2022 Cuma

Koltuk Sevdası

“Deveyi yardan uçuran bir tutam ottur” derler. Tarih boyunca insanın da aklını başından alan, baştan, yoldan çıkaran “masa, kasa, nisa” ya da bir başka deyişle “makam mevki (iktidar, koltuk), para pul (menkul, gayri menkul), kadın (karşı cins)”dır. Normalde kadın – erkek ilişkisinin en özel ve mahrem şekli olan şehvet bile, erkek söz konusu olduğunda iktidar kelimesiyle ilintili olduğu için ‘iktidar şehveti’nden de söz edilir ve iktidarın cazibesi ve karşı konul-a-mazlığını belirtmek için kullanılır.

Bu başlıkta bir yazıyı yayınlanmış olan kitabıma koymak için hazırlamayı düşünmüş ve ilk paragrafını biraz yazmıştım ki, sonradan nedense vaz geçtim. Yazımda meslek hayatım boyunca koltuk ile ilişkimi yazıp anılarımı paylaşacaktım. Kısmet bu yazıya imiş.

Yazının devamı için;https://www.akademikakil.com/koltuk-sevdasi/irfanyalcinkaya/

16 Ocak 2022 Pazar

BİR KİTAP, BİR DÜZELTME VE EMEĞE SAYGI

            BİR KİTAP, BİR DÜZELTME VE EMEĞE SAYGI

Geçtiğimiz günlerde bir arkadaşla konuşurken, yazarlarından biri de olduğu bir kitapta diğer yazarın özgeçmişinde yazdığı bir husustan bahsetti. (1) Doğrusu bahsettiği kitabın ilk baskısını okumuş ve ikinci baskısı da kütüphanemde olmasına rağmen, ilkini okuduğum için ikincisine gerek görmemiştim. (Resim 1) Dolayısıyla o husustan da haberim olmamıştı. Yine önemsemedim fakat dün nedense o kitabı çıkarıp ilgili yere baktım. Gerçekten onun dediği gibi yazıyordu. (Resim 2) Olmuş bitmişti ama yine de canım sıkıldı. Hafızam beni on yıl öncesine götürdü, her şey bir film şeridi gibi gözlerimin önünden tekrar geçti.

O kişinin “benim eserim” dediği kitap, aslında dört kişinin katıldığı ortak bir çalışmanın ürünü idi. (2) Ama nedense ilgili kişi emek verenlerden biri olmasına rağmen, eseri yalnızca kendisine mal etmişti. Halihazırda ikinci baskısını yapmış olan kitabın ilk baskısında nehir söyleşi türündeki söyleşiyi gerçekleştirenlerden biri olarak ben de müstear ismimle (Arif Kaya) bir takdim yazısı yazmış ve kitabın yazılış sürecinden ve yazarla ilgili hukukumdan bahsetmiştim. (Resim 3-9) Takdim yazımı bu yazının sonundaki ekler kısmında paylaştığım için orada yazılanlardan bahsetmeyeceğim. O yazıda bahsetmeye gerek görmediğim bazı hususları bu yazımda açıklamak ve bu bahsi kapatmak istiyorum. Bu çalışmaya emek verenlerden biri olarak buna hakkım var ve kanaatime göre artık vacip oldu.

Yazının başında bahsettiğim arkadaşımın bana ilave olarak ilettiği bir bilgi de, kitap yayınlandıktan sonraki yıl içerisinde, kitabın tanıtım ve analizini yapan bir kişinin de yazısında bu hususa değindiğiydi. Kitabın başındaki bu tuhaf durum makale yazarının da dikkatini çekmiş olmalı ki, daha yazısının başında bu hususa işaret edip çeşitli sorular sormuş, not düşmüş ve bilahare kitabın analizine geçmiş. (3)

Gelelim o gün için yazılmayan ya da yazılmasına gerek görülmeyen bazı hususlara, hatıralara. Demin kitap takdim yazımda kitabın hazırlanış hikayesinden bahsettiğimi zikretmiştim. (Resim 6-9).

