24 Nisan 2014 Perşembe

BEYİN FIRTINASI - 6 - Rejim ve Teminat

Rejim ve Teminat

Önce size birkaç haber.

[ “Emekli Orgeneral Necati Özgen, canlı yayında ‘Ülkenin tapusu TSK'nındır. TSK elbette siyasilerin emrindedir. Ancak ülkenin geleceği tehlikedeyse ben o lideri dinler miyim?’ dedi. (Sabah, 01.11.2005)”

“…Türkiye giderek muhafazakȃrlaşıyor. Bütün anketler bunu gösteriyor. Demek ki, siyasi partiler de bundan böyle dindarlaşacaklar ve milyonların beklentilerini karşılamaya çalışacaklar. İlerde, bu partilerden biri çıkıp, bir adım daha atıp din unsurunu ülke yönetimine tam anlamıyla sokmak istediğinde ne olacak? Bu gidişe laik medya mı karşı çıkacak? Silahlı Kuvvetler mi dur diyecek? Darbe yapıp, milyonları tanklarla mı korkutacağız? Böyle bir olasılığa sadece AB direnebilir. Bunun koşulu da tam üyeliktir. AB ancak tam üye durumuna girmiş bir Türkiye'ye güvence sağlayabilir. Türkiye'nin laik sisteminin güvencesi, Avrupa Birliğidir. (M. Ali Birand, Laik ulusalcılar AB’yi mumla arayacaklar, Hürriyet, 21.12.2007)”

        “Bursa’da bir hafta önce göreve başlayan Vali Şehabettin Harput, 15 Kasım 2007 tarihinde İznik Gölü’ne balık tutmak için giren ve bir daha kendilerinden haber alınamayan Nevzat Can ve Aydın Çil’in ailelerini ziyaret etti. Arama çalışmalarının, çocuklarının kaybolmasından 4 gün sonra başladığını söyleyen aileler de, “Aramaya geç başladılar, erken bıraktılar” diye yakındı. Bu siteme sinirlenen Vali Şehabettin Harput, “Siz devlete hesap mı soruyorsunuz? Kimsenin devletten hesap sorma hakkı yoktur” diyerek tepki gösterdi. (İHA, 04.01.2008)” ]

Tarihin her döneminde, her zaman yürürlükteki rejimin temel kabullerine (amentüsüne) aykırı fikirler riskli, tehlikeli addedilegelmiştir. Farklı fikirlere tahammülsüzlüğün, “vurun konuşturmayın” türü linç mantığının, resmi ve gayr-i resmi nice yaptırımın bolca bulunduğu yerlerde bir takım konularda söz söylemek, yazıp çizmek yürek isteyen netameli bir iştir. Yanlış anlaşılmak, sözün eğilip bükülmesi, farklı mecralara çekilmesi, zülfü yȃre dokunması her zaman mümkündür. Gürültü patırtı arasında ne söylenilmek istendiği unutulur, söyleyen söylediğine bin pişman edilir. Eğer yanlış bir kanaate sahipse (ki elbette yanlış ve doğru da referans aldığınız şeye göre değişir) fitil fitil burnundan getirilir, özür diletilip karşı çıktığı şeye iman tazelemeye davet edilir. Doğru söylemişse bile dokuz köyden kovulur, onuncu köyde (sosyal tecrit ya da fiziksel tecrit-mahpushane vb.) yeri ayırtılır. Bu onuncu köy, maalesef bazen tahtalı köy de olabilir, hatta uzak köyler (yurt dışı) de olabilir.

Gözümüzü açıp şu yaşa ulaştığımız bu ülkede, yarım asrı devirdik devirmesine de hȃlȃ korkularla yatıp kalkıyoruz. İçte ve dıştaki birtakım olaylar, gelişmeler karşısında da ‘rejimin falan ya da filan şeyin teminatı altında’ olduğu ifade edilir durur. Bu kimi zaman toplumun belirli bir etnik veya mezhebi kesimi, kimi zaman anayasa (mahkemesi), kimi zaman silahlı kuvvetler ve kimi zaman da -özellikle de son zamanlarda- AB olur. Ülkenin bölünmesi korkusu, İslamlaşma (onların deyimiyle irtica) korkusu, Sevr (işgal, parçalanma) korkusu ve benzeri korkular mütemadiyen çeşitli vesilelerle gündeme pompalanır durur. Allah’tan komünizm (sosyalizm) korkusundan Sovyetler Birliği dağıldı da kurtulduk. Elbette bu korkular, korkuların canlı ve gündemde tutulmasının getiri sağladığı kesimler için bulunmaz birer nimettir. Korkular olmasa nasıl ve ne ile yaptıklarını mazur gösterecekler, beceriksizliklerini ve menfaatlerini gizleyecekler, ülke insanın başında boza pişirip sultalarını sürdüreceklerdi, doğrusu bilemiyorum. Dünyanın başına musallat olmuş ABD, dün komünizm, bugün terör bahanesi ile insanları, ülkeleri korkutup egemenliğini sürdürüyor, çıkarlarını idame ettiriyorsa, ülke içinde de bu korkulardan nemalanan kişi ve kesimler var. Öyle görünüyor ki olmaya da devam edecekler eski güçlerinden çok şey kaybetseler de.

Fakat özellikle ülkenin yönetiminde söz sahibi olan ve olmaya çalışan insanlar şunu unutuyorlar, bilmek de istemiyorlar bir türlü. Ülkenin insanları ne zamana kadar bu korkularla korkutulmaya, çekip çevrilmeye devam edilecek? İnsanların tümü değilse de ezici çoğunluğu mutlu ve huzurlu değilse; can, mal, ırz, nesil ve inanç güvenliği tehdit altında ise;  itilip kakılıyor horlanıyorsa; en temel insani ihtiyaçlardan bile mahrumsa; geleceğe güvenle bakamıyorsa bu korkularla sürgit yönetilip yönlendirilebilir mi? Gün gelir bu oyunlar bozulmaz mı? Oynanan oyunu fark edenler çoğalmaz mı? Teminat, güvence diye bel bağladıklarınız rejimi ayakta tutmaya yeter mi? Devlet denen aygıt, ülke içinde yaşayan bütün insanların refah, huzur ve de mutluluğunu temin için var değil midir? Bunları temin edemeyince teminat diye sarıldıklarınız sizi nereye kadar götürür sanıyorsunuz? Unutulmamalı ki bir rejim için en sağlam teminat, o ülke içinde yaşayan insanların güveni, inancı, desteğidir. Aile için de öyle değil mi? Eğer bir evlilikte sevgi, saygı ve güven bitmişse; huzur ve mutluluk kalmamışsa bu evliliği neyle, ne zamana kadar sürdüreceksiniz? Eşinizi, evliliğin kazanımlarından dem vurup sokağa düşebileceği, bugünü arayabileceği korkularıyla mı ikna edeceksiniz? Baba evine göndermekle veya dayakla mı tehdit edeceksiniz?

Bir ülkede insanlarla sistem arasında bir uyum, güven, mutabakat varsa o ülkede darbe, muhtıra benzeri anormal şeyler olur mu? Hadi diyelim ki yıllarca provakasyon, suikast, komplo, fail-i meçhullerle insanları dehşete düşürüp korkuttunuz; halk üzerinde psikolojik harbi, özel harp yöntemlerini en acımasız biçimde uyguladınız; halkın çeşitli kesimleri arasında husumet yaratıp birbirine düşürdünüz; devleti ve devletlileri kanunlarla koruma altına alıp bunu da hukuki zemine oturttunuz; dokunulmaz, kutsal bir devlet yapısı oluşturdunuz. Bütün bunlar sizi nereye ve ne zamana kadar taşır? Varlık sebebinizin bir şekilde her türlü işlerini üzerine aldığınız insanlar olduğunu unutmamanız gerekmez mi? Sizin maaşınız, makamınız, her türlü imkȃnlarınız o tepeden bakmaktan kaçınmanız gereken insanların mutluluğu, huzuru için size sağlanmış değil midir? Öncelikle devleti üzerine oturttuğunuz ilkelerin, prensiplerin haklı, meşru, eşyanın ve insanın tabiatına uygun olduğunu ortaya koymak zorundasınız. Devletin (sistemin, rejimin, düzenin) yalnız ve yalnız içinde yaşayan insanların huzuru, mutluluğu için var olduğunu kabul edeceksiniz. Mesainizi ve elinizdeki tüm imkanları ülkede yaşayan tüm insanların huzuru, mutluluğu, hayrı için sunduğunuz gibi sizi kontrol eden, hayırlı işlerinizde destekleyen, yanlış işlerde ikaz eden (hesap soran) bir halka sahip iseniz, sevinip bütün insanları (halk), halk eden(Yaradan’a) şükretmeniz gerekmez mi?  

İşte o zaman bu korkulardan kurtulursunuz, anayasada “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” maddeleriniz de olmaz, halkın sevgisi, inancı, güveni dışında başka bir teminat aramak ihtiyacı da duymazsınız. O zaman, o insanlar rejimi dar gününde de, var gününde de yalnız bırakmazlar. O zaman ele güne karşı rezil olunmaz, onurlu bir duruş sergilenir. Sizin şu meşhur “dış mihraklar”ınız da ülke üzerinde kötü emeller besleyemez, türlü oyunlar sergileyemez, kardeşi kardeşe kırdıramazlar. O zaman yalnız bu dünyada değil, ahirette de aziz olunur; hem kulları hem de Allah bizden razı olur. Ülke içinde sorunları asgariye indirdiğimiz gibi giderek başka ülkelerdeki Allah’ın kullarına da yardımımız dokunur. Neden olmasın?


17 Nisan 2014 Perşembe

BEYİN FIRTINASI - 5 - Köle ve Efendi

Köle ve Efendi

Milyonlarca öğrencinin ders başı yaptığı yeni bir eğitim-öğretim yılı daha başlıyordu. En büyük oğlumun yeni bir okula başlaması hasebiyle bu ilk gününde yanında olup ona destek vermek için birçok veli gibi ben de oradaydım. Malum tören(ritüel)lerden sonra müdür bey ilk dersi vermek üzere bir bayan öğretmeni kürsüye davet etti. O da önce ilk günün heyecanı içinde olan ve bir hayli gürültü yapan öğrencileri sükȗnete ve ciddiyete davet edip sonra konuşmasına başladı. Konuşmasında genel olarak ülkenin ciddi tehlikelerle karşı karşıya olduğundan bahsetti. Özellikle küresel güçlerin ulus devlete karşı düşmanca bir tavır sergilediğini söyleyip “biz sizi köle değil efendi olmanız için eğitmek, yetiştirmek istiyoruz” dedi.

Konuşmasının bilhassa bu cümlesi dikkatimi çekti. Bu yaşımıza kadar resmi ve gayri resmi birçok yetkilinin ağzından defaatle duyduğumuz “iç ve dış düşmanlar” söyleminden sonra bu sefer de köle-efendi hususunu kulaklarım yadırgadı doğrusu. Demek ki bütün ulus devletleri bekleyen bir tehlikeydi köle olmak. Ya efendi olacaktık ya da köle. Herhalde üçüncü bir şık yoktu ki (!), öğretmen öğrencilerine efendi olmalarını öğütlüyordu. Hoş, öğrencilerine birer beyefendi ya da hanımefendi olmayı -tabii ki ahlaki tavrı kastediyorum- öğütlese bence bir sorun yoktu. Tabii burada hangi tür bir ahlak olmalı gibi bir konu gündeme gelecekti, ama şimdilik bu konuyu bir tarafa bırakalım.

Gelelim biz asıl konumuz olan efendi ya da köle olma meselesine. Öncelikle her zaman mutlaka iki şeyden biri olmak, birini tercih etmek zorunda mıdır insan, kırk katır ya da kırk satır misali? Köle olmak elbette istenilecek, arzu edilecek bir şey değildir. Fakat efendilik yapmak, efendilik taslamak, başkalarını köleleştirmek, köle muamelesi yapmak, hoşlanılacak, onaylanacak bir şey midir? Zulmedeni bir tarafa bütün insanları ya dinde(dünya görüşünde, ideolojide) ya da fıtratta (yaratılışta) kardeş bilmek değil midir öğütlenmesi, önerilmesi gereken. Yakın tarihte “efendiler” diye başlayan nutuklardan, “bey, efendi, paşa vb.” gibi lakapların kanunla inkılȃp ettirildiğine (değiştirildiğine) şahit olduk olmasına da, beyefendiliğin (ve de hanımefendiliğin) ne yakın tarihte ne de gelecekte değerinden bir şey kaybetmeyeceği, güzel ahlakın bir timsali olarak görülmeye devam edeceği izahtan varestedir. Öyle zaman gelir ki “efendi” kelimesi küçük görmenin, başkasını nitelerken kendini büyük görmenin (!) bir ifadesi bile olabilir.

Bu ülkenin ve başka ülkelerin insanları ne zaman anlayacaklar köle ya da efendi değil, kula(yaratılmışa) köle-kul değil, yalnız ve yalnız, kayıtsız ve şartsız “alemlerin rabbi” Allah’a kul olmanın gerekli olduğunu. İlle de bir efendiye kölelik edeceksek, bu bizi onurlandıracak, şereflendirecek “Kainatın Efendisi” Allah olmalı değil mi? Kaldı ki O bizden kölelik değil, mȃbudumuz olarak abd (kul) olmamızı istiyor. Hiçbir zorlama ve baskı altında olmadan, irade sahibi kılınmamış canlı ve cansız mahlȗkların irade dışı teslim olduğu Kendisi’ne irademizle teslim olmamızı, sevgi ve saygımızı sunup şükretmemizi istiyor. Meselenin can alıcı noktası da burası zaten.

Ama biz hȃlȃ oyunda oynaştayız. Bir yandan liselerde ve hatta ilköğretimde bile sigara, alkol, uyuşturucu, şiddet, cinsel sapkınlık gibi olumsuz durumlardan yakınıp dururken diğer yandan gençlerin İslam’ın emir ve yasaklarını dikkate aldıklarından, namaz kıldıklarından, örtündüklerinden yakınıyoruz. Alın size bir çoğunu yakın geçmişte ve daha hȃlȃ okuyup duyabileceğiniz malum haberlerden biri. “Lisede mescit skandalı. Burası cami değil meslek lisesi. İstanbul Bahçelievler'deki bir lisenin zemin kattaki odasının mescit haline getirildiği ortaya çıktı. İlköğretim okullarında ve liselerde kanuna göre, ibadethane bulundurulması yasak. Ancak öğretmen ve öğrenciler mescidin hemen önündeki lavaboda abdest aldıktan sonra içeri girip birlikte namaz kılıyor. Bir öğrenci 4 yıldır bu okuldayım, mescit hep vardı.’ dedi (21.01.2008; Milliyet)”.

Üstüne üstlük ülkedeki misyoner faaliyetlerinden, kilise evlerin arttığından da zaman zaman şikȃyet eder durur bu ulusalcı zevat. Ne yapacak, ne yapsın bu gençlik? Zaten okullarda esaslı bir İslami (Tevhidi) eğitim-öğretim imkȃnından mahrumlar; iyi kötü, yalan yanlış çevreden ulaşabildikleri bilgilerle ayakta durmaya, hayata tutunmaya çalışıyorlar. Bu konularda onlara anlayış, rahmet ve sevgi ile yaklaşmak yerine jurnalci, karalayıcı, suçlayıcı bir tavır sergiliyoruz. Hem suçluyuz, hem de güçlüyüz. Aklımızca “skandal, cami değil meslek lisesi” diyerek baskın yapıp suçumuzu örtmeye, üste çıkmaya çalışıyoruz.


Eğitim sistemi bırakın İslami olmayı, milli olmaktan bile uzak. Batı’nın artık gözden düşmüş, yerlerde sürünen değer(sizlik)lerini hak bilip hak bildirmeye-belletmeye çalışıyoruz masum, günahsız yavrularımıza, gençlerimize. Ülkedeki eğitim-öğretimde “tevhid-i tedrisat” ilkesinden ziyade “tedrisat-ı Tevhid” olmadıkça temel, köklü değişikliklerin olmasını ummak, hayalcilikten öteye geçmez. İslam’ın temeli, özü olan Tevhid’i öğrenip öğretmedikçe (tedris etmedikçe) vahdet (birlik, beraberlik) de gerçekleşme imkȃnı bulamaz. Din(İslam) ne zaman bir ‘kültür ve ahlak bilgisi’ değil de bir ‘hayat bilgisi’ şeklinde öğrenilir öğretilirse; bütün derslerin esprisini, özünü, ruhunu oluşturursa o zaman bugün yaşadığımız sorunlardan, açmazlardan, çıkmazlardan büyük ölçüde kurtulacağız, göğsümüz inşirah bulup ferahlayacağız. Emin olun.


10 Nisan 2014 Perşembe

GÜLÜMSETİRKEN DÜŞÜN-DÜRTEN HABER-YORUMLAR-3

Suriye Devlet Başkanı Beşşar Esad, yarın piyasaya çıkacak Amerikan Time dergisine verdiği demeçte, 'Lütfen bu mesajı götürün: Saddam Hüseyin değilim. İşbirliği istiyorum' diye konuştu. [www.stargazete.com, 06/03/2005]

İnsanoğlu adı beşşar olsun olmasın ne diye beşer olduğunu unutur, bir türlü anlamış değilim. Yine anlayamadığım bir husus da, taa Şam valisi Muaviye bin ebu Süfyan’dan beri arapların yaşadığı bu coğrafyada baba-oğul, aile ya da sülale saltanatı hȃlȃ ve hȃlȃ sürer, gider. Biz daha önce de bu zevatın babasının sultasını uzun yıllar gördük, bizzat yaşamadıksa da. Hama’da ve diğer şehirlerde onbinlerce müslümanı çoluk çocuk, kadın erkek, genç yaşlı katledip müslümanlara karşı aslan kesilirken (sözlükte esed aslan, esad ise çok mutlu anlamına geliyormuş), ABD’nin baskı ve tehditleri sonucu pılıyı pırtıyı toplayıp alelacele Lübnan’dan ayrılarak kağıttan kaplan oldukları görüldü.
Suriye’nin tek adamı olan babası zamanında Nusayrilerden oluşan bir küçük güruhun elinde, Baas partisi ve CIA benzeri istihbarat ve cinayet örgütü olan el-Muhaberat’ın demir pençesinde yıllarca inim inim inletilen ve dünyaya geldiklerine pişman edilen bir halka, yeni acılar tattırmaya babasının kaldığı yerden devam ediyor oğul. Oğul olarak siz de kendinize (İslam’a göre) çeki düzen vermezseniz elin oğlu (junior buş) gelir size BOP veya GOP adı altında çeki düzen (nizam-ı alem) vermeye kalkar tabii. Hakk’a ve halkınıza (tümüne) dayanmaz; izzeti, şerefi, gücü başka yerlerde ararsanız, nȃçar-çaresiz kalıp zalimden eman dilemeye kalkışırsınız. İsminiz Saddam Hüseyin olmasa bile –ki olmadığını ifade ediyor, hoş ne farkeder ki- onun gibi kullanıldıktan sonra bir köşeye fırlatılan kukla durumuna düşmekten kurtulamazsınız.
İşin daha da vahim ve acıklı tarafı bu dünyadaki rezil rüsvaylıktan öte, yarın tüm insanların tekrar Baas edilecekleri (diriltilecekleri) gün, Allah’ı Kahhar (kahredici) ve Muntakim (intikam alıcı) olarak karşınızda buluverirsiniz. Yuh olsun, yazıklar olsun kendilerini bu coğrafyada kafirlerin, zalimlerin çiftlik kahyaları durumuna düşürenlere.


Libya lideri Muammer Kaddafi, İtalya ziyareti sırasında bir toplantı için gittiği La Sapienza Üniversitesi'nde demokrasi kelimesinin Arapça kökenli olduğunu iddia etti. Kaddafi konuşmasında "Demokrasi Arapçadan gelir. Demok 'halk', 'rasi' ise sandalye demektir. Yani halkın sandalyeye oturması anlamına gelir bu" dedi. [Sabah; 14/06/2009]

İslami, insani erdemlerden biri de, kişinin ağzından çıkan sözü kulağının da duymasıdır, dönüp bir de kendisine bakmasıdır. Tutarlılık, özü sözü bir olmak bunu gerektirir. 1969’da Kral 1. İdris’e karşı askeri darbe yapıp ülkenin yönetimine el koyan albayımız, aradan geçen 40 yıldır ülkesini demokratik demokratik yönetmektedir muhterem okuyucularım. Yahu merak ediyorum bu adam kral, padişah, sultan filan olsa kaç yıl ülkenin başında olurdu acep? Demek ki önemli olan kullandığı unvan değil, süresiz olarak, yani ölüm alıp götürünceye kadar tüm yetkileri elinde toplamış olması yani sultaya (güce, iktidara) sahip olmasıdır. Lider, cumhurbaşkanı, devlet başkanı filan deyince iş daha bir sevimli oluyor herhalde.
Netekim Mısır’da da cumhurbaşkanı (aslında firavun demek daha bir yakışırdı) Sedat’ın öldürülmesinden sonra “Ekim. 1981’de Mısır Devlet Başkanlığına ve Ulusal Demokratik Parti'nin liderliğine seçilen Hüsnü Mübarek, 1987, 1993, 1999 ve 2005 yıllarında yapılan muhalefetin katılımının kısıtlandığı seçimlerde arka arkaya dört kez bu göreve seçildi” (tr.wikipedia.org). Ha seçimle, ha darbeyle, ha babadan oğula. Ne fark eder ki? Olsa olsa Kaddafi amcamızın “İslam ilkelerine dayanan yeşil sosyalizm”i savunduğu yeşil kitap’taki yeşil’den, yeşillikten öteye bir mana ifade etmez. O yıllarda moda sosyalizm idi, şimdi demokrasi. Anlaşılan Kaddafi amucamız ortama kolayca uyum sağlamış.
Bir zamanlar faşizmin gözde ülkelerinden olan İtalya’da, ikinci dünya emperyalistlerarası paylaşım kavgası sonrası galip gelen ve İtalya’yı işgal eden ABD’nin isteği ve zoru ile demokrasiye geçen İtalyanlara ders vermiş. Fakat bir üniversitede bu kadar cahil ve gülünç olunur mu? Aklım almıyor doğrusu. Biraz olsun konuyla ilgisi olan herkesin bileceği “Demokrasi; Yunanca dimokratia (dimos, halk zümresi, ahali + krati, iktidar) sözcüğünden türemiştir. Türkçeye, Fransızca démocratie sözcüğünden geçmiştir. (tr.wikipedia.org/ wiki/ Demokrasi)” bilgisinden bile bihaber, yakasına resmini iliştirdiği Ömer Muhtar’dan ziyade faşizm İtalya’sının Duçe’si Mussolini’ye daha bir benzeyen Kaddafi emicemiz.
Adama sormazlar mı madem demokrasi arapça’dan geliyor, niye bu kadar arap ülkesi arasında bir tane bile demokratik yönetime sahip ülke yok. Sakın halk yanlışlıkla sandalye yerine şapa oturtulduğu için olmasın? Hani cumhuriyet dese, onu bir yere kadar anlayacağım, fakat demokrasi ile Arapçanın ne alakası var çıkaramadım. Zira “Cumhuriyet kelimesi Arapça kökten 18. yüzyılda Osmanlı Türkçesinde türetilmiş bir isimdir. Arapça CMHR kökü "bir araya toplanma, topluluk oluşturma", bu kökten türeyen cumhur ise "cemiyet, toplum, kamu" anlamına gelir. (tr.wikipedia.org/wiki/Cumhuriyet)”.
Yine ne ilginçtir ki Arab’a, Arapça’ya ve dolayısı ile İslam’a ait ne varsa ‘irtica, gericilik, yobazlık’ yakıştırmasıyla muhalefet eden, Atatürkçü veya şimdilerde en geniş anlamıyla ulusalcı olan kesim tarafından Cumhuriyet kelimesi çok sevildi, çok sahiplenildi. Cumhuriyetle yatılıp cumhuriyetle kalkıldı. Cumhuriyet denilerek toplumun kendileri gibi düşünmeyen, hissetmeyen kesimlerine gözdağı verildi, hadleri bildirildi. Daha dün denilecek yakın zamanda Cumhuriyet mitingleri yapıldı ve hatta ‘cumhuriyet için güç birliği’ diyerek de devam ettirilmeye çalışıldı. Fakat yine ne ilginçtir ki bu kesim, 1950 sonrası tekrar iç ve dış şartların zorlamasıyla yalan yanlış demokrasiye geçildiği dönemi bile bir türlü –darbe sonrası kısa dönemler hariç- beğenmediler, hoşlanmadılar. Hep 1923-1950 arası dönemin hayalini kurdular. Demokrasiyi o yüzden hiç sevmediler, ağızlarına dahi almadılar. Varsa yoksa cumhuriyet. Demokrasi onlar için mecburen, kerhen ağızlarına almak zorunda kaldıkları bir kelime oldu.
Belki Kaddafi amcaları, bu kelimenin de Arapçadan geldiğini keşfedince, demokrasi kelimesine de bir paradoks olarak ısınırlar, severler sistemin sağ kanadında olanlar gibi. Baksanıza onlar demokrasiyi yalamış, yutmuşlar. Öyle bir özümsemişler ki demokrasinin yayılıp yaygınlaşması için çabalayan asıl sahiplerini bile şaşırtıyorlar. Neredeyse artık İslam kelimesinin yerine demokrasiyi ikame etmişler. Hep birlikte Abant’larda, Erbil’de, Paris’te, Washington’da demokrasiyi İslam’la telif etmeye var güçleriyle cehd sarfediyorlar (cihad ediyorlar). Özü tevhid olan İslam’ın içini, altını oyup insan hakları, özgürlük, laiklik gibi demokratik kavramlarla dolduruyorlar. Belki uzun olacak ama şu haber çok çok önemli. “Müslüman bilim adamları, İslam ile demokrasinin çelişmediği konusunda görüş birliğine vardı. İstanbul Conrad Otel’de düzenlenen İslam Ülkeleri Demokrasi Kongresi’nde konuşan İslam ülkelerinden entelektüeller, demokratik değerlerin İslam coğrafyasında nasıl hayata geçirilebileceği üzerinde durdu. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı, Amerikan Ulusal Demokrasi Enstitüsü ve Türk Demokrasi Vakfı tarafından düzenlenen toplantının açılış konuşmasını Adalet Bakanı Cemil Çiçek yaptı. Çiçek, demokrasinin İslam ülkeleri ve Müslüman toplumlar açısından oksijen kadar gerekli olduğunu söyledi. Çiçek, Müslüman entelektüelleri, dünyadaki antidemokratik uygulamalara karşı ortak cephe oluşturmaya çağırdı. 21. yüzyılın demokrasi, insan hakları, özgürlükler ve hukuk devleti gibi değerlerin yüzyılı olduğuna işaret eden Çiçek, ‘Artık antidemokratik uygulamalar döneminin bitmesi gerekiyor. Demokrasi, İslam ülkeleri için bir oksijen kadar gereklidir. Onsuz bir yaşam düşünülemez.’ dedi. Artık İslam’la demokrasinin bağdaşıp bağdaşmayacağı tartışmasının bir kenara bırakılması gerektiğini vurgulayan Çiçek, ‘Büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye toplumu, tercihini demokrasiden yana yaptı. Bizim meselemiz demokratik standartları yükseltmek ve bunu hayatın her alanına yaymaktır.’ diye konuştu. Adalet Bakanı Çiçek, Avrupa Birliği’ne üyelik sürecinin Türkiye’nin Cumhuriyet’ten sonraki ikinci büyük medeniyet projesi olduğuna dikkat çekerek, bu projenin Atatürk’ün gösterdiği hedeflerle doğru orantılı olduğunu kaydetti. Bakan Çiçek, İslam ülkelerinde demokrasiyi temenni etmenin yetmeyeceğini, önce ülkelerdeki iç dinamiklerin harekete geçmesi gerektiğini söyledi. Kongrede İslam ve demokrasi ilişkisinin tartışıldığı ilk oturumu yöneten Devlet Bakanı Mehmet Aydın, demokratik değerlerin aslında ahlaki ve etik değerler olduğuna işaret etti. Aydın, ‘Bizim kültürümüzde ve Ortadoğu ülkelerinin kültürel yapısında katılımcılık, hukukun üstünlüğü, şeffaflık ve hesap verilebilirlik gibi değerler var. Önemli olan bunları hayata geçirebilmektir’ dedi. Toplantıya Endonezya adına katılan Halkın Temsilcileri Konseyi Üyesi Dr. İmam Addaruqutni, konuşmasında, Hz. Muhammed’in ‘Kendinizi sever gibi kardeşinizi de seviniz.’ ifadesini örnek vererek, ‘Bu ifade diğerlerini de kendin gibi değerli görmeye örnektir ve bunlar demokrasinin temel değerleridir’ diye konuştu. Ürdün Beşeri Kalkınma Fonu Başkanı Prenses Basma bin Talal da, İslam dininin hem içten hem de dıştan çarpıtıldığını söyledi. Talal, demokratik değerleri Müslüman toplumların paylaştığına işaret etti. İslam ülkelerinde sorunlar olduğunu; ama çarpıtmaların da yapıldığını kaydeden Talal, ‘Biz hem dinimize hem de ortak demokratik değerlerimize sahip çıkmalıyız’ dedi. Sierra Leone Devlet Başkanı Ahmad Tejan Kabbah, İslamiyet ve demokrasinin birbiri ile örtüştüğüne dikkati çekti. Ülkesinin çok dinli olmasına rağmen güçlü demokratik geleneklere bağlı olduğunu ifade eden Kabbah, 10 yıl süren çatışma döneminin ise dini nedenlerden kaynaklanmadığını özellikle vurguladı. Farklı dinlere mensup kişilerin birbirleriyle evlendiklerini, bir Müslüman olarak kendisinin de Hıristiyan bir eşi olduğunu dile getiren Kabbah, ‘İslamiyet, antidemokratik olamaz. Barış, İslam inancının en önemli nirengi noktalarındandır’ diye konuştu. İslam Ülkeleri Demokrasi Konferansı’na gözlemci olarak katılan ABD eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright da konuşmaların kendisi için demokrasi ve İslam’ın nasıl şekilleneceğini görmek açısından bir fikir oluşturduğunu ifade etti. Kongre, ilginç katılımcıları bir araya getirdi. Afrika, Asya, Avrupa ve Ortadoğu’da bulunan 14 ülkeden 73 delegenin yer aldığı kongre ABD, Belçika, İngiltere, Hollanda ve Kanada gibi ülkelerce desteklendi. Kongrede, Mali Cumhuriyeti eski Cumhurbaşkanı Alpha Oumar Konare, Arnavutluk eski Cumhurbaşkanı Dr. Recep Meydani ve ABD Ankara Büyükelçisi Erich Edelmann da yer alıyor”. (Zaman; 14.04.2004)
Vah zavallı cumhuriyetçiler vah, 20. yüzyılın ilk yarısındaki Türkiye ve Dünyadaki koşullarla örtüşen tek partili, tek adamlı, içe kapanmacı, pozitivist, modernleşmeci felsefeye iman etmiş, günümüzün ulusalcıları vah ki vah. Köprünün altından çok sular akmış, dünya başka bir dünyaya evrilmiş, ülkede bile her şey alt-üst olmuşken eski şarkıları söyleyip zinde güçlerden, yargıdan, şundan bundan, uçan kuştan medet umuyorlar. ABD’nin yeni başkanı Barack Hüseyin Obama bile, “Fransız televizyon kanalı Canal Plus'a verdiği demeçte, ''ABD ve Batı dünyası, İslam'ı daha iyi tanımayı öğrenmelidir. ABD'deki Müslümanlar'ı sayarsak, ABD'nin dünyanın en büyük Müslüman ülkelerinden biri olduğu görülür'' dedi. (Obama'dan 'ABD İslam ülkesi' çıkışı, www.stargazete.com, 03.06.2009) Demek ki neymiş, bir ülkenin Müslüman ülke olması o ülkede kaç müslümanın yaşadığı ile ölçülüyormuş!. Demokrasiyle yatıp kalkanlara, İslam’la demokrasinin kanka olduğuna iman edenlere ve ağzından çıkan iki kelimeden biri demokrasi olan ve bütün bunlardan sonra da kalkıp ben müslümanım diyenlere baktığımızda, Obama hiç de haksız değil. Suudi Arabistan ya da İngiltere, Türkiye ya da ABD, Mısır ya da Fransa, Libya ya da İtalya artık ne fark eder ki. Hepsinde kendini Müslüman diye tanımlayan insanlar olduğuna göre hepsi de müslüman ülkelerden(!) ve hepsi de demokrasi dediğine göre demokratik(!) ülkelerden. İşte bu cumhuri ve demokratik(!) ülkelerden biri olan Mısır’da Kahire Üniversitesinde konuşan –hutbe veren mi demeliydim yoksa- aynı Obama; “selamün aleyküm dedi ve ekledi, “Kuran'ın da dediği gibi, "Rabbini bil ve her zaman doğruyu söyle". (www.haberler.com, 05.06.2009)
Obama emice kalbinden geçenleri değil de duyulmasını, bilinmesini istedikleri şeyleri mi söylüyor Allah bilir fakat anlaşılan Başbakan RTE, bir şeylere fena halde içerlemiş ve bu sefer doğruları söylemiş. Neler mi onlar? Bakıverin lütfen. “AK Parti’nin belde belediye başkanlarıyla bir araya gelen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisine AKP denilmesine fena halde içerlediğini ortaya koydu. Bunu da çok ağır bir üslup kullanarak sergiledi. “Bu kadar açık ve ağır söylüyorum" deyip şu sözleri ekledi; "Bizim partimizin kısaltılmış adı AK Parti’dir, AKP değil. AKP diyenler, ne yazık ki demokratik noktadaki etik kurallara uymadan, siyasi etiği hiçe sayarak, bunu edep dışı söylemektedirler." (www.internethaber.com, 03.06.2009);Bazı yazarların AK Parti'ye "İslamcı" nitelemesi yaptığına dikkat çeken Erdoğan, "Dinimiz İslam'a ve AK Parti'ye kimse saygısızlık yapmasın. Kimse alavere dalavere yapmasın. Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinin içinde kurulmuş muhafazakȃr bir partiyiz. İslam hiçbir partinin sıfatı olacak kadar aşağılanamaz" dedi.” (Sabah, 06.02.2009)

Kim neyi aşağılıyor, kim edep dışı söyleme sahip, varın kararı siz verin. Bir insan daha ne söylesin, daha ne kadar açık konuşsun? Sözüm odun gibi olsun, ama doğru olsun diyorum ve kaya gibi sert de olsa ‘arif olan anlar’ diyorum. Gerçekten de fazla söze ne hacet, her şey açık ve net.
NOT (Son bilgiler)
Kaddafi, hayatta kalmak için Fransa ve İtalya’ya 300 milyar dolar verdi
2007 yılında 34 yıl aradan sonra, ilk kez resmi bir ziyarette bulunan Libya lideri Muammer Kaddafi,  Paris’e içinde 30 bakire kızdan (Amazing girl) oluşan korumalarının da bulunduğu 5 uçak dolusu kişisel eşya ve 400 kişilik bir ekiple  inmişti. 19’uncu yüzyıla ait Marigny Hoteli’nin bahçesine de büyük bir  çadır kurdurtan Kaddafi, misafirlerini de  bu çadırda ağırlamıştı.
Libya Lideri Muammer Kaddafi, 18 Aralık 2010 tarihinde Tunus’da düğmeye basılacak ARAP BAHARI öncesi kendisini koruması için Fransa ve İtalya’ya 300 milyar dolar para verdi. 17 Şubat 2011’de ülke çapında başlayan protestolar, silahlı çatışmalar, şehirlerin işgali ve liderliğini Fransa’nın yaptığı NATO harekatı sırasında Fransa verdiği sözü unuttu. İtalya ise daha vefalı davranarak Libya saldırılarında çekimser kaldı.
Kaddafi’yi, Beşar Esad ele vermiş
Libyalı eski istihbaratçı Rami el Ubeydi, Muammer Kaddafi’nin uydu telefonu numarasını Fransız ajanlara Esad’ın verdiğini ve devrik liderin bu sayede bulunup 20.10.2011 tarihinde doğum yeri olan NATO saldırısı sonucu Sirte'de bir menfezde (delikte) yaralı halde bulunarak döve döve linç edilerek oğluyla birlikte öldürüldüğünü öne sürdü. Daily Telegraph’ın haberine göre geçen ekimde Arap Baharı sürerken Esad, kendi üstündeki baskıyı hafifletmek umuduyla Paris’e Kaddafi’nin özel telefon numarasını vermeye razı oldu. Ubeydi, “Türk ve İngiliz istihbaratçılar da Kaddafi’ye tuzak planlarından haberdardı, ama onlar saldırıda aktif rol almadı” diye konuştu. 01.10.2012, http://www.hurriyet.com.tr/planet/21601831.asp
Fransa, Libya petrollerinin yüzde 35’ini kaptı
Fransa’da yayın yapan Liberation Gazetesi, Paris’te dün toplanan ‘Libya’nın Dostları Konferansı’ öncesinde, Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin başını çektiği, Libya’ya müdahale politikasının perde arkasına ilişkin bir iddia ortaya attı. Gazete, manşetten duyurduğu haberinde Fransa’nın, muhaliflere verdiği destek karşısında Libya brüt petrol üretiminin yüzde 35’ini işletme hakkını kopardığını yazdı. Libya’ya müdahaleyi savunan devletler arasında en hararetli siyasi tonu tutturan Fransa’nın, pastadan da en büyük payı alacağına dikkat çeken Liberation, Fransa ile Ulusal Geçiş Konseyi (UGK) arasında aracı rol oynayan Katar Emiri’ne yazılan 3 Nisan 2011 tarihli bir mektubu gün ışığına çıkardı. Katar Emiri’ne UGK makamlarından gönderilen mektupta, “Ulusal Konsey’in tanınması karşısında Fransa’ya vaat edilen petrol konusuna gelince; Londra’daki zirvede Libya’nın yasal temsilcisi olarak bulunan Mahmud kardeşimize, (Mahmud Şammam, İletişim Bakanı) Fransa’ya, desteği karşısında, brüt petrol üretimimizin yüzde 35’ini işletme hakkını vermeyi içeren anlaşmayı imzalaması konusunda yetki verilmiştir” deniyor. Konuya ilişkin soruları yanıtlayan Dışişleri Bakanı Alain Juppé, böyle bir mektuptan haberi olmadığını açıklarken, “Ama bildiğim kadarıyla muhalifler, Libya’nın yeniden inşasına en çok destek veren ülkelere öncelik tanıyacaklarını açıklamıştı. Bu bana mantıklı ve adil geliyor. Ayrıca yalnız da değiliz; Amerikalılar, İtalyanlar var. Hepsi de ‘Libya’ya müdahale pahalı; ancak bu, geleceğe yatırım’ dediler. Demokratik bir Libya bölgede istikrar, büyüme ve güvenliğin garantisi olacak” dedi. 44 milyar varil ile Afrika’nın en büyük petrol rezervine sahip olan Libya, Arap dünyasında isyanlar başlamadan önce günde 1 milyon 600 bin varil petrol üretimi ile dünyanın en çok petrol üreten 17. ülkesi durumundaydı. Halen İtalyan Eni, Fransız Total, İngiliz BP, Hollandalı Shell ve Amerikan Exxon Mobil firmaları Libya’da petrol çıkarıyor. Fransa, yüzde 35 düzeyinde bir petrol üretimi gerçekleştirebilmek için, ülkenin bir an evvel düze çıkmasını beklemek zorunda kalacak. Zira UGK, bu tür anlaşmaları yürürlüğe koymak için, öncelikle Libya’nın tamamını kontrol edip, tüm kurumlarıyla göreve başlama imkanının doğmasını beklemeyi tercih ediyor. Libyalı muhaliflerin Fransa ile petrol anlaşması yaptığı iddiası muhaliflerce yalanlandı. Paris zirvesi öncesi basına açıklama yapan Ulusal Geçiş Konseyi Temsilcisi Mansur Seyf el-Nasır, böyle bir anlaşmanın söz konusu olmadığını söyledi. Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe de RTL’e yaptığı açıklamada söz konusu mektuptan “haberdar olmadığını” ancak muhalifleri destekleyen ülkelere Libya’nın inşasında öncelik verilmesinin “gayet mantıklı bir durum” olduğunu ileri sürdü. Ulusal Geçiş Konseyi daha önce kendilerini destekleyenlere öncelik verileceğini duyurmuştu. https://t24.com.tr/haber/fransa-libya-petrollerinin-yuzde-35ini-kapti/166013 / 02.09.2011

3 Nisan 2014 Perşembe

GÜLÜMSETİRKEN DÜŞÜN-DÜRTEN HABER-YORUMLAR-2

Hollandalı eşcinsel çiftin Antalya'nın gözde turistik ilçelerinden Alanya'da açmaya hazırlandığı 'gay bar' krize neden oldu. AK Parti İlçe Başkanı Kemal Kaçmaz, gay bara karşı olduklarını ve yaptıkları araştırmada halkın da barın açılmasına tepkili olduğunu öğrendiklerini belirterek, "Ben belediye başkanı olsaydım bu tür yerlere ruhsat vermezdim" dedi. Bar için Alanya Belediyesi'nin muhatap alınacağını söyleyen Kemal Kaçmaz şöyle devam etti: "Belediye ruhsatı vermeden önce görüş almalı. Bu tür mekânlar Alanya'ya yakışmaz. Alanya için kötü bir imaj ortaya koyacak bu mekâna karşıyım." CHP İlçe Başkanı Ali Gürkan ise, "Yasa neyi gösteriyorsa uygulanması lazım. Hem AB'ye girmeye çalışacağız, hem de yasalara uymayacağız, bu yanlış olur" dedi. [Sabah, 23/03/2006]

“Allah şaşırtmasın” derler ya aynen öyle. Laik-demokratik dünya görüşü ile İslam dünya görüşü arasında gidip gelme, bocalama hali bu olsa gerek. Halbuki milli görüş gömleğinin çıkarıldığını, demokrasinin bir araç değil artık bir amaç olduğuna inanıldığını duymuştuk. Asıl meselenin bir yöntem, yönetim değil; öncelikle bir zihniyet, mentalite, bakış açısı meselesi olduğunu hȃlȃ anlayamadılar, kavrayamadılar. Bilindiği üzre Hollanda ve özellikle başşehri Amsterdam, diğer birçok AB ülkesi gibi cinsel özgürlüklerin, tercihlerin alabildiğine serbestçe giderilebildiği bir yerdir. Hal böyleyken, demokrasiyi benimsemiş, özümsemiş, içselleştirmiş Bir AB ülkesinden bir homoseksüel çift(!), kalkmış gelmiş AB yolunda emin adımlarla ilerleyen memleketimize. Üstelik yabancı sermayedar olarak üşenmeyip bir de yatırım(!) yapmaya karar vermişler. Bundan iyisi can sağlığı ya da Şamda kayısı. Bar (alkollü içkiler) neyse, ama gay’lik (lȗtilik) kötü be birader. Barı bir guy (herif) açarsa neyse de, bir gay (eşcinsel herif) açarsa beterin beteri be birader. Adalet ve Kalkınma düşüncesini taşıyan İlçe Başkanı, belediye başkanı da olmadığı halde kenar durmamış, bu hususu mesele edinip meselenin üzerine üzerine gitmiş. Gitmiş gitmesine de Laik-Demokrasi ve AB yolunda ilerlediklerini unutmuş. Bar’a (gay olmayanlar için), diskoteğe, geneleve, sex shoplar’a ve daha nice şeylere ruhsat verilirken buna niye verilemeyeceğini izah sadedinde sadece durumu kurtaran, günübirlik, çelişkili, populist söylemlere sığınmış. Alkollü içki satışı ve zinanın suç olmaktan çıkarılması hadiselerinde AB kriterleri paşa paşa yerine getirilirken bu konuda niye farklı düşünmek gerektiğine açıklık getirememiş. Muhalefette başka, hükümette başka güzelsiniz(!) derler ya aynen öyle. Yok belediye başkanı olsaymış o tür yerlere ruhsat vermezmiş de, yok halkın da barın açılışına tepkili olduklarını öğrenmiş de... Yeri gelmişken halkın barın -diğer barların değil de, gay barın- açılmasına tepkili olduğunu öğrendiklerini belirtmesi aslında bir şey ifade etmez. Neden derseniz, alın size gay çiftin geldiği laik-demokratik ülkede verilen bir mahkeme kararı; Kişisel özgürlüklere geniş yer verilen Hollanda’da halk, reşit olma yaşını 12'ye çekmeye çalışan Kardeşçe Aşk, Özgürlük ve Farklılık” isimli partiyi "sübyancıların parti kurmasına izin verilemez" diyerek mahkemeye verdi. Fakat dün görülen davada hâkim partiyi yasaklamayı reddetti. (Sabah, 17/07/2006)  Ha bu arada ufak bir hatırlatma daha; Turizm sadece döviz getirmez, bazan hatta çoğu zaman parayla satın alınamayacak çok şeyi de götürür. CHP İlçe Başkanı bile bu konuda daha tutarlı. Diyor ki: “Hamama giren terler, düğüne giden oynar”. Siz popülist (halkın hoşuna gidici), tribünlere oynayan, peşinizden giden kesimlere takiyye yapan politikalarınızla gidin bakalım gidebildiğiniz yere kadar. Daha neler neler “hazmetme kapasitenizi” sınamak, laik-demokrasiyi içselleştirdiğinizi, bir yaşam biçimi olarak benimsediğinizi, bir ahlak olarak özümsediğinizi teyid etmek için sırada bekliyor. ABD’ye ya da AB’ye kadar yolunuz var şaşkın abilerim, ablalarım.

7 yıl sonra; “AKP kurucularından, insan hakları aktivisti tesettürlü Fatma Bostan Ünsal’ın sözleri; ‘Dekolteli bir kadına yapılan ihlal bana da yapılmış demektir!’. Fatma Hanım, farklı cinsel tercihlere nefret duyulmasına da karşı çıkıyor, ‘İstiyorlarsa beraber namaz kılacağız’ diyerek İslami şefkat ruhuyla konuşuyor. Özgürlük konusunda ise ‘Sadece insan olduğunuz için bu haklara sahipsiniz’ diyerek, liberal ‘tabii haklar’ teorisinin diliyle konuşuyor; seküler bir dildir bu. (Muhafazakârlık ve özgürlük, Taha Akyol, Hürriyet, 15/10/2013)”.

Ahlaksız Batı (sürmanşet). 82 sayfalık 2007 Avrupa Birliği Türkiye İlerleme Raporu’nda, Türkiye’de yaşanan başörtüsü zulmü ve katsayı yasağının adını bile anmayan AB İlerleme Komisyonu, raporun 19. sayfasında; lezbiyenlik, homoseksüellik ve sapkın düşüncelerin haklarını savunarak, ayrımcılık yapıldığını iddia etti. [Vakit; 09/11/2007]

Vakit kaybetme’den, aynı gazetenin birinci sayfasında sür (üst) değil de alt manşette verilen haberi de not edelim. “Yasaklar neyi çözdü? Baskıcı, dayatmacı, yasakçı anlayışın hiçbir sorunu çözmediğini, aksine çıkmaza götürdüğünü belirten siyasiler ve STK temsilcileri, “sivil demokratik bir anayasa”nın gerekliliğinde birleşiyor… (Vakit; 09/11/2007)” Şimdi birtakım içi fitne fesat dolu olanlar hemen lafa karışıp ‘oldu mu ya, bu ne perhiz bu ne lahana turşusu’ filan diyecekler fakat olsun bre, laf kalabalığına getirip şark kurnazlığını sergilemek nasılsa prim yapıyor bu ülkede. Ağzımızdan çıkanı kulağımız duymuyormuş, çelişkilerle dolu imişiz, fikri sefalet paçalarımızdan dökülüyormuş kime ne. Her gün bol bol müslümanım diyenlerin duygularını çoşturup futbol maçındaymışızcasına bağırıp çağırarak haklılığımızı ispatlayıp(!) yanan bağrımızı serinleterek ve de rakip takıma gol attığımızı sanırken kendi kalemize nice gol atıyormuşuz kimin umurundaki. Yahu illa birileri Batı’nın ahlaksız değil de ‘demokratik (ve de elbette laik) ahlak’ sahibi olduğunu ve de ‘lezbiyenlik, homoseksüellik ve sapkın düşüncelerin haklarını savunma’nın da bunun bir parçası, doğal bir sonucu olduğunu hatırlatıp bizim canımızı sıkmak, bizi ofsayta düşürmek zorunda mı? Ahhh ah, şu Batı ne olurdu ‘lezbiyenlik, homoseksüellik ve sapkın düşüncelerin haklarını savunduğu’ gibi bir de ‘başörtüsü zulmü ve katsayı yasağı’ndan dolayı mağdur olanların haklarını da savunsa ya. O vakit, işte o vakit yaparız be cancağızım biz de artık ahlaklı hale gelmiş Batı ile Akit.  Demokratik tevbemizi ettikten sonra da ne üst ne de alt manşet atmayız artık Batı’nın ve de Demokrasi’nin aleyhinde. Artık o zaman seyreyleyin görün bizi “inanca saygı (sapkın da olsa, şirk de olsa, putperestlik de olsa); başörtüsüne (mini eteğe, açık göbeğe de) özgürlük” mitinglerinde. Sırat-ı AB (AB yolunda) ve de demokratik ahlak (Batı ahlakı) konusunda Yeşiller Partisi Eş Başkanı Daniel Cohn Bendit, Türk İşadamları ve Sanayicileri Konfederasyonu Genel Merkezi'ni ziyaretinde yaptığı konuşmada bakın neler söylemiş; “…Türkiye'nin AB üyelik sürecinde ilerde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı'nın homoseksüel olabileceğine şimdiden kendinizi hazırlamalısınız. Şimdi bu sözlerime gülebilirsiniz ama 20 yıl önce Fransa'da boşanmış birinin Cumhurbaşkanı olması bile imkânsızdı. Benim demokrasi anlayışıma göre, bir ülkede çok sayıda insan başörtüsü takıyorsa Cumhurbaşkanı'nın eşinin de takması gayet normal. Bu özgürlük için mücadele edebilirsiniz ama aynı zamanda başörtüsü takmayanlar için de mücadele etmelisiniz… (Sabah; 21.11.2007)” Sen ‘vakit’li vakitsiz, ‘zaman’lı zamansız konuşan, yazıp çizenlerin kusuruna bakma ABi. Ahlaksız da olsan, ayrımcılık da yapsan verip veriştiririz sana, ama sen ciddiye alıp takma kafanı bize. Biz böyleyiz işte. İşimize nasıl gelirse öyle. ‘Alemi sersem, herkesi kör zannederiz’ ve de ‘tribünlere oynayıp kalabalıkları gaza getiririz’. Ne olur ABi, gözünün yağını yiyim, bizi de al AB’ye. Sözde değil özde demokratız; jakoben (baskıcı, dayatmacı), hard(sert) olmasa da ılımlı, hoşgörülü, soft(yumuşak) laikiz.  Bak postacı geliyor, selam veriyor. Herkes (değilse bile her iki kişiden biri) ona bakıyor, destek veriyor. “Erdoğan, İtalya Dışişleri Bakanı Massimo D’Alema ile görüştü ve ‘AB’ye girmekte kararlıyız’ dedi.” (Vakit; 09/11/2007)


“Yolcular uçağa binerler. Bir müddet sonra bir araç piste yanaşır. Şoför kapıyı açar. İçeriden bastonlu biri iner. Şoför hemen uçağın kapısına kadar eşlik eder, etrafa da, “Yol verin lütfen, kaptan pilotunuz geldi” der. Kaptan pilot el yordamıyla kapıyı bulur. