29 Haziran 2014 Pazar

RAMAZAN VE KUR’AN

[Şehru ramadânellezî unzile fîhil kur’ânu huden lin nâsi ve beyyinâtin minel hudâ vel furkâni, fe men şehide minkumuş şehra fel yesumhu - Ramazan ayı, içinde insanlara doğru yolu gösteren, doğru ile yanlışı birbirinden ayırıp açıklayan, bir rehber olmak üzere Kur’an’ın indirildiği aydır. Sizden kim o aya erişirse oruç tutsun] (Bakara/185)

Yaşadığım ülkede ramazan ayı gelince oruç tutulur. Ben de çocukluğumdan beri, belki başlarda 'tekne orucu, arefe günü oruç' şeklinde başlasa da bu yaşıma kadar hayatımda oruç hep oldu. Gündelik hayatımızın rutinini bozan ve bizi başka bir iklime bir ay süresince de olsa taşıyan oruç hakkında konuşacak değilim. Asıl bahsetmek istediğim konu Kur’an’dır. Kişilik ve kimliğimin oluşma sürecinin başladığı üniversite yıllarından beri bilhassa okuduğum kur’an meallerinin sayısını hatırlamıyorum. Yıllardır bilhassa sabah namazlarından sonra yaptığım kur’an okumaları sayesinde hatırı sayılır bir kur’an birikimine sahip olduğumu düşünüyorum. Fakat ne olursa olsun, ne kadar bilinirse bilinsin kur’an’la ilintinin-ilişkinin kopmaması, sürekli ve canlı olması kanaatindeyim. O bir beşer sözü değil ki bir kere okuyup geçelim, bir kenara koyuverelim. O her okuyuşta insana yeni kapılar, yeni ufuklar açar, yeni heyecanlar kazandırır. Hatta bir yayınevinin sloganında olduğu gibi “bütün kitaplar tek bir ‘Kitab’ın anlaşılması için okunur” da denilebilir. İnsana, varlığa, kainata, hayata ve gerçeğe dair ne varsa Kur’an’da vardır ve her okuyuşta bunların farkına daha bir varır, keşfedersiniz.

İşte yine geldi ramazan. Hoş geldi, safȃ geldi. Gönül evimizi, aklımızı ve kalbimizi şenlendirmek, süslemek ve zenginleştirmek, bilincimizi bilemek ve bu vesile ile biribirinden ayrılmaz bu ikiliden biri olan Kur’an’ı okumaya var mısınız? Ben hazırlığımı yaptım ve çoktan başladım. Bu ramazan ayında başlayıp bitirmeyi planladığım türkçe meal-tefsir, nüzul sırasına göre hazırlanmış olup R. İhsan Eliaçık’a ait. Bu çalışmanın ismi “YAŞAYAN KUR’AN” ve İnşa yayınlarının 10. kitabıdır. Baskı yeri İstanbul, 4. Baskı ve de 1046 sahifedir. Ben internet yoluyla www.kitapyurdu.com’dan edindim. Bizzat yayınevlerinden, inşa yayınlarından ya da diğer internet yoluyla satış yapan diğer kitap sitelerinden de temin edilebilir elbette.

Kitap ve Yazarı hakkında bir fikir vermek için “önsöz”ün tamamını aşağıya alıntılıyorum. Rabbim size kolaylık versin, anlayışınızı ve kavrayışınızı arttırsın, sizi “sahih-doğru iman-inanç ve salih-güzel amel-davranış sahibi mü’min-dosdoğru inanmış kullardan eylesin. Selam ve dua ile.

ÖNSÖZ

“Oku! Yaratan Rabbinin adıyla!
İnsanı sevgiden/ilgiden/alâkadan yarattı!
Oku! Senin Rabbin çok cömerttir!
Kalemi kullanmayı öğretti!
İnsana bilmediği şeyleri öğretti!” (96/1–5)


“Daha önce hiç bir ayin yönetmemiş, hiç bir din fetvası vermemiş, din adamları arasında hiç bir kariyeri olmayan, önceki kitaplardan hiçbirini okumamış ve de doğrudan doğruya halkın bağrından çıkan” ümmi ve öksüz bir yüreğin vicdanında yankılanan ilk sözlerdi bunlar…

Öyle ki bundan sonra tarihin akışı değişti.

İnsanlığa bir öksüzün saf bir yürek temizliği içindeki vicdanından seslenen Allah, bir kez daha “Hayyu Kayyum” olduğunu yani dipdiri yaşam kaynağı ve yarattıkları üzerine titreyen, onları yalnız bırakmayan olduğunu gösterdi.

Allah’ın insanlığa Kuran ile seslenişi bu ayetlerle başlamıştı.

“Bizim dinimizin ilk emri okudur” deyip durduğu halde dünyada okuma oranı bakımından en geri sıralarda olmasından da anlaşılacağı gibi İslâm dünyası toplulukları, “öksüzün” vicdanında ilk böyle yankılanmaya başlayan bu ilâhî hitabı ne derecede doğru anlamakta ve yaşamaktadırlar!

Bu ilk ayetlerde geçen okumayı “Yazılı bir metni yüzünden okumak, tilâvet etmek”ten ziyade bir “eylem çağrısı” olarak anladığımızda daha işin başında bambaşka bir Kuran anlayışının söz konusu olduğunu göreceğiz. Çünkü burada Türkçedeki “Ezan okumak (yüksek sesle çağırmak), meydan okumak, gözlerinden okumak, yüzüne yüzüne okumak, hayatı okumak, rahmet okumak” deyimlerindeki “okuma”nın kullanılışı gibi bir kullanım söz konusudur.

Bu durumda mana: “Ey öksüz! Tarihin önüne çık ve kendini peygamber olarak tanıt. Allah’ın sözünü insanlığa götür, mesajı taşı, insanları buna çağır. Zulüm karanlıklarını bir güneş gibi yararak (ve’l-fecr) zulme meydan oku. Bunun için varlığı ve hayatı yeni baştan bir okumaya tabi tut. Sonraki çağlar için bunun nasıl olacağını göster” demek olur.

Nitekim Hz. Peygamber’in Hıra mağarasından indikten sonraki hayatını takip ettiğimizde aynen bunu yaptığını görürüz. Onun, mağaradan şehre indikten sonra, örneğin harıl harıl kitap okuma faaliyeti içine girdiği görülmemiştir. Kendine kitaplarla dolu kütüphaneler aramamıştır. Bilakis tarihin önüne çıkmış, kendini peygamber olarak tanıtmış, meydana atılarak Mekke’ye egemen o günkü “Kâbe çetesini” tam bir meydan okuyuşla sarsmıştır. İşte bu “meydan okuma” tam yirmi üç yıl sürmüştür. Yirmi üç yılın sonunda bu meydan okumayı her aşamasında yönlendiren sözler bir araya getirilmiş ve ona da söz konusu bu okumayı yönlendiren metinlerin bir araya getirilmesi, toplanması anlamında “Kuran” denmiştir.

Demek ki Kuran sadece bir “metin” değildir. Arka plânında yirmi üç yıl süren bir “yaşayan okuma” vardır. Demek ki Kuran fildişi kulelerinde oturarak yazılmamıştır. Bilakis o, yaşayan hayatın içinden gelen (ivecen qayyime) bir sesleniştir. Bu hitapla ortaya çıkan din de bu nedenle bir tapınak dini değil hayat dinidir (dinu’l-qayyime). Bu durumda yirmi üç yıl süren bu seslenişin metinlerinin toplandığı kitap da yaşayan hayat kitabı (kitabun qayyime) olur. Hitabın kendisi ise dipdiri yaşam kaynağı ve yarattıkları üzerine titreyenin (hayyu qayyum), bir öksüzün vicdanı üzerinden insanlığa seslenişi manasına gelir.

Demek ki bu kitap esas itibarîyle yaşayan hayatın içinde “okunur”. Masa başlarında ise hakkında bilgi sahibi olunur. Çünkü onun oluş ve doğuş tabiatında dosdoğru yaşayan hayatın içinden gelen (kitabun qayyime) özelliği vardır. Keza hakkında bilgi sahibi olurken bile “metafizik bir gerilim” içinde ve “korku ve titreme” (huşu) halinde olmak icap eder. Aksi halde size kendini açmaz.

Çünkü bu kitap tapınaklarda değil, varoluş sancısı çeken bir öksüzün mağaradan şehre inmesiyle şehrin sokaklarında, evlerinde, çarşılarında, pazarlarında ve de giderek savaş alanlarında doğmuştur. Bu nedenle onu okurken, içinden, “dışarıda gürül gürül akan hayatın” sesini; diri diri toprağa gömülen kız çocuklarının yalvarışlarını, kölelerin boynundaki zincir seslerini, at kişnemelerini, kılıç şakırtılarını, şehit feryatlarını, gazi çığlıklarını duymuyorsanız onu asla okumuş olamazsınız.

“Metinde geçmeyeni duyabilmek” demek olan “meal” işte bu bunun için vardır.

Çünkü Kuran sadece bir “metin” değildir. Onun meali de metinde görünenin yan tarafına yazılması değildir. Bilakis meal, metinde geçmeyeni duyabilme çabasının adıdır. Zira üzerinde çalıştığınız metin, metinlerden bir metin değildir. Bu metin öyle kolayına ortaya çıkmamıştır. Arkasında yirmi üç yıl boyunca esen bir ruh, dalgalanan bir heyecan ve coşkun bir hareket vardır. Bunlardan nasibiniz yoksa Kuran meali okumak veya yazmak ha bir kuru emektir…

Peki, şu halde nedir Kuran!

Kuran, bilgiden ziyade esasında bir bilinç kaynağıdır. Epistemolojiden ziyade ontolojiye dâhildir. Yani bilgi kaynağı olmaktan ziyade, bilgiye ulaşacak olan insanoğluna hitaptır. İnsanı çevresine tepki vermeye çağırır. Onda “Allah bilinci/şuuru” (takva) uyandırarak hayat yolculuğunda “birlikte yürümeye” davet eder. Bu şuur uyandıktan sonra bilgiye insan kendisi ulaşacaktır.

Bilgi ise bütün varlığa saçılmıştır; tarih, tabiat ve hayat… Hepsine saçılmış vaziyettedir. Bilgi bütünüyle tek bir kişiye veya bölgeye inhisar edilmemiştir. İnsana düşen bunları aramak, esaslı bir hakikat arayışına girmek, tarihin, tabiatın ve hayatın neresinde ise bulup ortaya çıkarmak, Çin’de de olsa gidip almaktır.

Burada Kuran’da hiç bir “bilginin” yer almadığını söylemek istemiyorum. Kuran tabiî ki diğerlerine nazaran rüçhaniyete, yani öncelenmeye lâyıktır. Fakat bu bütün her şeyin onda olduğu, ondan başkasına zinhar başvurmayacağımız anlamına gelmez. Zira Kuran sınırlı sayıda bilgi verdiği yerde bile esas itibarîyle bilinç oluşturmak istemektedir. Kuran’ın yazılı bir metin olarak, tekrarlı, kesintili, vurgulu ve dalgalı akışında bunu görmek mümkündür. Esasında Kuran, deruni dile ve cânu gönüle yönelmiş bir hitabettir.

Kuran, insanlığa hiç duyulmamış yepyeni şeyleri getirmez. Bilakis bilindiği halde uygulanmayan, o çok bilenen fakat oralı olunmayan, çeşitli sebeplerle savsaklanan, her insanda fıtraten var olan insanlık vicdanını (basâirun li’n-nâs) uyandırmak ister (45/20). Uyanan vicdanın hayata yansımasını bekler; iyilik, güzellik, doğruluk, dürüstlük, sevgi, saygı, söz, namus, adalet, erdem, vefa, dostluk, kardeşlik, cömertlik, yiğitlik, mertlik gibi temel insanlık değerleri (hablu’n-nâs) üzerinde ısrarla durur (3/112) ve sürekli olarak bunları talep eder. Bunları aynı zamanda Allah’ın ipi/yolu/değerleri (hablullah) olarak vazeder (3/112).

Kuran bize hakikat arayışında yoldaş olmak ister. Yardım eder, aptalca bir yanlışlığa düşmememiz için bizi uyarır. Soyut bir “Allah” kavramının peşine düşürerek, somut her şeyden bağımsızlaşmamızı sağlar. Böylece bizi her tür batıl bağımlılıktan kurtararak özgürleştirir. Bu anlamda Kuran işaretparmağı gibidir. Bilfiil, bizzat ve “hemen şimdi” işaret ettiği yöne gitmemizi ister, işaretparmağının kendisi ile uğraşıp durmamızı değil.

“Bu Kitap” her insana için dışın öğretir; gökte, yerde, tende, canda bir Yaratan sezdirtir. Her kişiye benlik verir, yol açar. İnsanlık sergisine armağanlar astırtır. Yürekleri iyilikle besler. “El bağına girme” der, dost yarasın sardırtır. Kuran bir anadır; her öksüze “Yavrum” diye seslenir. Nice canları kardeş eder, birbiri için ağlatır. Bu Kitaptır; akıllara her bir şeyi sordurtur. “Düşün sonra inan” der, doğru yollar gösterir. Ululuğun yapılarını kurdurtur, çıplak dağlar yeşilletir, viran köyler şenletir (M. Emin Yurdakul)

Ey kardeşler! Şu küçücük armağanım atmayın;
Bir goncadır; Muhammed’in gül yaprağından derildi
Sakın, bunu yapma çiçek demetine katmayın
Bu şey size özünüzü açmak için verildi.

