30 Temmuz 2022 Cumartesi

GÖKÇEADA VE ERCÜMEND ÖZKAN

GÖKÇEADA VE ERCÜMEND ÖZKAN

 

Gökçeada veya 1970 yılına kadar kullanılan adıyla İmroz (Osmanlıca), Yunanca İmbros, Çanakkale’nin bir ilçesi ve Türkiye’nin en büyük adasıdır. (1) Lozan antlaşması ile Türkiye’ye bırakılan iki Ege adasından biri olup diğeri Bozcaada (Tenedos)’dur. Gökçeada, geçmişi prehistorik zamanlara uzanan ve bir çok medeniyete ev sahipliği yapmış bir yerleşimdir. “Çorak topraklarda bereket tanrısı” olarak adlandırılan Imbrasos’un bolluk diyarı olarak bilinen İmroz, Homeros’un İlyada destanında deniz tanrısı Poseidon’un adası olarak geçmektedir.

 

Daha önce iki defa adayı ziyareti gündeme almış isek de, birinde rezervasyon diğerinde de rahmetli babamın ameliyattan sonra durumunun kötüleşmesi nedeniyle gitmek nasip olmamıştı. Bu defa kısmet oldu, temmuz ayının son haftasında beş günlüğüne de olsa gidip adeta adayı yeniden fethettik.

 

İstanbul’dan hareketle 4 saat sonra Eceabat ilçesi Kabatepe Feribot İskelesi’ne vasıl olduk. Arabalı vapura bindikten 1.5 saat sonra da adanın Türkiye’ye bakan bir ucundaki Kuzu Limanı’na vardık. Adayı bir uçtan diğer uca yarım saatte katedip kalacağımız apart otelin bulunduğu Uğurlu Köyü’ne ulaştık. Adanın ana yolu iki yıl önce yeni asfaltlanmış olduğundan yolculuk rahattı. Yol üzerinde ve adanın değişik yerlerinde suyu içilebilir çeşmeler vardı, içme suyumuzu da bunlardan temin ettik.

 

Uğurlu Köyü, Türkiye'de güneşin en son battığı köy. Gökçeada'nın güneyinde yaklaşık 35 km mesafede yeni oluşturulmuş bir köy. 80'li yıllarda oldukça verimli toprakları olan bu mevkiye, Muğla ve Erzincan bölgesinden aileler yerleştirilmiş. Köy ahalisi geçimini tarım, hayvancılık ve turizmden sağlıyor. Adanın her tarafında keçiler serbestçe geziniyor. Bu yüzden et olarak da fırında oğlak eti çok meşhur. Köyün sahil kısmında Saklı Liman denilen mevki denize girmek ve kamp yapmak isteyenlerin tercihi.

 

Adanın Rum köylerini gezdikten sonra (ki bana göre her biri bir tepede yer alan, tarihi dokusu korunmuş, mimari ve estetik yönden oldukça güzel bu köyleri mutlaka gezmeli, diğer köyleri gezmeseniz de olur, bir şey kaybetmiş olmazsınız) adadan ayrılmadan bir gün önce bir yeri daha ziyarete gittik.

 

Bir süre önce yazar-şair Mehmet Çoban’a ait “İki Buçuk Sayfa” isimli “Cezaevi Notları”nı okumuştum. İktibas isimli bir dergide yazdığı “Yolumuzun Esasları” isimli iki buçuk sayfalık bir yazı nedeniyle iki buçuk yıl (1985-1988 arası) cezaevinde yatmış ve bu süre zarfındaki anılarını da bu isimle yayınlamıştı. Bu hatıratında İmralı adasındaki yarı açık cezaevindeki anıları da vardı. (2)

 

Aynı yazıdan dolayı hüküm giyen, derginin sahibi ve  yöneticisi olduğu için cezası paraya çevrilen yazar Ercümend Özkan da, benzer suçtan! dolayı yılar önce 04.08.1967 tarihinde tutuklanmış, 13 ay Ankara Ulucanlar Cezaevi’nde yattıktan sonra (ki bu cezaevi şu an müzeye çevrilmiş durumdadır, ben gezdim, çok beğendim, duygulandım, hüzünlendim, gezmeyenlerin de fırsat bulduklarında mutlaka gezmelerini tavsiye ederim), 09.1968 tarihinde önce Ankara Çamlıdere, sonra da Kırşehir Mucur cezaevlerinde yatıp (ki Ercümend ağabey Mucur’ludur) 02.1969’da Adana Cezaevine sonra da aynı yıl 24 Ağustos’da Çanakkale İmroz Adası Tarım Açık Cezaevi’ne nakledilmişti. Yedi ayı aşkın bir süre sonra da 04.04.1970 tarihinde buradan tahliye olmuştu.

 

Ercümend Özkan’a ait İktibas Dergisi’ndeki yazıları kitaplaştırmaya çalışırken ‘Selam İle ve Okuyucuya/Okuyucudan Mektuplar’ bölümlerini ‘Selam ile 1 ve 2’, ‘Yorum’ bölümündeki yazılarını da ‘Dünden Yarına Dünya ve Türkiye’ adıyla kitaplaştırırken ‘Kavram ve Tasavvuf’ konulu yazılarından başka diğer bütün yazılarını da “Ercümend Özkan Yazıları” adıyla kitap haline getirmiştim. Kitabın kapağına da 06.05.1969 tarihinde Adana Cezaevi havalandırma alandaki resmini koymuştum. O resim beni çok etkilemişti. O resimde cezaevinde, duvarlar arkasındaki bir mahkûm gibi değil de avluda hayata gülen gözlerle, umutla bakan birini gördüm. O mu içeride, biz mi dışarıda idik belli değildi sanki. Alelade bir masanın üzeri gazete kağıtlarıyla örtülmüş, üzerinde kullanılmış bir yağ tenekesinde güller, masada bir kibrit, küllük ve muhtemelen bafra ya da birinci sigarası vardı. Ve bir deftere bir şeyler karalıyordu.

 

Ercümend ağabey, hemen her konuda çok sayıda yazı kaleme aldı fakat anılarını kaleme almadı. Zaman zaman yeri geldikçe çok kısa da cezaevi anılarına yer verdi ama ne tutukluluk günlerine, sorgulamalara, uğradığı sıkıntı, işkence ve türlü zorluklara fazla girmez anlatmazdı. Nedenini sorduğumda onlar yaşandı ve bitti, bunları anlatıp da başkalarını korkutmamak, yıldırmamak gerek diye cevap vermişti. Bütün bunları yürüdüğü yolun doğal zorlukları olarak görüyor, böbürlenmek ve bu zorluklardan bir pay çıkarmak istemiyor, ne Allah’a yakınıyor ne de kullarının minnet duyup mihnet altında olmasını istemiyordu. Onun tercihi de bu yönde idi.

 

Allah’tan, onun o yıllarda emniyetin tutuklu hücrelerinde, mahpushanelerde yaşadıklarının hiç değilse küçük bir kısmını muhterem eşi Mukaddes ablanın hatıralarında okuyup öğrendik. (3) İktibas Dergisi/Sitesi’ndeki bu hatıralar bilahare daha da genişletilip son kez gözden geçirilerek kitap olarak da yayınlandı. (4) Bu hatıra yazıları ve kitapta “İmroz” bölümünde yaşananların bir kısmını okumuştum. “Ercümend Özkan Yazıları” kitabını hazırlarken fotobiyografi bölümü için onun albümü incelerken adaya ait tek bir fotoğrafa rastlamış ve kullanmıştım. İmroz sahilinde bir kasım günü elinde ceketi geziyor, gülerek poz veriyordu.

 

Bu yazıda sizinle önce eşi Mukaddes ablanın hatıratında ve kitapta yer alan İmroz bölümünü aynen paylaşmak, sonra da şimdiki cezaevi ziyaretimde gördüklerimi, duyduklarımı ve duygularımı paylaşmak istiyorum.

 

“…Daha sonra İmroz yarı açık cezaevine nakledildiği haberini aldık. İyi hali görülen mahkumların kalan cezalarını yarı açık cezaevlerinde tamamlamaları kuralı gereği Ercümend de bundan yararlandırılmıştı.

Gökçeada, İmroz adını oradaki bir tepede kurulmuş olan bir şehrin adından almıştı. Bu şehir o yıllarda yıkıntılardan ibaretti. Ada, Ege denizinin kuzeyinde, Rumlarla Türklerin birlikte yaşadıkları bir yerdi. Tarih boyunca el değiştirmiş durmuş burası. Lozan anlaşması ile de Türkiye sınırları içerisinde kalmış. Adadan bakıldığında Yunanistan’ın ışıklarını görebilirsiniz sis olmayan gecelerde. Zaman zaman öyle büyük dalgalar oluşur ki adanın etrafında böyle zamanlarda gemiler yanaşamaz iskelelere. Bu dalgaların boyu bazen iki metreyi bazen de daha yüksekleri buluyormuş.

Daha sonra adaya birlikte gittiğimizde buna ben de şahit olmuştum. Fırtınalarına, çırpınmayı seven denizine, sahile çarptıkça coşan yükselen hırçın dalgalarına rağmen ada çok güzeldi. 

Ercümend’in adaya götürülüşü, dalgaların coştuğu, alabildiğine yükseldiği bir güne rastlamıştı. İskeleye yanaşamayan gemiden yolcular kayıklarla adaya ulaştırılmıştı. Ercümend o gün yaşadıklarını, “Bindiğimiz kayık bir yükseliyor, bir dibe iniyordu. Bu dalganın yüksekliği ile kayığın dalga ile birlikte dibe vuruşu arasındaki mesafe inanılmaz gelmişti bana. Sanki üç dört metre gibiydi, belki de daha fazla” diye anlatmıştı.

Adadaki yarı-açık cezaevinde kalan mahkumlar bazı işlerde çalıştırılıyordu, Ercümend de “ne iş olursa zevkle yaptım, hiç yüksünmedim” diyordu. “Zeytin topladım, zeytin taşıdım…” Zeytinyağı çıkartılan fabrikada, yağ çıkartmada bile kendini sınadı. Çok da iyi sonuç aldığını, emeğinin boşa gitmediğini gururla anlatırdı. Eline aldığı her işi başarmakla övünürdü. Bunda da haklıydı. Ona göre Allah’ın rızasına ters olmayan her iş, her çaba, her damla alınteri saygıya değerdi. İş ne olursa olsun yeter ki dürüstçe ve Yaradan’ın rızası gözetilerek yapılsın.

Çalışma saatleri dışında deniz kenarında dolaşıyor, balık tutuyordu. Deniz pırıl pırıldı. O yıllarda kirlilikten nasibini henüz daha almamıştı doğa. Tuttuğu balıkların büyüklüklerini, çeşitlerini anlatır dururdu sırası geldikçe. Orada öğrendiği bir balık çorbası vardı. Bu çorbayı en ince teferruatına kadar biliyordu ama ne yazık ki malzemesini bulamadığı için aslına uygun bir biçimde yapamamıştı bir türlü. Balığın adını hatırlamıyorum şimdi, yalnızca balığın kafasındaki etlerden yapıldığına göre bu çorba, kafanın sahibinin de epey iri olması gerekirdi diye düşünüyorum. 

Ercümend, öyle böyle derken kalan tutukluluk günlerini de sona getirmiş, yıllardan 1970, aylardan Nisan’ın dördüncü günü evine ve sevdiklerine dönebileceği ana kavuşmuştu. Gökçeada’dan bir sürü acı tatlı anı kalmıştı elinde sadece. Anlatırken kimine güler kimine hüzünlenirdi. Çok sevdiği, kendine can yoldaşı bildiği kedi yavrusunun ölümüne üzülür, yediği fazla bal yüzünden soğuk suya atlamak zorunda kaldığını da gülerek anlatırdı:

“Çok güzel bir gündü. Oralara bahar erken gelir. Adada gezintiye çıkmıştım. Bütün adayı değil tabii ki, bize serbest olan yerleri geziyordum. O yörede balın da çok iyisi üretiliyordu, bunu biliyordum. Bal satan adanın yerlisi bir Rum köylüsü ile sohbete başladım. Elindeki kasnaktan tatmamı istedi. Ben kasnağı alıp içindeki balı yemeye başladım. Adam beni uyarıyordu dokunur diye. Bal çok güzeldi. İnatla yemeye devam ettim. Biraz sonra bal bitti ama vücuduma bir alev yürüdü sanki. Gittikçe de alevin sıcağı artıyor, arttıkça beni sarıyordu. Yanımdaki köylü hemen ilerdeki dereye girmem için beni uyardı. Başka yapacak bir şey yoktu. Hemen derenin derin yerine atladım. Soğuk su iyi gelmişti. Şayet suya atlamasaydım balın vücuduma yayılan ısısı beni ne hale getirirdi kim bilir!.. İnsan hiç bal terler mi demeyin sakın, daha sonra bal terledim birkaç gün” diye anlatır ve öyle içten gülerdi ki…” (3,4)

 

Uğurlu Köyü’nde kaldığımız pansiyon sahibinin üniversitede okuyan oğlundan cezaevinin hemen yakınlarda, Şirinköy denilen yerin yanı başında olduğunu ve 1984’de kapatılmış olduğunu öğrendim. Ayrıca ondan ve başkalarından duyduğuma göre; “…Daha önce Osmanlı döneminde de devlet desteği görmemesine rağmen en azından kendi imkanlarıyla kendi kültürlerini, inançlarını yaşama özgürlükleri olduğunu öğreniyoruz. Ancak, 1960’lardan sonra başka bir dönem başlıyor ve bir kırılma yaşanıyor. 1960 yılı nüfus sayımında Ada nüfusunun %95’i Rum iken bu oran 1970 yılında ani bir düşüşle %39’a iniyor. 2005 yılında yaklaşık 10.000 kişinin yaşadığı Ada’daki Rum nüfusu yalnızca 167 kişi ve bunların yaş ortalaması 70’in üzerinde. Bu hızlı değişim nedeniyle adadaki Rum yerleşimleri ıssızlaşırken, yeni Türk mahalleleri ve köyler kuruluyor. Bir zamanlar Türkiye’nin en kalabalık köyü olan Dereköy (Shinudi) terkedilmiş bir yerleşmeye dönüşüyor. (Bu köyü biraz gezdik, gerçekten terkedilmiş, ıssız ama güzel bir köy, oradaki tarihi çamaşırhaneyi gördük, bir yangın söndürme istasyonu, Nuh-u Nebi’den kalma itfaiye araçları, bir kafe, bir kahvehane ve çok az yaşayan var). Bugün Gökçeada’da 6 adet Rum köyünün – Kaleköy (Kastro), Zeytinliköy (Aya Theodori), Tepeköy (Agridia), Dereköy (Shinudi), Bademli (Glik) ve Merkez (Panayia)- yanı sıra devlet eliyle kurulmuş 5 adet Türk köyü -Eşelek, Uğurlu, Şahinkaya (Tepeköy’den hemen önce, Karadeniz’den getirilip yerleştirilmiş olanların yaşadığı küçük bir köy, Ada’nın bir tarafında Laz Koyu bile var), Yenibademli, Şirinköy- bulunuyor. Rum köylerinden yalnızca Zeytinliköy ve Tepeköy’de hala az sayıda Rum yaşıyor…Gökçeada’dan bahsedince ister istemez sürgünlük geliyor akla. Bir taraftan yüzyıllardır Gökçeada’yı anavatanı olarak gören Rumların 1960’lardan itibaren siyasi sebeplerle yerlerini terk etmek zorunda kalmaları, diğer taraftan köyleri devlet tarafından istimlak edildiği için 1950’lerden itibaren Türkiye’nin çeşitli yerlerinden burada kurulan köylere yerleştirilen Anadolu insanının adapte olma süreçleri.

Biraz utanç biraz da üzüntüyle andığımız 1960’lı yıllar Ada’da büyük bir değişime sebep olmuştur. Önce Rum okullarının kapatılması, ardından verimli toprakların devlet tarafından çok ucuza istimlak edilmesi ve son olarak adanın güneyinde en ağır suçlardan (tecavüz, cinayet, hırsızlık vb.) hüküm giymiş tutuklular için yarı açık cezaevi kurulması, bu hükümlülerin Adalıların hayatını cehenneme çevirmesi (özellikle 12 Eylül darbesi sonrası, muhtemelen bu sebeple cezaevi kapatıldı) ve ardından gelen mecburi göçler. Rumlar bir anlamda sosyal, ekonomik kültürel yönden çaresiz bırakılmışlardır…” (5)

Arabayla 10 dk sonra Şirinköy’e vardık, köy düz bir arazide bitişik nizam tek katlı ve bahçeli onlarca evden oluşan bir köydü. Köyün içinden geçtikten hemen sonra artık metruk halde olan tarım açık cezaevinin zeytin ağaçlarıyla dolu oldukça geniş arazisinde mahkum koğuşlarının olduğu binaları (10 ila 20 arasında) ve diğer binalarını (yönetim, lojman, yemekhane vs) gördük, durduk, gezdik, inceledik. Bütün binalar yıkılmaya terkedilmiş, bazıları hayvan barınağı olmuş, bazılarında saman balyaları vardı, bazıları tarım aletlerinin bulunduğu depo, birçoğu da boş idi. Ana yolun diğer tarafında ise ekili tarım alanları vardı. Ana yolun kenarında bu arazinin bir kısmını milli emlaktan kiralayan, yetiştirdiği ürünlerin satışını yapan bir kişinin anlattıklarına göre Şirinköy, Turgut Özal zamanında Bulgaristan’daki baskılar nedeniyle göçe zorlanan bir kısım insanın iskan edildiği bir köymüş. Köy aslında hemen ilerde sahile yakın tepede kurulması planlanmış ama muhtemelen müteahhit inşaat maliyetlerinden kurtulup (muhtemelen o günkü bürokratlarla da al gülüm ver gülüm anlaşıp) karı maksimize etmek için tarım arazisi üzerindeki zeytin ağaçlarını kestirip köyü düz araziye konduruvermiş. Halbuki köy o tepede kurulsa idi, Rum köyleri gibi daha şirin olur, manzara güzelleşir, rüzgardan daha fazla faydalanır, zeytin ağaçları kesilmez ve tarım arazileri de heba olmazdı. Heyhat, keşke, maalesef, yazık ki.

 

Merhum Ercümend ağabeyin vaktiyle 7 ayı aşkın bir süre yaşadığı yeri 53 yıl sonra gezerken neler mi düşündüm, hissettim. Muhtemelen eşi dahil (ki Mukaddes abla ona sadece liman’a kadar eşlik edebilmiş, adanın diğer ucundaki cezaevini görme imkanı olmamıştır) ailesinden hiç kimse ve onun yakın arkadaşlarından hiçbirinin ziyaret etme imkanı bulduğunu sanmıyorum. Bu nedenle hazır adaya kadar gitme olanağı bulmuşken o mevkiyi görmek hoş oldu, bol fotoğraf ve video çektim. Fotoğraflardan oluşan bir slayt video hazırladım yedi dk'lık, fon müziği olarak da Ercümend ağabeyin hemşehrisi merhum usta Neşet Ertaş'a ait 'Hapishanelere güneş doğmuyor' türküsünü ekledim. Ayrıca birer dk'lık 3 adet video ilave ettim. İstedim ki hayatının küçük de olsa bir bölünün geçtiği yeri gid-e-mese de herkes görebilsin. Ağırlıklı zeytin ağaçlarıyla dolu yeşillikler içinde ve sahile çok yakın bir yerde gezmek, dinlenmek için -cezaevi olmasa- yer ve ortam gayet güzelmiş. Koğuş binalarının birinde bir güvercin gördüm, kediler, keçiler ve her türlü hayvan ortalıkta dolaşıyordu. Üzüm yetiştirilip bağcılık da yapıldığından cezaevinin hemen yanı başında şarapçılık tesisi de vardı. Zeytin, zeytinyağı, sabunculuk, süt ve süt ürünleri, balcılık, reçel yapımı ve daha çeşit çeşit ürün üretiliyordu.

 

Böyle güzel ve bereketli toprakların olduğu bu ülkede, inançlarınız ve fikirleriniz nedeniyle suçlu ilan edilip cezalandırılmak, özgürlüğünüzün elinden alınıp sevdiklerinizden, sevdiğiniz şeylerden uzak ve mahrum bırakılmak, tarlalarda zorla çalıştırılmak, tatil yapıp sakince yaşayıp dinleneceğiniz, hayatın güzelliklerini tadabileceğiniz yerde, sefa sürmek varken cefa çekmek zorunda kalmak acı ve hüzünlü olsa gerektir. Bir insanın eşinden, çocuklarından, ana babasından, dostlarından, yurdun yuvasından sırf müesses nizamdan farklı düşündüğü ve bunu da ifade ettiği için ayrı ve uzak bırakılması zulümdür, günahtır. Bu ülkede iktidarlar genellikle dürüst, düşünen, dertlere derman arayan, kendini ülkesine adayan her görüş ve inançtaki insanını ezmiş, heder etmiş, ona ülkesini ve dünyayı dar etmiştir. Umarım ahirde, ötede, dar-ı beka’da mazlumlar haklarını alır, zalimler ettiklerini bulurlar ve daha da iyisi, güzeli bu idealin, hayalin bu dünyada, bu topraklarda daha fazla vakit kaybetmeden gerçekleşmesidir.

 

Bu vesile ile Ercümend Özkan ağabeyi tekrar rahmet ve minnetle anıyor, ötede, ahirdeki ebedi yaşamının İmroz’daki tarım açık cezaevinden kat be kat güzel olmasını diliyorum. Eğilip bükülmeyen, inandığı ve hak bildiği yolda dimdik yürüyen, her türlü eza, ceza ve cefayı gülerek karşılayıp göze alanlara selam olsun.

 

Kaynaklar:

1.     https://tr.wikipedia.org/wiki/G%C3%B6k%C3%A7eada

2.     İki Buçuk Sayfa & Cezaevi Notları, Mehmet Çoban, Artuklu Yayınları, Mardin, 2015; https://www.kitapyurdu.com/kitap/iki-bucuk-sayfa-amp-cezaevi-notlari/375196.html

3.     https://iktibasdergisi.com/2018/12/19/mukaddes-ozkan-hatiralarim-12-bolum/

4.     Hatıralarım, Mukaddes Özkan, Anlam Yayınları, Ankara, 2021; https://www.kitapyurdu.com/kitap/hatiralarim/585275.html

5.     https://www.arkitera.com/gorus/gokceadanin-toplumsal-ve-mimari-kisa-oykusu/



ERCÜMEND ÖZKAN - Fotoğraflarla İlk Tutukluluk ve Mahpushane Dönemi (1967 -1970)

ERCÜMEND ÖZKAN VE GÖKÇEADA TARIM AÇIK CEZAEVİ - VİDEO 1

ERCÜMEND ÖZKAN VE GÖKÇEADA TARIM AÇIK CEZAEVİ - VİDEO 2

ERCÜMEND ÖZKAN VE GÖKÇEADA TARIM AÇIK CEZAEVİ - VİDEO 3


1 Temmuz 2022 Cuma

ÖZGÜR DÜŞÜNCELER - VIII - Tefekkür ve Fikri İfade Edebilmek

ÖZGÜR DÜŞÜNCELER


VIII.


Tefekkür ve Fikri İfade Edebilmek


Her ideoloji, milliyet, kabile, ulus, din, meşrep mezhep, tarikat gibi yapılara, topluluklara mensup fertlerin o yapının, topluluğun dışındaki insanlara ve olaylara bir bakışı ve yaklaşımı vardır. İnsanlar bir tornadan çıkmadığına göre bu bakış ve yaklaşımda, kişilere göre değişkenlik olsa da ortak özellikler o yapıya, topluluğa hakim kokuyu, rengi oluşturur.

Bu bir avantaj ve kolaylık olabildiği gibi, bir dezavantaj ve kısıtlanma tehlikesini de bünyesinde taşır. Herhangi bir yapı ve topluluktaki birey, bu mensubiyetinden dolayı empati ve sempati olanağını yitirebilir. Kişilere ve olaylara çok yönlü bakma imkanından mahrum kalabilir.

Bunu önlemenin yolu öncelikle farklı fikir, inanç ve görüşleri de okuyup izleyip kendini devamlı yenileyip güncellemek, kendi özeleştirisini ve topluluk eleştirisini elden bırakmamaktır. Aksi halde körleşme ve taassup artar, tarafgirlik yerleşir. Ve hatta gitgide o topluluk ve liderinin söz ve davranışlarında bir hikmet arama ya da daha kötüsü sorgulamadan mutlak itaate evrilmek tehlikesi belirginleşir. Artık burada bir mü’min, bir mürid, bir taraftar davranışı gözlenir. Askerlikte bir yere kadar anlaşılabilir (emre mutlak itaat, sorgulamama) olan bu durum (ki orda bile emre ve duruma göre itaatsizlik hakkı ve sorumluluğu vardır) bu topluluklarda, o topluluğu yönetenlerin işine gelen bu durum bir kolaylık iken, aynı zamanda o kişi ve topluluğu zaman içinde canlı, dinamik bir topluluk (cemaat) olmaktan uzaklaştırıp cemadat (cansız ve durgun topluluk) haline getirir.

Bu yüzden her ne fikre, kanaate, bakışa sahip olursak olalım, bizim gibi bakmayan, düşünmeyen ve inanmayanların fikirlerini de bilmeli, izlemeli, dikkate almalı, fikir ve inançlarını rahat ve özgür biçimde oluşturma ve ifade etmelerine imkân tanımalı, o fikre saygı duymasak bile ifade hakkına saygı duymalı, o cenahtan da bakabilmeyi başarabilmeliyiz. Bu bize kaybettirmez, tam tersine inanç ve fikirlerimizi daha güçlü, isabetli, sağlıklı ve zengin kılar.

İşte bu yüzden bugüne ve bu yaşıma kadar etrafımda bana yakın düşünenler olduğu gibi kaliteli, güvenilir ve samimi olmak kaydıyla farklı fikir ve inançlara sahip arkadaşlar, insanlar bulunmasına dikkat ettim, özen gösterdim, öyle yapmaya da devam ediyorum, edeceğim de inşallah.