29 Ağustos 2013 Perşembe

YAZARLIK HİKAYEM

[Hem okudum, hemi de yazdım / Yalan dünya senden bezdim- Bir halk türküsünden]

Okur yazarım okuryazar olmasına da, yazar sıfatına layık mıyım, kendimi yazar olarak nitelendirmem doğru mu onu bilmiyorum. Çocukluğumdan ve özellikle yüksek öğrenim yıllarımdan beri onca şeyi okumama rağmen, birkaç istisna hariç yazı yazma konusu gündemimde olmadı. Kayda değer ilk yazım, 1993 yılında İktibas Dergisi’nde yayınlanan bir kitap tanıtımı daha doğrusu geniş bir özeti idi. Fakat düzenli bir şekilde yazmaya başlamam, üniversitede öğretim üyesi iken oldu. Odayı paylaştığım arkadaşın kızkardeşi yerel bir gazeteyi yönetiyordu. Arkadaş bir gün bana “Sen de yazsana gazetede” dedi. Ben de “Hiç düşünmedim, yazabilir miyim bilmiyorum” gibisinden cevaplar verdim. Zira Ercümend Özkan’ın (r.a) da üzerinde önemle durduğu ve sıkça vurguladığı gibi, toplumun önüne çıkıp bir şeyler yazıp söyleyecek insanların dağarcıklarının dolması, fikirlerinin oturması, olgunlaşması ve ayaklarının yere basması gerekirdi. Kanaatime göre yazı yazma işi ciddiyet, birikim, tutarlılık, sorumluluk, özveri ve devamlılık isterdi. O da “Bunca yıldır birlikte nice konuda konuşuyor, tartışıyoruz. Bunları yazıya döksene” deyince düşünmek için biraz zaman istedim. Sonra da “Her işe bir yerden başlamak gerekir, bismillah deyip bir deneyelim bakalım” dedim ve o günden bu yana da yazı yazma meşgalesi çeşitli fasılalarla sürüp bugünlere geldi.
‘Şark Yıldızı’ isimli yerel günlük gazetede bir yıla yakın süre ‘Tefekkür’ isimli köşede muhtelif konularda haftalık yazılar yazdım (03.2001 tarihinden itibaren tam bir yıl sürdü, toplam 30 yazı). Daha sonra ‘İktibas Dergisi’nde aylık yazılar yazmaya başladım ( Kasım. 2001, 19. cilt, 275. sayıdan başlayarak). Bilahare internetin daha ön plana çıkmasıyla ‘www.iktibasdergisi.com'da yazılarıma devam ettim (25.03.2010 tarihinde ‘Merhaba’ diyerek). Ta ki, 2012 yılı sonunda adımın ve yazılarımın tümünün siteden haber bile verilmeden, ne oluyor demeye kalmadan ve bir teşekkür bile edilmeden bir anda kaldırılmasına kadar.
İlk yazımdaki iki paragrafı önemine binaen burada alıntılamak istiyorum.
“Köşe yazarı demek, yazdığı konularda en geniş birikime, en isabetli görüşlere sahip olan kişi demek değildir. Kaldı ki bir kişinin bırakın yazdığı birçok konuda, bir konuda bile en yetkin, en tutarlı tespitleri bulunmayabilir. Köşe yazıları sadece yazarın ele aldığı konularda taşıdığı fikirlerin bir dışavurumu, sergilenmesi ve o yazıyı okuyanlara sunumudur. Okur o yazıdaki fikirlerin ya hepsini veya bir kısmını alır, ya da hiçbirini almaz, olduğu gibi bırakır.
Kişinin bilgi seviyesi hangi ölçüde olursa olsun yalnızca öğrenen veya yalnızca öğreten konumda olması genellikle mümkün değildir. Çünkü akıl sadece bize verilmemiştir ve aynı zamanda her bilenden daha fazla bir bilen muhakkak vardır. Mutlak anlamda bilen (ilim sahibi, alim) yalnızca Allah’tır. Bu sebeplerle bir yandan bildiklerimizi, düşündüklerimizi diğer insanlara aktarırken, bir yandan da bilmediklerimizi öğrenmenin yolunun da açık tutulması gerektiği gün gibi aşikardır. Ki bunun da en sağlıklı yolu okumaktır, tartışmaktır” (Başlarken, Şark Yıldızı, 14.03.2001)

[Bana sor sevgili kâri (okuyucu), sana ben söyleyeyim / Ne hüviyette şu karşında duran eşarım (eski dilde şiirler) / Bir yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri / Ne tasannu (sanat yapma) bilirim, çünkü, ne sanatkârım / …- Safahat, Mehmet Akif Ersoy]

Yazı yazmanın ve bunu yayınlayarak başkalarıyla paylaşmanın kendim için ne anlama geldiğini çok düşündüm. İtiraf edeyim, yazı yazmak benim için sesli düşünmenin bir başka şekliydi, çevremdeki insanlarla sıkça konuştuğum, tartıştığım, paylaştığım düşüncelerimin, duygularımın yazıya dökülmesiydi. Yazı yazmak benim için öfkemin, sevincimin, hayallerimin satırlara dönüşmesi; okuduğum, duyduğum fikirlerin, haberlerin benim açımdan bir tür yorumlanmasıydı. Yazı yazmak benim için bir tür kendimi gözden geçirmek, geçmişimle, bugünümle bir hesaplaşmaktı. Yazılarım için notlar alır, hazırlıklar yapar, kaynak taraması yaparım. Yazıyı en ince ayrıntısına kadar -kelime ve dilbilgisi hatası dahil- defalarca gözden geçirir, saatlerce, bazen günlerce uğraşır, sıkı bir eleştiri süzgecinden geçiririm. Ele almayı düşündüğüm konuları etrafımdaki insanlarla müzakereye açar, bir nevi belli bir süre kuluçkaya yatar veya ana rahmindeki çocuk misali büyütür, olgunlaştırır, bir nevi doğum sancıları çekerim. Bir yazının ele güne karşı çıkabilecek hale gelmesi elbette belli bir zaman ve emek ister. Bazı konularda hazırlıklarım olsa da çoğu zaman içimden geldiği gibi, doğaçlama yazmayı seviyorum. Bu yüzden olsa gerek, çok değişik formatta yazılarım oldu. [İki dost / Kardeşime mektuplar / Beyin fırtınası / Fazla söze ne hacet, herşey açık ve net / Gülümsetirken düşün-dürten haber-yorumlar gibi] 
Yazılarımda anlaşılır olmaya, sıkıcı olmamaya özen gösterdim. Gün oldu yazı yazarken içim içime sığmadı bir çocuk sevinciyle, gün oldu elim kaleme gitmedi, klavye tuşlarına dokunmadı. Hiçbir yazımı içime sinmedikçe, “işte şu an benden bu kadar” demedikçe yayınlamadım. Okuyacak kişileri çok ciddiye aldım, onların vaktini aldığımın farkındaydım, “hayra, iyiye, güzele, doğruya” sevk edeyim derken, -istemeden de olsa- yanlış bilgilendirebileceğimin, yanıltabileceğimin, şerre vesile olabileceğimin bilincindeydim. Bu nedenle makalelerimdeki kanaatlerimi hiçbir zaman “hakikat ancak budur” edasıyla söylemedim, “birlikte düşünelim, alın bu da benden size acizane bir katkı” edasıyla söyledim. Bir yandan düşünsel içeriği zengin olsun için uğraşırken, duygu yönünü de ihmal etmedim. Bir yandan günceli yakalamaya çalışırken, diğer yandan zaman zaman gündemden farklı konularda yazılar yazdım.  Bütün yazılarımın şairin dediği gibi ‘tek hüneri samimiyeti’dir.

[Söz ola kese savaşı / Söz ola kestire başı / Söz ola ağulu aşı / Bal ile yağ ede bir söz– Yunus Emre]

Düzenli bir şekilde yazı yazmaya başladığımda bu yazıları okuyanlardan bir şey rica etmiştim. O da, yazılar üzerinde okuyucularla fikir alışverişinde bulunmak, sağlıklı bir iletişim gerçekleştirmek. Çağımız iletişim ve ulaşım imkanlarının artmasına karşın, insanların birbiriyle iletişiminin, muhabbetinin tersine azaldığı bir çağ maalesef. Bu bir ironi ama gerçek. Olumlu veya olumsuz bir eleştiri, katkı beklerken çoğunlukla koca bir sessizlik çıkıyor karşımıza. Bazen bu ‘sükut-u hayal’e varan bir sükuta dönüşebiliyor. Anlaşılan “söz gümüşse sükut altındır”ı fazla ciddiye aldık, onunla amel etmeyi yeğledik. Bir husus öteden beri hep kafamı kurcalardı. Zaman zaman katıldığım, “Cuma (toplantı) günü” kılınan namaz öncesi imam-hatiplerin verdiği vaazları ben versem ne söylerdim, ne anlatırdım cemaate diye? Yüzyıllardır tek yönlü bir iletişim şekline dönüştürülmüş, katılanların başlarını öne eğerek sessizce dinlediği, zaman zaman içinde yaşanılan devletin müdahalelerine dahi maruz kalmış, yaşanan hayattan uzak ve kopuk, katılımcılarına üzerlerine yüklenilen bir “vazife”yi yapmış olmanın hazzını yaşatan bu hutbeler böyle mi olmalı idi gerçekten? Bu nedenle haftalık yazılarım bir açıdan “Cuma Yazıları” olarak da değerlendirilebilir pekala.

Ve sizlerden tek bir dileğim var aziz ve muhterem “okuyucularım”. Eğer bu yazılara eleştiri veya katkınız, kısaca söyleyeceğiniz bir şey varsa ya yorum yazın ya da bana e-posta gönderin lütfen.

Nasip olursa yazmaya devam edeceğim gücüm yettiğince ve söyleyecek, paylaşacak şeylerim olduğu müddetçe. Oniki yıl önceki ilk yazımda da ifade ettiğim gibi “Eğer yazılarımdaki keyfiyet azalır, okuyucuya verebilecek bir şeyim kalmaz ve onu aydınlatabilecek performansdan yoksun kalırsam, yazılarıma öncelikle kendim bir süre ara vermek veya sonlandırmak isterim”, bunu bilin.

Bu Blog’da haftada bir Cuma günleri, eski yazılarımın güncellenmiş yeni halleri ve ilk defa kaleme alacağım yeni yazılarımı paylaşacağım Allah izin verdiği ve yardım ettiği sürece. Bakarsınız bir gün belki de bu yazılar kitap cesametine erişir, daha kalıcı olan kitaplaşma imkanına kavuşur, ya nasip.
        
“Onuncu Köy”e (Blog’uma) hoş geldiniz, safalar getirdiniz.
MERHABA.






3 Ağustos 2013 Cumartesi

MEDYA VE AHLAK

           Medya terimi, kitle yayın-iletişim araçlarının tümünü içine alır ve aynı zamanda elektronik medya (internet) dahil yazılı ve görsel basını ifade eder.
            Ahlak ise lügatte ‘huy, tabiat, davranışlar’ anlamına gelir ki; her dünya görüşünün farklı bir ahlak telakkisi mevcuttur. Ahlakın sözlük anlamından hareketle ahlaklı ve ahlaksız tabirlerinin doğru olmadığını söyleyebiliriz. Zira ahlak(huy, tabiat, davranış)sız olunamayacağı gibi, bir şeyin ahlak yönünden değerlendirilmesi ancak bir kritere(inanç, kanaat) ihtiyaç duyar. İnsan, hayatı boyunca çeşitli davranışlar (ahlak) sergiliyorsa -ki öyle- bunların neye göre ahlaki olup olmadıkları sorulmalıdır. Bütün dünya görüşlerinin (dinlerin) yer yer birbiriyle örtüşen(benzer) ve ayrışan farklı ahlak anlayışları bulunabilir. Fakat kalkış noktaları, hedefleri ve mentaliteleri esas itibarıyla birbirinden farklıdır. Örneğin laik-demokratik-kapitalist inançta ahlakı (davranışları) belirleyen ölçü çoğunluğun rızası, çıkar, fayda iken İslam’da ise ahlakın yegane kaynağı ve belirleyicisi Allah’tır, O’nun rızası(hoşnutluğu)dır.
            Medya ve ahlakı ayrı ayrı kısaca tanımladıktan sonra gelelim yazımızın konusu olan medya-ahlak ilişkisine. Elbette ahlakın yalnız medya ile değil siyaset, ticaret dahil insana dair her şeyle ilişkisi vardır. Genellikle ve bilhassa ülkemiz insanının anlayışında ahlak tabiri(ahlaklı-ahlaksız) daha çok cinsellik bağlamında ele alınır, diğer bütün insan davranışlarına teşmil edilmez. Halbuki bu dar ve malül bir anlayış olup toplumu sürgit köklü yanlışlara düşürmektedir. Buna medya ile ilişkili olarak bir misal verelim. Kadın vücudunun cinsel tahriki artıcı bir şekilde sergilenmesi ahlak ile ilişkilendirilirken, masabaşı(asparagas), çarpıtılmış ya da yalan yanlış habercilik aynı bağlamda değerlendirilmemektedir.
            Medya sektörünün önemli bir kolu olan gazetelerde, o gazetenin kimlik bilgilerinin yer aldığı çerçevede küçük puntolarla yer alan şu ibareye rastlarsınız. “Bu gazete basın meslek ilkelerine uymaya söz vermiştir”. Ne hikmetse ne olduğunu değil kimsenin, kendilerinin bile bilmediği-veya bilip uygulamadığı- bu “basın meslek ilkeleri” ahlak(etik)tan ayrı bir şey midir? Doğrusu merakı mucip bir sorudur bu. Az bir kısmı hariç bu ülkedeki medyanın ilkeli olma, ahlaki kaygılar taşıma ve sorumluluk bilinci neredeyse sıfırın altındadır. Son yıllarda iyiden iyiye medya literatürüne giren medyatik infaz, medyatik linç, medya terörü ve medya yoluyla psikolojik harbin belirli toplum kesimleri üzerinde uygulanması gibi deyimler medya-ahlak ilişkisi bağlamında değerlendirilmelidir.
            Medyanın insanları, toplumu çeşitli düşüncelerden, gelişen olaylardan haberdar etme, bilgilendirme, aydınlatma görevini ifa ederken belirli, sağlam temellere dayalı ve taviz vermemesi gereken meslek ilkeleri, ahlaki prensiplerinin olması mutlaka elzemdir. Holding sahibi işadamlarının sahipliğini yaptığı bir medyada bunun ne ölçüde mümkün olabileceğini  görmek için yaşadığımız ülkeye bakmak yeterlidir sanırım. Gücü elinde tutan kesimlerle içli-dışlı olan; sahiplerinin iş ve siyaset dünyasındaki amaçlarını gerçekleştirmede bir araç derekesine düşen; toplumu dizayn etmede, yönetip yönlendirmede iktidar sahiplerinin yardımcısı olmaya soyunan; doğru, gerçek haber vermeden ziyade ticari kaygılar taşıyan; icraatıyla esas varlık sebebini yitirmiş bir medyanın meslek ilkeleri, ahlaki kaygıları olabilir mi? Olursa nasıl ve ne kadar olur?
            Yaşadığımız ülkede “medyanın gücü”nden ziyade “gücün medyası”ndan bahsetmek sanırım daha gerçekçi bir tespit. “Sahibinin sesi” konumundaki medya,  birçoğu aynı zamanda holding sahibi olan iş adamlarının elinde ihale ve reklam pastasından pay kapabilmek için birer şantaj malzemesine, birer silaha rahatlıkla dönüşebiliyor, köşe yazarları da birer kalemşör derekesine düşmekten kurtulamıyor. Allah korkusunun, kul(insan)dan utanmanın, hak-hukuk, helal-haram anlayışının zayıfladığı, gerilediği bir ülkede elbette toplumdaki bütün kesimler gibi, kurumlar da, sektörlerde kısacası her şey nasibini almaktadır.
Aradan yıllar geçmesine rağmen yazılısıyla, görüntülüsüyle ülkemizdeki basının halinde bir değişiklik, iyi yönde bir düzelme görülebiliyor mu?
Kararı size bırakıyorum.