Bu kitabın gökte, yerde, tende, canda bir Yaratan sezdirtmesi…

İşte Kuran’ın asıl yöneldiği şey budur. Yukarıda geçen “sezdirtmek”, “astırtmak”, “bağlatmak”, “ağlatmak”, “göstertmek”, “kurdurtmak”, “sordurtmak”, “yeşilletmek”, “şenletmek” ve “özümüzü açtırtmak” kelimelerine dikkat ediniz…

Yani bütün bunları yapan Kuran dolayımında insandır aslında. Fakat bunu insan ondan etkilenerek yapar. Fail insan, özne insandır aslında. Çünkü canlı bir obje olan insanla cansız bin metin olan kitap karşılaşınca canlı olan ister istemez özne oluverir. İşin tabiatı budur. Cansız ona göre şekil alır. Kimi sesinden, kimi nağmesinden, kimi manasından, kimi hurufundan, kimi de yüzünden etkilenir. Burada etkileyen bir takım “harfler” olmasına rağmen yine de özne “canlı” olandan başkası değildir. Olmakta olan, oluş halinde olan öznedir, olmuş bitmiş, noktası konulmuş olan değil…

Bir örnekle açıklarsak: Araları bir bölme ile ayrılan birbirinden habersiz tıpçı ve hukukçu iki guruba “hücre” nedir diye sorulmuş. Tıpçılar insan vücudundaki hücre bölünmelerinden, hukukçular da tehlikeli teröristlerin tıkıldığı cezaevlerindeki hücrelerden bahsetmişler… Yine üç keşiş dalgalanmakta olan bir bayrağın durumunu tartışıyorlarmış. İlki “hareket halinde olan bayraktır” demiş, ikincisi “hayır rüzgârdır”, üçüncüsü de “hayır sizin zihninizdir” demiş…

Bir hitap olan Kuran da her bir insan zihninde işte böyle yankılanır. Burada metin cansızken hareket halinde olan insanoğlunun canlı zihnidir. Cansız metin okunmaya başlanmasıyla hareket halinde olan zihni dalgalandırır, tepki verdirtir. Hitabın etkisi ve boyutları bu zihni dalgalanmada kendini gösterir.

Dalgalanmanın boyutları ise her bir insanda başka başkadır.

Eğer bunların hepsi bir araya toplanırsa işte o zaman hedef tam on ikiden vurulmuş olur.

Hedef on ikiden vurulunca 312 kişi ile Bedir’e çıkar, toprağı titretirsiniz.

Hedef on ikiden vurulunca Kuran’ı yırtmaya gelen bir adam, önünde diz çöker.

Hedef on ikiden vurulunca örümcek saklandığınız mağaranın kapısına ağ örer, deve hakeminiz olur, kuşlar dalgalanmanıza katılır, nehirler önünüzde açılır, tabiat yürüyüşünüze iştirak eder, varlığın kalbi sizinle atar, içiniz evrenin ruhu ile dolar taşar…

Aksi halde M. Akif’in dediği gibi olur;

İbret olmaz bize, her gün okuruz ezber de
Yoksa bir maksat aranmaz mı ayetlerde
Lafzı muhkem yalnız anlaşılan Kuran’ın
Çünkü kaydında değil hiç birimiz mananın

***
Demek ki Kuran bilinen anlamda bir kitap olmaktan ziyade varlığın özünden gelen bir sesleniş, vicdanı ve merhameti harekete geçirmeye yönelik ilâhî bir hitaptır. Doğrudan derunu dile ve cânı gönüle hitap eder. Bu nedenle hayattan Kuran’a gitmek lâzımdır. Çünkü Kuran ön dört asır önce yaşanmış bir hayata verilmiş cevapların bir araya getirilmesinden oluşmuştur. Tedricen inmesinin sebebi de zaten bu değil midir!

Kuran’ın bir metin olarak, on dört asır önce yaşanan bir hayatı yönlendirirken neler söylediğini, sorunları çözerken hangi değerleri esas aldığını, o günkü toplumu nereden nereye getirdiğini anlamak için okunması icap eder. Çünkü bunlar bizim şu anki sorunlarımızı çözerken de lâzım olacaktır. Demek ki Kuran’ın hitabı tarihsel mesajı evrenseldir.

Kuran’ı bir meal olarak baştan sona okumak işte bunun için lâzımdır. Yani sorunları nasıl çözmüş! Hangi sorunlar hakkında ne demiş! Dünyayı nasıl açıklamış! Dün, bugün ve yarın hakkında neler söylemiş! İnsan, yaşam, ölüm, iyilik, kötülük vb. “Ben kimim ve bu hal neyin nesi” gibi insanoğlunun en kadim sorularına nasıl yaklaşmış! Kendi etkin tarihi içinde nasıl bir işlev görmüş! Neymiş ki ne yapmış, nereden alıp nereye getirmiş! Bütün bunlar, olayı doğru anlamak ve kendi yaşayan hayatımızı onunla yeniden inşa etmek için şarttır. Aksi halde bir eskiçağ metni üzerinde araştırmalar yapan Kuran arkeloğu oluruz, başka bir şey değil. Dahası üzerinden makam mansıp, rütbe ve şan elde etmek için araştırmalar yapmış oluruz ki bu durum hüsrana uğramak için yeter de artar bile.

***

Kanaatimce Türkiye’de “meal” kavramı genellikle yanlış kullanılmaktadır. Örneğin çoğu meallerde şöyle yazdığını görüyoruz: “Kuran’ı Kerim ve Yüce Meali.” Bu aslında şu demektir; “Kuran-ı Kerim ve benim ona getirdiğim yüce yorum (!).

Burada meal metninin esas metin olduğu veya onu yorumsuz yansıttığı yanılsaması vardır. Çünkü “Önce metni yorumsuz olarak verip ardından dipnotta kendi yorumunu katmak” gibi bir anlayış yaygınlaşmıştır. Oysa bu yanlıştır. Çünkü bizzat meal zaten “yorumlanmış olan” demektir. Sonra dipnotta neden böyle yorumladığınızın savunmasını yapar, gerekçelerinizi gösterirsiniz.

Demek ki “meal” kelimesini yaşayan Türkçede kullanıldığı şekilde kullanmak gerekiyor. Örneğin bir Türkiyeli kahvede konuşurken “Filanın konuşmasını dinledim veya yazısını okudum, şöyle diyordu mealen…” der. İşte “meal” tam da budur.

Çünkü her meal bir yorumdur. Dahası, önceki çağlarda ortaya çıkmış bir durumu (burada metni) meydan okuyucu bir dinamizmle sürdürmek için tarihin gerisinde kalmama çabası demek olan içtihat ile aynı kategoride değerlendirilir. Şu halde yaşanmış tarih geride kaldığı, elimizde ancak o yaşanmış tarihi yönlendiren metinler kaldığı için metinde geçmeyeni, metinle birlikte bugüne gelemeyeni görebilmek gerekmektedir. İşte meal tam da burada lâzımdır.

Oysa çeviri (tercüme) için böyle bir şeye gerek yoktur. Çeviri için bir eskiçağ metnini filolojik (dilbilimsel) titizlik içinde tercüme etmeniz yeterlidir. Çünkü nasıl olsa günümüz için bir anlamı yoktur. Onun sadece dil olarak ne dediğini aktarmak ve kendi etkin tarihi içinde anlayıp orada öylece bırakmak yeterlidir.

Demek ki Kuran’a meal verirken zihni bir performans ortaya koymanız ve ister istemez kendinizi anlamın içine katmanız kaçınılmazdır. Bu durumda “Yorum katmadan veriyorum” sözü eğer bir kast-ı mahsusa yoksa okuyanı aldatma olarak görülmek durumundadır. Çünkü bir dilden başka bir dile, hele de bir çağdan başka bir çağa aktarma yapmanın bizzat kendisi zaten yorumdur.

Örneğin bir meal hazırlayıcısı zevc veya zevce kelimesine koca, eş, karı, hanım, hatun vs. sözcüklerinden birini seçmesiyle zaten yorumlamada bulunmaktadır. Yani zevceyi hanıma, karıya, eşe vs. yormaktadır. Bunu yaptığı anda da aslında kendinin kadına bakışını da çevirdiği metne yansıtmış olmaktadır. Yani kendini anlama katmaktadır. Şu halde “Yorumsuz verdim” nasıl denebilir!

Keza her insan kendi çağının çocuğudur. Kendi çağ, iklim, dil, tarih, coğrafya ve kültür evreninden âdeta süt emerek büyür. Bu durum onu kendi çağının çocuğu yapar. Böylece eski bir çağın göğsünden süt emerek oluşmuş bir metin, kendi çağının göğsünden süt emerek oluşmuş bir zihinde bu haliyle yankılanır. İşte çeviri, meal, tefsir vs. hepsi de değişik oranlarda bu bir zihindeki yankılanmayı ifade eder.

Demek ki metni yorumsuz yani yankılanmasız vermek diye bir şey olamaz. Bilakis yorumda isabet etmek diye bir şey söz konusu olabilir. Zihniyet dünyanızdaki yankılanma ile bir şeyi bir şeye yormuş olursunuz. Yani bir dili bir dile, bir çağı bir çağa, bir iklimi, tarihi ve kültür evrenini diğerine “getirerek” yormuş olursunuz. Zaten her hâlükârda yorum yapıyorsunuz da acaba isabet ettiniz mi etmediniz mi, asıl önemli olan budur.

***

Kuran meali çalışmasıyla biz aslında şunu yapmış oluyoruz; Yedinci yüzyıl Sami/Arap dil, tarih ve kültür evreni ortamında ortaya çıkmış bir metni, 21. yüzyıl Türk dil, tarih ve kültür evreni ortamına getirmiş oluyoruz. Zaten ele aldığımız asıl metin (Kuran) da Allah’ın katından yedinci yüz yıl Sami/Arap dil, tarih ve kültür evrenine bir indirgemeydi. Yani insan anlayışının haricinde olan bir şeyi insan zekâsının kavrayabileceği bir şekle sokma fonksiyonuydu. Allah bunun için bir öksüzün vicdanını ve onun yaşadığı ortamı “okuma” yeri olarak seçti ve onunla yirmi üç yıl boyunca “yürüdü”. İşte bu yürüyüşle beraber gerçekleşen okumanın metinlerine Kuran (okunanlardan toplanan) diyoruz.

Ve şu an biz bu metni o ortamdan alıyor bu ortama getiriyoruz. Dikkat ediniz; o ortamda ortaya çıkan “metni” buraya getiriyoruz. Bu metni ortaya çıkaran arka plan ise tüm aktörleriyle birlikte orada kalıyor, çünkü hepsi tarih oldu. Dolayısıyla eksik gelen bir şey var, zira elde sadece metin var. Metni ortaya çıkaran arka plânın buralara gelmesi ise artık tümüyle imkânsızdır. Demek ki sadece metni içinde doğduğu çağın (ortamın) göğsünden sökercesine alıp buralara getirmek pek bir anlam ifade etmemektedir. Ortam oralarda kaldığı için de artık metinde geçmeyeni duyabilme ve bunun için de kendini anlama katma (meal) kaçınılmaz olmaktadır. Bunun tek istisnası bir zaman mekân makinesini binip o günkü çağa (ortama) gitmektir. Hemen anlaşılabileceği gibi bu ise artık imkânsızdır, çünkü tarih geriye doğru işlemez.

İşte bu nedenle nüzul ortamından uzaklaştıkça “Tanrı ne dedi!” den öte, “Ne demek istedi!”, “Neydi ki böyle dedi!”, “Niçin böyle dedi”, “Hangi sorunu çözmek için böyle dedi”, “Sorun neydi ki!”, “Bugün aynı sorun yaşanıyor mu!”, “Bugün için ne anlam ifade ediyor!” vb. sorular kaçınılmaz olmaktadır. Çünkü Tanrı’nın ne dediği apaçık ortadadır ve orada öylece durmaktadır. Dolayısıyla bu soruların muhtemel cevapları metne değil “anlama” katılmak veya yorumlamak (meal vermek) dediğimiz şeydir. Düz çeviri ise sadece “Tanrı ne dedi!”nin bulabildiğin karşılığını yan tarafına yazmaktan ibarettir. Bu manada her meal çeviriyi de içine alır, ama her çeviri meali içine almaz, alamaz. Demek ki çeviri karşılık bulmaya yetecek yüzeysel yorumken meal anlam bulmaya, hatta anlama katılmaya yarayacak derinlemesine yorumdur.

