29 Ocak 2015 Perşembe

GÜLÜMSETİRKEN DÜŞÜN-DÜRTEN HABER-YORUMLAR 5

AB, İSLAMOFOBİA, PEGİDA, VS…

Belçika Federal Polisi Genel Müdürü adi suçlardan hapishaneye giren Müslümanlar'ın cezaevlerinde beyinlerinin radikal gruplar tarafından yıkandığını söyleyerek 'Müslümanlara ayrı hapishane kurulsun' teklifi yaptı. Kökten dinci Müslüman örgütlerle ve terörizmle en etkin mücadelenin ayrı bir cezaevi yapılmasından geçtiğine inandığını ifade eden Audenaert, "Çok masraflı, istismar edilecek ve çok tartışmaya açık bir konu ama, Müslüman kökten dincilere ayrı bir hapishane kurulmalı…” [Sabah, 12/09/2006]

Uyan da balığa gidelim Audenaert. Sanki oricinal bir fikirmiş gibi sunma lütfen bize bu bayatlamış fikirleri. Kör gözler gördü, sağır sultan duydu Sam Amca’nın Guantanamo’sunu, Ebu Gureyb’ini; siyonistlerin açık cezaevi haline getirdiği Gazze’yi, Filistin’i. Sakın sen “doldurucan len bunları kalelere, camilere, sonra da basacan mermiyi, bombayı” demiş olmayasın Afganistan’da Cenk kalesinde, Irak’ta camide olduğu gibi.

Şöyle de yapabilirdin be Audenaert. “İsviçre'de Müslüman cemaate sızdırılan muhbir Covassi, imana gelip basına konuştu: Devlet, ülkeden atmak istediği tartışmalı imamlara komplo kurdu.” (23/05/2006 Radikal) Sizde oyun, tuzak mebzul (sayılamayacak) miktardadır. Beyin yıkamakta da çok mahirsinizdir. Akı kara, karayı ak göstermekte, gerçeği ters yüz etmekte üstünüze yoktur.

Yüzyıllarca dünyanın dört bir yanındaki insanları sömürüp bırakıp gitmek zorunda kaldığınız yerlerde ardınızda nice acı ve acılı insanlar bırakırsınız, onlara çektirirsiniz cefa; evinizde kıtanızda neşe içinde yaşar gidersiniz, sürersiniz artık bir sefa.

Unutmuşsundur hatırlatayım sana, senin atalarının daha geçen yüzyılın başlarında yaptığı mezalimi. Kulaklarını iyi aç Audenaert. “Belçika kralı II. Leopold, Afrika’ya uygarlık getirmek amacıyla konferanslar düzenledi. Otomobil lastikleri için ihtiyaç duyulan kauçuk üretimini daha ucuz ve kolay olsun diye Afrika’da yapmaya başladılar. 23 yıl boyunca tam bir kitlesel kıyım (soykırım) yapıldı. Kongo’da on milyonu aşkın -11 ila 15 milyon arası- insanı öldürdü. İsyanın karşılığı ölümdü. Sayısı belirsiz insanın el ve ayaklarını kestirdi. Bilek kesmenin nedeni ise bir insanın yeterince kauçuk getirmemesi idi. Aynı gerekçeyle onlarla birlikte küçük çocuklarının bile el ve bacakları kesildi. Bu cezaları uygulayan şirketin adı Anglo-Belgian India Rubber Company idi. Kauçuk ağaçları dikmek için ormanları temizlemek gerekiyordu. Ama bazen, ormanı kesmektense bir köyü tamamen yakıp yıkıp arazi elde etmek daha verimli oluyordu…” (Atlas dergisi, Sayı:155, 02/2006, sh. 166-8).

Ne dedin Audenaert duyamadım. Yanlış mı işittim? “Dün dündür, bugün bugündür” mü dedin, yoksa “Atalarımın işledikleri suçlardan dolayı beni mi sorumlu tutuyorsun? diyorsun. Haklısın be Adudenaert, “Onların kazandıkları onlara, sizin kazandığınız sizedir. Siz onların yaptığınızdan sorulmazsınız” (Bakara/141) der ayrı hapishane kurulmasını teklif ettiğin “Müslüman kökten dincilerin” Kitab’ında.

Kongo’da ata’n Leopold ve tayfasının estirdiği terörün üzerinden nerdeyse bir asır geçti ama kafa yine o kafa, zihniyet yine o zihniyet. Ha II. Leopold olmuş adın, ha Audenaert (ya da III. Leopold). Ne fark eder. Esasta değişen fazla bir şey yok. Korkarım bu gidişle değişeceğe de benzemiyor.


Taa ki ahiret gelip oyun bitip perde kapanana kadar. O gün yerinizde olmak istemezdim inan.


22 Ocak 2015 Perşembe

ERCÜMEND ÖZKAN (ALLAH’IN SALİH KULLARINDAN ‘GÜZEL BİR ÖRNEK’)

Takdim: "Allah dostu (velisi) odur ki, o görülünce (konuşulunca) Allah hatırlanır, zikredilir". Ercümend Özkan'ı anmak, konuşmak böyle bir şeydir. İnanmış ve yaşamış, çağına şahitlik etmiş Ercümend Özkan’ın doğumunun/ölümünün üzerinden tam 20 yıl geçti. Bu vesileyle, vefatının ardından değişik yıldönümlerine tekabül eden tarihlerde kaleme aldığım ona dair üç yazımı ve sonunda da kısa bir değerlendirmemi sizlerle tekrar paylaşmak istedim.

-1-

2002

Mucur’dan Adana’ya Uzanan İnce Bir Yol

         Orta Anadolu’nun bir bozkır kasabasında (Mucur / Kırşehir) Ocağın 23’ünde başlayan yolculuğu, 57 yıl sonra yine bir Ocak ayının 24’ünde bir Güney ilinde (Adana) sona erdi. Ve yolcu’nun onca yıl gündüz-gece gittikten sonra menzile yetişip “iki kapılı han”ın ölüm kapısından geçip Rabbine döndüğü o günden beri aradan 7 yıl geçti.

        Bu yazıdan amaç, bir yol hikayesi anlatmak ya da konak yerinde(dünyada)  iken ve konaklayıp ayrıldıktan sonra konuk hakkında yazılıp çizilenleri tekrarlamak değil. Hele maksat yıllar sonra ardından bir mersiye veya medhiye düzmek hiç değil. Hasıl olabilirse maksadım, asli olarak vefatını takibeden yıllar içinde gelişen bazı hadiseler vesilesi ile onun serdettiği fikirler etrafında bazı şeyleri dile getirmek, tȃl’i olarak da aziz hatırasını yȃd etmektir.
    
        Onu ne zaman tanıdım, tam olarak hatırlamıyorum. Fakat yüksek öğrenim yıllarının başında ziyaretine gittiğim bir akrabamın kütüphanesini karıştırırken, ‘sahibi ve sorumlu yönetmeni’ olduğu ve o yıllarda onbeş günde bir yayınlanan ‘İktibas’ dergisinin sayfalarını karıştırdığımda hayli etkilendiğimi bugünmüş gibi hatırlıyorum. Dergiyi bir süre gazete bayiilerinden alıp okuduktan sonra çekingenliği bir kenara bırakıp dergideki “gelin, görüşüp konuşalım” davetine icabet ederek bürosunun kapısını çaldığımdan beri başlayan tanışıklığımız, zamanla dostluğa dönüştü ve vefatına kadar belli fasılalarla on yıl kadar sürdü. O’nun vesilesi ile Kur’an’la yeniden tanıştım, O’nun “rahle-i tedris”inde öğrendiklerimle İslam’a o güne kadar eşine benzerine rastlamadığım farklı bir bakış açısıyla bakmaya başladım. O’nunla karşılaşmam düşünce hayatımda bir dönüm noktası oldu diyebilirim. O’nun şahsında, dinini ciddiye alıp yaşamının biricik gayesi yapan; samimi ama aynı zamanda imanının da sahih olmasına, kalmasına özen gösterip onu salih amellerle bezeyen; sahip olduğu herşeyi, hiçbir şeyi yedeğine bırakmamacasına inandığı dava uğrunda harcayan; kınayıcıların kınamalarına aldırış etmeden emrolunduğu gibi dosdoğru olmaya çalışan; muhatabı ister bir isterse bin kişi, kim olursa olsun bıkmadan usanmadan “bildiklerime toprağın altındaki börtü böceğin ihtiyacı olmayacak” esprisiyle dağarcığındaki birikimini aktaran; bildiklerini devamlı gözden geçirip okuyarak, tartışarak devamlı kendini yenileyip diri tutmasını başaran ve bir ömrü son nefesine, kalbinin son çarpmasına kadar bildiği, inandığı şekilde dolu dolu yaşayıp tamamlamış birini tanıdım.

        “Türkiye insanı kendi değerlerini göremeyen gözlerini Türkiye dışına diktiğinden ‘falani, filani’ isimli kişiler yazmışsa, ilmi yalnızca bunlarda var sanagelmiş ve kendinin farkına varamamıştır... Türkiye müslümanları, Türkiyeli müslümanlar bu psikozu üzerlerinden atmak, kendilerine bakmak ve düşünmek zorundadırlar.” [1] Dar-ı beka’ya irtihalinden 11 gün önce bir kitabının 2. baskısına yazdığı önsözde dile getirdiği gibi Türkiye insanının, Türkiye müslümanlarının ezici çoğunluğu bu değerin ve kendinin farkına henüz varabilmiş değildir. O kitabının görmemezlikten gelinip gündeme alınmadığı, hased duygusuyla üzerine gölge edilip önemsizleştirilmeye çalışıldığı yakınmasında haklıydı. Zira, yaşadıkları ülkenin ve dünyanın gerçeklerinden kopuk, ayağı yere basmayan ve nostaljik, sloganik, duygusal, tepkisel, konjonktürel, yüzeysel fikirlerin yaygın ve egemen olduğu bir ortamda, yıllarca neşrettiği İktibas imzalı yazılardaki fikirler özgün, derinlikli, yabana atılmayacak cinsten olmasına rağmen hakettiği ilgiyi yeterince görmedi. Ya görmemezlikten gelinmeye çalışılıp yok farzedildi, ya da aleyhte bir propaganda ile fikirlerinin etkisinin kırılmasına, önüne geçilmesine çalışıldı. Hayatta iken sürdürülen “sakıncalı” ve “yasaklı” tutum, açık veya gizli vefatından sonra da sürdürüldü. Halbuki dil, kavram, fikir, insan fıtratı, ideoloji konularından başlayarak Kur’an, sünnet, siyaset, tasavvuf ve demokrasi başta olmak üzere ele aldığı konulardaki çalışmaları, başta bu ülke insanları olmak üzere tüm İslam dünyasının belki de ilk defa derli toplu bir şekilde duydukları, karşılaştıkları çalışmalar idi. Hayatta iken fikirleri ve mücadelesi kitaplık çapta yalnızca iki ayrı çalışmada ele alındı. Bunlardan doktora tezi olanı vefatından 4 yıl sonra yayınlandı. [2, 3] Herhalde “mazlum” değildi(!) ki, Adnan Menderes’ten Avukat Bekir Berk’e, Gönenli Mehmed Efendi’den Emine Şenlikoğlu’na, Prof. Osman Turan’dan Abdulhamit Han’a kadar nice nice “yakın tarihin din mazlumu” arasında adı anılmaya değer bulunmadı. [4] Yine herhalde “İslamcı” değildi(!) ki, Şemsettin Günaltay’dan Nurettin Topçu’ya, Necip Fazıl Kısakürek’den İsmet Özel’e nice nice ismin yer aldığı “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi” isimli bilimsel(!) çalışmada yer almadı. [5] “İslam” tarağında bezi olmadığından olacak(!), Kurt Erdmann’dan Beşir Ağa’ya, Ercümend Ekrem Talu’dan Ercişli Emrah’a, Ömer Hayyam’dan Hayrullah Efendi’ye kadar nice nice kimsenin “madde” olduğu bir İslam(!) ansiklopedisinde ise “mana” oluşunun(!) isminin yer almasına “mani” teşkil ettiğinden ise bahsetmeye hiç gerek yoktur sanırım. [6] Bu ülkede insanların ekseriyetinin diri iken kıymeti bilinmediği gibi öldükten sonra da çoklukla bilinmez ya da bazen “kör ölür badem gözlü olur/kel ölür sırma saçlı olur” kabilinden öldükten sonra haklı-haksız bir ilgiye muhatap olurlar. İsmi bu ülkede İslamcılık düşüncesine sahip kişiler arasında geçen bir şair “cum’a mektupları"nın birinde rahatlıkla “27 Mayıs 1960 sonrasında İslami kampta(sosyalist kamp dahil) dişe dokunur, yaraya merhem olabilecek bir tefekkür ortamının doğmadığından, katkısı şükranla anılabilecek bir(bir tane bile olsun) mütefekkirin göze çarpmadığından” dem vurabilmiştir. Ve daha da ileri giderek “aradan kırk yıl geçmesine rağmen hiçbir şey olmadığından” bahisle “kırk yılda kaç ton zerzevat” demeye cüret etmiş fakat haya etmemiştir. [7] Tefekkür, mütefekkir nedir? Edep, haddini bilme, kadir kıymet bilirlik İslam’dan bir cüz müdür? İşte Türkiye’de İslamcı bir düşünür,  bu hususlardan ve çağdaşı olup yıllarca İslamcılık düşüncesinin, İslami hareketin [8] en önemli isimlerinden, mütefekkirlerinden birinin(belki de en önde geleninin) “dişe dokunur, yaraya merhem olabilecek” fikirlerinden bihaber olabilmekte ve “katkısı şükranla anılabilecek bir tane bile olsun mütefekkir olmadığından” söz edebilmektedir. İnsan bu satırları okuyunca dehşete düşüp hayretten dona kalıyor. Ve bu ülkede öncelikle ve özellikle İslamcı düşünür namıyla anılanların “kırk ton zerzevat” değil ama “kırk fırın ekmek” yemeleri gerektiğini daha iyi anlıyor.

        “Asırlardır bunlardır düşünmeyenler, insanları düşünmekten alıkoyanlar... Din, tekellerinden çıkmasın diye ellerinden geleni ardlarına bırakmayanlar bunlardır. İslam dininde Ruhbanlar bulunmadığı, hatta peygamberin bile ruhbanlık sıfatı bulunmayan İslam dininde ruhbanlık yapanlar bunlardır. Allah ve Resulü’nden insanları uzaklaştıranlar, onlar adına kendi hevalarını insanlara din diye belletenler bunlardır. Akılsız bıraktıkları ümmeti, emperyalistlerin kolay yemi haline getirenler bunlar değil midirler? Allah’ın değil, Amerika’nın razı olduğu müslümanlığın temsilcileri bunlar değil midirler?” [9]

        Peki kim bunlar? Alın size bir örnek. “ABD ordusundaki müslüman askerler ülkelerine bağlılıklarını göstererek müslümanlara karşı bile olsa savaşa katılmalıdırlar”. [10] Eğer çevrenize şöyle bir bakarsanız bu ülkede ve müslümanların yaşadığı diğer coğrafyalarda Bunlardan binlercesini görebilirsiniz. İslam ümmetinin içinde bulunduğu zelil halden, tarihteki ve günümüzdeki sömürgecilikten İngiliz, Amerikalı filan değil öncelikle müslümanım diyenlerin ve yol göstermek maksadıyla onların önüne düşenlerin sorumlu olduğu gerçeği O’nun yazılarında önemle altını çizdiği hususlardan biridir. O’na göre öncelikle müslümanım diyenlerin müslümanlaşması, yeniden Kur’an’a dönmesi ve nefislerini(kendilerini) Kur’an’a göre biçimlendirip İslam insanının, İslam ahlakının birer güzel örneği olmaları ihmal edilemez bir gereklilik idi. O gün onun neredeyse tek başına dobra dobra, kimseden korkmadan-çekinmeden söylediği doğruların “zülfü yare dokunmayan” bir kısmını çeşitli mahfillerde bugün söyleyenler, bırakın türlü sıkıntılarla boğuşmayı oldukça prim bile yapmaktadırlar. Fakat bunlar, İslam anlayışları konusunda müslümanlara yönelttikleri eleştirilerde mangalda kül bırakmazken yani “atış serbest” iken, içinde yaşadıkları sistemin hassasiyet gösterdiği konular ve yaptığı baskılar, yanlışlar söz konusu olduğunda yani “mayınlı tarla”ya girdiklerinde dut yemiş bülbüle dönmektedirler. Bu durum, zaten son yıllarda yapılan yoğun baskılar sonucunda mazlum konumuna düşmüş insanlara bir tekme de onların vurması olarak değerlendirilip, söyledikleri çoğu doğruların güme gitmesine neden olmaktadır. İlginçtir onların bu tek yönlü eleştirileri sistemin ekmeğine yağ sürülmesine,  kazanç hanesine yazılmasına ve müslümanların uğradıkları sıkıntılarda sorumluluk sahibi olanların kendilerini müslümanlardan daha doğru yolda olduklarını sanmalarına neden olmaktadır. Hatta onların, bırakın yaptıkları zulümlerden vicdanen rahatsızlık duyup pişman olmalarını, daha bir cesaretlenmelerine bile yol açmaktadır. İnsanın mütemadiyen tek yönlü olarak yatıp kalkıp müslümanları eleştiren bu adamlara bakıp “yahu bu hırsızın hiç mi suçu yok?” diyesi ve bu gayretlerinin sistem nezdinde legalize olup şöhret, para ve makam-mevki için bu işi yaptıklarına inanası geliyor. “Vurun abalıya” kabilinden zaten yıllardır türlü baskılar altında bunalan, itilip kakılan, şamar oğlanına dönmüş müslümanlara demediklerini bırakmayıp sistem konusunda dillerinin lal olmasını başka türlü yorumlayamıyor. Geçmiş yıllarda ve özellikle son yıllarda piyasada boy gösteren bu adamları görünce; gerek müslümanlara, gerekse de sisteme yönelik eleştirilerinde tutarlı olup bırakın dünyevi bir kazanç, her türlü eza ve cefayı tatmış; insanların, müslümanların iyiliğini istemekten ve Allah rızasını gütmekten başka bir amacı olmayan o insanı, insan nasıl hatırlamaz. Yalnızca müslümanların İslam anlayışlarını tenkit edenlerin aksine, o sistemi de şiddetle eleştirdiğinden türlü türlü şiddete maruz kalmış, müslümanlara merhametle yaklaşıp uyardığı için de yalnız bırakılmış, onları rahatsız eden ve daha önce pek duymadıkları sözleri söyleyen biri sıfatıyla onların çoğunluğundan da vefa değil eza ve cefa görmüştü.

        “Dinini her müslüman kendisi öğrenmedikçe, hocaefendilerin şöyle veya böyle söylediklerinin yönetip yönlendirdiği biri gibi olmak zorunda kalır. İslam dini hocaefendilerin, şeyhlerin, mürşidlerin, allamelerin dini değildir. İnsana gönderilmiş dindir ve her insan onun muhatabıdır. Müslümanım diyen dinini bilmek zorundadır. Kıyamette Allah kimsenin hesabını hoca veya hacıefendiden, şeyh veya mürşidden sormayacaktır. Herkes hesabını kendi verecektir... İstiyor ve diliyoruz ki doğruları eğrilerden ayırabilen, muhakeme ve mukayese edebilen, işittiklerini, okuduklarını tahkik edebilen, kitab ve sünnetin sahih naslarına bunları vurarak sağlıklı sonuçlar elde edebilen bir kişilik oluşsun sizlerde, bizlerde. Yardımcı olalım birbirimize. Böylesi üretken kişilikler oluşsun aramızda ki, toplumu sevkedecek, yön verip önderlik edebilecekler olanlar da onlar olacaktır, ömrü boyunca onun bunun ağzına bakan ve ne buyurulursa hikmet buyurdu sananlar değil.” [11]

        O, müslümanım diyen insanların akıllarını hoca, hocaefendi, ağabey, lider, şeyh, mürşid, allame, molla ve benzeri kimselerin   eline teslim etmeden, dinlerini aklederek, araştırarak ve “bilenler”den de istifade ederek öğrenmelerini, anlamalarını ve kişilik sahibi olmalarını öğütledi durdu ömrü boyunca. Bu öğüt akılların ipotek altına alındığı ve insanların birer fert olmaktan ziyade sürü olarak görüldüğü bu toplumda doğru ve elzem idi. Fakat özellikle birtakım kimseler “vur deyince öldüren” cinsten kafa yapısına sahip olduklarından mı nedir haddi aşıp büyük küçük tanımayarak, “herşeyi en iyi biz biliriz” havalarına büründüler. Öyle ki her biri birer “başıbozuk paşası” gibi hareket edip ne laftan, ne sözden anladılar, zamanla her biri bir tarafa savruldu.  Hatta o kadar ileri gittiler ki, kendilerine değer verip kişilik sahibi olmaları için uğraşan, hemen herkesin kendisine çağırdığı bir vasatta “biz herkesi kendimize değil, Kur’an’a çağırıyoruz” diyen o insanı bile “şeyhimiz yok, ağabeyimiz de” diyerek mazide bir tatlı hatıra olarak değerlendirdiler. “O neslin gelip geçtiğini, artık onun ya da bir başka şahsın görüşleri değil, beni, benim görüşlerim yönlendiriyor” diyenler ve hatta üç günlük dünya hayatını daha müreffef ve daha sorunsuz yaşayabilmek için düne kadar zulmünden dem vurdukları ülkelere gidip yerleşen “cesur yürekliler” dahi oldu. Demek ki “gözünü açtığından beri onun yazıları ile büyüdüklerini” söyleyenlerin gözleri şimdi daha bir açılmış ki, “samimi idi, saygı da duymuyor değiliz” dedikleri ağabeyleri ölünce ökçeleri üzerinde dönüverdiler. Kendi görüşleri olmak, onları savunmak adına aslında hiç de yeni olmayan ve “bükemediğin bileği öpmek” olarak değerlendirilebilecek sistem içi yapılanmalar (parti, cemaat vb.) içerisinde yer almaya çalışmak, bir Müslüman yazarın gayet yerinde tespiti ile “ideolojik kaygılar ile ikbal beklentilerini telif etme” gayreti değil ise başka nedir acaba?

        O, henüz bu dünyada iken, görüşlerini kendisine yakın bulup şöyle veya böyle yanında yer alıp vefatından sonra bir yerlere dağılan samimi kişilere söylenecek fazla bir söz yok aslında. Zira onun naçiz bedeni insanları bir araya getirirken, bir gün gelip toprak olduğunda ise ancak fikirlerinin yankı bulduğu, sahiplenilip kökleştiği insanlar onun bıraktığı yerden yola devam ederken, bir kısım insanın dağılması gayet tabii idi. Asıl söz söylenecek olanlar, yaşarken kafalarındaki fikirlerini ona açma, onunla tartışma açık yürekliliğini gösteremeyenler. Bir kısım insan samimi olmayıp onun görüşleriyle neredeyse temelden farklı görüşlere sahip olmasına rağmen onun çevresinde gözüktüler. Onun O’na rücu etmesinden sonra da ortada arz-ı endam etmeye başladılar. Bu insanlar ileri sürdükleri fikirlerle onun hakkında da başkalarının yanlış kanaat sahibi olmalarına yol açtılar. Yıllarca onun yanında yöresinde olup da onun fikirlerini anlamamış, özümsememiş bu kişilerin arasından kendi fikirlerini sanki o söylüyormuş gibi söyleme cüretini gösterenler dahi çıktı. Başka bir grup insan da, aslında peygamberin zamanında onun elçiliğine itiraz sadedinde söylenen sözlerin bir benzerini sanki yeni bir düşünceymiş gibi ileri sürüp, Kur’an’ı sadece erdemli bir insanın söz ve davranışlarının sonradan başkalarınca yazımı olarak tarif edip vahyi ve elçiliği reddettiler. Kur’an ve son elçi(sünnet) bu şekilde devre dışı bırakıldıktan sonra da akıllarını ilahlaştırıp heva ve heveslerine uygun “sanal çözüm”ler ürettiler. “Marks, Muhammed, İsa-Musa ve aklın ilkelerini birleştirip T.C. için gerekli acil yasa değişiklikleri” bile önerdiler. [12]
        
        Elbette O da günahları ve sevapları ile bir insandı ve gelip geçti. Fakat vahyin aydınlığından uzak düşmüş toplumumuz için, ülkemiz insanının Kur’an’daki İslam’la tanışmasında varını yoğunu ve bütün mesaisini sarf eden bu insanın görüşleri hala geçerliliğini korurken, daha yolun başında olduğu halde “hayatın temel kurallarının akli dayanaklarını ortaya koymaya çalışmak; kendi görüşleri olup onları savunmak; düşünce, çözüm üretmiş olmak; bir şeyler ortaya koymak” adına o görüşlerin geçmişte kalıp bugün aşıldığını söylemek, üstelik de yeni ve farklı bir şey söylememişken, rüşdünü ispat edip İslam’la sabıkalanmadan nasıl mümkün olur, nasıl taaccüb edilmez insanın havsalası almıyor doğrusu. İyi niyet taşıdığını söylemek mazeret kabul edilebilir mi? “Cehenneme giden yolun iyi niyet taşlarıyla döşeli” olduğunu söyleyenler yanılıyor mu acaba?

        O, okulu sayılabilecek İktibas dergisinde; Selam İle köşesindeki yazılarıyla gündeme ilişkin konulara kısaca değinip birtakım önemli hususların altını çizerken; Yorum köşesindeki yazılarıyla ülke ve dünya gündemindeki gelişen olaylara tarihi perspektifi de gözardı etmeden müslümanca bir bakış açısı ile yorum getirdi. Kavramlar köşesindeki yazılarıyla başta Kur’an olmak üzere günlük dilde kullandığımız kavramların çerçevesini Kur’an kalkışlı olarak çizdi. İktibas’a/tan Mektuplar köşesinde ise geleneksel anlayışın dondurduğu, felç ettiği zihinlerdeki sorulara cevaplar verdi. Değişik düşüncedeki insanların düşüncelerinden yaptığı alıntılarla da sağlıklı, tutarlı ve keyfiyetli düşüncenin oluşabilmesi için zemin oluşturdu. İlkeli ve tutarlı bir kişilik sahibi olan, taşıdığı dünya görüşünü bütünsel bir anlayışla bilen, duyduklarını, okuduklarını sorgulayabilen, özeleştiri yapabilen ve kendini geliştirmeye açık tutan bir müslüman zihnin inşa edilebilmesi için bu uzun, sıkıntılı ve yorucu uğraş gerekli idi. Bu yolu seçtiği için işi zor olan bu insan, ortaya koydukları ile değil de hep üslubu ile eleştiri konusu edilip bahane bulundu. İnsanların ve hatta peygamberin arkadaşlarının bile her birinin farklı üsluba sahip olduğu hep göz ardı edildi. Halbuki o üslup, kaynağını Allah için hubb(sevgi) ve buğz(kızgınlık)dan alıyordu. Takvaya yakışan hal de, bu değil miydi zaten? İnsanlardan değil Allah’tan korkmak, insanların levminden ziyade Allah’ın levminden çekinmek.

        O bir ilahiyatçı, titr sahibi bir akademisyen, vaiz, müftü, cami hocası, hocaefendi,  diyanet mensubu, tarikat şeyhi, molla filan değildi. O sadece ve sadece dinini anlamaya, anlatmaya ve yaşamaya çalışan biri idi. Dün kılık kıyafeti, hal ve hareketleri, savunduğu görüşler nedeniyle yadırganıp kınanıyordu, gözlerden ırak tutulmak isteniyordu. Bugün müslümanların çok az bir kısmı içerde ve dışarda gelişen olaylar neticesinde onun ne demek istediğini az çok anladı, çoğunluğu ise söylemlerini değiştirdi. Sağcılık olarak tanımlanabilecek 3M(Milliyetçi-Muhafazakar-Mukaddesatçı) fikrine sahip olup siyaset konusundaki fikirleri Menderes-Özal-Erbakan seviyesini aşamayanlar, demokrasiyi araç olarak görenler, bugün ABD veya AB’deki uygulanış biçimiyle dahi olsa laiklik, demokrasi ve sistemin sahiplendiği diğer hususları sahiplenip aynı çizgiye geldiler. Siyaset hakkındaki düşüncesi mevcudu kabul ve ehven-i şer anlayışının ötesine geçmeyen; fıkıh(hukuk) düşüncesi bireysel ibadetlerle ilgili dar bir alanda sıkışmış ve tarihteki dört-beş mezheb(görüş)den ibaret ilmihal düzeyine indirgenmiş; aklını din konusunda kullanmaktan kaçınan ve din düşüncesi bu dünyadan ziyade öte dünyaya dönük olan; düşünce dünyası tevhidden(birlikten, bütünlükten) uzaklaşmış ve parçalanmış bir zihin yapısına sahip insanların hınça hınç ortalığı kapladığı bir vasatta, O gücü, imkanı, ömrü yettiğince didindi durdu, iki günü birbirine eşit olmamacasına.

        Ve Allah yolunun divane yolcularından biri olarak tamamladı yolculuğunu. İyi bir insan olarak iyi bir ata binip gitti. Unutulmazlar kervanına katılarak ardında kalan şu kubbede hoş bir sada oldu. Karşı yaka’ya uğurlanışının 7. sene-i devriyesinde O’nu rahmet ve minnetle anmak üzerimize bir borç, üzerimizde inkar edilemez haklarından dolayı. Rabbimizin O’na mağfiret edip razı olduğu kullar cümlesine dahil etmesi duasıyla.
       
        Kaynakça
        [1]. İnanmak ve yaşamak, Ercümend Özkan, Anlam yay., 2. baskı, Ankara, 1995, sh. 13-14.
        [2]. Ayet ve slogan-Türkiye’de İslami oluşumlar-, Ruşen Çakır, Metis yay., İstanbul, 1990, sh. 187-192.
        [3]. Ortadoğu’da modernleşme ve İslami hareketler, Alev Erkilet Başer, Yöneliş yay., İstanbul, 1999, sh. 150-222.
        [4]. Yakın tarihin din mazlumları, M. Necati Bursalı, Beyda yayınevi, 2. baskı, İstanbul, 1997.
        [5]. Türkiye’de İslamcılık düşüncesi-metinler/kişiler-, İsmail Kara, Pınar yay., 3 cilt, İstanbul, 1986, 1987, 1994.
        [6]. İslam ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı.
        [7]. Kırk yılda kaç ton zerzevat, İsmet Özel, Gerçek Hayat Dergisi, 21-27.09.2001, sh. 21.
        [8]. Ercümend Özkan ile İslami hareket üzerine, A. Burak Bircan-M. Kürşad Atalar, Anlam yay., Ankara, 1997.
        [9]. Ercümend Özkan yazıları, Anlam yay., Ankara, 2001, sh. 34-35.
        [10]. ABD’ye sadakatiniz daha önemli, Katar Şeriat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yusuf el-Karadavi, Gerçek Hayat Dergisi, 02-08.10.2001, sh. 24.
        [11]. Selam ile-1-, Ercümend Özkan, Anlam yay., Ankara, 1997, sh. 258, 182.
        [12]. Birleşen ilkeler, Uğur Karaca, Niğde, 1998.              


-2-

                                               2004

Vasiyet


        ...
       
Ne bir haram yedin ne cana kıydın
Ekmek kadar temiz su gibi aydın
Hiç kimse duymadan hükümler giydin
Yiğidim aslanım burda yatıyor
                        Bedri Rahmi Eyüboğlu

“Size vasiyetim şudur; kısaca yani tavsiye anlamında söylüyorum. Allah kimin önce kimin sonra öleceğini biliyor amma, bir doğruyu öğrenen kişi o doğruyu başkasına iletmekle mükellef ve artık o doğruyu başkasına iletmenin borçlusudur. Sakın borçlu kalmayın, bu borcunuzu rastgeldiğinize anlatmaya, ödemeye çalışın ki Huzurullah’da hesabı kolay verebilesiniz. Ben borcumu ödedim. Şimdi dert sizindir.’’

Bu satırlar, Ercümend Özkan’a ait olup ‘’kavramlar’’ın anlatımından oluşan ve görüntülü olarak da kaydedilen eğitim proğramının 03/04/1994 tarihli Hollanda’da yapılan son bölümünün bitiminde sarfedilen sözleridir.

O, aramızdan ayrılalı tam 9 yıl oldu.
Ve biz şahitlik ederiz ki o borcunu ödedi.
Onun ardından, onun için bir mü’min olarak hayır dua etmek, hayırla yad etmekten öte yapabileceğimiz bir şey yok. Fakat onunla karşılaşmış, onu ve fikirlerini tanımış, paylaşmış kimseler olarak yapabileceklerimiz ise pek çok.

Bunca yıl sonra yeniden, her birimizin bir durum değerlendirmesi yapması, şu soruları kendisine ve birbirine sorması gerekmez mi?
Ondan nice doğruları öğrenmiş kişiler olarak, o doğruları başkalarına iletmek için elimizden geleni yaptık mı?
Bu borcumuzu ödemek için ne kadar gayret sarfettik?
Bu işi dert edindik mi? Bu dertle yükümlü addediyor muyuz kendimizi?
Derdimizi seviyor muyuz yoksa savsaklayıp kenar gezmeye, başımızdan atmaya mı çalışıyoruz?
Mesaimizin, imkanlarımızın ne kadarını bu doğruları kadın, erkek; genç, yaşlı; türk, kürt; iş güç sahibi, boşta gezer; yani toplumun her kesiminden akıl sahibi herkese iletmek için harcıyoruz?
Ömrü boyunca çırpınıp duran, zamanını ve olanaklarını tümüyle davası için seferber edip ortaya ciddi, dişe dokunur, kalıcı bir şeyler koyan o insanın mirasını yiyip tüketmekle mi meşgulüz, yoksa o mirasın kadrini kıymetini bilmeye, hatta arttırmaya mı çalışıyoruz?
Ercümend Özkan olmasa, dün onun yanında yer alanların hepsi çekip gitse ve yapayalnız, tek başımıza kalsak dahi onun bıraktığı yerden bu yolu sürdürmeye kararlı mıyız?

Artık bu dünyadan ayrılmış ve hesabı Rabbine kalmış o insanın yaptığı yanlışlar, eksikler, akim veya yarım kalmış işler hakkında konuşmanın fazla bir anlamı yok. ‘’Nev’i şahsına münhasır’’ olan o insan hakkında ‘’yeri doldurulamaz, doldurulamadı veya doldurulamayacak’’ türden ifadelerin lüzumu da yok. Şimdi onun bıraktığı yerden bu emaneti alıp daha ötelere taşımanın, daha başka insanlara götürmenin, iletmenin zamanıdır. ‘’Allah’ın ipine (İslam’a)’’ sarılıp ‘’ipi göğüslemek (Allah’ın rızasını kazanmak)’’ için tek tek ve topluca, herkesin kendi üzerine düşeni gücü ve imkȃnları ölçüsünde yerine getirmesi zamanıdır.

Yılgınlık, isteksizlik göstermek; bahane üretmek ve kendi köşemize çekilip yapılması gerekenleri, yapabileceğimiz halde yapmadıklarımızı birilerine havale etmek, bizi sorumluluktan kurtarmadığı gibi bizi kuşatan sorunların da çözümüne katkıda bulunmayacaktır.

Öncelikle ve özellikle, yaşadığı dönemde sağlıklı bir İslami anlayışın oluşması, kökleşmesi için bir insan olarak azami gayret sarfeden ve müslümanım diyenlerin zihinlerini İslam dışı bütün unsurlardan arındımaya özen gösteren Ercümend Özkan’ın düşünsel birikiminin ve mücadelesinin müntesipleri (izleyicileri) tarafından doğru biçimde anlaşılması, özümsenmesi ve içselleştirilmesi gereklidir. O hayatta iken ve vefatından sonra şu veya bu nedenle bırakıp gidenlere, başka yollar tutanlara fazla söylenebilecek bir şey yok. Onlara ancak Nuh (a.s)’ın oğluna dediği gibi ‘’gelip –tekrar- gemiye binmeleri’’ söylenebilir, o kadar.

Ercümend Özkan’ın açtığı çığır, temsil ettiği fikir ve hareket üzerinde iyi düşünmek gerektiği kanaatindeyim. Bu ne bir fikir kulübü, ne bir boş zaman meşgalesi, ne de mevcut grup, cemiyet veya cemaatlerden herhangi biridir. Birkaç cümleyle ifade edecek olursak; İslam’a bütüncül, müstakil ve özgün bir bakış, bir yaklaşımdır. Kendisini İslam’a nispet eden insanların, akılları ile vahiy arasına gerilmiş bütün maniaların ortadan kaldırılması çabasıdır. Aklın vahiyden kopmadan, hem vahyi hem de kainatı anlama noktasında akılcılığa (rasyonalizme) sapmadan, olabildiğince devreye sokulması, çalıştırılması gayretidir. Dünya hayatıyla ilgili her konuda akla takılan sorulara, karşılaşılan sorunlara İslam dışı ideolojilere, dinlere, dünya görüşlerine hiç prim vermeden, İslam’ın esprisi ile yaklaşıp cevap ve çare bulma kararlılığıdır.
   
Bir dava, bir inanç, bir fikir akımı, bir dünya görüşü ancak bağlılarının ihlası, samimiyeti, gayreti, kararlılığı, fedakarlığı ile yol alabilir, sonuca ulaşabilir. Tabii burada bunlara ilaveten iki önemli hususun altını da çizmek lazım. İstikrar ve sabır. Bu iki husus ihmal edilirse, zamanla kişide taşımış olduğu inanç zayıflar, aşınır ve gitgide yok olabilir. Hatta dün karşı çıktığı, karşısında olduğu fikirleri bile benimseyebilir, savunabilir ve dahası dün taşımış olduğu fikre sahip olanlarla alay edip mücadele edebilir. Zira dünya kurulalı beri insanlara, kalabalıkların akıp gittiği yönde kapılıp gitmek, çoğunluğun ve gücün karşısında değil yanında olmak ve dünya nimetlerine hemencecik uzanıp ulaşıvermek daha kolay, daha cazip gelmiştir, üstelik bir gün ellerinden kayıp gideceğini bile bile.

Başta Kur’an olmak üzere muhtevalı kitapları ve diğer okunması, bilinmesi gerekli şeyleri okumayan, takip etmeyen, edindiği bu fikirleri tartmayan, başkalarıyla tartışmayan, tefekkür etmeyen bir kimse, başlangıçta ne kadar sağlıklı düşünürse düşünsün zamanla olduğu yerde sayabileceği gibi bulunduğu seviyeyi dahi kaybedebilir, savrulabilir ve çok değişik mecralara doğru akıp gidebilir. Yaşadığımız coğrafyalarda ve dünyada olup bitenlerle ilgilenmek, fikren zinde ve uyanık olmak, menfi yönde etkilenmeden müspet yönde etkilemek, başkalarına da yardımcı olmak; ne dediğini, ne istediğini, neyi nasıl yapacağını bilenler için vazgeçilmez bir zorunluluktur.

Bir kişi ne kadar sağlıklı düşünürse düşünsün, ne kadar gayret gösterirse göstersin, eğer kendisiyle aynı düşüncelere sahip başkalarıyla iletişim kurmaz, birlikte hareket etmez ve gayretlerini birleştirmezse ‘’hakk’ın batıla galebe çalması, üstün gelmesi’’ mümkün olmayacaktır. Bu birlikteliğin elbette ‘’İslam kardeşliği’’ zemininde yani sırf ‘’Allah için’’ olması gerekmektedir. Rastgele, benliğin öne çıkarıldığı, disiplinsiz, derdin ve sevincin paylaşılmadığı, yükün birlikte omuzlanılmadığı beraberlikler ne dünyevi ne de uhrevi başarı getirmekten oldukça uzaktır. Yine, menfi ağırlıklı bir bakış açısına sahip olmak, herkese ve her şeye muhalefet ruhuyla donanmak ve oturup duruyorken cirmince bir şeyler yapmaya çalışan birilerine-üstelik yapıcı da olmayan- eleştiriler yöneltmek bize bir arpa boyu yol aldırmayacaktır. Zaten, oldukça kısıtlı imkȃnlarla ve bir dolmuş dolusu insanla üstelik de herkesin kendine yeter derdi varken, ayakta kalmaya, bir şeyler yapmaya, iyi-kötü yol almaya çalışılırken, bu dertle dertlenen herkesin insaflı olması ve başkalarından önce kendisine yukarıda bir kısmı yöneltilen soruları sorması öncelikle ve ivedilikle hayati öneme haizdir.

Eğer biz birbirimize destek olup yardım etmezsek, merhametle yaklaşıp değer vermezsek, olur olmaz sebeplerle dağılıp gidersek ne mi olur? Mevcudiyetimizi cılız, sönük, varlığı yokluğu belli olmaz biçimde sürdürürüz ya da zaman içinde kaybolup gideriz ve esamemiz bile okunmaz. İslam’dan ve Ercümend Özkan’ın asırlar boyunca üzerine çökmüş tozu toprağı, örümcek ağlarını nefesi yettiğince son nefesine kadar üflemeye, temizlemeye çalıştığı sağlıklı (tevhidi) anlayış, kavrayış ve yaklaşımdan rücu etmemiz, dönmemiz, halihazırdaki sorunlarımızı çözmeyeceği gibi daha da ağırlaştıracaktır. Dünyadaki hezimetten daha da kötüsü ahirette bizi bekliyor olacaktır.

Yaşadığımız şu coğrafyada ve şu zaman diliminde tevhidi düşünceyi, şirkin her türlüsünün tasalludundan, ifsadından uzak bir yaklaşımla gündeme getirmiş, gündemde tutmayı başarmış ve bu uğurda ağır bir bedel ödemiş Ercümend Özkan’ın çağdaşı olmak, onu ve fikirlerini tanımış olmak, bize Allah’ın gerçekten bir lütfudur, inayetidir, merhametidir. İlk insanla birlikte başlayan hakk-batıl, İslam-küfür, tevhid-şirk, iyi-kötü arasındaki mücadele kıyamete kadar sürecek ve Rabbimiz Allah’ın son seslenişi, son vahyinde buyurduğu gibi, Uhud harbinde elçisi Muhammed’in(a.s) öldüğü haberinden sonra çark edenlere ‘’O (elçi) ölür veya öldürülürse siz ökçelerinizin üstünde gerisin geriye (cahiliyye devrine) mi döneceksiniz’’ kabilinden bizler de Allah’ın yolundan dönmemeliyiz. Bizler fȃni isek de, Allah bȃkidir. O (ve dini İslam) bize değil, biz O‘na muhtacız. O olmasa, olmazdık.

 Onun vasiyetini, birer vasi olarak vüs’atimiz nispetinde yerine getirmeye çalışalım. Unutmayalım ki herkesin sahiplendiği, omuz verdiği, bir ucundan tuttuğu işler başarıya ulaşır. Üzerimizdeki ölü toprağını silkip yeni bir heyecanla, yeni bir şevkle yarın Huzurullah’da hesabı kolay verebilecek yolu tutalım.

Bu günden tezi yok.
Ne dersiniz dostlar?
Bu dert hepimizin.
Öyle değil mi?

Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi küheylan, koşmana bak sen,
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!
Eski çınar şimdi noel ağacı,
Dallarda iğreti yaprak utansın!
Ustada kalırsa bu öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen çırak utansın!
...                    
Necip Fazıl Kısakürek

                                               -3-

                                               2007

Oniki Yıl Sonra

Oniki yıl önce idi.
Ankara’dan ayrılmadan önce veda etmek için işyerine uğramıştım. Yorgundu, kalbindeki rahatsızlık yüz hatlarına yansımıştı. Kalbini besleyen damarların çoğu büyük oranda tıkalı idi. Son yıllarda ardı ardına gelen krizler sonucu kalbinde ileri derecede hasar oluşmasına ve bu nedenle ameliyat seçeneğinden vazgeçilmesine rağmen, ne yalan söyleyeyim ölüme çok yakın olduğunu ve bunun O’nu son görüşüm olduğunu bilmiyordum. İnsan ölümü ne kendine ne de sevdiği insanlara yakıştırmıyor doğrusu. Bu son görüşmemizde güncel konulardan, dergideki yazılarının kitap haline getirilmesinden bahsettik. Ayrıca çevresindeki özellikle yaşı genç olanların akıllarını ipotek altına aldırmamaya özen gösterirken zaman içinde artık büyük-küçük hiç kimseyi takmadıkları-tanımadıkları noktasındaki yakınmamı dile getirdim. Bu sonuçtan kendisinin de rahatsız olduğunu dile getirdikten sonra sözlerinin sonunda hafızamda kaldığı kadarıyla şu sözleri sarfetti.

“İslam mesajı avuçlarınızda tutmaya çalıştığınız bir ateş koru gibi olmalı. Onu bir an önce bir başkasına aktarmak için acele etmelisiniz. Ve tek bir kişi bile kalsanız, bu yoldan dönmemeli, kimse yoksa bile ben varım diyebilmelisiniz.”

O bir insandı. Gelip geçti şu fani dünyadan her fȃni gibi ‘Bȃki olan’a. Şahsım adına şahitlik ederim ki sahih iman ve salih amel sahibi bir mü’min olarak yaşadı ve kendisine verilen süreyi tamamladı. Sevabıyla, günahıyla; yapıp ettikleriyle herkes gibi O da “herkese hak ettiğinin karşılığının tastamam verileceği gün” diriltilip hesaba çekilecek. Ardından hatırasını yȃd etmek ve hayır dua etmek dışında elimizden bir şey gelmez artık.

Bu yazıda niyetim ölüm yıldönümü vesilesiyle O’nunla ilgili bir yazı kaleme almak değil. Aslında mücadelesi, fikirleri üzerinde daha çok şeyler yazılıp çizilmesi, ciddi çalışmaların yapılması gerekli fakat bunu başka kişilere, başka yazılara bırakalım dilerseniz. Amacım vefatından bugüne değin aradan geçen oniki yıllık sürenin kısa bir muhasebesini yapmak ve yarına dair bir bakış açısı ortaya koyabilmek.

Elbette bugünde var olan bir takım sorunlar sırf O’nun ölümü ile başlamadı. Vefatından önce de girişilen bazı işler akamete uğradı, bazı insanlar olur olmaz gerekçelerle ayrılıp başka mecralara yöneldi. Fakat şu bir gerçek ki varlığının birleştiriciliği ölümüyle birlikte iyice fark edildi. Vefatını takiben yanında yöresinde gözüken insanlardaki bir takım sızlanmalar, huzursuzluklar gitgide su yüzüne çıktı. Hayatta iken O’nun çevresinde gözüktüğü halde farklı bazı düşünce ve niyetlerini seslendirip gerçekleştiremeyenler, ölümü ile bu fırsatı yakaladıklarını ve harekete geçme vaktinin geldiğini hissettiler. İsmiyle simgeleşen çizgiyi sahiplenip daha ileriye, daha güzele, daha çok kişiye taşımak varken ve bunu gerçekleştirmek için neler yapılabileceği üzerinde kafa yorulması gerekirken, O’nu veya onunla simgeleşen dergiyi bir araç, bir fırsat olarak görenler de çıkmadı değil. Allah elbette sinelerin özünde ne sakladığını en iyi bilendir. Halis niyetle yola çıkanlara ve hesabını Allah rızası hedefi ile tutturmaya özen gösterenlere söylenecek bir sözümüz olamaz elbette.

        Vefatını takiben bir takım sorunların olması elbette beklenen bir durumdu. Fakat olması gereken O’nun öncülüğünü yaptığı fikirleri, çizgisini benimseyen herkesin işin en azından bir ucundan tutması ve elini taşın altına koyması idi. Sadece ve sadece eleştirmek, sitem etmek, küsüp kendi köşesine çekilmek ya da başka yerlere gitmek çözüm olmaktan uzaktı. Sorun ne O’nun ‘yerinin doldurulması’ idi, ne de ‘O ölür veya öldürülürse gerisin geri dönmek’ idi. Kişi merkezli hareketler eğer kollektif hale gelmezse, kurumlaşamazsa son tahlilde erime, zayıflama ve hatta dağılıp yok olma tehlikesi ile maluldür. Son yıllarında Ercümend Özkan’a kendini tekrar ediyor diyenler, vefatından sonra da bu çizgiyi sürdürmeye çalışanlara da O’nun mirasını yiyip tükettikleri, yeni bir şey üret-e-medikleri eleştirilerini getirdiler. İktibas dergisinin miadını doldurduğunu, ısrarla çıkarılmaya çalışıldığını söylediler çeşitli mahfillerde. Dergiye O’nun ismi nedeniyle hȃlȃ teveccüh gösterildiğini dillendirdiler. Dergi çıkarma dışında herhangi bir faaliyetin olmadığını, bu çizginin zaman içinde güç yitirdiğini, başta gençler olmak üzere birçok kişinin başka yerlere ayrılıp gittiğini, eskisi gibi rağbet görmediğini ifade ettiler. Bütün bu eleştirilerin insaf elden bırakılmamak kaydıyla elbette bir yere kadar haklılık payı olabilir. Fakat bir elin parmakları kadar da olsa bir grup insanın onca sıkıntıyı üstlenerek az ya da çok bir özveri ile bu yapıyı ayakta tutmaya çalıştıklarına dikkat edilmelidir. Yapıcı, tutarlı, gerçekçi, ufuk açıcı eleştirilere elbette herkesin kapısının açık olması gereklidir. Fakat vefatından sonra Anlam Yayınları’nın öncelikle O’nun yıllar içinde kaleme aldığı yazılarını kalıcı ve daha kolay ulaşılabilir kılmak için kitaplaştırma çalışmalarına “ne gerek vardı buna” gibi sözlerle eleştirip hafife almaya doğrusu prim de verilemezdi. İktibas’ın albenili olmasa da, okuyucusu yüzlerle ifade edilse de O’nun vefatından sonra da bugüne kadar aralıksız, düzenli bir şekilde çıkıyor olması nedeniyle (yayın kurulu ve katkıda bulunan bütün herkes diğer birçok açıdan eleştirilse dahi) sırf bu sebepten dolayı tebrik, takdir edilmeli, hakları teslim edilmelidir. Elbette dergi çıkarmak her şey demek değildir. Fakat önemli bir şey’dir. Onca insanın özverisi, amatörce hiç eksilmeyen çabası ve heyecanı vardır onda. Dergi çıkarmanın ne kadar külfetli ve sıkıntılı olduğunu bilenler, hele bu derginin bu ülkede 1981 yılından beridir neredeyse bir çeyrek asırdır yayın hayatına devam ettiğini bilenler, ne demek istediğimizi anlayacaklardır. Bu dergi bu çizgiyi takip eden insanların bir ortak platformu, müslümanca düşünmeye, yaşamaya çalışan ve yalnızlaşan, yalnızlaştırılan, radikal, marjinal olarak yaftalanan fakat içinde yaşadığı sistem içinde eriyip gitmeyen, entegre olmayan insanların fikirlerini ifade edebilecekleri, paylaşabilecekleri bir ortak zemin olamaya devam etmektedir, etmelidir de. Elbetteki dergi bir şey’dir, elbette her şey de değildir, olmamalıdır da. Yapılacak o kadar çok şey var ki. Uzun soluklu, ilkeli bir mücadele için donanımlı, yetenekli, enerjik, gayretkeş, güçlüklerden yılmayan, yeni fikirler, projeler üretecek, imkanlarını ve cehdini fi sebilillah bu yolda sarfedecek erkek-kadın, genç-yaşlı mü’minlere çok iş düşüyor.

        Ercümend Özkan’ın hayatı boyunca verdiği mücadele ve ortaya koyduğu fikirlerin ne anlam ifade ettiği, piyasada cari fikirlerden farklılığı zamanla daha çok fark edilecektir kanaatindeyim. Geçen oniki yıl boyunca nerden nereye gelindiği, ne kadar mesafe alındığı, nelerin yapılabileceği noktasındaki soruları bu davayı kendine dert eden herkesin kendisine sorması gerekli diye düşünüyorum. Öncelikle bu işin hayatta iken bir şekilde onunla tanışmış, dinlemiş, fikirlerinden etkilenmiş, kısa veya uzun süre etrafında bulunmuş insanların üzerine bir borç olduğunu düşünüyorum. Toplumda Ercümend Özkan ve O’nun temsil ettiği düşünceyle karşılaşmamış, duymamış, tanımamış veya önyargılarla tanımış o kadar çok insan var ki. Yoğun çaba ve maddi külfet gerektiren işler için üç-beş kişinin değil, sayısız insanın omuz vermesine ihtiyaç vardır. Küsüp kenara veya köşeye çekilmenin, bu çizgiyle bağdaşmayacak yerlere kapıl-an-manın ne izah edilebilir, ne de anlaşılabilir yönü vardır. Haklı ya da haksız mazeret üretmek değil, yarın bizi ‘Hakk’ın huzuru’nda yüzümüzü ak çıkaracak işlerin telaşına düşmek zorundayız. Sadece uzaktan seyreden, bir derginin veya kitabın parasını vermekten, bir dergiyi veya kitabı bile okumaktan imtina eden, en küçük bir şey için bile kılını kıpırdatmayan insanlarla ne yapılabilir, nereye, nasıl gidilebilir bilemiyorum. Koşmadan, yorulmadan, az veya çok bedel ödemeden, zamanımızdan, imkȃnlarımızdan, rahatımızdan feragat etmeden küçük ya da büyük hangi iş başarılabilir bilemiyorum.

Kavramların bulanıklaştırıldığı, iğdiş edildiği, içinin boşaltıldığı, izafileştirildiği, ne olsa gider mantığının revaç bulduğu bu topraklarda, arı-duru İslam düşüncesini “inanmak ve yaşamak” azmiyle Allah’ın önceki salih kulları gibi tekrar gündeme getiren Özkan’ın titizlikle üzerinde durduğu kavramları yeniden okuyup üzerinde düşünmek, sesli ve görüntülü kayda aldırdığı kavram derslerini izleyip fikirlerimizi, tavırlarımızı tekrar gözden geçirmenin, bir durum değerlendirmesi yapmanın lüzumlu ve isabetli olacağını düşünüyorum. Tasavvufun çeşitli görüntüler altında topluma yeniden sunulduğu, laiklik ve demokrasi kavramlarının hayata bakışımızı, gündelik yaşantımızı esaslı ve derinden etkilemeye başladığı, bu kavramların (ve dünya görüşünün) devlet eliyle değil de özellikle sağcı hükümetler eliyle topluma daha sevimli gösterildiği, ısındırıldığı, yaygınlaştırılıp içselleştirildiği bir zaman diliminden geçiyoruz. Her zamankinden daha çok uyanık, diri, derli toplu, ilke sahibi, İslami ahlak sahibi mü’minler olmak durumundayız. Zihnimizi, dilimizi, gündelik yaşantımızı, duruşumuzu Kur’an’a göre tekrar gözden geçirip İslam dışı dünya görüşlerinin etkilerinden, kirliliklerinden arındırmak, sahih iman sahibi ve salih amel sahibi olmak kadar önemli olan birbirimize ‘hakk’ı ve sabrı tavsiye etmek’ durumundayız.

Suyun akış yönünde değil de tersine yüzmek ne kadar zor ve zahmetli ise, toplum içinde durumumuz da aynen böyledir. Ne Yunus peygamberi örnek göstererek İslam’ı insanlara gerek dil gerekse hal ile tebliğ etme noktasındaki sorumluluğumuzu hafifletebiliriz, ne de hangi yol ve yöntemle olursa olsun sayıca çoğalmak, dünyevi başarıya ulaşmak, iktidar (devlet) olmak gibi bir hedefe saplanıp kalabiliriz. Ne el-Alim olan ne yaptığımızı bilip dururken kendimizi temize çıkarmaya kalkışmamıza gerek var, ne de öldük bittik, mahvolduk diye hayıflanıp karalar bağlamamıza gerek var. Ne iyi insanlar iyi atlara binip gitti, ne de eşkıya dünyaya –ilelebed- hükümdar oldu.

“…İslami düzen, uygulamaları ile ister ki bir fert dahi bozulmasın, kendine yazık edenlerden olmasın. Bu kendine yazık ediş hem fert hem de toplum için bir yitiktir ki, İslam, bir ferdini bile yitirmeye, Allah’ın kullarından bir kulun bile kaybına razı olmamaktadır. Zira İslam, herkesi kapsayan ma’ruf’un bir diğer adıdır. Öyle ki kendi iyiliğini istemeyenin bile iyiliğini istemenin adıdır…” (Selam ile-1, Ercümend Özkan, Anlam yay., sh.224).

Bizim öncelikle müslüman olsun olmasın başkalarının elinden, dilinden, belinden emin olduğu kişiler olmaya; Allah’ın ve kullarının hakkına riayet etmeye; ilkeli, tutarlı, çelişkisiz bir düşünce bütünlüğüne sahip olmaya; ikbal beklentileriyle ideolojik kaygılarını telif etmekten uzak durmaya; çalışkan, nitelikli, donanımlı, İslam ahlakıyla bezenmiş, sahih iman ve salih amel sahibi mü’minler olmaya su kadar, ekmek kadar, hava kadar ihtiyacımız vardır. Eğer bir inancın, hareketin, dünya görüşünün havarileri, sahabileri yani bağlıları, yoldaşları, yardımcıları olmazsa akıbeti herhalde pek hayırlı olmaz. Hala en büyük sorunumuz insan sorunu, hala en büyük sorunumuz İslam konusundaki eğitim öğretim yetersizliği sorunu. İslam iyi bilinmediğindendir ki İslam dışı düşünceler, kavramlar İslami kavramlarla karıştırılabiliyor, telif edilebiliyor, İslam içinde yaşatılıp kendilerine yer bulabiliyor.

Yeryüzündeki insanlara son mesaj, son öğüt, son müjde ve uyarı olan İslam’ı eğer Kur’an’daki ve son elçi’nin anlayıp gösterdiği gibi öğrenmez, bilmez, inanıp yaşamazsak İslam bir şey kaybetmez, biz kaybederiz. Dünya genelinde ve yaşadığımız coğrafyada olan biteni öğrenmek ve anlamak durumundayız. Elimizde İslam gibi mükemmel bir dünya görüşü varken bunun kıymetini bilmez de dünya hayatının güzelliklerine gözlerimizi dikip, oyun ve eğlenceye dalarsak, kim bu güzelliği dünyanın dört bir tarafındaki insanlara götürüp, gösterecek. Ama öncelikle bizler kendimize bir çekidüzen vermek, bulunduğumuz yerlerde silkinip doğrulmak, güç ve imkanlarımızı bir araya getirmek, dağılıp parçalanmamak, acılarımızı ve sevinçlerimizi paylaşmak, işimize dört elle sarılmak durumundayız.

Ömrümüz belki birçok şeyi düzeltmeye, değiştirmeye yetmeyecek. Ama varsın olsun, yeter ki ölüm bizi bu yolda bulsun. Yeter ki biz bize düşeni bilhakkın yerine getirmeye cehd edelim. Galip sayılır bu yolda mağlup olan değil mi? Dünyevi açıdan başarısızlık gibi görünse de eğer dosdoğru istikamette isek bu bir başarı değil midir? Akıbet (ya da ahiret) muttakilerin değil mi idi? Rıza-i İlahi’yi kazanmaya çalıştığımız takdirde Allah’ın mükafatı, dünya ve onun içindekilerden daha sevimli, daha hayırlı değil mi idi?
 
Oniki yıl sonra gelinen noktanın, alınan mesafenin yeterli olmadığı, daha yapılacak çok şeyin olduğu gün gibi aşikar. Her ne kadar ahval ve şerait, manzara-i umumiye iç karartıcı, sıkıntılı, ölü toprağı serpilmiş gibi görünse de; benim hȃlȃ ümidim var.

Değerlendirme: “Hȃlȃ ümidim var” derken, kastettiğim “Allah’ın rahmetinden kesilmemesi” gereken ve bir mü’mine yakışan bir hal olan “havf(korku) ve reca(umut) arasında olma” düsturundaki ümittir. 

Blog’umda Kasım. 2013 tarihinde yazdığım “İki Dost-5” adlı makalemin bir paragrafında şu satırları yazmıştım. “…düne kadar radikal, köktenci fikirler savunanların dünkü savundukları fikirle hiçbir alakası olmayan, yüzseksen derece farklı bir konuma savrulmaları mümkün olabiliyor. Bu da zaman içinde, kişinin kendisini ikna ede ede, yeni halini sindire sindire, yeni hale adaptasyon gerçekleşiyor. Yeni konumunu haklı gösteren argümanlar geliştiriyor, içinde bulunduğu cemaatin, topluluğun yaptığı yanlışlar, uyuşukluk, atalet ve mensuplarına bir şey veremediği gibi onlara gösterilen ilgisizlik ve umursamazlık bu çöküşü ve ayrılığı daha da hızlandırıyor. Bir hareketin bir gündemi olmazsa, günceli yakalamazsa, dinamiklik ve özgünlük özelliğini yitirirse, mensuplarına bir aidiyet duygusu aşılayamaz, onları motive edemezse, ulaşılabilir hedefler ve sürgit o hareketi uzağa taşıyacak bir ufuk, bir ideal önlerine koymazsa,  cemaat mensupları arasında birliği, keyfiyeti arttırıcı çalışmalar yapılmazsa zamanla birçok kişi dağılır, olmadık yerlere gidip kapılanırlar, hatta bir önceki pozisyonlarının en amansız hasmı bile kesilebilirler, en yıkıcı, en yakıcı düşmanı olabilirler. En tehlikelisi de yeni ve genç adaylara kapı kapanır yani onların ilgisini çekmez, kimse rağbet etmez, nesli kesilen bir topluluk olarak kaybolur giderler ya da cılız bir yapı haline gelirler…”

Nitekim bu dediklerim büyük ölçüde aradan geçen 20 yıl içinde bir bir, adım adım gerçekleşti. Bu kadar söylemekle iktifa etmek istiyorum. Zira bu konuyu nasip olursa 2015 yılı içinde yazmayı düşündüğüm “İki Dost-6”da, daha geniş biçimde ele almak istiyorum.

Onunla vefatından önce son konuşmamızda verdiği öğüt uyarınca, tek başıma dahi kalsam, gerek O’ndan öğrendiklerimi ve gerekse de diğer bildiklerimi özellikle isteyen ve dileyene öğretmeye, anlatmaya, güzel bir örnek olup borcumu ödemeye çalışacağım. O’nun olduğu ve her defasında bizlere öğütlediği gibi “sahih(doğru) iman” ve “salih(güzel) amel(davranış, ahlȃk)” sahibi bir kul, bir mü’min olarak yaşayıp bu dünyadan öyle göçmeye çalışacağım. Bu dert bizimdir ve ben “derdimi seviyorum”. 
22.01.2015 


18 Ocak 2015 Pazar

ELLİ YAŞIM

“Ankara’da, Kaleiçi’nde / Bir garip Arif Kaya’yım / Hüseyin’in oğluyum / Tarifsiz kederler içindeyim” dizelerindeki ‘Orhan Veli’ misali ‘bir garip’ oğlancık idim ama ‘tarifsiz kederler içinde” değildim henüz. Fakirdim, gariptim belki ama çocukluğumda mutluydum. Tȃ ki, lise bitimine kadar.

İşte o zaman içimde fırtınalar esti, kafam allak bullak oldu. “… Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın, / Benliğim bir kazan ve aklım kepçe. / Deliler köyünden bir menzil aşkın, / Her fikir içimde bir çift kelepçe. / … / Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş, / Mevsimden mevsime girdim böylece. / Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş, / Fikir çilesinden büyük işkence…“ dizelerindeki ‘Necip Fazıl’ misali fikir ‘çile’si çektikten sonra yine onun diliyle “Ensemin örsünde bir demir balyoz, / Kapandım yatağa son çare diye. / Bir kanlı şafakta, bana çil horoz, / Yepyeni bir dünya etti hediye…” ve çilem, arayış itibariyle bitti ve buluş’tan sonra oluş, oluşum, olgunlaşma sürdü geldi ta bugüne kadar.

Ve yarım asır geride kaldı. Peki bu ‘50 yılda, 50 şey’ gördüm, öğrendim ve anladım mı?

1.    Gördüm ki; elli yıl önce, dünya denilen ‘iki kapılı hȃne’ye gözlerimi açmadan ve dahası anamın karnında olmanın öncesinde nasıl ben cisim olarak yoktuysam, hem ben dünyadan hem de dünyadakiler benden habersiz şekilde dünya bildik seyrine devam ediyor idiyse, ileride bir gün benim bilmediğim, fakat Yaradan’ın bildiği-takdir ettiği bir gün, gözlerimi bu dünyaya kapatıp fȃni vücudum toprak olduktan sonra da hayat sürecek,  dünya yine bildik seyrine devam edecek, sevenlerim dahil bildik-duyduk-tanıdık herkes “ölenle ölünmez” diyecek, yaşam telaşı devam edecek. Sonrasında ise belki bir vesile ile hatıramı müspet-menfi yad edenler olacak. Tek olarak yaratıldığım gibi, yalnız olarak da defnedileceğim. Anadan üryan geldiğim gibi, muhtemelen kefenle sarılıp toprağın bağrına konulacağım (Allah-u ȃlem: Allah bilir).

2.    Öğrendim ki; Dünya’ya gözlerini açmak, ‘varlık alemi’nde olmak; kim ne derse desin ‘tarifi imkansız’ bir güzellik ve eşsiz bir tecrübe, bir şans, bir bahtiyarlıktır. Sırf bunun için bile “Yaradan”a ne kadar şükretsek azdır. O’na şükretmek için binbir sebep varken, küfretmek (nankörlük) için tek bir sebep dȃhi yoktur. Dünya hayatında olmak şans demişken, bu şansın bir defaya mahsus olduğunu hatırlamamız-hatırlatmamız gerektiğini düşünüyorum, zira bir ikinci şans olmayacaktır.

3.    Anladım ki; ölüm hiçbir canlıya ayrıcalık yapmıyorsa, her can ölümü tadacak, ölümle karşılaşacaksa-ki öyle, ölüm bu dünyadaki her şeyi anlamsızlaştırıyor ve aynı zamanda da anlamlandırıp, yerli yerine oturtuyor. En sonunda, ȃhiret’te, herkese verilenlerden hesap sorulacağı gibi, verilmeyenlere de hakları iade edilecek, her şey eşitlenecek, kimseye ‘zerre miktarı’ haksızlık edilmeyecektir. ‘Külli şey’in alîm’ ve ‘Külli şey’in kȃdir’ (mutlak anlamda her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten) Allah’ın tek söz sahibi (hakimi) olacağı ‘Mahkeme-i Kübra (Büyük Mahkeme)’da ‘Mutlak Adalet’ tecelli edecektir. Bu gerçek, bu dünyada adaletin sağlanması için uğraşmaya,  zulümle mücadele etmeye, hakk’ın batıl’a üstün gelmesi için cehd (cihad) etmeye engel değildir; atalete, gevşekliğe ve vurdumduymazlığa mazeret olamaz. Allah “ahiret, din, hesap günü”nde her yarattığı insanı (kulu), yapıp yapmadıklarından imtihana çekmese idi, mükafat ve ceza olmasa idi, her hak sahibine hakkı tastamam iade edilmese idi, işte bu tam bir zulüm olurdu, Allah inancının ve İslam’ın hiçbir önemi, anlamı ve değeri kalmazdı.

4.    Gördüm ki; işimizi, mesleğimizi, uğraşımızı; olanaklarımız, gücümüz nispetinde ve en güzel biçimde yaparsak; haklı ve meşru konumumuzu korursak; o konuda elden gelen ne tedbir varsa alıp sonucu da Allah’a arz eder, sonucu ondan bekler ve hakkımızda hayırlısı ne ise onu talep edersek, dua ve niyazda bulunur ve bir de bütün bunların üstüne sabreder, Hakk’tan gelene, bize isabet edene gönül hoşnutluğu ile razı olursak, ‘Kȃdir-i Mutlak’ bize hiç beklemediğimiz kişi/kişiler eliyle, ummadığımız bir zamanda ve şekilde yardımını eriştirir, işimizi kolaylaştırır, sonuca ulaştırır. Ben buna hayatımda defaatle şahid oldum.

5.    Öğrendim ki; Allah’ı işlerine karıştırmayan, O’nu bilinmesi gerektiği gibi bilip sevmeyen, O’nu seven ve itaat edenlere her türlü zulmü reva görenler, bunca zorluğu, sıkıntıyı, tehlikeyi göze alabiliyor, gece gündüz çalışıyorlarsa; O’ndan hem bu dünyada, hem de ahirette güzellik (başarı, mükȃfat) isteyen bizlere ne oluyor ki, onlardan daha fazla, hiç olmazsa onlar kadar çalışmıyor, tehlikeleri göze almıyoruz. Üstelik biz kafirlerin, müşriklerin, münafıkların, zalimlerin Allah’tan ummadığını, beklemediğini umuyor, bekliyoruz. Biz bize düşeni gerektiği gibi (layık-ı vechile) yapalım, O zaten üzerine düşeni en güzel şekilde yapar, ihmal etmez, imhal eder yani süre tanır, zamanı gelince gerçekleştirir.

6.    Anladım ki; Allah kullarına doğru ve yanlış yolu gösteren vahyi verdiği gibi, aklı da vermiş, dağıtmıştır. Akletmez, düşünmez, çalışmaz, insanı ve insan dışındaki dünyayı (evreni) bilmeye, araştırmaya, anlamaya çalışmaz ve biz de katkı sunmazsak; hep başkalarının çalışmalarından, araştırmalarından, ürünlerinden faydalanmakla yetinir, ezik, mahcup ve boynubükük oluruz. Bunu gidermek için inkar etmeler, yapılanları küçümsemeler, yok saymalar, önce biz bulmuştuk demeler, bunların hepsi aslında ‘Kur’an’da ve Sünnet’te bildirilmişti’ gibi trajikomik durumlara düşeriz, kendimize ve başkalarının bize olan güvenini sarsarız. İlim (bilim) kapısı, erkek kadın, müslim gayrimüslim, türk kürt, beyaz siyah yani aklı, alȃkası ve azmi olan herkese, her insana açıktır.

7.    Gördüm ki; ömrümüz ne kadar uzun olursa olsun her yeri gezmek, her şeyi görmek, her şeyi tatmak ve her şeyi tecrübe etmek imkȃnı yoktur. İlla da ‘ölmeden önce görmemiz, yapmamız, tatmamız, seyretmemiz gereken bilmem şu kadar şey’ diye bir şey yoktur. Buna ne ömür, ne zaman ve ne de maddi imkȃnlar yeter. Bu dünyada helal ve temiz olanlar nefsin keyfine, istek ve arzuların tatminine, dünya nimetlerine olan susuzluğu gidermeye kȃfidir. Ondan ötesi (haramlar) ise, ne kadar süre oyalar ve avutursa avutsun, sonu hüsrandır, bozulmadır, dağılmadır, tuzlu su içmişçesine susuzluktan yanmadır. Haramlar çekici, hoş, baştan ve yoldan çıkartan şeyler olsa da, bu şeytanın bir kandırmacasıdır, aldatmacasıdır.

8.    Öğrendim ki; Cennet’te Adem ve eşini, Allah’ın açık ve net uyarısına rağmen, emre karşı gelmeye ikna eden içimizdeki ve dışımızdaki şeytan(lar), Adem’in evlatlarını da dört bir taraftan, binbir türlü şekillerde yaklaşıp “sırat-ı mustakîm- dosdoğru yol-İslam”dan ayırmaya, uzaklaştırmaya kıyamete kadar ara vermeden, pes etmeden devam edecektir. İyi, doğru, güzel, adalet, Hakk, Tevhid, İslam ile kötü, yanlış, çirkin, zulüm, Batıl, Şirk, Küfür mücadelesi dünya kurulalı başladığı gibi dünya hayatı sonlanıncaya kadar sürecektir. İnsanlardan bir kısmı Allah ve dostlarının yanında, diğer kısmı ise şeytan ve dostlarının tarafında saf tutacaklardır. Mücadeleyi Allah’tan yana olanlar bu dünyada ve/veya ȃhirde, ahirette yani eninde sonunda mutlaka ama mutlaka kazanacaktır. Dönem dönem zahiren başka şekillerde görülse, gözükse de bu durum geçicidir, yanıltıcıdır.

9.    Anladım ki; ortada yolunda gitmeyen bir şeyler, sıkıntılar, sorunlar varsa öncelikle kendimizin, içinde olduğumuz topluluğun özeleştiri yapması, baştan ayağa kendini gözden geçirmesi, aksayan, yolunda gitmeyen şeylerin nedenleri ve çözümleri üzerinde tek tek ve birlikte kafa yormaları, tefekkür ve tezekkür etmeleri kaçınılmazdır, mecburidir. Bizim sorunlarımızı başkalarının gelip el atıp çözmesini beklemek ham hayȃldir. Çekinmeden, cesaretle sorunların, sıkıntıların üzerine gitmek; kısa, orta ve uzun vadeli çözümler üretmek durumundayız. Avantaj ve dezavantajlarımızın, imkȃn ve mahrumiyetlerimizin farkında olursak, ne tür problem olursa olsun, üstesinden gelmek zor olmasa gerektir. Böyle yapmayıp da bütün sorunların kaynağını, müsebbibini, sorumlusunu mütemadiyen ve sadece dışarıda, başka yerlerde arar isek; kabahati başka kişi/kişilere yükler isek; dönüp dönüp aynı yanlışları yapar, vakit kaybederiz. Hedef şaşırarak-şaşırtarak hem başkalarını sorunların tek ya da en büyük sorumlusu gibi görüp göstermek, hem de onların bizim halimize niçin acıyıp yardım etmediklerini dillendirmek, tam bir acziyet halidir.

10. Gördüm ki; en küçük birimiyle aile başta olmak üzere bütün topluluklarda ve devletlerde, yönetimi ellerinde bulunduran insanlar, yönetim işinin bir emanet olduğunu ve topluluğun bütün üyelerine adalet ve merhametle davranıp mümkün mertebe rızalarını alma, memnun etme yönünde gayret göstermelidir. Mensuplarının ve sorumluluğunu üstlendiği topluluğun, hem dünyevi hem de uhrevi saadet ve huzurunu düşünmeyen, çalışmayan bir yönetim varlık sebebini, anlamını ve meşruiyetini yitirmiştir. Meşru yollarla ıslah edilinceye kadar ya da ıslahı imkȃnsız ise daha iyisi ile değiştirilinceye kadar cehd edilmelidir. İslam’daki “meşru gayeye meşru vasıtalarla ulaşılır” ilkesinden asla taviz verilmemelidir.

11. Öğrendim ki; İslam “güzel ahlȃk”tan ibarettir. Ahlȃken güzel, iyi, doğru ve hayırlı olan ne varsa bünyesinde barındırmaktadır. O güzel ahlȃk; devlet, siyaset, ekonomi, eğitim, edebiyat gibi hayatın her alanına dair ne varsa barındırır. İslam’da devlet yok, iktidar talebi yok demek; Kur’an’ı ve Allah’ın son elçisini, bütün elçilerini ve bugüne kadar gelen Müslümanların pratiğini, tarihini reddetme anlamına gelir, hayatın gerçekleriyle de bağdaşmaz. Devlet (sulta, güç, otorite, iktidar) olmazsa, kimi neden koruyacak, kimin hakkını kimden alıp da kime iade edecek ve kime neyin hesabını soracaksınız? Korunması gerekli değerleri (can, mal, ırz, nesil, inanç-fikir, vb.) kim koruyacak? Hadi bir coğrafi sınırlar (ulusal devlet) içerisinde korudunuz, ya bütün dünyada kim koruyacak ve savunacak? Bütün eksik, yanlış ve hatalarına rağmen Osmanlı Devleti, bir coğrafyayı, bir medeniyeti, bir topluluğu (ümmeti) bir arada tutuyor ve kurda kuşa yem etmiyordu. Osmanlı güçten kuvvetten düşüp hele de yıkıldıktan bu güne değin 150-200 yıldır olup bitene bir bakın, ne demek istediğim rahatlıkla anlaşılabilir. Bugün Müslümanları bir araya getiren, onları temsil eden, savunan, koruyup kollayan bir devlet olsa; ne Filistin Siyonist Yahudi işgaline uğrardı, ne Irak’da, Libya’da, Suriye’de, Afganistan’da Hıristiyan-kapitalist-demokratik-emperyalist Batı (ABD-AB)’nin terör saldırıları olurdu, ne Sırplar Bosna’da müslümanların canlarına kıyıp  namuslarına musallat olabilirdi, ne Rusya Çeçenya’da, ne de Çin Doğu Türkistan’da katliam yapabilirdi. İslam devleti/devletleri olmazsa ve mazlum devletler bir araya gelmezse, kim ezici çoğunluğu müslüman olan mazlumları, mahrumları, mağdurları koruyup kollayacak? Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği, İslam Konferansı Teşkilatı, Arap Birliği Teşkilatı, Şanghay Beşlisi, G-20, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Uluslararası Adalet Divanı, filan veya falan ulusal devlet vb. demeyin sakın ve de güldürmeyin Allah aşkına? Öncelikle yaşadığımız ülkede, bölgede, coğrafyada sonra da bütün dünyada adil, insani, islami ve ahlaki bir güce, otoriteye, devlete ihtiyaç vardır. Bunu da İslam’dan başka sağlayacak din(dünya görüşü, ideoloji) yoktur, olmayacaktır da.

12. Anladım ki; yeryüzü bir bütündür ve Mülk (güç, hakimiyet, egemenlik, otorite, iktidar) Allah’ındır. Ulusal devletler, krallıklar, emirlikler, sınırlar, bayraklar, marşlar filan egemenlerin, güç ve otorite sahiplerinin belirlediği, dayattığı ve kutsallaştırdığı?! sun’i, ayrımcı, bölücü şeylerdir. Sınırların kalktığı ya da sembolik hale geldiği; kula kulluğun olmadığı; Allah’tan başka bütün hakimiyet odaklarının bertaraf edildiği; dünya-ahiret, din-ideoloji gibi yapay ayrım, ayrılık ve aykırılıkların kalktığı; Tevhid’in, Adalet’in, Barış’ın, Huzur’un her alanı kuşattığı, kapladığı bir dünya için herkes ne kadar uğraşsa, çabalasa, yorulsa yeridir ve ne yapılsa azdır.

13. Gördüm ki; her konuda bir gerçek ve bir de ideal vardır. Bize düşen gerçeklerden kopmadan, gerçekleri görmemezlikten gelmeden onlarla yüzleşmek, mücadele etmek ve eldeki olanaklar dahilinde en iyiye, en güzele yani ideale erişmeye çalışmaktır. Çıta hep yüksek olmalı ve yükseltilmeli ki, tembellik ve gevşeme olmasın, ortada hep bir hedef, amaç olsun. Herkes bir işin ucundan tutsun, bir şeyle meşgul olsun ki, işler yürüsün ve de insanlar boş, zararlı ve kötü şeylerle ȃlȃkadar olmasın.

14. Öğrendim ki; İslam’ı okullarda din bilgisi diye herhangi bir din olarak okutmak ve üstüne üstlük diğer bütün derslerde İslam’la taban tabana zıt ‘din-dünya görüşleri’nin anlayışını, felsefesini öğretmek akla ziyan bir durumdur. İslam’ı, ‘Hayat Bilgisi’ adı altında okutmak daha doğru olup, hayatın dışında ve ona aykırı bir İslam anlayışı yoktur. İslam, tahrif edilmiş, özünden saptırılmış Hırıstiyanlık-Yahudilik gibi inançlardan, dünyadaki diğer din, ideoloji ve felsefelerden tümüyle başka, ayrı bir dünya görüşü (din), felsefe, yaşam tarzıdır. İlahiyat, teoloji, dini ilimler gibi başlıklar altında okutulanlar, tarih içinde üretilen bilgidir, görüşlerdir, kanaatlerdir, yorumlardır.

15. Anladım ki; İslam’ın kȃinata, insana ve tabiata bakışı tamamıyla kendine özgüdür, özgündür, başka din-ideolojilerle benzer görüşler olması aynı olduğu anlamına gelmez. İslam tezdir, onun dışındakiler tümüyle antitezdir. Bu konudaki sentez de, doğru ile yanlışın bir araya getirilmesi çabasıdır ki, makbul ve meşru değildir (Arap İslam’ı, Türk İslam’ı, Avrupa (Euro) İslam’ı vb). İnsanlık; inkar (ateizm), bilin-e-mezcilik, (agnostisizm), laisizm (daha geniş anlamıyla sekülarizm, dünyevileşme) ile dünya yönünde ve ruhbanlık (mistisizm, tasavvuf) ile ahiret yönünde aşırılığa varan; dengeyi, ölçüyü, ahengi bozan ve özellikle dünyanın Batı tarafındaki Allah’ın kulları ellerindeki muharref (bozulmuş, sapmış) dinler de derman olma bir yana dert üretince, çareyi faşizm, kapitalizm, emperyalizm, siyonizm, sosyalizm, liberalizm gibi onlarca çözüm üretmekte buldu. Fakat çare diye sarıldıkları çare olmadığı gibi, yeni yepyeni sorunlar ürettiler, iki defa dünyayı kana buladılar, yağmaladılar. Ellerinde İslam gibi bir imkȃn (çözüm, silah, çare) olanlar da birbirleriyle uğraşıp kendi sorunları içinde boğuşurken, Batı (ve Doğu) üçüncü dünya savaşına sessiz sedasız var gücüyle devam etmektedir. Bu düşman artık farklı isimlerle de tanımlansa, ılımlı da, radikal de olsa İslam’dır. Ve bu konuda Hıristiyan-Yahudi (Haçlı-Siyonist) ittifak her türlü yol ve yönteme (terör, işbirlikçiler üretme, medya, psikolojik harp teknikleri, savaş, hile, darbe vb) başvurmaktan kaçınmamaktadırlar. Ve bu savaş gittikçe daha da şiddetlenerek, artarak devam edecektir.

16. Gördüm ki; bu milletin, ümmetin ve bütün dünyanın sorunları, sıkıntıları, dertleri ‘Allah’tan (açıkta, gizlide) korkan, kul’dan utanan; helȃl-harama riayet eden; Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i iyi bilen ve kavrayan; düşünce davranışta ifrat ve tefritten uzak; kendisiyle, etrafıyla ve ‘Mevla’sıyla barışık; İslam ahlȃkının bütün temel niteliklerini kendisinde toplamış; İslamî kişilik-kimlik sahibi; aklını asla kimseye ipotek ettirmemiş, iradesini teslim etmemiş; okuduklarını, görüp duyduklarını kritik edebilen; kendisini devamlı yenileyebilen, diri tutan; basiret ve feraset sahibi insanlarla çözülecektir.  Böyle güzel örneklere ihtiyacımız çoktur, hem de mebzul miktarda. Olur olmaz çekişmelerle, ceviz kabuğunu doldurmayan tartışmalarla, asıl meselelerden uzak yaklaşımlarla ya yerimizde sayar, ya da çözümün fersah fersah uzağında dolanır, dururuz.

17. Öğrendim ki; İslam çöldeki bedevinin, dağdaki çobanın, üniversitedeki akademisyenin, okuldaki öğretmenin, fabrikadaki işçinin, varoşlardaki çöplerden geri dönüşüm malzemesi toplayanın velhasıl her türlü anlayış ve kavrayış düzeyindeki insana hitap eder. Yeter ki, biz onu zorlaştırmayalım, kolaylaştıralım; nefret ettirmeyelim, sevdirelim. İnsandan, hayattan, gerçeklerden koparmayalım. Kadının cinsel meta haline getirilip bedeninin sömürülmesi, uyuşturucu kullanımı, sokak çocukları, kadın cinayetleri, emekçi sorunları, taşeronlaştırma, yolsuzluk, rüşvet, kamu malının yağmalanması, çevrenin tahribatı gibi güncel sorunlara sırtımızı dönmeyelim, çözüm üretme noktasında kafa ve kolumuzu yoralım, ‘İslam gelecek, dertler bitecek’ gibi basit, ucuz ve sloganik ifadelere başvurmayalım. Tarihin her döneminde, her yerde, her ahval ve şeraitte (durum ve şartlarda) yaşanabilir olduğunu bilelim, bildirelim. Özü, esprisi, ruhu ihmal edilip geri planda bırakılarak şekil ve şartlar ön plana çıkmasın; tören, ayin ve ritüellere boğulmasın-boğdurulmasın. Sade, pratik, kolay, esnek ve samimi bir yaklaşım esas alınsın. Heyecan, enerji, duygu, nezaket, nezafet, zarafet, incelik, hikmet kaybolmasın, yitip gitmesin. Yasaklar arızi, (zaten eşyada asıl olan ) mübahlar asıl olsun. İnsanımıza güvenelim, aleyhine delil aramayalım, insanların ayıbını, kusurunu, günahını arama yerine örtelim, biz kendimize bakalım, başkalarıyla menfi anlamda uğraşıp da vakit kaybetmeyelim, hayır hasenȃt adına, çözümler bulmak için plan-proje-fikir üretelim.

18. Anladım ki; akıl ondan mahrum kalanlar dışında bütün insanlara az çok verilmiştir. Herkesin aklından (bilgi ve tecrübesinden) faydalanmanın yolu da danışmaktır. Akıllı kişi, en güçlü ve yenilmez olan Allah’ın yanında saf tutar. Zira yalnız o “düşmez kalkmaz”dır, mükemmel ve kusursuzdur. Yine akıllı kişi, bütün yatırımını bu dünyada kalacak, bırakacak şekilde değil, ahirette de ürününden, sonucundan faydalanacak şekilde yapar. Dünyayı ahiretin tarlası bilip, helal ve meşru dairede bu dünyadan nasibini aldığı gibi, asıl yatırımını ahirete yapar. Zira bilir ki, buradakiler geçici, tükenici ve usandırıcı iken; ötedekiler kalıcı, devamlı ve bıkıp usandırmayıcıdır. Kur’an’ın tabiriyle Allah rızası gözetilerek yapılan bir hayrın karşılığı bu dünyada birkaç katı geçmezken, Allah yolunda mallarını harcayanların halini Kur’an temsilen “ yedi başak veren, her başağında yüz tanesi bulunan bir tek tohumun hâline” benzetmektedir. Varın gerisini siz hesap edin gayrı.

19. Gördüm ki; her işimizde Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu gözetir ve amaçlarsak; niyetimizi halis, güzel, tertemiz tutarsak Allah ummadığımız, bizim bile aklımıza gelmeyen vesilelerle işlerimizi kolaylaştırır, başarıya ulaştırır, bereketlendirir. Elli yılda çalışmamın, gayretimin karşılığını kat be kat aldığım gibi, inanılmaz yardım ve lütuflara mazhar oldum. Benim hakkımda hayırlı diye düşündüğüm ve o an için olmadı diye üzülüp hayıflandığım şeylerin zamanla öyle olmadığını, olumsuz diye düşündüğüm bazı şeylerin de zaman içinde benim için hayırlı sonuçlara yol açtığını gördüm. Elden gelen bütün çabayı sarfetmek, sabretmek ve O’ndan “hakkında hayırlısını istemek” tutulacak en güzel yoldur, aksi beyhude bir tavırdır.

20. Öğrendim ki; insan suretinde, özelliklerinde dünyaya gelmek bir vakıa iken, “insan olmak” yıllar alan ve son nefese kadar devam eden bir ‘süreç’tir. Akıldan yoksun olmak bir mazeret iken, akıl nimeti bahşedildiği halde onu yeteri ve gereği gibi kullanmamak vebȃldir, sorumluluktur. Çevremizdeki bir çok insan suretindeki mahlȗk, davar gibi olmaktan rahatsız olmuyor ve yine bir çoğu da tımarhanede olması gerekirken dışarıda elini kolunu sallayarak geziyor. Kötülük, zulüm, ahlaksızlık peşinde ömrünü tüketerek sefillerin sefili halde veya hayvandan da aşağı bir vaziyette insan görünümündeki çok sayıda mahlȗk içimizde bolca mevcuttur.

21. Anladım ki; Allah istemeden ve dilemeden, insan/lar istese ve dilese bile o şey gerçekleşmez. Allah’ın izni olmadan yaprak düşmez, insan ölmez. İnsanların değil de O’nun rızası ve sevgisini kazanmaya çalışırsak, O insanların sevgisini, teveccühünü de bize yöneltir, aksi halde Allah’ın da, kullarının da ilgi ve sevgisinden mahrum kalırız, kaybedenlerden oluruz. Allah’a ma’siyette (karşı çıkmada, isyanda) kula itaat olamaz. Bütün duygu, düşünce ve hareketlerimizi Allah’ın sevgisini, rızasını kazanacak yönde planlamak, ayarlamak ve icra etmek durumundayız. O dostumuzsa bütün insanlar bize karşı çıksa ne olur, O bize sırtını çevirirse bütün insanlar yanımızda, arkamızda olsa ne çıkar. Yȃr ve yardımcı olarak O yeter.

22. Gördüm ki; akıl insana verilmiş ve onu diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli nimet iken, onunla birlikte ya da ondan sonra en önemli diğer nimet vahiydir. Akıldan mahrum insan vahye, teklife, sorumluluğa muhatap değilken; vahyi kabul etmeyen veya dosdoğru anlamayan bir insan da denizde pusulasız kalmış bir yolcu gibidir. Aklını, istek ve arzularını ilah (tek ölçü) edinmesi işten bile değildir, bir yerde kaçınılmazdır.

23. Öğrendim ki; Allah’ın dilediği zaman, mekan ve şartlarda doğan insan; zaman içinde çevresinden öğrendikleri ve kendi gayretiyle ayakta durabilecek, kendi başının çaresine bakabilecek, kendi başına karar alabilecek ve seçimler yapabilecek hale geliyor. Bu noktadan itibaren her insan ölünceye kadar, aklı başında olmadıkça ve hür iradesi elinden alınmadıkça, bütün söz ve fiillerinden sorumludur. Meşru mazereti olmadıkça, yapması gerekirken yapmadıkları, yapmaması gerekirken yaptıkları nedeniyle sorumludur. Hiçbir insan, kendi seçimi ve dahli olmayan özellikler nedeniyle ne kınanabilir, ne övülebilir ve ne de sorumlu tutulabilir.

24. Anladım ki; biz gücümüzün yetmeyeceği, takatimizi aşan tekliflerden, yükümlülüklerden (illȃ vus’ahȃ) uzağız. Elbette bir yere kadar sınırları zorlayabilir insan, ama asla istiap haddini (taşıma kapasitesini) aşamaz. Biz herkesi, her şeyi değiştiremeyebilir, düzeltemeyebiliriz ama kendimizi düzeltebilir, değiştirebiliriz. Son tahlilde sözümüz sadece kendimize geçer. Bu anlamda kendimiz dışında en yakınımızdan bile, bir yere kadar mes’ulüz ama her yönüyle sorumlu değiliz.

25. Gördüm ki; küçük şeylerle yetinmek, mutlu olmak; diğer hemcinslerine ve tabiata zarar vermeden kendinle, kendi dışındaki varlıklarla ve “En Yüce Varlık”la barışık ve dostça bir ömür sürmek mutluluğu tamamlayıcı ve huzuru, dinginliği, sükȗneti sağlayıcıdır. Kalp (akıl)lar, ancak ve sadece Allah’ı anmakla, zikretmekle, O’na kulak verip güvenip dayanmakla huzur, sükunet bulur, yatışır, dinginleşir.

26. Öğrendim ki; can’ı, ten’de konuk görmek; ‘dünya hayatı’nı altında bir süreliğine gölgelenilen, eğlenip dinlenilen bir ağaç misali kabul etmek; sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şeyin, aslında sahibi değil emanetçisi konumunda olduğumuzu unutmamak; dünya denilen hane’de kalıcı değil geçici, ev sahibi değil asıl ‘Ev Sahibi’nin misafiri olarak yaşadığımızı unutmamak; yanılmaktan ve sapmaktan koruyucudur.

27. Anladım ki; kendimiz ve sevdiklerimiz için her neyi istiyorsak, dünyadaki herkes için de istisnasız aynısını istemeli; bizi bulmasını arzu etmediğimiz kötülüklerden başkalarının da ırak olmasını arzu etmeliyiz.

28. Gördüm ki; yeryüzündeki bütün insanları ya din (dünya görüşü, ideoloji) ya da fıtratta (yaratılışta, insan olması hasebiyle) kardeş bilmek lazımdır. Bütün varlıklar, canlı yahut cansız olsun o “En Yüce Varlık”ın meydana getirdiği, can verdiği mahluklar (yaratıklar)dır. Hiçbir insan, hiçbir canlı veya cansız varlık, boş, anlamsız ve gereksiz olmayıp, hepsi bir hikmete binaen halk edilmişlerdir. Hikmetinden sual olunmayacak tek varlık “Allah”tır.

29. Öğrendim ki; insan için emeğinden, çalışmasından (illȃ mȃ se’ȃ) başkası yoktur ve imkȃnları-gücü nispetinde elinden gelen dışında hiçbir şey daha değerli değildir. Mülk (yeryüzü ve içindeki her şey ve elbette tüm Kainat) O’nun mülküdür. Biz O’nun dileği ve izni ile bu Evren’de intifa (faydalanma) hakkına sahip olduk. Bu hakkı helal-haram ölçülerine ve başkalarının da hakkına riayet ederek, onları da düşünüp faydalandırarak kullanmak durumundayız.

30. Gördüm ki; yeryüzü kaynakları sınırlı, ama ‘ham, ıslah edilmemiş, terbiye olunmamış’ insan istek ve arzuları sınırsızdır. Örneğin ‘deniz kenarında bile olsak, suyu yeteri ve gereği kadar kullanmalı’; yeryüzünü bir ibadetgȃh bilmeli ve kirletmemeye özen göstermek durumundayız. Bizden sonrası tufan değildir ve gelecek kuşakların da hakkı vardır.

31. Öğrendim ki; laiklik (sekülerizm, dünyevileşme) ve ruhbanlık (mistisizm) ifrat ve tefrit olup ikisi de fuhşiyattır, aşırılıktır, yoldan sapmadır. Bütün yeryüzü mescid (secde edilen yer), cȃmi (toplanma mahalli) olup din adamı, ruhban diye ayrı bir sınıf, meslek yoktur, olamaz. ‘Her konuda bir bilenden daha fazla bir bilen vardır” düsturu gereğince İslam’ın da bilenleri, öğretmenleri, alimleri, bilginleri elbette vardır ve Allah’tan gereğince korkup sakınanlar (takva sahipleri) da, (elbette ilmiyle amîl) ilim sahipleridir. Din yani İslam, kesinlikle bir kişinin, bir zümrenin, bir meslek grubunun tekelinde değildir, onların geçim sağladığı ve istismar edebileceği bir alan değildir, olamaz da.  

32. Anladım ki; İnsanın fıtratı kadar eşyanın tabiatı da Allah’ın bir kaderidir, takdiridir. Allah’ın eşyaya yani tüm Kainata verdiği özellikler, koyduğu yasalar (Sünnetullah) mü’min, münafık, kafir herkesi bağlayıcıdır, hiçbir canlı ve cansız mahluk bunun dışında değildir. Bu nedenle kendi nefsimizi (enfüs) ve kendi dışımızdaki dünyayı (ȃfak) bilmeye, öğrenmeye ve anlamaya çalışmak (ilim, bilim) vaciptir, farzdır.

33. Gördüm ki; Allah’a ibadet (kulluk), sadece belirli ibadet biçimleri (ritüelleri) ile sınırlı olmayıp bütün bir hayatı kapsayıcı ve kuşatıcıdır. İbadet, Kur’an’da açıkça belirtilen helal ve haramlara (azaltmadan, arttırmadan) riayetle, ifrat ve tefrite vardırmadan hayata dair her alanla ilgilenmek, dolu dolu ve capcanlı bir ömür sürmektir. Aynı zamanda hayatın, insanların içinde, tüm sorunlarla, konularla yüzleşmek, uğraşmak, emek sarfetmek, farkında olmak, farkındalık yaratmak ve farklı olabilmektir. İbadet bu canlılık, performans, dinamizm ve olabildiğince geniş bir perspektiften anlaşılmazsa, heyecanını ve kalitesini zamanla yitirir, sıradanlaşır, donuklaşır, ölgünleşir, solgunlaşır, cılızlaşır ve (maazallah-Allah korusun) kaybolabilir.

34. Anladım ki; yüzyıllardır nafile ibadetten yalnızca namazı, orucu, yüzeyinden anlamadan Kur’an okumayı anlayanlar; hayatın her alanıyla ilgili okumak, araştırma yapmak; insana ve hayata dair güzel, faydalı, iyi şeylerle uğraşmak; yeryüzünün imarı ve daha adaletli, daha yaşanabilir, daha müreffeh bir yer haline gelmesi için didinmek; Allah’tan başka kimseye boyun eğilmediği ve tüm boyunların (insanların) açık ve gizli kölelikten, sömürüden kurtulduğu bir dünya için cehd etmek (cihad) farzıyla uğraşsalardı (ki, bin nafile, bir farza eşit değildir aslında) nafileye vakitleri bile kalmazdı. İşte o zaman bütün dünyadaki insanlar İslam ile olması gerektiği gibi muhatap olur, kararını ona göre verip tercihini daha sağlıklı yapma imkanına kavuşurdu. Yeryüzü zulümle, sömürüyle, haksızlıkla bu kadar dolmaz; müslümanlar kendi topraklarında, yaşadıkları yerlerde iç ve dış sömürgecilerin, işbirlikçilerin işgal, yıkım, hırsızlık, rüşvet, soygun ve talanına uğramaz; işsizlik, iç ve dış borç, eğitimsizlik, fahiş zam ve vergilerle bunaltılmaz, yaşadıkları yerleri ölümü göze alma pahasına bırakıp üstelik de asıl soyguncuların, sömürücülerin yaşadığı yerlere gitmek zorunda kalmazlardı.

35. Gördüm ki; Müslüman’ın, mü’min’in en doğru tanımlarından biri “velev ki müslüman, mü’min olmasın, bütün insanların canından, malından, ırzından emin olduğu kişi” tarifidir. ‘Eline, diline, beline sahip’ olan müslüman, mü’min; bir kişinin bile kaybına, gözden çıkarılmasına, telef edilmesine, kendine yazık etmesine, zarar vermesine gönlü razı gelmez-gelemez. Bu anlamda “kimsesizlerin kimsesi” Devlet’tir ve özellikle ‘İslam Devleti’dir. Devlet, sorumlu olduğu her bir ferdin; madden-manen mutlu ve huzurlu, geleceğe güvenle bakan ve kendini her yönden geliştirmesine-tekȃmülüne imkȃn hazırlamakla sorumludur, mecburdur.

36. Öğrendim ki; kim olursa olsun ‘zalime karşı ve mazlumun yanında’ olmak durumundayız. “Velev ki zalim de olsa, sultana-yöneticiye itaat vaciptir-zorunludur” diyenlere kulak verilmez, itibar edilmez. Her topluluğun, yapının, teşekkülün başında olan herkes, aynı diğer fertler gibi bu görevin geçici ve emanet olduğunu bilmek ve herkes gibi hakk’a-hukuk’a (şeriat’e), helal-haram’a uymak zorundadır. Elbette sorumluluğu ve yükümlülüğü büyük olanların ecirleri ve mükȃfatları da büyük olacaktır. Bu anlamda ahirette, Cennnet ve Cehennemde de aynı şekilde farklı dereceler, katmanlar, bölümler olduğu zannındayım.

37. Anladım ki; İslam Topluluğu’nun (Ümmet, Millet, Cemaat) sıkıntılarının, sorunlarının asıl nedeni harici değil dahilidir. Her başarısızlığı, yenilgiyi, olumsuzluğu başkalarına, özellikle İslam olmayanlara bağlamak ve atmak çözüm getirmediği gibi topluluğun başındaki sorumluluk mevkiindekilerin işine gelmekte, başarısızlık ve beceriksizliklerini gizlemekte, işledikleri cürümleri kapatabilmektedirler. Topluluğun insan ve ekonomik kaynaklarını hem kendileri gasp etmekte, zimmetlerine geçirmekte hem de dahili ve harici işbirlikçileriyle paylaşmaktadırlar. Topluluklar, bu tağuti-hegemonik güçler ve özellikle topluma vaziyet eden saygınlığı olan kişiler (aydın, akademisyen, molla, hoca efendi, diyanet görevlileri, dede, şeyh, ilahiyatçılar vb.) marifetiyle yanıltılıp avutulmakta, uyutulmakta, uyuşturulmakta, etkisizleştirilmekte ve sömürülmektedir.

38. Gördüm ki; dün olduğu gibi bugün ve yarın da (kıyamete kadar) İslam’dan başka doğru yol, çıkış, çözüm ve felȃha erme imkȃnı yoktur, olmayacaktır da. Çözüm diye insanlığın önüne konan her beşeri ideoloji (ulusalcılık, milliyetçilik, demokrasi, liberalizm,  vb.) yeni açmazlar, yeni çıkmazlar, yeni sorunlar üretip insanın ve yeryüzünün ifsadına (bozulmasına) ve daha çok kan dökülmesine yol açmaktan başka bir sonuç üret-e-meyeceklerdir. Kur’an’ın tek rehber, Allah’ın son elçisi’nin tek önder (güzel örnek) oluşu değişmeyecektir. Dünyada, geçmişte ve günümüzde var olmuş tüm dünya görüşlerinde parça parça da olsa güzellikler, doğrular bulunmasına karşın bütün güzellikleri, doğruları tümüyle içerisinde barındıran sadece ve sadece İslam’dır. Zamanı ve mekanı kuşatamayan, sınırlı olan, kendi bedenine bile hükmedemeyen, en küçük bir canlıyı (örneğin sivrisinek) dahi yaratmaktan aciz insan, kim oluyor ki Allah’ı unutup, elçilerine kulak vermeyip, İslam’a (tek doğru yol) itibar etmeden, ȃleme nizam verecek, yeryüzünde adaleti, hürriyeti, kardeşliği, barışı, esenliği ve huzuru sağlayacak. Güneş olmadan, su olmadan, hava olmadan yeryüzünde yaşam nasıl mümkün değilse, buna da imkȃn ve ihtimal yoktur.

39. Öğrendim ki; Allah’ın varlığı, birliği dahil her şey ama her şey konuşulabilir, tartışılabilir. Bir an için şöyle düşünmek lazım, İslam olmasa idi ne olurdu, neleri kazanır, neleri kaybederdik. İslam bize ne katıyor, ne kaybettiriyor. Allah, mesajında “Kur’an’ı güçlük çıkartmak, zahmete sokmak için değil; karanlıklardan çıkarıp aydınlığa kavuşturmak, üzerimizdeki ağırlıkları azaltmak ve kalbimizi (aklımızı) inşirah ettirmek (ferahlatmak) için” bize ilettiğini söylediğine göre, İslam’ın vaȃd ettiklerini ve kattıklarını bir düşünelim istiyorum. Hangi şey iyi, güzel, doğru, hayırlı, yararlı da İslam onu men etmiş; hangi şey zararlı, kötü, çirkin ve yanlış da İslam onu tavsiye etmiş. Bir tane örnek gösterebileceğimizi zannetmiyorum.

40. Anladım ki; Allah, taa ilk insanlardan beri sadece elçilerini (ya da rivayete göre on kişiyi: aşere-i mübeşşire) değil, onlar vasıtasıyla tüm insanları sahih iman ve salih amel sahibi oldukları takdirde cennetle müjdelemiş, cehennemle de uyarmıştır. İslam herkese, insan yeryüzünde var olduğundan beri bilaistisna tüm insanlara açıktır, hiç kimseye üvey muamelesi yapmadığı gibi hariç de tutmamıştır. Dileyen, isteyen herkes İslam’ın mensubu, müntesibi olabilir. Dileyen Rahman’ın kulu; dileyen de heva ve hevesinin veya başka canlı ve cansız varlıkların kulu olabilir; isteyen Allah’ın hizbi (taraftarı, bağlısı), dileyen de Şeytan’ın hizbi olabilir, izinden gidebilir. Cehennem ve Cennet, dileyen herkesi alacak genişliktedir. Kimse kimseyi (şeytan dahil) zorla Cehennem’e sokamaz, itemez; zorla da Cennet’e dahil edemez.

41. Gördüm ki; Fırka-i Naciye’den (kurtulacak topluluk’dan) olmak için, yalnız ve yalnız Allah’a hiçbir sıfatıyla eş koşmadan ve İslam’ı yalnızca Allah’a has kılarak, İslam’dan başka hiçbir dünya görüşü, din, felsefe, yaşam tarzına itibar etmeden, prim vermeden sahih (dosdoğru, yalnız Kur’an’ı esas alan) bir iman ve salih (güzel, faydalı, iyi, doğru) amel (davranış, pratik) sahibi bir mü’min, müslüman olmak yeterlidir. Samimiyet, kanaatkarlık, mütevazilik bu mü’minlerin vasfıdır. Bu mü’minlerin bir vasfı olan “mȃ’ruf’u (helal, iyi, güzel, doğru, hayırlı her şey) emretme (öğütleme, tavsiye etme) ve münker’den (günah, kötü, çirkin, yanlış, şerli her şey) nehyetme (sakındırma, vazgeçirme)” konusunu biraz açmak gerekir. Farz olan ve her daim, her an yapılması gereken işlerden olan bu iki hal, yalnız emirlerle, direktiflerle, yasaklarla, kaba kuvvetle, baskı ve zorlama ile yapıl-a-maz. Aynı İslami tebliğde olduğu gibi güzel söz ve hikmetle, güzel ahlakla, güzel örneklerle, yalnız lafla değil işle, hȃl dili ile de yapılmalıdır. Yasaklar, kısıtlamalar, cezalar elbette olacak ama onlar son çare olarak düşünülmeli ve arızi, istisnai olmalıdır. Allah insanlara akıl ve irade vermiş, seçme ve karar verme hürriyeti tanımış, hata ve günah işleme imkȃnı tanımışken bize ne oluyor ki, yeryüzünün bir cennet ve burada yaşayanların da melekler olduğu zehabına kapılıyoruz. Bu konu ‘kıldan ince, kılıçtan keskin’ ve hassas bir konudur ki, ‘anlayan anladı, anlamayan, anlamak istemeyen de yolda kaldı’ sözüyle iktifa edelim, yetinelim.

42. Öğrendim ki; İslam’da akletmek, fikir üretmek, farklı fikirlere (mezhep, yol, ekol) sahip olmak ve bunları ifade etmek asıldır, vaciptir. Milyarlarca insan, milyarlarca dünya, milyarlarca alem, milyarlarca duygu ve düşünce olabilir demektir. Eleştirinin, muhalefetin, farklı bakış açılarının olmadığı topluluklar cemaat (toplum) değil, cemadat’tırlar (cansız, ölü varlıklardır). Bir kişinin ve topluluğun hayat belirtisi; fikir yürütebilmesi, üretebilmesi, muhakeme ve mukayese yapabilmesi, içtihad edebilmesindedir. Tabu ve dogmalar oluşturulur, aykırı ve sıra dışı fikirler, bakışlar yasaklanır, engellenir ve susturulursa, daha doğru düşünebilmek ve kendimizi gözden geçirme, düzeltme imkȃnından da mahrum kalırız. Kendi dünya görüşüne, fikirlerine güvenemeyen, ürkek ve korkak kişiler; baskılarla, yasaklarla, cezalandırmalarla bu açıklarını, yetersizliklerini ve hatalarını kapatma, örtbas etme yoluna giderler.

43. Anladım ki; düşünebilen, iradesine ipotek konmamış, kendi başına karar verebilen ve tercih yapabilen, aklını hiç ama hiç kimseye teslim etmemiş fertlerle sağlıklı, kaliteli, keyfiyetli topluluklar (cemaat, örgüt, parti, ümmet, millet, halk) oluşabilir, oluşturulabilir. Kişilerin vazgeçilmez, yeri doldurulamaz addedildiği, her sözünde ve amelinde hikmet arandığı topluluklar kemmiyet itibarıyla (sayıca) üstün gözükseler de, gerçekte sağlam, sağlıklı ve İslami olmayan bir zemine oturmaktadırlar. Bu cemaatlerde rahmet değil sadece çokluk, çoklukla öğünme, avunma (tekȃsür) vardır. Üyelerini, bağlılarını, müntesiplerini olumlu yönde geliştirmedikleri gibi, o topluluk da birbirine ayna olma, uyarma ve kontrol etme mekanizmaları yoktur. Bilgili, bilinçli, ahlaklı, özgüveni olan fertlerin oluşturduğu cemaatlerde fert cemaate güç katar, cemaat de fert/lerden güç aldığı gibi onları organize eder, kişilik ve kimliklerini yok etmez, geliştirmesine olanak verir.

44. Gördüm ki; her insanın bir ömrü, eceli, süresi, zayıf ve kuvvetli dönemleri olduğu gibi topluluklar da, devletler de, medeniyetler de aynı kurala tabidir. Allah’tan başka hiçbir varlık, ebedi değildir ve olamaz. Yalnız Allah fȃni değil, Bȃki’dir. Her ‘yaratılmış’ın zayıf, kusurlu, eksik bir-birçok tarafı, yönü vardır. İnsandan hata, günah, aşırılık sadır olabilir. Allah ise Mükemmel’dir, Kusursuz’dur, Eksiksiz’dir. O Mutlak Galip’tir. Kainatta hiçbir şey, O’nunla boy ölçüşemez, O’nu aciz bırakamaz. Gözler O’nu göremez ama bütün gözleri ve o gözlerin gördüğünü görür. Hiçbir kimse O’nu gereği gibi takdir edemez, yalnız O her şeyi takdir eder (kader belirler, her şeye özelliklerini verir). Bir şeyin olabilmesi için O’nun dilemesi yeterlidir.

45. Öğrendim ki; Onun nezdinde İslam’dan başka din (ideoloji, dünya görüşü, felsefe, yaşam tarzı) yoktur. Dünyada insan hayatı başlayalı, taa Adem babamızdan-atamızdan beri bu böyledir. Adem ve eşi müslüman-mü’min-muvahhid-mücahid-muttaki olduğu gibi, Nuh, İbrahim, Yakup, Yusuf, İshak, İsmail, Davut, Süleyman, Musa, İsa ve son elçi Muhammed de Adem gibi idi. Hepsi aynı yolun (İslam’ın) yolcuları olup Allah’a çağırmış, O’nun bildirdiklerini O’nun kullarına iletmişlerdir. Son elçi ile o güne kadar olan her şey aslına irca edilmiş, tekrar rayına oturtulmuştur. Ve ezberle yazıyla olsun en azından metin olarak ne bir eksik ne bir fazla zapt-u rapt altına alınmıştır. Artık kıyamete kadar bütün insanların muhatabı Kur’an; rol modeli, güzel örneği (usvet’ul hasene) Muhammed’dir. Son elçiden daha dindar, daha razı olunan bir kul olunamayacağı gibi, bir insan olduğu unutulmadan yani İsa’ya-Musa’ya yapılanları yapmadan sevmeli, dinlemeli ve “müslümanların tarihi”nde bugüne kadar yaşananlardan dersler çıkarmalıyız.

46. Gördüm ki; her topluluğun başındaki kişi-kişiler o topluluğun içindekilerden biri gibi olmak, onlarla varlığı yokluğu, tasayı kıvancı paylaşmak ve sorumlu olduklarının yönetimini bir ayrıcalık, bir üstünlük olarak değil de bir emanet olarak görmek durumundadır. Ehliyet ve liyakatli olması gerektiği gibi, İçlerinden en iyilerinden biri olmalı belki ama illa da en iyisi olmayabileceğini bilmelidir. İnsana akıl verilmiştir, ama başka insanlara da akıl verilmiştir. Her konuda bilgi ve tecrübesi olma imkanı olmadığı için bilenlerle istişare (şura, meşveret, danışma) kaçınılmazdır, şarttır, gerekliliktir. Yüke birlikte omuz verildiği gibi karşılıklı olarak biri diğerini, sürekli kontrol şarttır. Şeffaf, hesap verilebilirlik ve denetlenebilirlik elzemdir. Yönetim belirli bir süreliğine ve o topluluğun bütün üyelerine açık olmalıdır.

47. Anladım ki; insan olma ortak paydası yanında belirleyici, ayırt edici vasfım, kişiliğim-kimliğim İslam olmadır, müslüman, mü’min olmadır. İslam’ın bağlısıyım, taraftarıyım, müntesibiyim. Allah’ın Kur’an’da bildirdiklerine inandım (iman ettim, emin oldum), O’na aklederek, araştırarak, tahkik ederek, bilerek, isteyerek, hiçbir baskı ve zor olmadan, kendi hür irademle teslim oldum. Sünni, Şii, Alevi, Harici, Selefi filan değilim. Hz. Peygamber (a.s) sonrası tarihi seyir içinde oluşan-oluşturulan isimlere, tanımlamalara itibar etmiyorum. İtikadda mezhebim olmadığı gibi, davranışlarımda (amellerimde) bilinen, bildiğim mezheplere (hak dört mezhep diye bir takıntım yok) ait görüşlerle hareket ediyorum. Allah’tan başka Kutsal tanımadığım gibi, muhafaza edilmesi gerekenler dışında muhafazakȃr değilim. Kavmiyet olarak da Türk’üm ama Türkçü, Milliyetçi değilim.

48. Gördüm ki; herkesin bir rüyası, hayali, ütopyası olur-olmalı, benimki de müslüman olarak yeryüzündeki bütün insanların (müslüman olsun olmasın, fark etmez) korunması gerekli değerlerinin korunduğu; adaletin ve barışın hȃkim olduğu; Hakk’ın Batıl’a gȃ’lip (üstün) geldiği; kötülüğün, zulmün, ahlaksızlığın, sömürünün asgari ve minimum olduğu, bütün güzelliklerin, iyiliklerin azami ve bolca olduğu; kısacası ‘Cahit Sıtkı”dan ilhamla “öyle bir memleket (dünya) isterim ki,  kardeş kavgasına bir nihayet olduğu, kış günü herkesin evi barkı, ekmeği suyu olduğu, olursa bir şikayet ölümden olduğu” bir dünyadır. Böyle bir dünya için cehd (cihad, uğraş, gayret, didinme) etmeye değer ve de hayali bile güzeldir.

49. Öğrendim ki; ne kadar bilirsek bilelim, ne kadar tecrübe sahibi olursak olalım, yeni şeyler öğrenmeye ve bildiklerimizi gerektikçe tekrar tekrar gözden geçirmeye mecburuz. Tabu, dogma, tartışılması yasak olan hiçbir konu olmaz-olamaz. İlkeli, tutarlı bir insan olarak bizi biz yapan doğrularımız, sabitelerimiz, muhafaza ettiğimiz şeyler olması gerektiği-olabileceği gibi mütemadiyen her fırsatta, her vesile ile kendimizi otokontrol ve otokritik yapmaktan alıkoymamalı, özeleştiri hanemizi hep açık tutmak zorundayız. ‘Analarımızın karnından hiçbir şey bilmez şekilde’, sadece içgüdülerimizle doğduktan sonra yaş ilerledikçe hem öğrenci, hem de öğretici konumuna bürünürüz. Ölmeden önceki an, en bilgili ve tecrübeli olduğumuz andır. Ne kadar bilirsek bilelim her zaman bir fazla bilen vardır ve ‘En fazla Bilen’ de Allah’tır. Her şeyin en doğrusunu da O bilir.


50. Anladım ki; 50 yılda hayatımın anlam ve amacı (rahmetli Necip Fazıl’dan ilhamla) “Sahih iman ve salih amel sahibi bir müslüman-mü’min olarak Allah’ı razı etmekmiş / Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış”. 
“… Rabbimiz, unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! … Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlamızsın …”