31 Mayıs 2014 Cumartesi

KİTABIN DIŞINDAKİ AYETLERLE BAŞ BAŞA…

“Nedir o sağ elindeki ya Musa?
Asamdır. Ona dayanırım. Koyunlarıma yaprak silkelerim. Onu başka işlerde de kullanırım.” [Kur’an; 20/17,18]

Kayın, meşe, karaağaç, kızılağaç, karaçam, kavak ve köknarın bir arada bulunduğu sık ağaçlarla kaplı ormanda, elimde ‘asa-yı Musa’ benzeri bir ağaç dalı ile seher vaktinde gezintiye çıkmıştım. ‘Elimde kandil, gözümde mendil; vefa arıyorum, şefkat arıyorum, dost arıyorum’ denemezdi belki ama su şırıltısı, kuş cıvıltısı ve rüzgar uğultusu ile ruhum mest olmuş, derin düşüncelere garkolmuştum.

O sabah ‘yedi göl’den biri olan ‘ince göl’ün yanıbaşında kaldığımız bungalovun üst katında yer alan yatağımdan, ezan sesi yerine saati kurulmuş cep telefonumun zil sesi ile uyanıp doğruldum. Tahta merdivenlerden dikkatlice aşağı kata inip abdestimi aldım. Alt katta serili seccadenin üzerinde namazımı eda ettim.

Sonra kapıyı açıp evin önündeki terasta bulunan tahta masaya oturdum. Ortalık henüz aydınlanmamış, alacakaranlık hakimdi. Ay henüz gökyüzünde olup karşıdaki uzun çam ağacının yanıbaşında, gökyüzüne asılı bir lamba gibi duruyordu.

Aşağı inip yolun kenarında, gölün bitişiğindeki çeşmeden dağdan gelen soğuk mu soğuk kaynak suyunu yudumladım, avuçlarımla suyu yüzüme serptiğimde irkildim. Yakın çevreden kurumuş ağaç, çalı çırpı toplayıp bungalovun önündeki ocakta ateş yaktım. Ateşin çıkardığı çıtırtılara, ağaçlardaki kuşların ötüşü ve yakındaki göllerdeki kurbağaların vırak vırakları karışıyordu. Onun dışında ortalığa tam bir sessizlik ve sükunet havası hakimdi.

İnsanın kendini dinlemesi, içine dönmesi, hayatı, hayatın sahibini tefekkür etmesi için daha güzel bir zaman ve mekan olabilir mi bilemiyorum. Bildiğim bir şey var ki, şehir hayatının meşgalesi, karmaşası, koşturmacası, kalabalıklığı, gürültüsü insanı oyalıyor, yoruyor, dağıtıyor, monotonlaştırıyor, kendisiyle baş başa kalmasına olanak bırakmıyor.


Hayatımda ilk defa dün gece ateş böceği gördüm. Gün içinde ailecek göllerin etrafında yürüyüş yaparken yüzlerce minik kurbağa yavrusunun göle doğru yürüyüşüne tanık oldum.


22 Mayıs 2014 Perşembe

UZUN LAFA NE HȂCET, HER ŞEY AÇIK VE NET-4

AKP’nin işlevi ve cumhuriyet’e sadakat

“…AKP’nin dışarıda bırakılmış kitleleri, siyasetin içine çekme işlevini yapıcı bulduk…” (Çınar Oskay, Editörden, Tempo, Sayı: 1085, 18.09.2008, sh. 3)
“Bugünkü kutlamaları, milletimizin hiçbir ferdini dışarıda bırakmadan cumhuriyetimize sadakatimizi göstermek için bir fırsat olarak görüyorum.” (T.C. Başbakanı, Adalet ve Kalkınma Partisi Genel Başkanı, Recep Tayyip Erdoğan, Sabah, 29.10.2008)

Liberallerin derdi ya da ağızlarındaki bakla…
“…Din devletinden mi korkuyoruz, bunun panzehiri yığınların sisteme dâhil edilmesi, başörtülü kızlarımızın, İmam Hatip’li çocuklarımızın çok değişik yaşamların anahtarını açacak farklı üniversitelere girmesini olanaklı kılmak değil mi?..” (Hani 28 şubat bitmişti?, Mehmet  Altan, Star, 10.02.2010)

Ne dersiniz, Baskın Oran haklı mı?

“…AKP başarılı oldukça İslam’dan uzaklaşacaktır. Biz, AKP’nin bir Anadolu sermayesi olayı olduğunu unutuyoruz. Refah dönemindeki Anadolu sermayesiyle AKP dönemindeki Anadolu sermayesinin bir tek Allahı bir. Anadolu sermayesi artık güçlendi. Bu sermayenin İslamcılığı, dışarıya direkt ihracat yaptığı anda bitti. Ülker gidip, amblemi çıplak ata binen kadın olan çikolatacı Godiva’yı satın aldı. Başkasını alabilirdi, almadı. Godiva bir simgedir. Bunların kapitalistleştiğinin, İslamcılıklarının lafta kaldığının simgesidir. Ama bunun gündelik hayata yansıması için birkaç jenerasyon gerekir. Sınıf atlamak, hayat tarzını değiştirmek öyle parmak şaklatır gibi olmaz. Leydi Godiva’yı alan adamların karıları başlarını açmazlar ama onların çocukları, torunları açacaktır. Yeter ki devlet bunların ensesine başını açacaksın diye sürekli binmesin. Bakın... Fethullah bugün, “Başörtüsü dinin şartı değildir” diye kanaat belirtiyor…” (Solun önceliği darbeyle mücadeledir, Neşe Düzel’in Baskın Oran ile söyleşisi, www.taraf.com.tr, 28.07.2008)

“Silahların en güçlüsü” ne? Demokrasi mi? İslam mı?
“Müslümanım diyenler” artık bir karar vermeli değil mi?
Hangisinin türküsünü çağıracağız, hangisinin değirmenine su taşıyacağız, hangisinin ekmeğine yağ süreceğiz?

“…Bu demek değil ki, kızların gittiği okulların yakılmasını ya da suçluların taşlanarak öldürülmesini kabul edeceğiz. Radikal İslam gerçeğini tanımakla ona ait fikirleri kabul etmek apayrı şeyler. Görüş ve değerlerimizi ateşli şekilde savunmaya devam etmeli, değerlerimizi muzaffer kılacak politikaları kararlılıkla takip etmeliyiz. Bu, genellikle zorlu bir çabayı gerektireceği gibi, devlet aygıtının yeniden inşa edilmesi, laik bir eğitim sisteminin kurulması ve yolsuzlukların azaltılması türünde gayretlerin sonuçlarını görmek de zaman alacaktır. Ama o toplumlara çabalarında yardımcı olmalıyız. Sadece öldürmekle, bombalamakla ve ele geçirmekle meşgul olmadığımızı, söz konusu ülkelerde böylesi meseleler üzerine de bir şeyler yaptığımızı göstermemiz bile tek başına bu mücadelede ABD'nin algılanış şeklini değiştirebilir. Peçe takan herkes intihar bombacısı demek değil. Yerel ve kültürel ortamı tanırsak, bir yandan da insanların özgürlük ve düzen arasında dengeyi kendilerinin bulmak istemesini, hürriyetlerini ne yönde kullanacaklarına karar vermesini anlayışla karşılarsak değerlerimize daha uygun davranmış oluruz. Nihayetinde zaman bizden yana. Bin Ladin taraftarlığı hemen her Müslüman ülkede zaten zemin kaybetmiş durumda. Radikal İslam'ın seyri de aynı olacak. Afganistan, Irak, Nijerya ve Pakistan'ın belli bölgeleri gibi denendiği her yerde, insanlar radikal İslam'ın cazibelerinden çabucak soğuyor. Gerçek şu ki, şiddet yanlısı olsun olmasın, İslamcılar'ın hiçbiri çağdaş dünyanın sorunlarına önerebilecekleri çözümlere sahip değil. Günümüz erkek ve kadınlarının özlemlerini karşılayacak bir dünya görüşleri yok. Ama bizim var. İşte bu da silahların en güçlüsü.” (Fareed Zakaria, Radikal İslam’la yaşamayı öğrenmek, Newsweek Türkiye, 01.03.2009, Sayı: 19)

Devlet ve Tanrı ya da Tanrı Devlet

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Çankaya Köşkü'nde şehit aileleri ve gazilere verdiği basına kapalı iftar yemeğindeki konuşması’nda “…Bugünlerde kafa karıştırıcı bazı şeyler var, sizler de eminim ki görüyorsunuz, dinliyorsunuz, inanın bunların bazılarına ben de çok üzülüyorum, ama devletinizden emin olun. Devletiniz hiçbir zaman yanlış bir iş yapmaz…” dedi. (www.haberturk.com, 25.08.2009)
9. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel de görevdeyken sık sık katıldığı Hacı Bektaş-ı Veli anma etkinlikleri kapsamındaki resmi törenlerin birinde “Atatürk hiçbir yanlış yapmamıştır” demişti. (TRT 1)

Söz ve Eylem

“Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Hz. Ömer'e ait olan 'Dicle'nin kenarında bir kurt bir kuzu kapsa bunun hesabı Ömer'den sorulur' sözüne gönderme yaparak, "Dicle'nin kenarında kurdun kaptığı bir koyun bile benim mesuliyetim altındadır" dedi. Erdoğan'a bazı yazarlar tarafından Soma hadisesinin ardından adalet ve hak yeme konularında Hz. Ömer'in bu sözleri hatırlatılmıştı…” (http://www.haberaktuel.com; 20.05.2014)

Ondört asır evvel…

“Fırat kenarında bir kuzuyu kurt kapsa, Allah bunun hesabını benden sorar – İslam Devleti Başkanı, Emir’el-müminun Ömer İbn’ul Hattab”

Birkaç rivayet

Bir
[Hz. Ömer (r.a.), bir savaş sonrası ganimetleri taksim etmişti. Herkese bir parça kumaş düşmüştü. Fakat bu kumaş tek başına bir işe yaramıyordu. Oğlu Abdullah, babasına: “Bu kumaş tek başına ne benim, ne de senin işine yaramıyor. Ben hakkımı sa­na vereyim de, kendine güzel bir elbise yaptır” demişti. Hz. Ömer de oğlunun hediyesini kabul ederek bir elbise yaptırmıştı. Birkaç gün sonra, üzerinde bu elbise olduğu hâlde bir konuşma yapmak için minbere çıkmıştı. “Ey müminler! Beni dinleyin ve bana uyun” der demez, arka saflarda oturan fakir bir zat ayağa kalktı: “Ey müminlerin emîri! Seni dinlemiyorum ve sana itaat da etmiyorum! Çün­kü sen, Allah ve Resûl’ünün yolundan gitmiyorsun!” dedi. Halife bu büyük iddia karşısında sarsıldı: “Neden?” diye sordu. O zat sebebini şöyle izah etti: “Ganimet taksiminde, bizlerden hiçbirine elbise diktirecek kadar bir kumaş düşmediği hâlde, görüyorum ki, sen o kumaştan fazla almış, bir elbise yaptır­mışsın!” Hz. Ömer, hesabını veremeyeceği bir iddiayla karşılaşmayı bekliyordu. Bu­nu duyun­ca rahatlamıştı. Cemaat arasında bulunan oğlu Abdullah’a (r.a.) işaret etti. Hz. Abdullah da kalkıp durumu izah etti. Payına düşen kumaşı babasına verdiğini söyledi. Halk sevinçliydi. Gözler ikazda bulunan zata yönelmişti. O zat ayağa kalktı ve: “Şimdi konuş, ey müminlerin emîri! Şimdi dinliyor ve sana itaat ediyorum” dedi. Bunun üzerine ellerini Rabb’ine açan adalet kutbu Halife Ömer şöyle dua et­ti:
“Ey Rabb’im! Sana sonsuz hamd ediyorum ki, beni, yapacağım hatalardan do­layı ikaz edecek bir ümmete halife etmişsin”.]

İki
[Hz. Ömer’in ordusunun İran’ı fethettiği gece, Hz. Osman huzuruna girip selam vermişti. Hz. Ömer acele mektûb yazıyordu. Mektubu yazıp bitirince yanmakta olan lambayı söndürüp, başka bir lamba yaktı. Hz. Osman’ın selamına cevap verip konuşmaya başladıktan sonra, Hz. Osman lâmbayı söndürüp, başka bir lâmba yakmasının sebebini sorunca;
“Söndürdüğüm lamba Beyt’ül-mal(Devlet Hazinesi)ındır. Bana ait değildir. Onu Müslümanların işini görmek için yakmıştım, onların işini görmek için yazdığım mektûb bitti. Şimdi seninle şahsi işim için konuşuyoruz, bunun için de kendime ait olan lambayı yaktım” buyurdu.]

Üç
[Bir elçilik heyeti, Hz. Ömer’le görüşmelerde bulunmak üzere, Medine’ye gelmişti. Elçi kendisini karşılayanlara: -”Nerede hükümdarınız” diye sorduğunda, karşılayanlar: -”Biz de hükümdar yok, Emir var. O şimdi Medine civarında” dediler. Elçi, görevlilerle birlikte, Hz.Ömer’in yanına gitmek üzere, Medine dışına yola çıktı. Hz. Ömer’e yaklaştıklarında elçi gördü ki, Hz. Ömer yanında hiç bir muhafız (koruma) olmadığı halde, tek başına bir ağacın altında uyumakta. Bu durumu gören elçi yanıdakilere şöyle dedi:
-”Dünyanın karşısında titrediği, şu adama bakınız ki, burada kendinden emin ve korkusuzca, uyuyup duruyor. Uyumak hakkındır, ey Ömer, çünkü adaletinden eminsin”.]
Dört
[Hz. Ömer zamanında Şam şehrinde bir cami yapılması istendi. Hristiyan bir ailenin evini buna çok uygun gördüler. Parasını da verdiler ama Hristiyan razı olmadı. Halifeye geldi 'Ya Emir el-Müminin senin adaletine sığınırım, benim bahçemde cami yapmak için zorla bahçemi elimden aldılar. Ben bahçemde çoluğumun çocuğumun rızkını çıkarıyordum. 'Halife bu durumu adaletli görmez hemen caminin yıkılıp zararını da Halife Ömer yani kendisi karşılamak ister. Sonra Vali Amr’a ‘Ya Amr;
'Camiyi yık ama adaleti yıkma' diye yazılı emir gönderir.]

15 Mayıs 2014 Perşembe

UZUN LAFA NE HȂCET, HER ŞEY AÇIK VE NET-3

{Rızkını alınteri dökerek helȃl yoldan kazanmak için yerin altında çalışan, emeğinin karşılığını çoğu zaman al-a-mayan, sağlığını ve hatta canını riske eden, bu yolda ölen yüzlerce maden işçi kardeşimize dua; geçici dünya malına tamah edip kȃrı arttırmak için, onlara emeklerinin karşılığını vermeyen, yeterli güvenlik önlemi almayan ve bu faciada sorumluluklarını yerine getirmeyen, payı olan herkese beddua}

Binlerce dram haberinden biri ve altına aynen imzamı attığım bir haber-yorum.

Haber: “İki çocuğuyla ölüme atladı. Eskişehir'de sık sık cezaevine düşen eşiyle yaşadığı sorunlar nedeniyle bunalıma giren Dilek Özer, kendi kızı ve ablasından evlatlık aldığı bebeğiyle birlikte, Porsuk Çayı'na atlayarak yaşamına son verdi. Annesinin kardeşini suya attığını görünce durumu anlayan 5 yaşındaki Ayşan'ın "Ne olur beni atma anne. Ölmek istemiyorum" diye yalvardığı da bildirildi. Genç kadının intihar etmeden önce "Elveda hayat" adlı şiir gibi bir veda mektubu yazdığı ortaya çıktı… Bir süre önce eşi Metin Özer (41) ile birlikte Diyarbakır'dan Eskişehir'e göç eden Dilek Özer (24), dün akşam saatlerinde kızları Ayşan (5) ve 4 aylık Nisan'ı yanına alarak evden ayrıldı. İki çocuğu ile birlikte evden çıkan genç anne, Kurtuluş Mahallesi Tabakhane köprüsü civarında önce kızları Nisan'ı ve Ayşan'ı Porsuk Çayı'na attı, ardından kendisi de suya atladı… İşsiz olan ve akşam eve gelen koca Metin Özer ise eşinin evde olmadığını ve bir mektup bıraktığını gördü… Öte yandan, genç kadının kocasının uyuşturucu kullanma, hırsızlık ve dolandırıcılık gibi suçlardan 10 yıldan bu yana farklı tarihlerde bir çok kez cezaevine girip çıktığı öğrenildi. Kocanın en son bir suçtan dolayı girdiği cezaevinden 2 ay önce tahliye olduğu kaydedildi…

Genç kadının intihar etmeden önce şiir gibi bir veda mektubu yazdığı ortaya çıktı. Eşi iki ay önce cezaevinden çıkan genç kadın "Elveda hayat" adlı mektubunda, şu satırlara yer verdi: "Bir gün kalabalık gelecekler cenazeme / Beni ağıtlarla uğurlayacaklar / bir garip yolcu gibi / Elbisem beyaz olacak, çünkü ben ölü olacağım / Gönlümce bir gün yaşayamadım, sarmış etrafımı çıkmaz sokaklar / Kendime göre bir yol bulamadım / Tanrım benim ne günahım var? / Bir gün, gün yüzü göremedim bu dünyada, gençliğimi yaşayamadım / Yaşamaktan bıktım artık / Geride iki çocuğumu bırakmamak için hayata elveda diyorum." (www.haber10.com; 10.10.2009)

Bir Okuyucu Yorumu: “bu kadının ve yavrularının ölümünden bütün toplum sorumludur. elbette en başta mülki ve yerel yöneticiler sorumludur. bir ilin mahalle muhtarından belediye başkanına, valisine kadar yöneticileri, yavrularıyla suya atlayacak kadar çaresiz (sebep ne olursa olsun) vatandaşından habersiz, ilgisiz ise yazıklar olsun onlara. bu devlet vatandaşını göremeyecek, onlara ulaşamayacak kadar çaresiz midir, yoksa insafsız mıdır? bu ülkenin yetkilileri zengin sofralarda çözüm aramaktan ne zaman vazgeçip halka sahip çıkacaklar? ya toplumumuza ne demeli? vatandaşın sırtından palazlanan idareci müsveddelerine ne zaman dur diyecek? haydi yöneticilerde hiç insaf kalmadı diyelim. komşularındaki, mahallelerindeki bu kadar çaresiz bir insanı neden görmediler, duymadılar? biz böyle değildik. lütfen kendimize gelelim. insan olduğumuzu hatırlayalım. kariyer+para=güç=iktidar formülünü bize yutturarak bizim güzel hasletlerimizi birer birer erittiler, velhasıl bizi çürüttüler. biz yine biz olalım, birlik olalım. ölen bu ananın, yavruların ve daha nicelerinin vebali hepimizindir. başka canlar gitmesin, yeni veballer yüklenmeyelim. paylaşarak mutlu olalım.“ (www.haber10.com; kardelen, 10.10.2009)

‘İyi insanlar iyi atlara binip git’memişler demek ki!...

Aydın'ın Nazilli ilçesinde, 102 yaşındaki Hatice Aktaş, ziyaretine gelen Kaymakam Caner Yıldız'ın yardım teklifini "Haram olur. İhtiyacı olana verin" diyerek geri çevirdi. Kaymakam Yıldız, 3 çocuk ve 10 torun sahibi olan, 5 nesli gören Hatice Aktaş'ı bayram dolayısıyla ziyaret etti. Yıldız'ın elini öperek "Bir isteğin var mı, ben kaymakamım, sana yiyecek göndereyim, kömür vereyim" teklifinde bulunduğu yaşlı kadın, "Oğlum, buraya kadar geldin, beni bahtiyar ettin. Ben hayatta haram yemedim. Çocuklarım bana bakıyor. Sen git yardımını fakir olanlara yap, onların duasını al" dedi. (Sabah, 06.12.2008)

Bu ne yaman çelişki anne…

Zengin tatilcilerin ayakları artık yanmayacak. Dubai'deki "Plazzo Versace" oteli, zengin konukları için plaj kumunu soğutarak turizm sektöründe bir ilke imza atacak. (Sabah, 15.12.2008)

Mozambik Tarım Bakanlığı, kuraklık, pahalılık ve gıda stoklarının bulunmamasının etkilediği ülkenin orta ve güney kesimlerinde yaklaşık 500 bin kişinin gıda ihtiyacı olduğunu ve ailelerin günde tek öğün yiyebildiğini bildirdi. (Sabah, 15.12.2008)

Arap yarımadasının cazibe merkezi Dubai'de bir otelin açılış gecesi için 20 milyon dolar harcandı. Hollywood ünlülerinin de katıldığı davetliler için özel yemek menüleri hazırlandı. Bin şişe şampanya patlatıldı. (Sabah, 22.11.2008)

ABD'nin 2001 yılında işgal ettiği Afganistan'da durum iç açıcı değil... Zira hükümetin ve müttefik güçlerin Kabil dışında kontrolü sağlayamadığı ülkede Afganlar bir yandan da fakirlikle mücadele ediyor. Afganistan'da fakir aileler hayatta kalmak için çocuklarını satmaya başladı. İngiltere'deki Channel 4 kanalı tarafından yayınlanan bir belgeselde zengin aileler Afgan çocukları ekmek alacak parası olmayan fakir ailelerinden satın alıyor. Çocuklar için gelen zengin aileler bin 500 dolara yakın para ödüyor. (Sabah, 24.12.2008)

Kız çocuk doğurmanın suç olduğu ülke Hindistan... Ülkede son 20 yıl içinde 10 milyon bebek fetüs, yalnızca cinsiyeti kız olduğu için, eş ve kayınvalide baskısıyla anne karnında öldürüldü. (Sabah, 24.11.2008)

Gözümüz aydın! Filistin ve Irak da çağdaş uygarlık seviyesine yükseldi!...
* Burası modern sanat eserlerinin sergilendiği bir Batı kenti değil. Burası, çatışmaların her gün sürdüğü Filistin. Ilımlı Başkan Mahmud Abbas'ın kontrolündeki Batı Şeria'nın Ramallah kenti. Filistinli sanatçı Muhammed Halil'in nü (çıplak insan) tablolarının yer aldığı sergi, ülke için bir ilk oldu. Halk sergiye büyük ilgi gösterdi. (Sabah, 03.12.2008)
Gazze’de “İsrail'in ablukası nedeniyle açlık sınırına gelen halk ot yer hale geldi. Jindiya Ebu Amra adlı kadın, sokaktan ot topladığını anlattı. Amra, "Topladığım otlardan bir öğün yiyebildik" dedi. Hamas'ın tanınmayan Başbakanı İsmail Haniye ile İsrail arasındaki gerilimin faturası 1.5 milyon Gazze’liye çıkıyor. Günde 6 saat elektriğe izin veren İsrail, Birleşmiş Milletler'in gıda yardımlarının da kente girmesine izin vermiyor.” (Sabah, 15.12.2008)

 * İç çatışmalar ve savaşın sürdüğü ülkede bir ilk... Başkent Bağdat'taki Avcılık Kulübü'nde güzellik yarışması düzenlendi. Aralarında kadın milletvekillerinin de bulunduğu jüri üyeleri, mayo değil uzun etek giyen genç adayları tek tek inceleyip puan verdi. 18 yaşındaki Şems Tallal kraliçe seçildi. (Sabah, 03.12.2008)
Amerikan işgali sonrası özgürleştirilen ve de demokratikleştirilen Irak’ta, kadınlar bir kazanımlarına daha kavuştu. Her ne kadar bu yarışma Irak ile sınırlı olsa da ilerde daha büyük başarılara imza atabilirler. Mayo değil uzun etek giymesi de konjonktür sebebiyledir, ileride bu sakıncalı durum telafi edilebilir. Netekim biz de bağımsızlığımızı kazandıktan sonra çok geçmeden bundan daha büyük bir başarıya (!) imza atmamış mıydık? Hatırlamadınız mı? Hatırlatalım o halde dilerseniz.
[Keriman Halis Ece, 1913 yılında İstanbul'da doğmuştur. 31 Temmuz 1932 yılında Belçika'nın Spa şehrinde yapılan Dünya Güzellik yarışmasında "Dünya Güzeli" seçilmiştir. Atatürk yarışmadan sonra Kraliçe anlamında kullanılan "Ece" soyadını vermiştir. Keriman Halis Ece, zamanın tüccarlarından Halis Bey'in altı çocuğundan biridir. Keriman Halis'in amcası, ünlü operet bestecilerinden Muhlis Sabahattin Ezgi'dir. Halası ise gene ünlü kadın bestekarımız Neveser Kökdeş'tir. Galatasaray Spor Kulübü'nün idarecilerinden Turgan Ece ise kardeşidir. Keriman Halis yarışma sonrasında Türk Bayrağı'nın bulunmaması nedeniyle halkın tezahüratına cevap vermemiş ve bunun üzerine metrelerce atlas bulunarak bayrak orada yapılmış ve bütün yabancılara balkondan dalgalandırılarak gösterildikten sonra, kendisini görmeye gelen halkı selamlamıştır. Keriman Halis bugün de dünyanın en güzel büyükannesi olarak tanınmaktadır. Atatürk bu yarışma sonrasında yaptığı açıklamada, "Övündüğümüz doğal güzelliğinizi fenni tarzda muhafaza etmenizi biliniz ve bu yolda uyanık bir tekamülün mütemadi tahakkukunu ihmal etmeyiniz. Bununla beraber asıl uğraşmaya mecbur olduğumuz şey, analarınızın ve atalarınızın oldukları gibi yüksek kültürde ve yüksek fazilette dünya birinciliğini tutmaktır” demiştir. Halit Turhan Bey Hatıralarında Keriman Halis'in birinci olduğu yarışmayı şöyle anlatır: "...Günlerce Spa şehrinde kalan güzeller, çeşitli kişilerle görüştü ve konuştular. Yarışma gününde jürinin önünde kızlar birer birer geçip giyimleriyle, bakışlarıyla, tebessümleriyle puan toplamaya çalıştılar. Jüri salona geçip, puan değerlendirmesi yapmak istedi. Başkan kürsüye geçerek : - Sayın jüri üyeleri, bugün Avrupa'nın Hıristiyanlığın zaferini kutluyoruz. 1400 senedir dünya üzerinde hâkimiyetini sürdüren İslamiyet artık bitmiştir. Onu Avrupa bitirmiştir. Bir zamanlar sokağı bile, pencere arkasından seyredebilen Müslüman kadınların temsilcisi Türk güzeli Keriman, mayo ile aramızdadır. Bu kızı, zaferimizin tacı kabul edeceğiz, onu kraliçe seçeceğiz. Ondan daha güzel varmış, yokmuş bu önemli değil... Bu sene güzellik kraliçesi seçmiyoruz. Bu sene İslamı yenmenin zaferini kutluyoruz. Avrupa'nın zaferini kutluyoruz. Bir zamanlar Fransa'da oynanan dansa müdahalede bulunan Kanuni Sultan Süleyman'ın torunu işte mayo ve sutyen ile önümüzdedir. Kendini bizlere beğendirmek istemektedir. Biz de bize uyan bu kızı beğendik. Müslümanların geleceği böyle olması temennisiyle Türk güzelini dünya güzeli olarak seçiyoruz. Fakat kadehlerimizi Avrupa'nın zaferi için kaldıracağız." Böylece Keriman Halis dünya güzeli seçildi. Resimleri gazetelerde basıldı. Hatta kartpostal yapılarak satıldı, elden ele dolaştı. (http://tr.wikipedia.org/wiki/Keriman_Halis)]
Ne mutlu Türküm diyene!? ya da “Türküm, doğruyum, çalışkanım…”


Ahmet Bey, sabah saat 7.00'de Casio masa saatinin alarmıyla gözlerini açtı. Puffy yorganını kaldırdı. Hugo Boss pijamalarını çıkarıp Adidas terliklerini giydi. WC'ye uğradıktan sonra banyoya geçti. Clear şampuan ve Protex sabunuyla duşunu aldı. Colgate ile dişlerini fırçaladı. Braun ile saçlarını kuruttu. Bill's gömleğini ve Pierre Cardin takımını giydi. Lipton çayını içti. Sony televizyonda medya özetlerini ve flash haberleri izledi. Citizen kol saatine baktı. Aile fertlerine Bye deyip Hyundai otomobiline bindi. Blaupunkt radyosunu açarak, rock müziği buldu. Ağzına bir Polo şeker attı. Şehrin göbeğindeki Mega Center'daki ofisine varınca, Toshiba bilgisayarını çalıştırdı. Microsoft Excel'e girdi. Ofisboy'dan Nescafe'sini istedi. Saat 10.00'a doğru açlığını yatıştırmak için Grissini yedi. Öğlen Wimpy's Fast Food kafeteryaya gitti. Ayaküstü, Coca Cola ve hamburgeri mideye indirdi. Camel sigarasını yakıp Star gazetesini karıştırdı. Akşam üzeri iş çıkışı Image Bar'a uğrayıp JB'sini yudumladı, sonra köşedeki Shopping Center'a uğradı... Eşinin sipariş ettiği Ariel deterjan, Ace çamaşır suyu, Palmolive şampuan, Gala tuvalet kağıdı, Sprite gazoz ve Johnson kolonyayı alarak kasaya yanaştı. Bonus kartıyla ödemeyi yaptı. Hafta sonu eşi Münevver'le Galleria'ya giden Ahmet Bey, Showroom'ları dolaşıp Converse ayakkabı, Lee Cooper blue jean satın aldı. Akşam evde bir gazetenin verdiği TV Guide'a göz atan Ahmet Bey, kanallar arasında zapping yaparak, First Class, Top Secret, Paparazzi gibi programlar izledi. Aynı anda Outdoor dergisini karıştırdı. Uykusu gelen Ahmet Bey, televizyonu kapatıp yatak odasına geçerken, kendini mutlu hissetti ve uyudu.


7 Mayıs 2014 Çarşamba

UZUN LAFA NE HȂCET, HER ŞEY AÇIK VE NET-2

Bir ayet ve tefsiri
“Sonra o gün mutlaka, size dünyada iken verilmiş her türlü nimetten sorguya çekileceksiniz - Summe le tus’elunne yevmeizin anin naîm” (Kur’an; Tekȃsür / 8)
Çok sayıda hizmetçisi, uşağı, binlerce işçisi olan zengin bir adam varmış. Ölümden o kadar korkuyormuş ki, etrafa haber salmış: "Öldüğüm geceyi kim kabre girerek sabaha kadar benimle birlikte geçirirse, servetimin 3'te 1'ini ona bağışlarım." Bu haber, kendi halinde yaşayan, Tuzsuz Bekir isimli bir hamalın kulağına gitmiş. "Benim sadece bir ipim var. Kaybedecek bir şeyim yok" diye düşünerek, ölüm döşeğindeki adamın yanına koşmuş. Zaten o sırada zengin adam da son nefesini veriyormuş. Zengin ile Tuzsuz Bekir'i birlikte kabre koymuşlar. Sorgu-sual melekleri gelmiş kabre. Önce Tuzsuz Bekir'i sorgulamaya başlamışlar: "O ip kimin? Nereden aldın? Niye aldın? Nasıl aldın? Nerelerde kullandın?" Sabaha kadar sorgu devam etmiş. Sabah olunca, Bekir kendisini kabirden dışarı zor atmış. Onu karşılayanlar "Tamam kazandın" demişler, "Servetin üçte biri senin". Tuzsuz Bekir arkasına bakmadan kaçmaya başlamış. Bir yandan da avaz avaz bağırıyormuş: "Aman istemem kalsın. Ben sabaha kadar bir ipin hesabını veremedim. O kadar servetin hesabını nasıl veririm?" (Sabah, 09.12.2008)

“Adı güzel kendi güzel”den bir hatıra…
Sekiz yaşında dedesi de vefat edince sorumluluğunu amcası Ebu Talib üstlenir. Hanımı Esad kızı Fatıma ile küçük Muhammed’e yetimliğin acısını hissettirmemek için ellerinden geleni yaparlar. Peygamberliğinden sonraki yıllarda önce amcası ardından da yengesi vefat eder. Özellikle yengesinin vefat haberine çok üzülür. “-Bugün sevgili annem vefat etti” der. Gömleğini kefen olarak verir. Yetmiş kez tekbir aldırarak cenaze namazını kıldırır. Kabre önce kendisi uzanıp, bir süre yatar. Arkadaşları o güne kadar bir benzerini görmedikleri bir olağanüstü ilginin sebebini sorarlar. “-O benim annemden sonra annemdi” diye cevap verir. (Peygamber efendimiz Hz. Muhammed(a.s), Asır ajans, sh. 71)
Ömür dediğin…

Torunu, pamuk gibi bembeyaz sakallı, nur yüzlü dedesine merakla soruyor: “Dedeciğim! Bir insanın ömrü ne kadar olur?” Dede tatlı bir gülücükle: “Ezanla namaz arası kadar yavrucuğum  deyince Torun: “Nasıl yani, ömür bu kadar kısa mı?” der. Dede: “Evet yavrum. Ömür, namazsız ezanla, ezansız namaz arası kadardır” diye cevap verir. Torun yeniden sorar: “Namazsız ezan ve ezansız namaz sözlerinden ne kastettiğini anlamadım dedeciğim. Bu ne demek açıklar mısın?” Dede şefkatle ellerinden tuttuğu torununa: “Bak yavrum, geçenlerde komşumuzun çocuğu doğdu. Çocuğun kulağına ezan okundu değil mi? İşte o ezanın namazı kılındı mı? Kılınmadı. O ezan “Namazsız ezan”dı. İnsan öldüğü zaman kılınan cenaze namazının da ezanı yoktur. O da “Ezansız namaz”dır. Aslında o namazın ezanı insan doğunca okunmuştu kulağına. “Bak ey insan! Doğdun, ama öleceksin, ömür çabuk biter, hayatını iyi değerlendir. Boşa vakit harcama!” ikazını yapıyordu o ezan. İşte yavrum ömür ezanla namaz arası kadardır. Sakın boşa geçirme. Ömrünü dolu dolu yaşa, bir nefes bile boşluk bırakma!”.

İki kurt (nefs-i emmare ve nefs-i mutmaine)

Cherokee kabilesinin yaşlılarından biri torunlarına eğitim veriyordu. Onlara dedi ki: "İçimde bir savaş var. Korkunç bir savaş. İki kurt arasında: Bu kurtlardan birisi; korkuyu, öfkeyi, kıskançlığı, üzüntüyü, pişmanlığı, açgözlülüğü, kibri, kendine acımayı, suçluluğu, küskünlüğü, aşağılık duygusunu, yalanları, yapmacık gururu, üstünlük taslamayı ve egoyu temsil ediyor. Diğeri ise; zevki, huzuru, sevgiyi, umudu, paylaşmayı, cömertliği, dinginliği, alçakgönüllülüğü, nezaketi, yardımseverliliği, dostluğu, anlayışı, merhameti ve inancı temsil ediyor. Aynı savaş sizin içinizde de sürüyor ve diğer tüm insanların içinde". Çocuklar anlatılanları anlamak için bir dakika düşündüler ve içlerinden biri büyükbabasına, "Hangi kurt kazanacak" diye sordu. Yaşlı Cherokee kısaca cevapladı: "Beslediğiniz".

“Hayatta en hakiki mürşit”ten bir hatırlatma ve bir öğüt

“İnsan için çalışmasından başka bir şey yoktur – Ve en leyse lil’insani illa ma se’a” (Kur’an, Necm/39)

“Ve sana ölüm gelinceye kadar Rabbine ibadet et – Va’büd rabbeke hatta ye’tiyekelyakıynü” (Kur’an, Hicr/99)

1 Mayıs 2014 Perşembe

UZUN LAFA NE HȂCET, HER ŞEY AÇIK VE NET-1

Ana Kucağı

Bir gece sabaha karşı anne, oğlunu telefonla arar. "Nasılsın yavrum, iyi misin?". Tatlı uykusundan telefonun sesiyle uyanan delikanlı sinirli sinirli konuşmaya başlar annesiyle: "Gecenin bu saatinde niçin arıyorsun?" Anne cevap verir. "Sesini özledim de". "Bilmiyor musun anne, sabah erken kalkıp işe gidiyorum, sabah arasan olmaz mıydı, uykumdan ettin beni".
Daha birçok kırıcı ve yüksek sesle söylenen sözden sonra anne oğluna sorar: "Yani aramakla seni rahatsız mı ettim evladım?" Delikanlı bağırarak, "Evet, rahatsız ettin" deyince, anne "Öyle mi evladım, sen de beni bundan 25 sene önce bu saatlerde rahatsız etmiştin. Doğum günün kutlu olsun yavrum" deyip telefonu kapatmış.

Baba Ocağı

Seksenine merdiven dayamış yaşlı baba ile onu ziyarete gelen kırkbeş yaşında ve saygın bir işi olan oğlu salonda oturuyorlardı. Hal hatırdan, çoluk-çocuktan, havadan-sudan sohbet ettikten sonra oğlu susmuş, ayrılmanın sinyalini vermişti.
O anda üzerinde oturdukları sedirin yanındaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Yaşlı baba kargaya gülümserek biraz baktıktan sonra oğluna sordu: 'Bu ne oğlum?' Oğlu şaşkın, cevapladı: 'O bir karga baba'. Yaşlı baba kargaya biraz daha baktıktan sonra yine sordu: 'Bu ne oğlum?' Oğlu daha da şaşkın, yine cevapladı: 'Baba, o bir karga'. Karga hâlâ pervazda, komik hareketlerle başını sağa sola çeviriyor, başını yan yatırıyor, havaya bakıyor, sonra başını yine onlara çeviriyordu. Yaşlı baba üçüncü defa sordu: 'Bu ne?' Oğlunun şaşkınlığı sabırsızlığa dönmüştü: 'O bir karga baba, üç oldu soruyorsun. Beni işitmiyor musun? 'Yaşlı baba dördüncü defa da sorunca oğlunun sabrı taştı ve sesini yükseltti: 'Baba bunu neden yapıyorsun? Tam dört defadır onun ne olduğunu soruyorsun, sana cevap veriyorum ve sen hâlâ sormaya devam ediyorsun. Sabrımı mı deniyorsun?
'Babası yüzünde hâlâ bir gülümseme yerinden kalktı, içeri odaya gitti ve elinde bir defterle döndü. Bu bir hâtıra defteriydi. Oturdu, sayfalarını karıştırdı ve aradığını buldu. Sevgiyle gülümsemeye devam ederek sayfası açık bir vaziyette defteri oğluna uzattı ve o sayfayı okumasını söyledi.
'Bugün 3 yaşındaki minik yavrumla salondaki sedirde otururken yanıbaşımızdaki pencerenin pervazına bir karga kondu. Oğlum tam 23 defa onun ne olduğunu sordu. 23 soruşunda da ona sevgiyle sarılarak, onun bir karga olduğunu söyledim. Rahatsız olmak mı? Hayır! Onun sorusunu masumca tekrar edişi içimi sevgiyle doldurdu'.

Öğretmen Şefkȃti

        Okulun ilk gününde 5. sınıfın önünde dururken, öğretmen çocuklara bir yalan söyledi. Çoğu öğretmen gibi, öğrencilerine baktı ve hepsini aynı derecede sevdiğini söyledi. Ancak bu imkȃnsızdı, çünkü ön sırada oturduğu yerde bir yana kaykılmış ismi Mustafa olan bir erkek çocuk vardı. Bayan Mediha bir yıl önce Mustafa’yı izlemişti ve diğer çocuklarla iyi oynamadığını, elbiselerinin kirli olduğunu ve sürekli olarak kirli dolaştığını gözlemişti. İlave olarak Mustafa tatsız olabiliyordu. Bu öyle bir noktaya geldi ki, bayan Mediha onun kağıtlarını büyük bir kırmızı kalemle işaretlemekten, kalın çarpılar (x) yapmaktan ve kağıdın üstüne büyük "F" (en düşük derece) koymaktan zevk alır oldu. Bayan Mediha’nın okulunda, her çocuğun geçmiş kayıtlarını incelemesi gerekiyordu ve Mustafa’nın kayıtlarını en sona bıraktı. Ancak, onun hayatını gözden geçirdiğinde, bir sürpriz ile karşılaştı.
Mustafa’nın birinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: “Mustafa gülmeye hazır, parlak bir çocuk. Ödevlerini derli toplu ve temiz yapıyor ve çok terbiyeli. Onun etrafta olması çok eğlenceli". İkinci sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: "Mustafa mükemmel bir öğrenci, sınıf arkadaşları tarafından çok seviliyor, ama annesinin ölümcül bir hastalığı olduğu için sıkıntı içinde ve evde ki yaşamı mücadele içinde geçiyor." Üçüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: "Mustafa’nın annesinin ölümü onun için çok zor oldu. Mustafa elinden gelenin en iyisini yapmaya çalışıyor, ama babası ona ilgi göstermiyor ve eğer bazı adımlar atılmazsa evdeki yaşamı yakında onu etkileyecek." Mustafa’nın dördüncü sınıf öğretmeni şöyle yazmıştı: "Mustafa içine kapanık ve okulda derslere çok fazla ilgi göstermiyor. Çok fazla arkadaşı yok ve bazen sınıfta uyuyor."
Bunları okuyunca, Bayan Mediha problemi kavradı ve kendinden utandı. Öğrencileri ona güzel kurdelelerle ve parlak kȃğıtlara sarılmış hediyeleri getirdiğinde bile çok kötü hissediyordu. Mustafa’nın hediyesini alıncaya kadar bu böyle devam etti. Mustafa’nın hediyesi bir marketten aldığı kalın, kahverengi ambalaj kağıdı ile beceriksizce sarılmıştı. Bayan Mediha onu diğer hediyelerin ortasında açmaktan acı duydu. Bayan Mediha, pakette taşlarından bazıları düşmüş yapma elmas taşlı bir bilezik ve çeyreği dolu olan bir parfüm şişesini çıkarınca çocuklardan bazıları gülmeye başladı. Ama o bileziğin ne kadar güzel olduğunu haykırdığında çocukların gülmesi kesildi. Bileziği taktı ve parfümü bileklerine sürdü. Mustafa, o gün okuldan sonra öğretmenine şunu söylemek için kaldı.
"Öğretmenim bugün aynı annem gibi kokuyordunuz".

Hoca Dersi

Tanzimat yıllarında İç Anadolu’nun büyük şehirlerinden birinde Ulucami’de va’az veren bir hoca vardı. Hoca her gün kürsüden va’azını verir, sözü bitince kürsüye elini şiddetle vurur ve “Çoban çaldı düdüğü” der, kürsüden inerdi. Bu hal senelerce devam etti. Bir gün cemaatten bazıları sordular: -Hocam, senelerdir, “Çoban çaldı düdüğü” deyip duruyorsunuz. Fakat bunun ne demek olduğunu izah etmiyorsunuz. Biz de merak ediyoruz. İzah eder misiniz?
Hoca da bu talebin üzerine cemaati kırmayıp şöyle bir hikâye anlattı: Biz vaktiyle medresede talebe idik. Bir arkadaşımla bir başka köye va’az için gidiyorduk. Yolda bir su başında bir çoban bizi uzaktan görmüş. Sarığımızdan ve kıyafetimizden bizim medrese mollası olduğumuzu tahmin etmiş: Biz su başına varıncaya kadar abdest alıp cemaatle namaz kılarız, diye beklemeye başlamış. Biz varınca hemen saygıyla karşıladı ve namaz kılalım dedi. Biz de hazırlandık ve cemaatle namazı kıldık. Çoban bize azığında ne varsa ikram etti, beraber yedik. O zaman çoban dedi ki: “Haydi herkes içinden bir niyet tutsun ve niyetin kabulü için beraberce dua edelim.” Herkes içinden bir niyet tuttu ve hep beraberce dua ettik, dileklerimizin kabulünü istedik. Dua bitince çoban dedi ki: “Şimdi herkes, aklından geçirdiği duasını söylesin. ”Bunun üzerine arkadaş dedi ki: Ben meşihat dairesine yani fetva merkezine ȃza olmak istedim, bunun tahakkuku için Allah’a yalvardım. ”Ben de dedim ki: “Memleketimdeki Ulu camiye eskiden beri va’iz olmak isterdim, bunun tahakkuku için Allah’a niyaz ettim. En son çoban dedi ki: “Ben de sahih iman ve salih amel sahibi,  Allah’ın razı olduğu bir kul olarak ruhumu teslim edip cennete gitmekliğimi diledim Rabbim’den...

”Aradan zaman geçti. Arkadaşım emeline nail olup fetva heyetine ȃza oldu. Ben de Ulu camiye va’iz oldum. Senelerdir burada va’az ediyorum. Bizim duamız kabul olduğuna göre inşallah çobanın da duası kabul olmuştur. Biz dünyalık istedik, o ebedî kurtuluş istedi, ümit ederim Allah’ın izniyle kurtulmuştur. Bir çoban kadar basiretli olamadığım için hayıflanır dururum. Demek ki ilim de yetmiyormuş, basiret ve feraset olmayınca”.