Kitabın hazırlanış sürecine mahşerin dört atlısı misali dört kişi katılmıştık. Biz üç doktor (ben, Dr. Nurettin, Dr. Abdulkerim); organizasyon, ulaşım (Dr. Nurettin), kayıt (ben de netbook’umla katılmıştım, söyleşi kayıtlarının bir nüshası da bendedir), kayıtların yazıya döküm işi ücretinin ödenmesi (ağırlıklı olarak Dr. Nurettin olmak üzere üçümüz), yazıya dökülen metnin okunup tashihi (imla ve yazım yönünden düzeltme) işlerini üstlendik, toplantıların fotoğraf çekimlerini ben yaptım, İstanbul’daki iki toplantıdan birine Dr. Nurettin diğerine de ben ev sahipliği yaptık. Sofra kurulup hazırlanmış, Abdullah bey  (aslında ona hepimiz yaşı ve bu işlerdeki kıdeminden dolayı abi diyorduk, ta ki bu kitap vesilesi ile abi olmadığını anlayıncaya kadar) baş köşeye kurulmuştu. Ona sadece soruları hazırlayıp sormak kalmıştı. Fakat aslında bu durum, biz üç doktorun en başından beri arzu etmediği bir şeydi. Zira bizim de sorularımız vardı ve sormak istiyorduk. Fakat gelin görün ki, söyleşi boyunca ‘yapma abi, etme abi’ dememize rağmen her defasında bir bahane ile soru sormamıza engel çıkardı, biz de onu (ve Süleyman abiyi) kırmamak ve bu hayırlı işe engel olmamak adına sustuk, seyirci kaldık. O sorularıyla kendi kanaatlerini, söylemek (ve de söyletmek) istediklerini söyleme fırsatı bulurken, söyleşi yapılan ismi çok boyutlu değil de sadece siyasi yönde yönetip yönlendirirken, hatta yer yer sorguya çekerken (ki bizim isteğimiz bu yönde değildi, süleyman abiyi okuyucuya kendi dilinden her yönüyle tanıtmaktı), biz ancak söyleşinin son bölümünde kavga dövüş -lafın gelişi- ancak fırsat bulabildik. Küstü bize ve bir köşeye çekilip söylendi, surat astı. Neyse sonunda kitap ham hali ile bitti.

Kitabın daha önce tanıdığım Beyan Yayınları arasında çıkması için gidip konuştum ve yayına hazırlanması için her türlü desteği vereceğimi söyledim. Aslında Beyan dahil yayınevleri anı, hatırat türü kitaplara okuyucuların pek rağbet etmemesi nedeniyle basım yayın için pek sıcak bakmıyorlardı. Kitaplarının çoğunun satılmayıp ellerinde kaldığını belirtiyorlardı. Ben bile bu yüzden geçen yılın son ayında çıkan kitabımı Kitapyurdu internet kitap satış sitesinin başlatıp sürdürdüğü Doğrudan Yayıncılık yöntemi ile yayınlayabildim. (4)

Kitabın ismi, kapağın ve özellikle kullanılacak resmin belirlenmesi, kitap bölümleri ve alt başlıkların belirlenmesi, mükerrer tashih ve son bölümdeki fotoğrafların seçip konulması işi dahil bizzat üstlendim. Zira bu konuda iyi kötü bir tecrübem vardı. Van’a gitmeden önce merhum Ercümend Özkan ağabeyime İktibas Dergisi’ndeki yazılarını uğraşıp didinip kitap haline getirme sözü vermiştim. Sözüme sadık kaldım. Dergide ona ait ‘Selam İle’ ve ‘Okuyuculara / Okuyuculardan Mektuplar’ yazılarını soru – cevap şeklinde “Selam ile 1 ve 2” adıyla iki kitap halinde hazırladım. ‘Yorum’ kısmındaki yazılarını “Dünden Yarına Dünya” ve “Dünden Yarına Türkiye” adlarıyla yine iki kitap halinde hazırladım. Dergideki ‘Kavramlar’ yazıları “İnanmak ve Yaşamak” ismiyle daha önce kitaplaştığı için bu bölümler dışında dergide kalan bütün yazılarını “Ercümend Özkan Yazıları” ismiyle hazırladım. Tek başıma hazırladığım bu beş kitap Anlam Yayınları’ndan çıktı. Ercümend Özkan abimin ismi ve onun ‘altıncı çocuğum’ dediği, aslında ‘yan gideri’ olan İktibas öne çıksın, başka isim gölge olmasın diye, bırakın ismimi müstear ismimin bile kullanılmasını istemedim. Zira o “özel ve güzel” insanın bana kazandırdıkları yanında bu konu, söz konusu bile olamaz, sadece minnet borcumun ödenmesi (ki bana göre ödenemez) ve ahde vefa çabasından ibaret olur o kadar.

Üç doktor bunca uğraşıp didinip kitabı yayına hazır hale getirmek için koşturup dururken, Abdullah bey ne yaptı? Hazırlanmış kitabı okuyup takdim yazısı yazması için benim itiraz etmeme rağmen (ki ben gitmedim) iki doktor arkadaşı alıp Bursa’da ikamet eden bir kişiye gitti. Bu da yetmezmiş gibi, benim ve Dr. Nurettin’in takdim yazısına itiraz etti, bazı kısımların çıkarılmasını istedi. Haklı olarak Dr. Nurettin darıldı ve köşeye çekildi. Kitap onca emek ve uğraş sonrası hem de yayın öncesi ortada kaldı. Ben de Dr. Nurettin’i arayıp kitabın böyle sürüncemede kalamayacağını, onca emek ve masraf edip bitirdiğimizi, Süleyman abiye bir vefa borcumuz olduğunu, onun incinip kırılmaması gerektiğini ifade ettikten sonra ilgili kısımların çıkması konusunda rızasını aldım. Sonra evine gidip Abdullah bey’le görüşüp konuşup onun da onayını aldım. Kitabı yayınlanması için Beyan Yayınları’na gönderdim.

Kapak ve içerik konusunda basım öncesi son onayı almak için bana kitabı gönderdiklerinde şaştım kaldım. Zira kapak kısmında sadece Abdullah beyin ismi vardı, bizler yoktuk. Yayınevine telefonla ulaşıp neden böyle olduğunu sorduğumda Abdullah beyin uğradığını ve böyle olmasını istediğini söyledi. Ben de bunu kabul etmeyeceğimi, kapakta söyleşiyi yapan hiç kimsenin isminin olmamasını, böylece sadece Süleyman Arslantaş isminin öne çıkmasını, iç sayfada yazarla birlikte ilgili kişinin de özgeçmişinin yayınlanabileceğini, bizim özgeçmişimizi ise yazmaya gerek olmadığını, daha iç kısımda ise söyleşiyi gerçekleştirenlerin ismi yazılırken onunkinin ayrı, biz üç doktorun isimlerinin de emek sırasına göre ayrı yazılabileceğini söyledim. Öyle de oldu ve kitap sonunda çıktı.

Çıktı çıkmasına da bu üç doktorla Abdullah beyin yıllarca süren dostluğunun ve yolculuğunun bitimi de oldu. Abdullah bey, beni telefonla arayıp kızdı bağırdı, haksızlık ve adaletsizlikle itham etti, ben de sözlerini ona iade edip telefonu kapattım. O günden beri de konuşmuyor, görüşmüyoruz. Ben ortak arkadaşlar aracılığı ile konuşup görüşme belki de barışma teklifi ilettiysem de o meşhur sözünü sarfedip “ilkelerime aykırı” diyerek geri çevirmişti. Hızını alamayıp son telefon konuşmasından sonra o sıralar yayın kurulu başkanlığını yaptığı İktibas Dergisi sitesindeki bütün yazılarımı kaldırttı. Ve daha ilginci ve üzücü olanı ise, bu durum sonrası o dergide yazan arkadaşlar ve okurlardan hemen hiçbiri “ne oluyor, böyle şey mi olur?” bile demedi, merak edip beni arayıp soran olmadı.

Ben mi ne yaptım, hiç istifimi bozmadım. Kitabın çıktığı Kasım 2012’de düzenlenen İstanbul TÜYAP Kitap Fuarı’na yayınevi ile konuşup Süleyman Arslantaş ağabeyin imza günü işini konuşup organize ettim ve katılımını sağladım. Havaalanından alıp fuara götürdüm, fuarda eşlik ettim ve sonra da uğurladım.

Aradan on yıla yakın geçmiş. Bu yazı yazılmayabilirdi ama bir kitabın hikayesinde yazılmamış ara boşlukları doldurmak, bir düzeltme yapmak ve emeğe saygı gösterilmesini sağlamanın bir vazife, bir borç olduğuna karar verdim. Gözlerimi açtım, vazifemi yaptım. Kalan borcumu da ödeyip hesap defterini kapattım. Ahiretteki “Büyük Mahkeme” de tekrar açılırsa, hesap vermeye hazırım inşaallah. Elbette Allah’ın af ve mağfiretine her zaman ve her koşulda ihtiyacım vardır, olmazsa olmazdır.

Kaynaklar:

1.     Ercümend Özkan İle İslami Hareket Üzerine, Abdullah Burak Bircan & Mehmed Kürşad Atalar, Anlam Yayınları, 2. Baskı, Ankara, 2017

2.     Ankara’da Kırk Beş Yıl - Süleyman Arslantaş, Nehir Söyleşi, A. Burak Bircan (Abdullah Pamuk) & Nurettin Yücel & Arif Kaya & Abdulkerim Karakaş, Beyan Yayınları, 1. Baskı, İstanbul, 2012

3.     “Ankara’da 45 yıl” üzerine birkaç mülahaza, Arif Dülger, Haksöz Dergisi, 14 Haziran 2013, https://www.haksozhaber.net/ankarada-45-yil-uzerine-birkac-mulahaza-38269h.htm

4.     Benim Yolum / Tababet san’atının icrası ile geçen 33 yıl, Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya, Kitapyurdu Doğrudan Yayıncılık, İstanbul, 2021,  https://www.kitapyurdu.com/kitap/benim-yolum/602498.html

Resim 1

Resim 2

Resim 3

Resim 4

Resim 5

Resim 6

Resim 7

Resim 8

Resim 9











13 Ocak 2022 Perşembe

Fikrimin İnce Gülü, Kalbimin Şen Bülbülü…

Keşke her şey bu güzel şarkıdaki gibi olsa idi. Fikri üretmemize değil (bu zaten imkânsız) ama onu ifade etmemize, düşüncemizi anlatma, bildirme, terennüm etme hürriyetimize kimseler engel ol-a-masa idi. Bülbül gibi şen şakrak şakısak, güle olan hislerimizi (fikirlerimizi) rahatça ifade edebilsek, “yaktın ah yaktın beni” diye feryadı figan etmeyip ‘dut yemiş bülbül’ durumuna düşmese idik.

Devamı için; https://www.akademikakil.com/fikrimin-ince-gulu-kalbimin-sen-bulbulu/irfanyalcinkaya/