Burada anlama katılmak veya kendini anlama katmak dediğimiz şey metni orijinal metin olmaktan çıkaracak bir şey değildir. Zira metin “orada öylece” durmaktadır. Müevvil yani meal verici, metnin kendi zihnindeki yankılanmalarını metne yorum şeklinde geri göndermektedir. Böylece metin ile yorumcu (müevvil) arasında interaktif bir ilişki oluşmakta, her ikisi birden bir dil ve kültür ortamında birlikte yürümektedirler. Bu, metni değil yorumcunun kendisini yeniden inşası anlamına gelmektedir. Yorumcu metni kendini açan bir dış uyarıcı, uyandırıcı olarak kullanmaktadır. Yorumcu kendini metne değil anlama katmakla metin tarafından yönlendirilmiş, yeniden inşa edilmiş olmaktadır. Ancak yorumcu bunu metinle kendi kendine diyaloğa girerek yapmaktadır. Eğer yorumcu bunu yapmasa metin orada öylece durmaya devam edecektir…

***

İmdi, “Yaşayan Kuran; Türkçe Meal/Tefsir” adıyla elinizde duran bu eser, uzun yıllara dayanan ve gerçeği sadece gerçeği aramak dışında hiç bir amacı olmayan “gönüllü” bir uğraşın semeresi olarak karşınızdadır. Yıllar önce Kuran fihristi düşüncesiyle başlayan çalışmamız meal-tefsire dönüştürülerek son şeklini almış ve nihayet bitmiş bulunuyor. Allah’a binlerce şükürler olsun.

“Yaşayan Kuran” ismini, Kuran’ı, hem “ölülerin arkasından okunan bir cenaze merasimi metni” ve bir “tapınak dili” haline getirenlere mesaj versin, hem de anlama, yorulama ve tefsir etme metodumuzu yansıtsın diye koydum. Bu ismi, adının bir anlamı da “Ey yaşayan insan!” (Ya Sin!) anlamına gelen Yasin suresindeki şu ayetlerin verdiği ilhamla geliştirdim;

“Biz ona şiir öğretmedik, ona gerekmez de. Bu, sadece, bir titreyip kendine gelme çağrısı ve apaçık Kuran’dır. Yaşamakta olanı uyandırsın ve kâfirlerin karşısına, sözü, gerçeğin ta kendisi olarak diksin için…” (Yasin; 36/96-70).

Demek ki Kuran “Yaşayanları uyarmak, uyanışa çağırmak, derin uykularından uyandırmak için gelmiştir. İşte bu “Yaşamakta olanı uyarmak/uyandırmak için” (liyunzira men kane hayyen) ifadesi “Yaşayan Kuran” espirisinin de isim kaynağı olmuştur.

Yani bu Kuran ölüler için değil diriler için, yaşayanlar için gelmiş bir kitaptır. Her çağda yaşayanlar, diri olanlar için yeniden anlaşılıp yorumlanması gerekir. Kuran’ı indiği çağdaki dirilerin anlayışında dondurmak, sonraki çağlarda yaşayanları ölü yerine koyarak hesaba katmamak onu ölü metin haline getirmektir. Çünkü Kuran kendisini anlamayan insanlara hitap ettiği zaman da ölülere hitabetmiş gibi olur. Bu nedenle Kuran’ın mezarlıktaki bir ölüye okunmasıyla, şehirde onu anlamayana, anlamayacağı bir dilde, anlamayacağı bir idrakle okunması aynı şeydir. Aslında mezarlıkta ve cenaze evinde okunan Kuranlar da oraya gelen dirilere hitaptan başka bir şey değildir.

Bu nedenle M. Akif’in dediği gibi “Doğrudan doğruya Kuran’dan alarak ilhamı çağın idrakine söyletmeliyiz İslâm’ı.” Yani Kuran her çağın algılamalarına hitap edecek tarzda yeniden yorumlanmalıdır. Örneğin “Gebe develer salıverildiği zaman” ifadesini “dilden dile” değil “çağdan çağa” getirmek gerekir. Hayatında deve görmemiş bir adama “gebe develerin salıverileceği bir günden” bahsetmek diriye değil ölüye hitaptır. Keza çöl fırtınasını “Katerina veya Tsunami”, Rum (Roma) adını “Amerika” şeklinde yorumlamak, izah etmek, güncellemek, aktüel okumaya tabi tutmak gerekir. Hayatında çöl görmemiş bir adamı “çöl fırtınası” afetiyle uyarmak diriye değil ölüye hitaptır. Bunun adı “orada öylece duran” Kuran metnini değil, “burada boyuna değişen idraki” yenilemektir. Dini değil, kendi kafamızı reforma uğratmaktır. Yeni bir din değil, yeni bir din anlayışı geliştirmektir. Kuran’ın bir “ölü metin” veya “eskiçağlar söylemi” olmaktan çıkarılması için böyle bir çaba kaçınılmazdır. “Yaşayan Kuran” adı işte bu “çabayı” ifade ediyor.

Kaldı ki Hz. Peygamber (s.a.v) yüz bin kişiye hitaben yaptığı “son konuşmasında” (Veda Hutbesi) bu duruma dikkat çekerek, pek çoğumuzun dikkatini çekmeyen bir vasiyette bulunmuştur: “Bu söylediklerimi burada bulunanlar bulunmayanlara iletsin, belki onlar daha iyi anlarlar…”

Bu ne demektir!

Neden Kuran hep kaldığı halde, onu bir dönem okuyup anlayanlar ölüp gitmektedir! Neden akıp giden tarih boyunca biteviye Kuran’ı yeniden okuyan nesiller getirilmektedir!

“Belki onlar daha iyi anlarlar” diye…

Doğrusu bu vasiyet, şu an “orada olmayanlar” durumunda olan bizler için heyecan verici bir vasiyettir. Demek ki “sahabe, sonra tabiîn, sonra tebe-i tabiîn” aslında her daim “yaşayan kuşaklar” olmaktadır. Demek ki “Orada olmayanlar” da sahabe olabilir.” Demek ki sadece “orada olan” değil, orada olmadığı halde “daha iyi anlayan, kavrayan, yaşayan” da sahabedir.

Çünkü hep bir “ezeli şimdi” halinde yenilenen insan kuşaklarıdır söz konusu olan. İyiden kötüye veya kötüden iyiye doğru bir gerileme veya ilerleme değil, hepsi aynı anda hep var olan bir dalgalanmadır söz konusu olan. Öncesi mi sonrası mı hayırlıdır bilinemez. Bu nedenle de Kuran bir kuşağın idrakinde “durularak” anlaşılabilir, ama bu o kuşağın idrakinde kendimizi “donduracağımız” anlamına gelmez. Eğer zamanla donma olmuşsa akıp giden tarih içinde belki “orada olmayanlar” bu donmayı açacaklardır. Çocuklar doğup geldiğine, Kuran’a muhatap boyuna yeni nesiller getirildiğine göre “orada olmayanlardan” bir şeyler bekleniyor demektir. Bu nedenle Hz. Peygamber’in vasiyetini geleceğe yönelik bir yönlendirme, “sürekli devrim” ilkesi ve onun izinde yürüyen sahabe kuşağının hiç bitmemesi olarak algılamaktayım…

“Bu kitap dirilere geldi” ayetinin geçtiği, adının bir manası da “Ey yaşayan insan! (Yâ Sin!) olan hitabı bu ruh ve heyecan içinde anlamaktayım…

Şurası bir gerçek ki, Kuran’ı boyuna “ölmüşe hitap” olarak okuyan “yurdum insanının” idrakinde, Akif’in şu sözleri yeryüzünde Türkçe diye bir dil yaşadıkça yankılanıp duracak;

“Ya açar bakarız Nazm-ı Celil’in yaprağına,
Ya üfler geçeriz bir ölünün toprağına,
İnmemiştir hele Kuran, bunu hakkıyla bilin;
Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için.
Ölüler dini değil, sen de bilirsin ki bu din
Diri doğmuş, duracak dipdiri, durdukça zemin.”

***

Çalışmamız, bazı özellikleri ile Kuran tefsirine kimi yeni açılımlar getirmek iddiasındadır. Aynı zamanda bu, çalışmamızın kimi temel özelliklerinin hatırlatılması da olacaktır. Bunları üç başlıkta toplayabiliriz.

1- Üslup: Kuran’ı bir meal hazırlamak için yeniden okumaya giriştiğimde gözüme çarpan en önemli husus kullandığı üslub oldu. Ben bu üslûba “Varlığın diliyle konuşan Kuran” dedim. Çünkü bu üslûp birçok şeyi kendiliğinden açıklıyor. Yani Kuran’ın “eyleyiş” tarzı aynı zamanda kendini ifade edişi oluyor. Buradan Allah-âlem, Allah-insan, Allah-peygamber, Allah-tabiat ilişkisine dair birçok tasavvur çıkarılabilir. Söz konusu bu üslûp tüm Kuran boyunca hiç şaşmadan devam eden “Biz” [!] diyen dildir. Burada Kuran’ın üslûbu sanki bir denizin içindeki balıklara hitap ederken “Biz” demesine benzemektedir. Bütün her şeyi “Biz” [!] diye anlatan bir dil… Onun “Biz” [!] dediği yerlerde bazen tarih, bazen tabiat, bazen insan, bazen yaşam, bazen ölüm, bazen afet, bazen savaş, bazen bitki, bazen ekin, bazen rüzgâr, bazen bulut, bazen cennet, bazen cehennem vs. hepsi vardır. Bütün bunlar tek bir “Biz” [!] üslûbuyla anlatılmaktadır. Tamamı bu “Biz” [!]‘in içindedir. Buradaki “Biz” [!] sanki tüm varlığın bütüncül ruhu gibi konuşmaktadır. Tarih, tabiat ve hayat dile gelmekte ve “Biz” [!] diye seslenmektedir. Denizin, içindekilerin hepsini içine alacak şekilde ve denizde olup biten her şeyi “Biz” [!] diyerek anlatması gibi… Bu konu şu ana kadar vahdet-i vucutçuluğa yoruldu. Bunun “oluş” (kevn) felsefesi dediğimiz yaklaşım doğrultusunda yeniden ele alınması gerektiğini düşünmekteyim. Buradan daha sağlıklı bir tanrı, âlem ve insan tasavvuru inşa edilebilir. Bu nedenle meal-tefsir boyunca ayetlere paralel bir şekilde bu konuya sık sık girdim, atıflarda bulundum.

2- Dil: Çalışmamızda öne çıkardığımız ikinci dikkat çekici özelilik Kuran’ın kullandığı dildir. Buna da “Metafizik gerilim içinde gelen dil” dedim. Bir meal metninde bunu başka bir dile çevirmek son derece zordur, hatta imkânsız da denebilir. Çünkü metafizik gerilim içinde gelen şiirsel bir dil başka bir dile aynı gerilim ve şiirsellik içinde ne kadar aktarılabilir! Bu noktada hiç olmazsa Mekkî surelerde görülen ve belli başlı varlıklara yemin (kasem) ile başlayan ayetleri “Dile gelsin” diye çevirdim. Çünkü Arapçada yemin birini yüceltmek için yapılır. Allah kendi dışında bir şeye yemin ettiği zaman onu yüceltmiş gibi oluyor. Oysa ondan başka yüce yoktur. Dolayısıyla bu tür kasem ayetlerinin “Yemin olsun” diye değil “Dile gelsin” şeklinde çevrilmesi uygun düşmektedir. Zaten bir şeye yemin etmek onu tanıklık etmeye, gerçeğin teyidi için dile gelip konuşmaya çağırmak demektir. Kuran işte bu şekilde kimi varlıkları dile gelip konuşmaya çağırmaktadır. Veya onların bir gün dile gelip konuşacağını söylemektedir. Örneğin; “Yıldızlar dile gelsin, güneş dile gelsin, ağaran tanyeri dile gelsin, sabaha yürüyen gece dile gelsin, incir ağacı dile gelsin, zeytin dağı dile gelsin, emin belde dile gelsin; (dile gelsin de söylesin) “Allah’tan başka tanrı yoktur!” gibi… Bu aynı zamanda Kuran’ın evreni tek bir bütün olarak kavrayan bakış açısının edebi bir üslûpla yansıtılması olmaktadır. Bunun Kuran’ın dilini anlamada yeni bir açılım olacağını ümit ediyorum. İlgili ayetler incelendiğinde görüleceği gibi bu konuyu da sık sık öne çıkardım.

3- Sembol; Çalışmamızda öne çıkan üçüncü özellik de şudur; Kuran’ın doğrudan kendisi sembolik bir dil kullanmıyor. Bilakis apaçık, o gün Mekke’nin sokaklarında konuşulan yaşayan Arapçayı fakat nezih ve edebi bir dil çerçevesinde kullanıyor. Ancak eskiçağlardan (kıssalardan) bahsederken, o devirlerin yerleşik sembol ve armalarına atıfta bulunuyor. Meselâ Hz. Süleyman anlatılırken kuş, yelkenli gemi, rüzgâr, karınca, cin, Hz. Yunus anlatılırken balık, Hz. Musa anlatılırken boğa/inek vs. den bahsediyor. Biz bunları şimdiye kadar yapıldığı gibi mucizevî, batınî ve iş’arî tefsir ve teville değil, “jeopolitik teoloji” dediğimiz yöntemle yorumladık. Bir anlamda İbni Haldun’un yapısalcı tarih analizini ilerleterek, eskiçağların teolojik jeopolitiğini çıkararak kıssaları anlamaya çalıştık. Yani bir peygamberin yaşadığı çağı önce kendi etkin tarihi içinde; dönemin tanrı, din ve devlet telâkkileri, armaları, flâmaları, sembolleri vs. bağlamında anlamak, sonra onlardan evrensel mesajlar çıkarıp günümüze getirmek… Buradan girince örneğin kuş Hitit’in, karınca Sebe’nin, yelkenli gemi Fenike’nin, cin ve peri Babil’in, boğa/bakara Mısır’ın, balık Asur’un tanrı-devlet sembolüydü sonucuna varıyoruz. Bu noktada kıssalar bambaşka bir anlam kazanıyor. Bu durumda, hem kimi meallerde görüldüğü gibi, bütün bu kıssaları rasyonellik adına aslı astarı olmayan Sami/Arap/İbranî mitolojileri olarak anlamaya gerek kalmıyor, hem de bin bir gece masalları, Alaaddin’in sihirli lâmbası, uçan halı, Ali baba ve kırk haramîler türü doğu kültürüne yatkın bilinçaltımızın irrasyonel algısından da kurtulmuş oluyor. Gerçekçi bir jeopolitik teoloji zeminine oturmuş oluyor. Şu ana kadar bu da pek yapılmış bir şey değildir. Bunun Kuran tefsirine yepyeni açılımlar getireceğini umuyorum…

4- Mucize; Çalışmamızda öne çıkan dördüncü bir özellikte mucize kavramına getirdiğimiz açılımdır. Şöyle ki; Mucize genellikle “olağanüstü, kuraldışı” olan şey olarak anlaşılıyor. Hâlbuki mucize “aciz bırakan” şey demektir. Meselâ güneş dakik bir şekilde, hiç şaşmadan her gün aynı yerden doğup aynı yerden batması itibarîyle son derece olağan, doğal bir olaydır. Ama bu haliyle mucizedir. İnsanı hayrette bırakarak doğar ve batar. Olağandır ve fakat karşısında acz içinde kalırız. İşte gerçek anlamda mucize budur. Başka bir deyişle ayın yarılması değil ayın kendisi mucizedir. Demek ki mucize aslında yaratılışın bizzat kendisidir; güneş, ay, yıldızlar, gece, gündüz, yer, gök, insan, bitkiler, hayvanlar vs. her şey… Bunların hepsi Kuran’ın ısrarlı vurgusuyla “ayet”tir. Kuran’ın hiçbir yerinde mucize kavramı geçmemekte ve fakat tüm bunlara ısrarla ayet demektedir. Buradan hareketle Kuran ve onun ortaya koyduğu din olan İslâm, Yahudilik gibi mucize, Hıristiyanlık gibi kehanet, Mecusîlik gibi bekleyiş, Sabilik gibi astroloji, Hinduizm gibi meskenet, Budizm gibi ızdırap, Hermetizm gibi büyü ve tılsım dini değil “söz ve eylem” (kavl ve amel) dinidir. Kuran buna ısrarla “ayâtun beyyinât” (söze dayalı apaçık deliller) ve “amalu salihât” (iyilik, güzellik, doğruluk için çalışmak) demektedir. Peygamberler halkların karşına sadece bununla çıkmışlardır. Hem insana yakışan, hem de eşit şartlarda imtihan olunmanın gereği de bu değil midir! Bu noktada Kuran ve İslâm’a, kendi etkin tarihi içinde, kendinden önceki eski dünya dinlerini, onların kullandığı form ve kavramları kullanarak dönüştüren, daha anlaşılabilir hale getiren, sokaktaki adamın aklına ve vicdanına hitabeder tarza sokan “son reformcu din” özelliği bakımından da yaklaşılmıştır. Burada durularak diğer dinler tarihine bakılmış, mukayeseler yapılmıştır. İlgili ayetlerde daha geniş açıklamaları görülebileceği gibi bu konu da çalışmamızın önemli açılımlarından bir diğerini oluşturmaktadır.

Şu halde buraya kadar söylediklerimiz aynı zamanda takip ettiğimiz tefsir metodunu da açıklamaktadır. Özetle buna “Kuran’ı tarih, tabiat ve hayat ile yorumlayıp açıklamak” diyebiliriz. Çünkü bunların hepsinin ana kaynağı tektir (ummu’l-kitap) ve hiç durmadan birbirini açıklar, tefsir eder. Bize düşen bu yaşayan, canlı, hareket halindeki açıklamaları yakalayabilmektir. Onun için çalışmamızın adına “Yaşayan Kuran” dedim…

***

Çalışmamızın meal, çeviri ve yazım tekniği açısından da kendine özgü bazı özellikleri bulunmaktadır. “Kuran ve meali”nden ne anladığımızı, bu meali diğerlerinden ayıran kimi temel noktaları yukarıda beyan ettikten sonra meal ve tefsir şeklinde başlıca iki bölümden oluşan çalışmamızda takip ettiğimiz çeviri ve yazım yöntemi de kısaca şöyle sıralayabiliriz;

1- Meal bölümünde Cibril hadisinden ilhamla İslâm’ın “üzerine bina edildiği” kimi temel kavramlar meal boyunca Kuran’da geçtiği ve Müslüman bilincin idrakinde oluştuğu şekliyle verilmiştir. Bunlar Allah, Rab, şeytan, melek, rızık, vahiy, peygamber, kitap, ahiret, cennet, cehennem, namaz, oruç, hac, zekat, cihat, hicret, tövbe, adalet, emanet, ehliyet gibi yaklaşık 20 civarında kavramdır.

2- Meal bölümünde özel kişi, halk, kavim, topluluk, din ve yer isimleri zorunlu olarak korunmuştur; Bunlar da Cebrail, Âdem, Nuh, İdris, Hud, İbrahim, İsa, Musa, Davud, Süleyman, Yunus, Muhammed, Zeyd, Kuran, Tevrat, İncil, Zebur, İsrail oğulları, İslâm, Yahudiler, Hıristiyanlar, Sebe, Havarî, Semud, Ad, Kabe, Mekke vb. 40 civarında isimdir.

3- Meal bölümünde Kuran’ın “biz” ve “öteki” idrakini yansıtan kâfir, muslim (müslüman), mümin, münafık, zalim, tâğut kavramları da geçtiği şekilde verilmiştir.

Böylece Kuran’ın “omurgası” diyebileceğimiz yaklaşık 70 kavram Kuran’da geçtiği şekilde (Arapça ifadeler aynıyla Lâtin harfleriyle yazılarak) meal metninde yer almıştır. Aksi halde bunlara da Türkçe anlam bulmaya çalıştığınızda “Yüzüne renk gelmeyen” tuhaf bir meal dili ortaya çıkmaktadır.

Yukarıdaki ilk üç maddede geçen “omurga kavramlar” dışındakiler mümkün mertebe “yaşayan Türkçede” karşılanan anlamlarıyla yer almıştır. Bunlar meal metinine de yansıtılmıştır. Aksi halde bunları da olduğu gibi verdiğinizde “Hayat değil tapınak dili” dediğimiz yaşayan hayattan kopuk, başka dilde karşılığı olmayan, sadece yedinci yüzyıl Arap dil, tarih ve kültür evrenine mahsus, antik (eski) çağ metni muamelesi gören ve de sadece uzmanlarının anladığı tuhaf bir meal dili ortaya çıkmaktadır.

Kavram ve deyişlere verilen ana anlamlardan bazı örnekler şunlardır;

Tevhid; birlik,
Samed; bölünmez bütünlük,
Şirk; ortak koşmak (Allah’ın birliğini ve bölünmez bütünlüğünü parçalamak)
Kevn; oluş,
Emr; iş ve oluş
Dehr; süreç,
Kasem/Yemin; dile gelme
İbda/mubdi; yaratmak; ortaya çıkarmak, meydana getirmek
Abd/ibadet; ibadet etmek; çalışmak, üretmek, meydana getirmek
Hayy; dipdiri yaşam kaynağı,
Kayyum; yarattıkları üzerine titreyen,
Kavvam; kadınlar üzerine titreyen,
Dinu’l-kayyime; hayat üzerine titreyen, yaşayan hayat dini,
Kitabun kayyime; hayat üzerine titreyen, yaşayan hayat kitabı,
İvecen kayyime; fil dişi kulelerinde değil yaşayan hayat içinde oluşan,
Halk-ı cedid; yeniden yaratma,
Takva; Allah bilinciyle yaşamak, Allah’ın öfkesini çekmekten sakınmak
Rahmet; sevgi ve merhamet,
Kerem; cömertlik,
Latif; incelik,
Ğafur; Bağışlayan, affeden
Hikmet; bilgelik,
Hılm; ince ruhlu,
Ecr/ceza; karşılık, ceza
Amel-i salihât; iyilik, güzellik, doğruluk için çalışmak,
Sırat-ı müstakim; doğruluk ve dürüstlük yolu,
Hidayet; Doğru yolu göstermek, doğru yolda yürümek
Hayr; erdem,
Muhsin; güzel ahlâk sahibi,
İhlas; saf bir yürek temizliği içinde olmak,
Huşu; korku ve titreme,
Sıdk/sadakat; sözü namus bilmek,
Muhsan; namusuyla bir yuva kurmuş kadın,
Hanif; sağduyudan şaşmayan,
Ahd-i misak; fıtrî söz, vicdanın dile gelişi
Hablullah; Allah’ın yolu,
Hablunnâs; ana insanlık yolu,
Basiret; kalp gözü, vicdanın sesi,
Basâiru li’nnâs; insanlığın vicdanı vb.

Bu şekilde tefsir bölümünde yaklaşık 350 kavram analizi yapılmıştır. Analizlerde daha çok karşılaştırmalı filoloji (dilbilim) üzerinde durulmuş. Bunlara verilen anlamlar meal metinine yansıtılmıştır. Dipnotlarda (tefsir bölümünde) ise bunlara neden bu karşılıkların verildiği, hangi gerekçelerle böyle yorumlandığının savunması yapılmış, karşılaştırmalı ilâve yorumlarla delilleri gösterilmiştir.

Tefsir bölümünde ise yazım tekniği olarak şu yöntem takip edilmiştir;

1- Sure isminin hemen altında sureyi tanıtıcı ve bu sureye neden bu ismin verilmiş olduğuna dair kısa açıklamalar yer almaktadır.

2- Kuran’ın Arapça asıl metninin yanından akan metin ana meal metnidir. Burada mümkün mertebe akıcı, yalın bir Türkçe kullanılmaya çalışılmış, hiç bir yerinde parantez açmak suretiyle metin yarılmamıştır. Parantezin de meal gibi yanlış anlaşıldığını düşünürsek bunu neden yaptığımız anlaşılabilir. Şöyle ki; parantez açınca meale yorum katılmış, açmayınca yorumsuz verilmiş olduğu sanılmaktadır. Hâlbuki parantez açmadan verilenler de yorumdur. Parantez içi ise yorumun biraz daha açıklamasıdır. Yani her ikisi de yorumdur. Çünkü Arapça asıl metnin dışında yazılan her şey yorumdur, ister parantez dışı, ister parantez içi olsun, ister üstte ister altta olsun fark etmez. Az önce geçtiği gibi burada yorum Arapça (Kuran) metninin zihindeki yankısı anlamında kullanılmaktadır.

3- Meal bölümünde “BÜYÜK HARFLERLE” başlayan yerler konunun değiştiğini veya arada zaman farkı olduğunu göstermektedir.

4- Tefsir bölümünde “Harfi harfine” diye başlayan yerler Arapça asıl metinde geçen sözcükleri aynıyla vererek yapılan çeviridir. Yani mealde yorumlanmış bir cümle Arapça aslında hangi kelimelerin geçtiğini göstermek için tefsir bölümünde (dipnotta kısmında) tekrar verilmiştir. “Harfi harfine” diye başlayan yerler bunu ifade etmektedir. Böylece asıl metinden tümüyle kopmamak ve metinde geçenle geçmeyenin görülmesi sağlanmak istenmiştir.

5- Tefsir bölümünde “Rivayete göre” diye başlayan yerler sebep-i nüzul kısmı olup genellikle klâsik tefsirlerden özet bilgileri ihtiva etmektedir. Yararlanılan kaynaklar sadece meşhur olan ismi verilerek parantez içinde gösterilmiştir. (Razi, Taberi, Kurtubi, Zemahşeri) vb.

6- Tefsir bölümünde “BÜYÜK” harfle başlayan bölümler kavram analizlerinin yapıldığı yer olup daha çok sözlükbilgileri verilmekte, mukayeseli dil analizleri yapılmakta ve adı geçen sözcüğün nereden geldiği, kökünün ne olduğu, bu kökten hangi kelimelerin klâsik ve şu anki yaşayan Arapçada kullanıldığı, bugünkü yaşayan Türkçede ona tekabül eden kelime veya deyimin ne olduğu, hangi Türk edebiyat metninde (şiir, türkü, deyiş, atasözü) nasıl kullanıldığı vs. gösterilmekte ve kavrama ait yorumlar yapılmaktadır.

7- Tefsir bölümünde “Demek ki” diye başlayan yerlerde ayetten bugüne dair yorumlar çıkarılmakta ve “Bugün olsaydı!” bakış açısından metinden metine değil daha çok çağdan çağa yorum esas alınarak yorumlara girişilmektedir.

8- Tefsir bölümünde yine “Öyle görünüyor ki”, “Görüldüğü gibi”, “Dikkat edilirse”, “Anlaşılan” vb. şekilde başlayan açıklamalar konunun akışına göre surenin, ayetin veya pasajın (ayet gurubunun) anlaşılmasına yönelik kimi izahlar olmaktadır…

Demek ki elinizdeki çalışmada “Türkçe” olarak okuduğunuz her şey -meal metni de dâhil- esas metnin (Arapça Kuran) benim zihin dünyamdaki yankılanmaları olmaktadır. Yedinci yüzyıl Sami/Arap dil, tarih ve kültür evreninde bizler bu dünyada yokken oluşmuş bir metni, yüzyıllar sonra kendi doğup büyüdüğüm Türk, dil, tarih ve kültür evrenin ortamına getirdiğimde gördüklerim, duyduklarım, anladıklarım, hissettiklerimdir.

Keza şu an yeryüzünde Tanrı’nın kelâmı diye bilinen diğer kutsal kitapları da en az Kuran kadar okumuş incelemiş bulunmaktayım. Ama açık yüreklilikle itiraf edilmeli ki bu Kuran çok başka bir şey. Kuran’ın Allah’ın kelâmı olduğuna dair inancımdan hiç bir şüphem yoktur. Okudukça bu inancımın daha da arttığını gördüm. Dahası benim gönlümde Kuran tam anlamıyla “vicdanın ve merhametin evrensel sesi” olarak kök salmıştır. Allah, 7. yüzyıl Mekke-Medine ortamından seçtiği bir öksüzün saf bir yürek temizliği içindeki vicdanı üzerinden tüm insanlığa mesajını iletmeyi murad etmiş, bunu anlamaktayım.

Bu nedenle Kuran’ın “hitabının tarihsel mesajının evrensel” olduğu genel ilkesinden hareketle kimi okumalara ve yorumlamalara giriştim. Gördüm ki ele aldığı kişi veya olaylar tarihin konusu olsa da onlar üzerinden verdiği mesajlar kesinlikle tüm insanlığı ilgilendirmektedir. Bu nedenle insanlığın bu kitaba şiddetle ihtiyacı vardır.

Yani her doğan çocuğu Âdem olarak gördüğünüzde mesajın tem yerini bulduğunu göreceksiniz. Çünkü aslında Âdem kıssası her doğan çocukla birlikte yeniden başlıyor; insan, şeytan, kötülük, iyilik, kadın, erkek, günah, tövbe, pişmanlık, bilgi, akıl vs. Keza her hayata atılan gencin Yusuf olarak gördüğünüzde mesajın on ikiden vurduğunu göreceksiniz; haset, hile, entrika, yalan, ihtiras, şehvet, tutku gibi dürtülere karşılık, bilgelik, adalet, güven, dostluk, kardeşlik, vefa, söz ve namusun yükselişi…

Bunlar bugün hala klâsik romanların veya filimlerin değişmez konusu değil midir! Demek ki klâsik konulara dair yazılan her roman, çekilen her film aslında bir Âdem, bir Yusuf kıssasının yeni versiyonlarından başka bir şey değil…

“Yaşayan Kuran” derken kastettiğim de esas itibarîyle budur.

İşte buna benzer nice “tarihsel” kişi ve olaylar üzerinden “evrensel” mesajlar veriyor Kuran. Bu nedenle olsa gerek tarihte kalması kaçınılmaz olan yerlerde “bilinçli bir susuş” sergiliyor. Birkaç yerde Mekke, bir iki yerde Arap ismi geçiyor. İlginçtir Muhammed dışında bir tek kişinin ismi geçiyor o da bir eski köle ve evlâtlık olan Zeyd…

Yani kendini indiği dil, tarih ve kültür evrenine gömmüyor. Bilakis onlar üzerinden sonraki çağlara söylenecekleri de düşünerek konuşuyor.

Böyle yapmakla sanki her çağda yeniden öksüzlerin yüreğinde, evlâtlık muamelesi görenlerin ve köleleştirilmek istenilenlerin dilinde, mazlumların, mağdurların, mahrumların, Âdemlerin, Yusufların ve de tüm insanlığın vicdanında yankılansın istiyor.

Bu nedenle olmalı ki Kuran ezilenlerin, mağdurların, mazlumların yani vicdanın ve merhametin yalın sesi olarak doğdu. Kuran’ı baştan sonra okuyun, bütün derdinin bu olduğunu göreceksiniz. Kölelerden, yoksullardan, öksüzlerden, yetimlerden, evlâtlıklardan, kızlardan, kadınlardan, yaşlılardan, âmâdan, sağırdan, dilsizden, özürlüden bahsediyorsa bundandır. Bunların çok kütü durumda olan durumlarını düzeltmek, haklarını savunmak içindir. Eğer bunlarla diğerleri arasında karmaşık gibi gelen bir ayet görüyorsanız hiç tereddüt etmeden Kuran’ın ezilen kimse, mahrum ve mağdur kimse ondan yana olduğuna hükmedebelirsiniz. Bu, hiçbir şekilde şaşmaz… Çünkü Kuran tapınaklarda, mabetlerde, saraylarda doğmuş bir kitap değildir. Bilakis mağaralarda, savaş meydanlarında, sokaklarda doğmuştur. Bunun için de dili bir tapınak değil hayat dilidir. Eğer insanlığın tanıyıp bildiği (maruf) , yokluğunu hissettiği değerleri değil de, ilgisiz alâkasız dini faraziyeleri getirseydi, sokaktaki adamın derdine bîgâne bir söylemle bir öksüzün yüreğinden değil de bir din adamının ihtirasından doğmuş olsaydı kimse onu dinlemezdi. İnsanlık vicdanı onu da dışına atardı. Bilakis o sokağın beklediği soruyu sordu; “Bu kız çocukları hangi suçundan dolayı diri diri gömüldü!” diye sordu. Mazlumun yanında oldu, ezilene aradığını verdi, fıtratın, ortak iyinin sesi oldu. Yani doğrudan akla ve vicdana hitabetti. İnsanlığın adalet arayan damarını harekete geçirdi. Umudun, hasretin, aklın ve vicdanın dili oldu. Bir öksüz çıktı “İnsanlıkta sevgi ve merhameti yaymak için geldim” (rahmeten li’l-âlemin) dedi…

İşte bunlardı dalga dalga yayılan, gönülleri fetheden…

Bende önce bir insan sonra da Müslüman olarak bu ruhu yakalamaya ve yansıtmaya çalıştım. Yani demem o ki bu ilâhî hitap benim zihin dünyamda, gönlümde, vicdanımda ve dilimde böyle yankılandı…

Şehit Seyyid Kutup’un tefsirine verdiği isimde geçtiği gibi “Kuran’ın gölgesinde” yürüdüm. Bu kitabın on dört asırlık tarihi boyunca hakkında söylenenleri, o çağın Müsümanlarında yankılananlar olarak değerlendirdim. Böylesi görkemli bir zenginliği saygıyla andım. Ancak hiç bir âlimin veya hiç bir ekolün ne mutlak takipçisi ne de mutlak reddedicisi olmadım. Ana ümmet geleneğine yaslandım. Buradan akan tarihe, bilince, idrake, hissiyata, aidiyete ve celâdete katıldım. Çok okudum, çok araştırdım, eskiçağlarda yaşamış âlimlerden çok şey öğrendim. Fakat sonuçta onlardan süzdüğüm kendi sonuçlarımı yansıttım.

Kuran’ın belirli bir çağa değil de genel olarak “Çağ dile gelsin” diyerek her çağda onu kim okuyorsa o çağa yemin ettiği üç ayetlik Asr (çağ) suresinin verdiği mesajı buna yordum. Yani iman ederek “kendi çağlarının” göğsüne iyilik, güzellik, doğruluk için, hak ve adalet için, dertleri ve acıları paylaşmak için omuz omuza verip tohum ekenler kurtulacak, gerisi hüsrana uğrayacak, kaybedecek…

Sonuç olarak bütün bunları okuyanlarla paylaşmak için yazıya döktüm, kitap haline getirdim. Umarım kaybedenlerden olmam. Bu çalışmanın okuyan herkese bir faydasının olması en büyük dileğimdir.

Söylediğim her şey, noktasına virgülüne kadar hesabı sorulma ve verilme makamındadır. Hem dünyada hem ahirette. Esas hesap sorucu olarak ise Allah yeter. O’nun sevgisi ve merhameti sonsuzdur. O’na sığındım, O’na güvendim.

Mümin yüreklerde iyilikle, hayırla anılsın.

Dinlerini hurafelere boğmuş zihinlere aydınlık ve ışık saçsın.

Dinlerinden ümidini kesmiş zihinlerde ise yeniden uyanışa, canlanışa, böyle bir dine mensup olmakla gurur duymaya vesile olsun.

Baki kalan şu kubbede hoş bir seda olsun.

Rabbim mahcup etme…

R. İhsan Eliaçık

Nisan/2007
Fatih/İstanbul

19 Haziran 2014 Perşembe

GÜLÜMSETİRKEN DÜŞÜN-DÜRTEN HABER-YORUMLAR-4

Gıdıklama testi evrimi kanıtladı! Darwin’in ‘Evrim Teorisi’, insanların atalarının maymuna benzer bir hayvan olduğunu ve tüm canlıların daha ilkel bir canlıdan türediğini öne sürüyor. Amerika’da Emory Üniversitesi’nden uzmanlar bu teorinin doğruluğuna işaret eden önemli bir buluş yaptı. Uzmanlar, 22 maymun (şempanze ile bonobo cinsleri) ve 3 insanı gıdıklayıp çıkardıkları sesleri kaydetti. Bu sesleri analiz eden uzmanlar “Maymunlar da insanlar gibi gıdıklanınca gülüyor. Deneklerin çıkardığı seslerin akustiği bazı noktalarda aynı karakteristik özellikleri taşıyor. Bu, ‘Evrim Teorisi’ni kanıtlayabilir” dedi. [Posta; 06/06/2009]

Ciddiyeti(!) ve güvenilirliği(!) tartışılmaz bu ‘çok bakılan’ (çok okunanla karıştırmayalım lütfen) gazetenin verdiği habere göre “bu gıdıklama testi evrim teorisini kanıtlayabilir”miş. Haydiii, çık işin içinden çıkabilirsen şimdi çık. Yahu bu ülkede taaa cumhuriyet ilan edildiğinden beri cumhur’a ve özellikle onların çocuklarına devlet okullarında, atalarının maymundan geldiğini gayet bilimsel verilerle, bırakın teori olmayı vahiy mesabesinde öğretmedik mi? On yılda onbeş milyon gence “evrim teorisi in, yaratılış gerçeği out” muamelesi çekmedik mi? Ne kanıtlan-a-maz teoriymiş bu evrim teorisi yahu.
Sonunda bu gıdaklama (pardon gıdıklama) testine ihtiyaç duydular herhal. Ne yani bir başka hayvanı, ne bileyim domuz, çakal, yılan filan gıdıklasalardı, acaba onların da çıkardıkları sesler bizimle aynı karakteristik özellikleri taşısaydı ne olacaktı acep? Aha, bu bizim atamız mı diyecektik? Birçok hayvanla benzeşen yanlarımız da yok değil hani? Maymun iştahlı, yılan gibi sinsi, çakal gibi güvenilmez, domuz gibi helal-haram demeden tıkınan insan kılığında hayvan mebzul miktarda var değil mi yaşadığımız çevrede?
Bu uzmanlar, bilim adamları (bir yerde çağımızın ruhbanları, din adamları) iyi ki yalnızca maymunlarla test yapıyorlar. İyice maymuna çevirdiler bizi. Bu test, çift kör mü yoksa randomize kontrollü mü yapıldı acep? Denek sayısı (22 maymun, 3 insan) yeterli mi dersiniz? Ya bu 3 insan, üç maymun’u oynayıp görmedim, duymadım, bilmiyorum demişse? Boru değil bu, soru. Yönelteceğim elbette böyle bir “bilimsel çalışma”ya soru üstüne soru (bayağı da kafiyeli oldu hani).
Kanıtladı mı bilinmez bu test, Darwin’in evrim iddiasını o bir yana, ama bizde hala İslam’la barışık olmayan hatta savaşım içindeki kesime bir destek daha gelmiş, yüreklerine su serpilmiş olsa gerektir. Daha dün “Tubitak dergisi Darwin’e karşı, Darwin’i sansürledi, kovdu” diye yeri göğü inlettiler hatırlarsanız. Ya maazallah Allah’ın canlı, cansız bütün varlıkların yoktan var edeni olduğu gerçeği, bunların teorilerini Musa’nın asasının -Allah’ın izni ve yardımı ile- Firavun’un sihirbazlarının hilelerini yeyip yutması gibi ham ediverirse ne yapacaklar. O yüzden okullarda olsun, medyada olsun taraftarlarına ve fikren iğfal ettikleri masum insanlara devamlı bu tür sihirler üflüyorlar, büyünün etkisinin bilimsellik kisvesiyle devamını sağlamaya çalışıyorlar.
Değil sadece maymun bütün hayvanlarla insan arasında ve hatta bütün diğer canlı ve cansız varlıklar arasında benzerlikler, ortak noktalar olduğu gerçeği bir tarafa, ısrarla “atalarının maymun olduğu, maymuna benzediği” hipotezine inanmaya, iman etmeye devam etmeleri kendi bilecekleri bir husustur. Fakat bu iddialarını, inançlarını bilimsel sosa bulayarak herkese dolma gibi yutturmaları dayanılır gibi değil.
Seslerinin fazla çıkması, borazanlarının ötmesi ‘gerçekten hiçbir şey ifade etmez’. Elbette maymundan veya başka bir hayvandan geldiğine inanmak, iman etmek onların bileceği bir husus. Bu düşünce onlara hoş da gelebilir. Dünyada bütün yapıp ettiklerinden ölüm sonrası hesap vermeme düşüncesi; dünya hayatında dileğince, gönlünce yaşama arzusu onları cezbetmiş de olabilir. Fakat artık maymunun gözü açıldı. Milli midir, zilli midir, filli midir her ne ise bu eğitim İslami olmadıkça, Kur’ani olmadıkça, vahye dayanmadıkça bu evrim yalanı sürer gider. Biz de zaman zaman maymun iştahlı insanların yaptığı bu tür haberlerle gülümser, zaman zaman da ağlarız gülünecek halimize birçok şeyde olduğu gibi.
Atam, babam Adem (a.s)’e ve eşi annem Havva’ya selam olsun. Ben onların ve onların oğulları Habil’in ardı sıra gitmek istiyorum, Kabil’in yolu’ndan değil. Mevlam, beni bu ikrar ile haşret.

Hava Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Aydoğan Babaoğlu'nun, Aktütün Karakolu'na yapılan saldırıda 17 Mehmetçik şehit düşerken Antalya'da golf oynaması tepkilere neden oldu. Karakola saldırının başladığı 3 Ekim Cuma günü Antalya'nın Serik ilçesine bağlı Belek beldesinde düzenlenen Ramazan Bayramı Golf Turnuvası'na katılan Babaoğlu, Cumartesi günü de sahaya çıktı. Babaoğlu, Genelkurmay Başkanlığı'nın Cumartesi günü yaptığı açıklamayla saldırıdan haberi oldu. Babaoğlu, dün “Mehmetçik şehit düşerken golf oynamasını' eleştiren medyaya verdiği cevap da tartışmalara neden oldu. Babaoğlu bir gazeteye verdiği demeçte “Eleştiride bulunanları mutlu etmek için o gün Aktütün'e mi gitseydim?” dedi. Babaoğlu'nun 'Aktütün'e mi gitseydim' sözleri tepkilere neden oldu. [Yeni Şafak; 09/10/2008]

“Kuzey Irak, artık bizim için BBG-Biri Bizi Gözetliyor- evi gibidir. Eski Genelkurmay Başkanı Yaşar Büyükanıt” (www.radikal.com; 17.12.2007). İşte Paşanın tabiriyle BBG evinden Aktütün Karakolu civarına ellerini kollarını sallaya sallaya gelen (Taraf Gazetesi’nin 14.10.2008 günkü haberine göre) bir grup şaki, göstere göstere bilmem kaçıncı kez aynı karakola saldırıda bulunduktan sonra da çekip gitmişler. Çeyrek asrı geçen süredir bu ülkenin dört bir tarafından binlerce asker, sivil delik deşik edilip binlerce ocağa ateş düşerken, son olaydan bihaber Havacı Paşa da, golf topunu bilmem kaçıncı deliğe sokmakla meşgulmüş. Hoş olsa da ne olurmuş ki, “eleştiride bulunanları mutlu etmek için o gün Aktütün’e mi gitseymiş?”miş.
İşin garibi -küçük bir ayrıntı ama- değinmeden geçemeyeceğim. Aynı Paşanın da katıldığı “Eskişehir'de şehit cenaze namazı sırasında Cumhurbaşkanı Gül, protesto edildi” (www.patronlardunyasi.com; 05.10.2008). Şaşkınlığın bu kadarına da pes doğrusu. Sanki daha yeni ayağının tozuyla golf sahasından gelen Paşa değil de Gül. Gel de gülme bu işe. Daha kısa bir süre önce “Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral İlker Başbuğ’dan görevi devralan Orgeneral Işık Koşaner, devir-teslim töreninde yaptığı konuşmada, “Türk Silahlı Kuvvetleri’nin ulusunun dışında ayrı bir denetime ihtiyacı da bulunmamaktadır” demişti. (www.superonline.com; 28.08.2008) Bu ulus mu, bu cumhur mu denetleyecek TSK’yı? Hadi canım sen de. Nerde ne yapacağını, kime ne söyleyeceğini şaşırmış, darbe yiye yiye serseme dönmüş, silahı (darbeyi) görünce sinen, doğru düzgün en küçük bir tavrı bile koyamayan bu ulus mu denetleyecek? Bu ulus bırakın denetim yapmayı, darbe düdüğü çalınca esas duruşa geçip selama durur.
Bu kafayla da –düşük yoğunlukla da olsa- bu savaş, bir çeyrek asır daha devam eder. Bu savaşın olmasından, sürmesinden medet uman, nemalanan, güç devşiren ne kadar iç ve dış odak varsa ihya olur, evlatlarını kaybeden nice ana, baba da bağrına taş basıp, acısını yüreğine gömer. Bir ben miyim bu gerçeği gören sanıyorsunuz? Sağır sultan, kör padişah bile biliyor bu çıplak gerçeği. “Ama bu ülkede Kürt sorununun çözümü istenmiyor. Çünkü bu işten herkesin çıkarı var. Sadece askerin değil, güvenlik birimlerinin, siyasetin, işadamlarının kısacası toplumun büyük bir kesiminin çıkarı var bunda. Kürt sorunu her türlü istismarı ve illegal parayı besliyor.” (Kürt sorunu ve Ergenekon, Mehmet Altan, Sabah, 21.10.2008)
İlelebed (kıyamete kadar) hiçbir devletin payidar olmadığı şu dünyada Osmanlı İmparatorluğu da payidar (kalıcı) olamadı, göçüp gitti. Fakat reflekslerini, geleneklerini, ruhunu Türkiye Cumhuriyeti adını alarak devam ettirdi. Osmanlı’da “din ve devlet’in al-i menfaati, bekası” düşüncesi yerini -din, out olduğu için- yerini yalnızca devlete, vatana, ülkeye bıraktı. Devletin bekası için gerekirse bütün halkı feda ederim” diyen “4. Murat zihniyeti” ve sık sık ayaklanarak istemedikleri padişahları ve devlet adamlarını azleden, hatta öldüren “yeniçeri ruhu” dipdiri olarak bu ülkede ortalıkta dolaşıyor. Yazılı ve görsel medyada bu zihniyeti ve ruhu yansıtan, hatırlatan beyanatları, açıklamaları sık sık okuyoruz, duyuyoruz. Son “irtica ile mücadele eylem planı” etrafında konuşulanlar bu zihniyetin ve ruhun öyle bu ülkeden kolay kolay çekip gitmeyeceğini, kaybolmayacağını ayan beyan göstermekte değil midir?
“Sarıkız ve Ayışığı darbelerini yapmak isteyenler, ABD izin vermediği için başarılı olamadı. Biz ABD izin vermediği için darbe yapamayanları yargılıyoruz. Ama bir de ABD'nin izin verdiği darbeler var. Komuta kademesinin bizatihi izin verdiği darbeler var. Bunları niye yargılamıyoruz?” (1 numara Fenerbahçe Orduevi’nde, 78’liler Vakfı Başkanı Celalettin Can ile söyleşi, Aksiyon, www.haber7.com, 21.10.2008) diyen kişi haksız mı?
Bir ülke düşünün ki çeşitli askeri binaların duvarlarının üzerine şu söz yazılmış olsun. “Orduya sadakat milletin şerefidir”. Devletin ordusundan ziyade ordunun devletinden bahsedebileceğimiz bu ülkede, elbette millet orduya sadakat göstermeyip onun için belirlenen çizginin dışına çıkarsa, haddini aşarsa birileri de ‘kurucu ve kurtarıcı, koruyucu ve kollayıcı’ olarak seyredip durmaz ve sahnedeki yerini alarak, içeride ve dışarıdaki destekçilerini de yedeğine katarak milletin yaramaz, sadakatsiz kısmına haddini bildirir, ocağına incir ağacını diker. 150-200 yıldır bu böyle. Yakın tarihte de değişeceğe benzemiyor. Belki çocuklarımızda, torunlarımızda, belki de onların torunlarında.
Düşün-dürttüm düşündürttürmesine ama bırakın güldürmeyi, gülümsetemediğimin bile farkındayım. Bazı konular, durumlar vardır ki ne gülebilir, ne de güldürebilirsiniz. Yine de son bir kez gülümsetmeyi tecrübe edeyim. “Emekli Korgeneral ve İP Genel Başkan Yardımcısı Yaşar Müjdeci, kendisine 'darbe yapın' şeklinde gelen taleplerin Ergenekon operasyonundan sonra kesildiğini söyledi. Atatürkçü Düşünce Kulübü tarafından Marmara Üniversitesi'nde düzenlenen panelde “Eskiden günde 100'den fazla 'Bu memleketin hali ne olacak, daha ne duruyorsunuz darbe yapsanıza!' diye mailler aldığını anlatan Müjdeci şimdi dertli: "Bir tane kalmadı arkadaşlar. Herkes sustu, herkes yola geldi. AK Parti hükümeti ve Amerika, bu korkuyu salmak suretiyle, herkesi dinleme paranoyasına sokmak suretiyle bu hale getirdi" (www.iyibilgi.com; 12.10.2008).
Ne dersiniz bu yazı da, ‘bir kağıt parçası’ olarak ‘irtica ile mücadele eylem planı’ konusunda arkasına 32 paşayı da alarak –gözdağı verircesine, meydan okurcasına- basın toplantısı yapan ve sert açıklamalarda bulunan İlker Başbuğ Paşa tarafından “TSK’yı yıpratma ve karalama amacıyla hazırlanmış, TSK üzerinde eli olmak, TSK üzerinden kendini siyasi tanımlama düşüncesi ve gayretleri,  TSK’ya karşı medya üzerinden, asimetrik bir psikolojik harekat yürütmek” (Başbuğ: TSK bir kağıt parçası ile yıpratılıyor, www.haberler.com, 26.06.2009) olarak değerlendirilir mi acep? Gitti mi şimdi bizim –zaten hiç olmayan- akredite ilelebed?

NOT: Bu haberlerin yayınlandığı ve yorumun yazıldığı tarihlere dikkat edilsin lütfen. Aradan geçen 5-6 yıl içinde neler oldu neler, hem de akla hayale gelmez şeyler.

12 Haziran 2014 Perşembe

YAŞADIĞIM TOPLUMA DAİR

Adına Türkiye ya da Anadolu denilen coğrafyada neredeyse yarım asra yakındır ömür sürdüm. Memleketin her karış toprağını değilse de büyük bir kısmını gezdim. Sevdiğim şeylerden biri de insanları gözlemlemek, davranışlarını, tutumlarını tahlil etmeye çalışmaktır. Çevremdeki insanlara, yaşadığım topluma dair tespitlerimi birçok vesileyle tanıdığım insanlarla paylaştım. Bütün bu saptamaların küçük bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Dünyaya bir şekilde gözlerini açan ve iyi kötü bir şeyleri anlamaya, anlamlandırmaya, fark etmeye çalışan her insan gibi ben de ailemin, akrabalarımın, çevremin ve toplumun değer yargılarının etkisi altında büyüdüm, fikir sahibi oldum. Zamanla bana aktarılanlarla yetinmeyip kendime ait doğrularım, kanaatlerim oluştu, olgunlaştı.

İçinde yaşadığımız toplum diğer doğu toplumları gibi daha çok duygusal yönü ağır basan ve hüzne yakın bir toplum. Yazılı kültürden ziyade sözlü kültüre daha yatkın, şimdilerde ise büyülü camlar (tv, bilgisayar, cep telefonu, vb)’ın etkisiyle görsel ağırlıklı bir bilgilenme revaçta. Herhangi bir kişi veya konu hakkında esaslı, yeterli bir fikre sahip olmak yerine yüzeysel bilgilerle, dedikodu kabilinden rivayetlerle, söylentilerle kanaat sahibi olma yoluna gidiyoruz. Meselenin özüne, künhüne vakıf olmak için emek sarf etmeye, zahmet etmeye çoğu zaman gerek bile duymuyoruz.

Bir veya birkaç konuda etraflıca ve derinlemesine bilgi sahibi olma yerine her konuda bir parça bir şeyler bilen, hayata dair her konuda bilsin bilmesin, anlasın anlamasın bir şeyler söyleme lüzumu hisseden bir tavır hȃkim insanımızda. Eğitim sistemi de bundan farklı olmayıp bu sakat tavrı iyice pekiştirip içinden çıkılmaz hale getiriyor.

1920’lerde yüzlerce yıllık bir imparatorluktan arta kalmış topraklarda, savaş yorgunu bir halkın dörtte üçünden fazlası köylerde yaşarken bugün tam tersi daha fazlası şehirlerde yaşıyor. Dün köyünde, kasabasında bırakın dünyayı, kendi ülkesinde olup bitenlerden bile habersiz olan insanlar, iletişim ve ulaşım imkȃnlarının artmasıyla bugün isterse an be an (facebook, twitter, vb) gelişmelerden haberdar ve hatta müdȃhil olabiliyor. Fakat aynı zamanda sosyal medyanın da yardımıyla bilgi, haber bombardımanı altında enformasyon cehaletine dahi dȗçar olma ihtimali mevcut. Elbette bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz, fakat günümüz toplumunda malumat sahibi mebzȗl miktarda insan olmasına rağmen, temel konularda fikir sahibi olmuş, olabilmiş insan sayısı da ne yazık ki o kadar fazla değil. Kişiliği, kimliği netleşmiş; olaylar karşısında tavır geliştirebilen, muhakeme ve mukayese yapabilen insan sayısı da geçmişe göre hayli artmasına rağmen, hȃlȃ istenen düzeyde değil.

Şehirlerin büyümesi ve kapitalist dünyaya uyum, entegrasyon süreci bütün hızıyla devam ettiği için, toplum geleneksel değerlerinden hızla uzaklaşıp dönüşüme, değişime uğruyor. Buna paralel, toplum yerine birey ön plana çıkıyor, mütemadiyen ferdin sorumluluklarından ziyade hak ve özgürlüklerine vurgu yapılıyor. Sonuçta yavaş yavaş bırakın çekirdek cinsinden bile olsa aile olmayı, evlilik bile bir yük, bir angarya halini alabiliyor. Stüdyo dairelerde, rezidanslarda yalnız yaşayan, özgür kadın ve erkekler çoğalıyor. Ve işin ilginci, kimse kimseye hesap vermeden, kimseyi umursamadan özgürlüklerinin(!) tadını çıkaran bu insanlar, bir şekilde sıkıntıya düştüklerinde, yardıma muhtaç hale geldiklerinde komşularının, toplumun diğer fertlerinin ilgisizliğinden, umursamazlığından yakınabiliyorlar. Sanki daha dün ‘mahalle baskısı’ndan yakınan, diğer insanların kınama ve baskısından azade olmak için çırpınan kendileri değilmiş gibi. Böyle bir çelişki ve garabet ancak bu tür yaşam tarzına sahip insanların bir bedel ödemeden, topluma karşı görevlerini yerine getirmeden, batılı gibi yaşayıp doğulu gibi ilgi beklemeye kalkmalarıyla izah edilebilir. Bu da bir tür ‘garp kurnazlığı’ olsa gerek.

Zaman zaman gazetelerin 3. sayfa haberlerine bakınca insanın kanı donuyor, şok oluyor, dehşete düşüyor. Gördüklerinize ve duyduklarınıza inanamıyorsunuz. Öyle akla hayale gelmedik cinayet, hırsızlık, tecavüz, dolandırıcılık haberleriyle karşılaşıyorsunuz ki, bu toplumun içinde yaşamaktan korkar, çekinir hale geliyorsunuz. Herkese ve her şeye şüpheyle bakıp tedirgin oluyorsunuz. Korku filmlerini aratmayan, ‘böyle şeyler bizde olmaz, ancak dünyanın başka yerlerindeki toplumlarda olur’ diyeceğiniz türden, bırakın müslüman olmayı insanı, insanlığından utandıran vak’aları duyduğunuzda değil daha medeni olmayı, ilkel, barbar ve vahşi bir toplumun arasında olduğunuzu hissediyorsunuz. Kahramanlık, yardımseverlik, hayırseverlik, konukseverlik, fedakȃrlık, iffet abidesi örneklerle, anlatımlarla büyüyen bizler, şaşkınlıktan küçük dilimizi yutuyoruz. Kapitalistleştikçe, demokratikleştikçe, laikleştikçe, dünyevileştikçe, sekülerleştikçe sanki bizi biz yapan, İslam’dan kaynaklanan değerlerimizi yitiriyoruz; çıkarcı, bencil, gaddar insanlar haline geliyoruz.

Toplumdaki cinsel nitelikli ahlaksızlıklara bakınca hayret etmekten kendimi alamıyorum. Bu toplum susuzluğundan mı yayılamadı, fırsat bulamadığından mı bu tür fahşa şeyleri yap-a-madı diye düşünüyorum. Daha muhafazakar ve gelenekçi diye bilinen ülkenin doğusunda bile insanı dehşete düşüren vak’alarla karşılaşıyoruz. Bunlar arttı ya da hep vardı da biz mi duymadık, ‘yüksek ökçeler’imizi çıkardık da artık daha önce varlığından haberdar olmadığımız şeylere mi şahit oluyoruz? Mesela bir ‘nataşa rüzgarı’ Karadeniz’i hallaç pamuğu gibi atıverdi. Yalnız orasını mı, daha birçok yeri, kesimi, kişiyi sürükledi, savurup fırlattı rezilliğin derinliklerine.

Kapitalizmin hedef tahtasında özellikle üç kesim vardır. Çocuklar, gençler ve kadınlar. Çocuklar ve gençler konusunda iyimser ya da kötümser olmak için herkesin birçok sebebi olabilir. Fakat özellikle toplumun erkekler söz konusu olduğunda ahlaki konulardaki toleransı, eşitsizliği kadınlar lehine bozuldu. Fakat bu sefer de toplumun yarısını teşkil edenler kadınlar ağırlıklı olarak toplumu yapıcı, ıslah edici yönde değil de daha çok ifsad edici, bozucu yönde bir rol oynamaya başladı ne yazık ki.

Bu toplumda yaşayan insanlar empati yapma konusunda istekli ve gayretkeş değiller. Devlet gücünü elinde tutan ve çoğunluğu oluşturan türkler, kürtlerin yerine kendilerini koyup anlamaya yanaşmıyor. Aynı şekilde erkekler kadınları, yaşlılar gençleri, devletli kesim halkı, vs. Bir sağırlar diyaloğu, bir ‘güç bende, istediğimi yaparım’ anlayışı gırla gidiyor. İlkesel, ahlaki hareket etmeyenler, günün birinde her şeyin alt üst olabileceğini, konumların değişebileceğini düşünmek bile istemiyorlar.

Fakirinden zenginine, aliminden cahiline, sanatçısından zenaatçısına, devletlisinden sokaktaki insanına kadar herkesin ağzında bir Batı sakızı. Bu Batı kȃh ABD, kȃh AB, kȃh İsveç, kȃh başka bir ülke oluyor. Ülkeye korku salmak için de bir dönem SSCB, Çin, Küba, Arnavutluk, Suriye filan ya da Malezya, Tunus, Suudi Arabistan, İran filan sunulurdu. Kendi sahip olduğu değerlerin ve imkȃnların farkına varmayan, varamayan, doğruyu, güzeli hep dışarıda aramaya şartlanmış öykünmeci, taklitçi kafa yapısına yakışan da buydu zaten. Tuhaf ve acı olan devletin tek tip insan tipolojisi için uğraştığı bunca yıl sonra insanımızın da bu şartlanmaya prim vermesi. “Biz adam olmayız, yönümüzü, yüzümüzü Batı’ya, güçlü olana çevirmeliyiz, ne varsa onlarda var” türünden bir anlayışın izlerinin konuşmalarda ve yorumlarda olması insanımız adına hüzün verici.

Yurtdışında yaşayan insanımızın, yaşadıkları yerlerde kurallara riayet ederken sınırdan içeri girdikten sonra bambaşka biri oluvermesini izah etmek de gerçekten zor. Oralarda tutunabilmek için ve cezai müeyyidelerden dolayı kurallara uyan kimseler burada kuralları rahatlıkla çiğner hale gelebiliyor.


Son ve can alıcı bir tespitim de şu. İnsanımız bir yanlışı, kötülüğü eleştirdiğinde kendisinin o şeyle ilgisinin olup olmadığına, dolaylı ya da dolaysız bir payının olup olmadığına bir bakmıyor. Dünya görüşü heterojen olduğundan davranışları da bir ahenge sahip değil. Tedavi noktasında yapabileceklerinin sınırlarını zorlamıyor, istikrarlı ve ısrarcı davranmıyor. Benim yapabileceğim bir şey var mı diye bir zahmetin, uğraşının içine girmiyor. Sadece konuşuyor, kendini ve mensup olduğu çevreyi haklı çıkartmaya yönelik izahlar getirmeye, mazeret üretmeye çalışıyor. Ezici çoğunluk sorunun nedenini, temelini, esasını kavramaya çalışıp samimi ve özverili bir biçimde çözüm arama gayretine girmeden kendi dışındakilerde, karşısındakilerde arıyor, sorumluluğu onlara yükleyiveriyor. Başkalarını anlamaya ve meselelere bir de onların penceresinden bakmaya çalışmayan; ayağı yere basan, gerçekçi ve uygulanabilir çözüm üret-e-meyenler, sadece konuşmuş, yazmış olmaktan öteye geçmiyor. Biraraya gelip asgari müştereklerde buluşamıyoruz, akıllı ve sükȗnet içinde kalıcı, esaslı çözümler üzerinde kafa yormuyoruz.

5 Haziran 2014 Perşembe

FİKİR UÇUŞMASI

Bu haftaki yazımda (sohbetimde, hutbemde) ülkedeki sıcak gündeme sırtımı döneceğim bilerek ve isteyerek. Hem birilerinin gündemi sürgit belirlemesine itiraz etmek, itibar etmemek hem de Filistinli karikatür tiplemesi Hanzala gibi o nasıl siyonist işgale karşı sırtını dönerek tavır sergiliyorsa, ben de Atatürk ilke ve inkılaplarından ikisinin (laiklik ve milliyetçilik) ürettiği; yaklaşık otuz yılı aşkındır nice ocağa ateş düşüren; ülkenin enerjisini, kaynaklarını büyük ölçüde tüketen; bazen sakinleşen bazen alevlenen ama devam edip kronikleşen; iç ve dış güç odaklarınca yönetilip yönlendirilen, istismar edilen bu meseleye bir lahza olsun sırtımı döneceğim. Zira bu konuda söylenecek söz hem çok hem de yok. Sorunlar sakin, tutarlı ve ilkeli bir şekilde konuşulup çözüme kavuşturulmazsa söz susar, silahlar konuşur. Akl-ı selim ve sağduyu rafa kalkar, cinnet hali egemen olur insanlara. Adına ister terör sorunu, ister güneydoğu sorunu, ister kürt sorunu deyin; Türkiye’nin diğer meseleleri gibi bu mesele de İslam dünya görüşünden uzak kalışımızın sonuçlarından biridir, bir başka deyişle hastalığın kendisi değil belirtilerinden biridir. Bu ve diğer bütün sorunlarımızı İslam’la yeniden buluşarak, İslam’ı bütüncül bir bakış açısıyla ele alarak, Atatürkçülük faytonundan inip Demokrasinin dolmuşuna binmeden de çözüme kavuşturabiliriz.

Bu yazıda bir nevi fikir uçuşması olsun istedim. Fikir uçuşması, fikirlerin durmadan çağrışımlarla birbirini izlemesidir. Bir konudan diğerine hızlı geçişlerin olduğu, neredeyse sürekli bir akış gösteren, bir biri ardı sıra gelen hızlı konuşma biçimidir. Çağrışımlar arasında ilişki vardır. Aslında bir nevi psikolojik bozukluk olup ağır psikoz ve manide görülür.

Şu yaşıma kadar bu memlekette o kadar şey gördüm, duydum ve yaşadım ki, “oynatmaya az kaldı, doktorum nerde” dediğim zamanlar bir hayli çok oldu. Ben de bir nevi fikir uçuşması misali, kısa kısa ve konudan konuya atlayarak gitmek istiyorum izninizle.

‘İslam’ı üç kelimeyle tarif et’ deselerdi, ‘ölçü, denge ve ahenk’ kelimelerini kullanıp ‘her konuda ölçülü, ifrat ve tefritten kaçınıp her şeyde dengeli ve kişinin kendisiyle, kendi dışındaki dünyayla ve yaratıcısı ile uyum içinde olmasıdır’ derdim.

Hangi niyet ve amaçla olursa olsun, müslüman olduğunu söyleyen biri (eğer ajan, işbirlikçi değilse) İslam’da devlet olmadığını, İslam’ın bir siyasi, sosyal,  ekonomik ve hukuki bir düzen önermediğini söylüyorsa ya cahildir ya da bilerek veya bilmeyerek başka dünya görüşlerinin değirmenine su taşıyor, ekmeğine yağ sürüyordur. Bunun başka bir izahı yoktur.

Yeryüzünde adaletin ve barışın sağlanması, açların doyurulup zulüm altında inleyenlerin yardımına koşulması, kötülüğün iyiliğe galebe çalması, İslami bir devlet (devl: güç) olmazsa nasıl mümkün olabilir, varın siz söyleyin. Siz bulunduğunuz coğrafyaya nizam-ı alem (çeki-düzen) vermezseniz başkaları verir, hatta size bile.

İslam bir dindir. Hem de yeryüzündeki ilk dindir. İlk insanın-insanların dinidir. İslam asıldır, tezdir, orjinaldir. Allah’ın seçip beğendiği, razı olduğu dindir. Bizatihi ideoloji, dünya görüşü, yaşam tarzı, felsefedir. Allah’ı en büyük bilme, teslim olma ve O’nun elçilerinin gösterdiği şekilde fert ve toplum hayatına çeki-düzen vermedir. Allah’ın bütün peygamberleri İslam’ın elçileridir. Adem’den Muhammed’i, İsa’dan Musa’yı, Süleyman’dan İdris’i, Nuh’dan İbrahim’i ayıramazsınız. İslam başka dünya görüşlerinin katıp karıştırılacağı, te’lif edilebileceği bir kokteyl, bir garnitür, gereğinde kullanılabilecek, istismar edilebilecek bir koltuk değneği, halkın onunla uyutulup uyuşturulabileceği, kullanılabileceği bir din değildir.

Laik olduktan yani işinize, düşüncenize, yaşantınıza Allah’ı karıştırmadıktan, düşünce ve davranışlarınıza İslam’a göre şekil vermedikten sonra hangi dine (religion anlamında) mensup olduğunuzun bir anlamı, önemi yoktur. Zihin dünyanızı, ahlakınızı ne biçimlendiriyorsa dininiz odur. Zira İslam olduktan sonra herhangi bir konuda Allah ve elçisine göre (İslam’a göre) hüküm vermek, fikir sahibi olmak durumundasınızdır, serbest değilsinizdir. Yani Allah’a yalnız O’nu tek ilah olarak tanıdığınız sözünü verip, teslim olduktan sonra da o sözü sanki siz vermemiş gibi yapamazsınız, isyankȃr bir tutum içinde olamazsınız.

İslam’ın insana, hayata, ölüme, tarihe, dünyaya, kainȃta bakışı farklıdır. Kendisi dışındaki dünya görüşlerinden hemen her temel konuda ayrılır. Bazı konularda benziyor görünse, benzer yanları olsa da özü, esprisi itibariyle farklıdır. Her şeye kendi kokusunu, rengini verir. İslam, bünyesinde bütün güzellikleri, iyilikleri, hayırları kapsar. Yeter ki insanların akılları, onun üzerinde kafa yorsun, kafa patlatsın.

Müslüman olan ya da olmayan birini ayıran en önemli kriter, herhangi bir şey hakkında fikir sahibi olurken, fikir serdederken Allah’ın sözünü, elçinin pratiğini nazarı itibare almasıdır. Allah o konuda ne buyurmuş, elçisi o konuda nasıl bir uygulamada bulunmuş, bu fevkalade önemlidir, baş tacı edilir, şükredilir bu nimet için. Müslüman olmayan biri için (laik veya başka dinden biri için) Allah ve elçisinin ne dediğinin, ne yaptığının bir önemi ve esprisi yoktur, hatta olabildiğince uzak durulur (hatta Allah ve elçisinin emrine, sözüne uyanlar türlü sıkıntılara uğratılır, cezalandırılır) ya da diğer herhangi şeylerden biri gibidir, bağlayıcı, belirleyici değildir.

Müslüman olmayan, Allah’a teslim olmamış, diğer dünya görüşlerinden arınmamış bir zihin, İslami (tevhidi) çözüm önerileri sunamaz. Liberal, demokratik, sosyalist, milliyetçi, sosyal demokrat ve daha nice farklı dinden kaynağını alan çözümler üretir, fakat İslami çözüm önerisi ortaya koyamaz ya da koyduğunu zanneder.

Demokrasi söylendiği ve gösterilmeye çalışıldığı gibi masum bir yöntem (halkın yöneticilerini seçmesi), farklı dünya görüşlerinin yaşama imkȃnı bulduğu, her türlü şeyin kendisiyle hallolduğu, sihirli değnek veya formül filan değildir. Basbayağı bir ideoloji, din, dünya görüşü, hayat tarzı, felsefedir. İslam’la bir ilgisi, ilişiği, akrabalığı yoktur. İslam’daki şura, danışma, iştişarenin demokrasideki kavramlarla hiçbir benzerliği yoktur. Hüseyin Barack Obama’nın ismi dışında İslam’la ilgisi ne kadarsa, İslam’ın da demokrasiyle ilgisi o kadardır. Hüseyin ismi Filistin’in, Irak’ın, Afganistan’ın işgalini sona erdirmiyorsa, ABD’nin sınırları dışındaki dünyayı sömürmesine, kan ve gözyaşına boğmasına engel olmuyorsa, demokrasi de sömürüyü, vahşeti, yağmayı, yeryüzündeki sorunları sona erdirmiyor, bilakis sorumluların en büyükleri, bizzat kendileri demokratik olan ülkelerdir. Demokrasiye ehven-i şer, yönetim olarak kötünün iyisi diyenler, hem kendilerini hem de dünyayı aldatıyorlar. Alemi sersem, herkesi kör zannediyorlar. Medya ellerinde (tekellerinde) diye, sesleri çok çıkıyor diye bu yalanlarının dolma gibi yutulacağını mı zannediyorlar?

İktidar talebi olmayan, iktidarı alınmış (iğdiş edilmiş) bir İslam (ılımlı, hoşgörülü, diyalogcu, demokratik) oluşturmak, kitlelerin kabulünü sağlamak için binbir çeşit oyun tezgahlanıyor, nice hocaefendi, şeyh, siyasetçi, aydın devreye sokuluyor, nice şeytani planlar yapılıyor, akıl havsala almaz. Adem’in iki oğlunun (Habil’le Kabil’in) mücadelesi bütün hızıyla sürüyor emin olun, hız kesmeden de kıyamete kadar da sürecek.

İslam’dan başka bir çıkışımız, çözüm yolumuz, tutunacağımız bir dal, bir sığınağımız yok. Bu sloganik bir ifade, bir dogma, bir reklam filan değil. Dünya üzerindeki bütün insanları yaratılış noktasında Allah’ın kulları olarak gören, her tür inanç sahibine zulmetmediği, başkalarının can, mal ve ırzına tasallut etmediği sürece can, mal, ırz ve inanç noktasında kendilerini emin, güvende hissetmelerini garanti eden başka hangi dünya görüşü var ki? Kapitalizmin, demokrasinin, hıristiyanlığın, siyonizmin ve İslam dışı diğer dinlerin pençesindeki dünyanın haline bir bakın, ne dediğimi göreceksiniz.

Müslümanların İslamı iktidar etmek, kendilerinin can, mal ve ırzlarına göz koyan iç ve dış kötülük odaklarıyla mücadele etmek için stratejilerini iyice belirlemeleri gerekmektedir. Sistem içi mücadele verenlerin nerde durdukları, kaleyi içerden fethedelim derken tümden değişim, dönüşüm, yozlaşma, başkalaşıma uğrayıp uğramadıklarını gözden geçirmeleri şarttır. Şeytanın soldan yaklaşmasından ziyade sağdan yaklaşması daha tehlikeli ve bitiricidir. Sistem dışı mücadele verenlerin de haklı ve meşru (burada meşru’dan kastım resmi ideolojiye, otoriteye değil, İslam ilke ve prensiplerine aykırı olmama halidir) konumdan asla uzaklaşmamaları elzemdir. Enerjik, idealist, güzel (İslami) ahlak sahibi insanlara ihtiyacımız vardır ve her zaman da olacaktır. Bu noktada herkesin Çağrı filmi ile birlikte 1996 yapımı Mel Gibson’un yönetip başrolünde oynadığı “Cesur Yürek” filmini mutlaka bulup seyretmelerini, seyredenlerin de bir defa daha seyretmelerini hararetle tavsiye ederim.

Bir devlet ve özellikle bu bir İslami devlet ise asla ve asla bir insanını bile gözden çıkaramaz, birilerinin ve toplumun bir kesiminin çıkarları, iktidarı veya keyfi için kurban veremez. Devletin varlık sebebi, ne kendisi ve ne de bir kesimin değil tüm kesimlerin huzuru, refahı ve mutluluğudur. Elindeki gücü ve imkȃnları bu amaçla kullanmakla mükelleftir. Devlet kutsanacak, tapılacak bir varlık değil, insanlarının iki dünya saadeti için uğraşan bir organizasyondur, yapıdır, teşekküldür.

Egemenlik (hakimiyet) ‘bila kaydu şart’ Allah’a tanınmadıkça, yalnız O’na mahsus olmadıkça, Allah göklerin olduğu gibi yeryüzünde de tek ilah bilinip kabul edilmedikçe, egemenliğin kime verildiğinin, kimde olduğunun bir önemi yoktur. Ha bir insan (ölü veya diri fark etmez), ha bin insan (bir zümre, kabile, soy sop), ha milyon insan (halk, demos) olmuş; ha ruhban sınıfı, ha laik sınıf; ha türk, ha kürt olmuş ne fark eder, gerisi sadece fürȗattır. Önemli olan tek ve en büyük olarak Allah’ı bilmek, O’nun sözü üstüne söz söylememek, O’nun hikmetinden sual sorulmamak, O’na boyun eğip yüz sürmek, O’nun yoluna kurban olmak, O’nu sevip sayıp ve de itaat etmek, O’nun koyduğu ölçülere itibar etmek, O’ndan korkup sakınmaktır.

İdeal olması istenen, ulaşmak için uğraşılan kamil noktayı temsil eder. Bir de realite (gerçek) vardır ki o da kişi veya kişilerin içinde bulunduğu, onu çevreleyen, kuşatan durum ve şartları tanımlar. Önemli olan bu ikisini mümkün olduğunca bir araya getirebilmektir, buluşturabilmektir. İdeal, deyim yerindeyse ulaşılması zor, nerdeyse imkansız zirveyi temsil eder ama ulaşılmasa da ulaşmak için, gerçekleştirmek (realize etmek) için mümkün olan her çaba gösterilip mutlak anlamda iktidar sahibi olan Allah’dan yardım talep edilmelidir.

Bu dünyada ne yaparsak yapalım, her hak sahibinin hakkını kendisine iade etmemiz mümkün değildir. Zaten ahiretin varlığının delillerinden biri de budur. “Din günü”, bu dünyaya bir şekilde gelmiş her insanın hayır veya şer olarak her ne yapmışsa yanına kȃr kalmayacak, her hakkı kendisine iade edilecek, alacağı vereceği ne varsa kendisine tastamam ödenecektir. İslam bu anlamda insanı iç huzuruna kavuşturan tek dünya görüşüdür. “Varlıkla sevinme, yoklukla yerinme”nin gereği yoktur, zira herşey imtihan içindir ve Yaratıcı’nın bilgisi dahilindedir. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” bu manada ele alınmalıdır. Bu anlamda hayır da, şer de Allah’tandır, zira O dilemedikçe iyilik veya kötülük bize erişemez, meydana gelemez. Sanıldığının aksine bu durum insanın sorumluluğunu kaldırmaz, tam tersi daha bir sorumlu kılar.

Müslümanın dünyadaki yaşamı boyunca karşılaştığı zorluklar, başarısızlıklar, hayal kırıklıkları, duraklamalar olabilir, fakat yoldan çıkmadığı, azıp sapmadığı sürece zafer, başarı garantidir. Bu garantiyi veren de Allah’tır. Galibiyetin, mükafatın ille de bu dünyada olması gerekmez. Ahiret boyutu göz önüne alınmadan bu konuda son karar verilemez. Akibet (eninde sonunda, bu dünyada olmazsa ahirette), zafer, başarı muttakilerindir, Allah’tan gereği gibi korkup sakınanlarındır.

Sömürgeci ülkelerin sömürdükleri halka yaptıklarıyla, ülkelerini kurtarıcı pozisyonda olup halkı tepeden inmeci, dayatmacı yöntemlerle değiştirmeye çalışanların yaptıkları birebir örtüşmektedir. İkisi de halkı nesne olarak görüp kendilerinin onların iyiliğini istediklerini iddia ederler. Kendilerini ilerici, uygar, medeni olarak görüp kendileri gibi olmayanları gerici, çağdışı olarak niteler, kendilerinde uygarlaştırıcı, modernleştirici misyon vehmederler. Bunun ücreti, bedeli olarak da kendileri hep hakim pozisyonlarda olup ülkenin zenginliklerine el koyup sefa sürerler. İktidarlarının devamı için de askeri, hukuki tedbirleri de almayı ihmal etmezler. Eğitim ve basın yoluyla halkı aldatmaya, ikna etmeye devam edip iktidarlarının devamını garantiye alırlar.


Artık yeryüzünde İslam medeniyetinin kendisine ait yerini, yeniden alma vakti gelmiştir. Bunun için öncelikle müslümanların buna inanması, başka ideolojilerin peşinde koşmayı, ömür tüketmeyi bırakmaları gerekmektedir. Kabilevi, ulusalcı, bölgesel mücadelelerle vakit kaybetmeyip evrensel, küresel ölçekte hareket etmek şarttır. Aklımız başımızda olduğu sürece ‘Muhammed Ümmeti’in her ferdi, gücü, imkȃnı nispetinde (illa vüs’aha), elinden geleni ardına koymadan çalışmak (illa ma’sea) durumundadır, zorundadır. Yeryüzünün yüz akı ve ümidi, tevhid konusunda duyarlı müslümanlardır. Yeter ki, karşı karşıya bulunduğumuz sorunların farkında olup asla yeise, karamsarlığa düşmeden ümidi hep diri, canlı tutalım. Kendimize, dünya görüşümüze, insanımıza, Rabbimiz Allah’a güvenelim.