Birinci Müneccimin
Yorumu (Eski, Dayatmacı, Hard, Kötü! Yorum)
“Malatya’da ‘İnönü Aile Mezarlığı’nı ziyaret
ettikten sonra CHP Malatya İl Başkanlığı’nca gerçekleştirilen İsmet İnönü’yü
anma programına katılan CHP Grup Başkan Vekili Muharrem İnce, askerin artık
darbe yapıp ülkeyi kurtaramayacağını, çünkü kendisini bile kurtaracak durumda
olmadığını söyledi… Bazı yurttaşların içinde bir
korku olduğunu ileri süren İnce, şöyle devam etti: ‘’Cumhuriyet bitti,
Cumhuriyet’in benzini bitti, arıza yaptı, bu iş bitti. Sakın ha, böyle bir şey
yok. Bu ülkenin adliyesi, zaptiyesi, tıbbiyesi zapt edilmiştir. Ama merak
etmeyin, 1919 şartlarından nasıl çıktıysak bundan da öyle çıkacağız. Başka
kurtarıcı falan aramayın. ‘Askerler gelsin darbe yapsın, bizi de düzlüğe
çıkarsın’ yok öyle bir şey. Askerler kendini kurtaramıyor, seni nereden
kurtarsın. Sen kurtaracaksın, sen.” (CHP’li İnce’den askere ağır darbe tahriki,
Star, 23.12.2012)
“Cumhuriyet Bayramı
kutlamalarına tüm Türkiye’de ‘alternatif’ kutlamalarla gölge düşürmeye çalışan
CHP, İstanbul’da askerleri hükümete müdahale etmeye tahrik etti. CHP İstanbul
İl Başkanı Oğuz Kaan Salıcı’nın, Taksim’deki 29 Ekim Cumhuriyet Bayramı
kutlamaları sırasında Atatürk anıtına çelenk koyma törenine katılan askerlere
darbeyi çağrıştıran sözler sarfetmesi büyük tepki topladı. Salıcı’nın askerlere
elini kolunu sallayarak “Sizin korumanız gereken Cumhuriyet’e biz sahip
çıkıyoruz” diye bağırması akıllara 2003’teki Cumhuriyet mitinglerinde açılan
‘Ordu göreve’ pankartını getirdi. Salıcı’nın sözlerine tepki yağdı.” (CHP’den
askere ağır tahrik, Star, 29.10.2012)
“Eskişehir Tepebaşı
Belediyesi Zübeyde Hanım Kültür Merkezi'nde, Anadolu Üniversitesi Atatürkçü
Düşünce Kulübü tarafından 'yargı bağımsızlığı ve yeni anayasa' konulu konferans
düzenlendi. Eskişehir Baro Başkanı Avukat Rıza Öztekin'in başkanlığını yaptığı
konferansa, Yargıtay eski Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu ve İstanbul
Baro Başkanı Ümit Kocasakal konuşmacı olarak katıldı… Ana muhalefet partisi
CHP'nin halkçılık okunu yitirdiği için bugünlere geldiğini ileri süren
Kocasakal, kendileri hakkında da özeleştiride bulundu. Kocasakal, "Biz 90
senedir yattık. Adamlar 30 Ekim 1923'ten beri çalışıyorlar. Biz zannettik ki
Cumhuriyet barolarda korunur. Biz zannettik ki günde 5 vakit laiklikten söz
ederek laiklik korunur" şeklinde konuştu… Türk Silahlı Kuvvetleri'ni
eleştiren Kocasakal, şöyle devam etti: "Biz zannettik ki ordumuz var. O
güçlü ordu bizi korur. Ben TSK'nın kurumsal kimliğini hep savundum. Biz NATO'ya
girdiğimizden beri 'ne kadar milli ordumuz kaldı', bunu hiç düşünmek istemedik.
Geldiğimiz bu noktanın hayırlı bir yönü oldu. Artık TSK vesaire yerine Türk
Silahsız Kuvvetleri var. Siz Türk Silahsız Kuvvetlerisiniz. Bu yüzden durmadan
çalışacağız…” (Radikal, 03.05.2012)
“Atatürkçü Düşünce
Derneği Zonguldak Şubesini ziyaret eden CHP Genel Başkan Yardımcısı Süheyl
Batum, ciddi bir mücadelenin içerisinde olduklarını, herkesin birbirine destek
vermesi gerektiğini belirterek, ''Koca bir askeri yıktılar, meğer kağıttan
kaplanmış, biz bunu asker zannedermişiz, meğer ABD içini oymuş. O koca ağacı
hop diye yıktılar. Ancak CHP'yi yıkamadılar'' diye konuştu.” (Batum: Asker
meğer kağıttan kaplanmış, www.ntvmsnbc.com, 06.02.2011)
Adnan Menderes döneminde
Türkiye’nin NATO’ya üye olması, bugün özellikle Kemalist çevreler tarafından
eleştiri konusu olur. Ancak bu çevreler
nedense İsmet İnönü’nün Celal Bayar’a cumhurbaşkanlığını devrederken söylediği
bir lafı hiç anımsamazlar. Celal Bayar cumhurbaşkanlığını İsmet İnönü’den
devralırken sorar; “Nato’ya niye girmediniz paşam?” İsmet İnönü’nün cevabı
Adnan Menderes’i Nato’ya üye olmakla eleştiren kesimleri üzecek cinsten:
“Aldılar da biz mi girmedik, iki gözüm” (www.sosyalmedyahaber.com,
30.05.2011)
İkinci
Müneccimin Yorumu (Yeni, Ilımlı, Soft, İyi! Yorum)
“Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, Harp Akademileri Komutanlığı'ndaki konuşmasında demokrasi vurgusu yaptı. Kurmay subaylara Mustafa Kemal Atatürk'ün "Yurtta sulh, cihanda sulh" sözünü hatırlatan Gül, "Yurtta sulhu sağlamanın en etkili yolu, ülkemizi her açıdan birinci sınıf bir demokrasi haline dönüştürmekten geçer. Demokrasiyi tüm kurum, teamül ve evrensel kriterleriyle benimsediğimiz vakit, ülkemizde gerçek barış ve huzuru yakalayabiliriz." dedi. Harp Akademileri Komutanlığı, üç hafta arayla devletin zirvesini ağırladı. Başbakan Tayyip Erdoğan'ın ardından Cumhurbaşkanı Gül, geleceğin komutanlarına seslendi. Gelişmiş bir demokrasinin sadece seçimler sonrasında çoğunluğun iradesinin icraata yansıması olmadığını söyleyen Gül, şu tanımı yaptı: "Gelişmiş bir demokrasi, anayasal düzen içinde tüm kurum ve kuruluşlar bakımından fren ve denge sistemlerinin hakim olduğu, hukukun üstünlüğü ilkesi zemininde temel hak ve özgürlüklerin herkes için kıskançlıkla korunduğu, adaletin gecikmeden tecelli ettiği bir düzendir." Cumhurbaşkanı, Türkiye'nin 200 yılı aşan bir anayasa ve demokratikleşme tecrübesi olduğunu da vurguladı. Bu kültürün, devrimci bir anlayıştan çok evrimci bir anlayışla geliştiğini anlattı. "Millet olarak, milli birlik ve bütünlüğümüz ile demokratik, laik ve sosyal bir hukuk devleti olan Cumhuriyet'imizin temel nitelikleri konusunda tam bir mutabakat içinde olduğumuzdan hiç şüphem yoktur." diyen Gül, 'suni ve abartılı korkulara kapılmadan, sorunların üzerine cesaretle gidilmesi ve çözümlerin ertelenmemesi' çağrısında bulundu. "Milletimizin bekâsını ilgilendiren her sorunu, çağdaş dünyanın gerçeklerine uygun olarak, demokrasi ve ortak değerlerimiz temelinde çözmek basiretini göstermeliyiz." diye konuştu. (Zaman, 06.04.2012)
“Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül, laiklik ilkesinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na girişinin 75. yıl
dönümü dolayısıyla bir mesaj yayımladı… Laiklik ilkesi gereğince devletin bütün
dinler karşısında tarafsız olması, bütün din mensuplarına ve dini inancı
olmayanlara eşit davranması zorunludur. Bu zorunluluk Anayasa'nın 10.
maddesinde düzenlenen herkesin din, mezhep ve benzeri sebeplerle ayırım gözetilmeksizin
kanun önünde eşit olduğunu hükme bağlayan eşitlik ilkesinin de gereğidir. Kanun
önünde eşitlik, bireyin bütün değerlerinin ve her türlü kimlik tercihinin de
saygı görmesi ve korunması demektir. Aslolan, herkesin ve toplumun her
kesiminin haklarını korumak olduğundan, laiklik toplumsal barış açısından
önemli bir işlev görmekte ve herkesin eşit bireyler olarak toplumsal hayata
katılmalarına imkan sağlamaktadır. Bu sebeple, laiklik bir özgürlük ilkesi
olduğu gibi toplumsal uzlaşma ve barış ilkesi olarak da görülmelidir. Laiklik
ilkesinin kabul edilmesinin 75. yıl dönümünde, Cumhuriyetimizin niteliklerinin
milletimizin birlikte yaşama iradesini güçlendirmeye devam ettiğinden hiç
kimsenin şüphesi bulunmamaktadır.” (Habertürk, 05.02.2012)
“Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'ın, 23 Mart'ta İstanbul'da Harp Akademileri Komutanlığı’nda verdiği
konferansta, '' Türkiye Cumhuriyeti'nin Anayasa'da 'Demokratik, laik, sosyal bir
hukuk devleti' olarak tanımlandığına işaret ederek, ''Demokrasiden, hukuktan,
laiklikten ve sosyal devlet ilkesinden sapmış bir Türkiye'nin çıkışı olamaz''
sözlerine yer verdiği kaydedildi.” (Zaman, 01.04.2012)“… Başbakan Erdoğan, laiklik ilkesinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'na girişinin 75. yıl dönümü dolayısıyla mesaj yayımladı. Laiklik ilkesinin, tıpkı demokrasi ve sosyal hukuk devleti kavramları gibi cumhuriyetin temel nitelikleri arasında yer aldığını ve 75 yıl boyunca cumhuriyetin bütün değerleri, demokrasinin bütün kazanımları gibi Türk milletinin ortak paydası olduğunu ifade eden Erdoğan, şunları kaydetti: ''75 yıllık tecrübe göstermiştir ki laiklik ilkesi, cumhuriyetimizin demokratikleşme çabalarıyla en ideal ve modern anlamda sosyal bir hukuk devleti olma gayretleriyle bir arada ele alındığında ülkemizin ilerlemesi, kalkınması, barış, huzur ve istikrar içinde geleceği şekillendirmesi noktasında hayati bir önemi haizdir. Laiklik, ayrıştırıcı değil birleştirici, baskıcı değil özgürleştirici, tek tipleştirici değil hoşgörülü bir yorumla uygulandığında demokrasiye güç katmış, ekonomiye, dış politikaya, sosyal hayata ivme kazandırmıştır. Türkiye, geçmişten gelen büyük medeniyet birikimiyle farklı kültürlerin, farklı dinlerin, farklı mezhep ve anlayışların barış içinde bir arada yaşadığı bir coğrafya olmuştur. Bu bakımdan, medeniyetimizle ve medeniyet birikimimizle uyum arz eden bir laiklik yorumu, birlik ve beraberlik içinde geleceğe yürüyüşümüzün de teminatı olmaya devam edecektir. Bu düşüncelerle laikliğin anayasal ilke olarak kabul edilişinin 75. yıl dönümünü kutluyor, tüm vatandaşlarımı sevgiyle selamlıyorum.'' (Habertürk, 05.02.2012)
“Erdoğan, Libya
ziyaretinde başkent Trablus'ta Ulusal Geçiş Konseyi Başkanı Mustafa Abdülcelil
ile birlikte bir basın toplantısı düzenledi. Erdoğan'a burada kendisine yaptığı
laiklik tavsiyesine ilişkin bir soru yöneltildi. Erdoğan da bu soruya cevaben
"Gerek Mısır gerek Tunus'ta laiklik konusunda yaptığım açıklamayı, hatta
Mısır seyahati öncesi DreamTV'ye Türkiye'de yaptığım röportajda bu soru üzerine
verdiğim bir cevap var. Öyle zannediyorum ki tercümeleri bozanlar var. Benim
Türkiye'ye verdiğim mesajı dışarıdan vermeme gerek yok. Türkiye'de halkım benim
bu konuda ne düşündüğü çok iyi biliyor, çok iyi bildiği için yüzde 50 oy
veriyor. Bir sıkıntımız yok." Fakat bu bölgelerin laikliği anlamada,
tanımada şu anda bir müzakerenin veya bir tartışmanın içinde olacağına
inandığını belirten Erdoğan, şöyle konuştu: "Ben laikliği dinsizlik olarak
kabul etmiyorum, din karşıtlığı olarak kabul etmiyorum. Partimin programında
laiklik tanımı şudur: Kişi laik olmaz, devlet laik olur. Bir Müslüman olarak
laik bir devleti yönetirken bütün inanç gruplarına devlet eşit mesafede olur.
Müslüman'a da Hristiyan'a da Musevi'ye de ateiste de. Ve bütün inanç
gruplarının inancı o devletin güvencesi altındadır. Bizim anlayışımız bu. Eğer
burada aykırı düştüğümüz bir nokta varsa bunu her fırsatta herkesle müzakere
ederiz. Eğer bu söylediklerimizin de bizim değerlerimize, İslam'a ters bir yanı
varsa lütfen siz de beni ikna edin." (Zaman, 16.09.2011)
“Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan, Mısır televizyonunda yayınlanan röportajında "Matematikte iki
kere iki dörttür. Ama sosyal kavramlara geldiğimiz zaman, tanımlara geldiğimiz
zaman bunun değişik olduğunu görürüz. Şimdi laikliğin Anglosakson toplumlarda
farklı tanımlandığını görürüz. Avrupa'ya geldiğimizde farklı tanımlandığını
görürüz. Hatta hatta Türkiye'de de bunu farklı tanımlama gayreti içinde olanlar
da vardır. Bunun da bedeli bu ülkede çok ağır ödenmiştir aslında" dedi… Başbakan
Erdoğan sözlerine şöyle devam etti: "Mısır bu geçiş döneminde ve
sonrasında inanıyorum ki bu değerlendirmesini en güzel şekilde yapmak suretiyle
özellikle demokrasi noktasındaki bu geçişte şunu görecektir. Yani laik bir devlet
yapısı dinsizliği değil, herkesin dinini inandığı gibi yaşamasının teminatıdır.
Böyle görecek, böyle görmesi lazım. Bundan hiç endişe etmesin ve anayasayı
hazırlayacak olanlar da bunu orada teminat altına alması lazım. Demesi lazım
ki; 'Devlet tüm inanç gruplarının inancını teminat altına alır. Hepsine eşit
mesafededir. Asla sizi dininizi yaşamaktan alıkoymayacaktır'. Bunu böyle
söylemesi lazım. Bu şekilde başlar ve bu şekilde devam ederse o toplum huzur
bulacaktır. Müslüman'ıyla, Kıpti'siyle hepsi, hatta hatta daha ileri gidiyorum
dinsizin bile, ateistin bile inancına devlet saygı duyacaktır. Onu da güvence
altına alacaktır. Laik devlet budur. Ama kişi laik olmaz. Tayyip Erdoğan laik
değildir, Tayyip Erdoğan bir Müslüman'dır. Ama Tayyip Erdoğan laik bir devletin
başbakanıdır ve bunun gereğini de dört dörtlük yapmanın gayreti
içindedir." (Sabah, 15.09.2011)
“Başbakan
Erdoğan, film skandalına Türkiye'den gösterilen soğukkanlı tepkiyi
değerlendirirken "Son 10 yılda aşırılıklar törpülendi. Bir anlamda paratoner
gibi olduk, gaz aldık" dedi.” (Sabah, 17.09.2012)
“…Türkiye’nin çıkışı
evet, demokratikleşmededir. Demokratikleşme kelimesine bazılarının alerjisi
olabilir. Ancak demokratikleşmeyi, Batı’nın dayattığı, içine sömürgeleşme
rampalarının inşa edildiği gayri insanî bir sistem olarak algılamak doğru
değil. İnsana ve tabiata, tamamen materyalist açıdan bakan, demokratik laiklik
yerine laikliği dinsizlik olarak dayatan, din ve vicdan özgürlüğünü Müslümanlar
için ıskalayan, dinin sonunun geldiğini, yerini artık akıl ve bilimin aldığını
savunan yaklaşımlar, demokratlığın özü ile bağdaşamaz. Demokratikleşmeden
kasıt, inanan, inanmayan, farklı inanç, düşünce ve fikir sahibi herkesin bir
arada ve insanca yaşayabileceği ve evrensel insanî değerlerin esas alındığı bir
sistemdir. Bu sistem; birilerinin buyurganlığı, tepeden bakışı ile değil, hep
birlikte, herkesin birbirinin konumuna saygılı kalarak, uzlaşarak kurulabilir…”
(Mütedeyyin kitlenin demokratikleşme sınavı, Hüseyin Gülerce, Zaman,
12.12.2012)
“…Bu sorunun çağrıştırdığı
ikinci soru, “İslam ve demokrasi bir arada olabilir mi?” sorusudur… İkinci
sorunun cevabı da evettir. Evet, İslam ve temellerinin ne olduğunu yukarıda
hatırlattığımız demokrasi bir arada olabilir. (Demokrasinin bir yönetim biçimi,
İslam’ın ise bir din olduğu hakikatini unutmamalıyız.) Birincisi, demokrasi
insan temellidir. Demokrasi, “önemli olan insandır” diyor. Dinimiz de insanı,
eşref-i mahlukat, yaratılmışların en şereflisi ilan ediyor. Biz önce insanız,
sonra Müslüman’ız. Belli bir yaşa kadar
çocuklar dinen mesul tutulmuyor. Allah (cc), Kur’an-ı Kerim’de insan üzerine
yemin ediyor. Demokrasi, insanın huzurunu, refahını, barışı sağlamayı esas
alıyor, İslam da bunu istiyor. Demokrasinin temelini teşkil eden prensipler,
İslam’ın reddettiği değil, tavsiye ettiği prensiplerdir. İslam’ın, yönetime
getirdiği ve Kur’an’da ifadesini bulan üç esas var: Adalet, yöneticilerin
kararlarını istişare ile (danışarak, hür bir ortamda tartışarak) alması ve
emanetin (makamların) ehline (layık olanlara) verilmesi. Ayrıca yöneticilerin
dürüst, ahlaklı, merhametli, şefkatli, affedici ve sevgi insanı olması yönetimi
taçlandırıcı bir erdemdir. Demokrasilerde de en başta adalet, adam kayırmama,
kararların halkın her kademede katılımı ile alınması istenmiyor mu? Ayrıca, fikir
ve ifade hürriyeti, din ve ibadet özgürlüğü, azınlıkların haklarının korunması,
bireyin önemi (bir kişiyi haksız yere öldürenin, bütün insanlığı öldürmüş
sayılacağı), şiddet ve baskının, tahakkümün asla kabul edilmemesi (dinde
zorlama yoktur), yöneticilerin seçilmesinde halkın söz sahibi olması
(sultanlık, padişahlık asr-ı saadetten sonra görüldü ve bütün dünyada o
devirlerde krallıklar, imparatorluklar vardı); bunların hepsi demokrasi ve
İslam’ın talep ettiği değer ve prensiplerdir…” (Müslüman toplum, demokrasiye
mani değildir, Hüseyin Gülerce, Zaman, 14.12.2012)
Gerçek
“…Orhan Erkanlı,
‘Anılar, Sorunlar ve Sorumlular’ isimli kitabında, hatıratında diyor ki, “Ben
1954’de Amerika’da kurstayken Amerikalılar bizzat bizi Demokrat Parti
iktidarına karşı örgütlemişlerdi” diyor. Komiteler oluşturmamızı istemişlerdi,
diyor. İhtilal Amerika adına yapıldı, fakat Amerika adına yapılan ihtilalin
ardından İngiliz yanlısı, çünkü İngiliz yanlısı Başbakana karşı yapılan
ihtilale bu sefer İngiliz yanlısı bir başka politikacı sahip çıktı, İnönü sahip
çıktı… Ama burada altını çizmem gereken çok önemli bir şey var, o da şu: 27
Mayıs’ı yaptıran irade ki, bu Amerika’dır, bu irade 27 Mayıs sonrası
isteklerinin hemen hemen hiçbirisine kavuşamadı. Nedenine gelince; genç subaylara
ihtilali yaptırmakla beraber, yaşlı subaylar İngiliz politikalarını devam
ettirdiler. Bu da emir komuta zinciri içerisinde faaliyet gösteren, icraat
ortaya koyan Silahlı Kuvvetler bünyesi dikkate alındığı zaman elbette ki genç
subayların dediği değil yaşlı subayların dedikleri geçerli olacak… İnönü’nün
geçmişine baktığımız zaman mesela İnönü 1965’te Ulus Gazetesi’nde yayınlanan
hatıratlarında şöyle söylüyor. ‘Biz o kadar İngiliz yanlısı, İngiliz
hayranıydık ki, bir gün Dolmabahçe rıhtımına gelen İngiliz sefirini taşıyan
vapurdan İngiliz sefiri indi ve İngiliz sefirini saraya götürecek olan at
arabalarının atlarını koyuverdik, biz onu saraya kadar taşıdık’ diyordu.
1965’de yayınlanan Ulus Gazetesinde hatıraları yayınladı. Yine işte ‘asılırsan
da İngiliz ipiyle asıl’, hadisesi odur. Vaka 1972; İnönü, CHP Genel
Başkanlığından düşürüldükten sonra bugünkü İngiliz Kraliçesi, Kraliçe 2.
Elizabeth Türkiye’ye geldi, Türkiye’ye geliş gayesi resmi bir ziyaret değil,
İnönü’yü ziyaret için geldiğini söylemişti. Ve gazeteciler o zamanlar geliş
gayesini sordukları zaman ‘Sayın İnönü katarakt ameliyatı oldu, ona geçmiş
olsun dileklerimi sunmak üzere geldim’ dedi. Ne kadar inandırıcı, hiçbir
inandırıcılığı yok. Ama İngilizlerin sembolik olarak kendi adamlarına vermiş
oldukları önemin bir ifadesi olarak bunu ortaya koyuyordu. “ (Ankara’da Kırk
Beş Yıl, Süleyman Arslantaş, Beyan Yayınları, 2012, sh. 45-46; 69; 47-48)
“…Demokrasi nedir, bir
Müslüman ne kadar bütün demokrat olabilir? Orada verdiğim net cevap kayıtlara geçmiştir…
Hem de o ilin bürokratlarının bulunduğu, Garnizon Komutanı, Generalinden
Valisine, Valisinden Müftüsüne, Müftüsünden Milli Eğitim Müdürüne varıncaya
kadar. Bir Müslüman, Allahu Teâlâ’nın egemenlik vasfını ne kadar gasp etme
hakkına haizse o kadar demokrat olabilir. Bunu illa özelleştirmenin bana hiçbir
faydası yok ki. İnsanlar buradan paylarına düşeni alsınlar. Mesela Nur Vergin Hoca,
Trabzon’daki İslami Düşünce Sempozyumunda ‘demokrasi ve İslam’ konulu bir
sunumda bulundu. Ve adeta şunu söyledi: Demokrasi ve İslam, birbiriyle iç içe
geçmiş, birbirini takviye eden, birbiriyle anlaşan, uzlaşan, örtüşen iki kavram
olarak nitelendirildi. Ben de tartışmacı konumundaydım. İşte söz sırası bana
geldiği zaman döndüm Nur Vergin Hoca’ya, en azından 200 tane akademisyen var o
salonda dinleyen. Dedim Hocam, demokrasi de İslam gibi bir dindir. Her iki
dinin de kendilerine has akideleri vardır, bu akideye dayalı bir de dünya
görüşleri, nizamları vardır. Demokrasideki temel akide insan egemenliğini esas
alır. İslam’daki, İslam dinindeki temel akide Allah’ın egemenliğini esas alır.
Egemenlik noktasına taban tabana zıt olan bu iki din birbirlerine örtüşmezler.
Ne kendileri örtüşür, ne nizamları örtüşür. Bu yüzden size tavsiyem,
Müslümanlar demokratların akidesini bozmasın, demokratlar da Müslümanların akidesini
bozmasın… Ben hiçbir zaman için, hayatımın hiçbir yerinde, hiçbir safhasında
demokratım demedim, demem. Bunu kendi düşüncelerim, kendi edindiğim fikir ve
İslamiyet’in bana öğrettikleri doğrultusunda yaklaştığım zaman ben şunu demiş
olurum demokratım dediğim zaman: Malumunuz demokrasi iki şekilde ele alınır.
Abdulkerim Suruş ve benzerleri demokrasiyi bir yönetim biçimi olarak kabul
ediyorlar. Ama bazıları demokrasiyi bir dünya görüşü olarak kabul ediyorlar.
Ben demokrasinin bir yönetim biçimi olduğuna inanmıyorum. Neden inanmıyorum? Cumhuriyet,
bir toplumun kabullenmiş olduğu bir dünya görüşünün, toplumun katılımı ile
tatbik edilmesinin adıdır. Bu anlamda Cumhuriyet, yönetimlerde ortak bir payda
olabilir. İslam Cumhuriyeti, Demokratik Cumhuriyet, Sosyalist Cumhuriyet gibi.
Ama demokrasi, İslam demokrasisi olmaz, böyle bir şey olmaz. Çünkü ikisi de
ayrı dünya görüşü olma iddiasındadır. Cumhuriyet bir yönetim biçimidir,
demokrasi bir dünya görüşüdür. Benim dünya görüşüm, Allah’ın göndermiş olduğu
Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an-ı Kerim gibi bir dünya görüşü ortadayken, insanlığın
egemenliğini esas alan, değişebilirler ve değişmezler konusunda dahi esas alan
bir dünya görüşüne intisap etmem, bu dünya görüşünü benimsemem beni akidevi anlamda
çok çok ciddi anlamda müşkül durumda bırakır. Bilinçli bir şekilde böyle bir
tercihte bulunursam, Allah’ın önünde yakamı kurtarmam mümkün değildir. (Ankara’da
Kırk Beş Yıl, Süleyman Arslantaş, Beyan Yayınları, 2012, sh. 138-139, 140-141)
23.12.2012
Arif Kaya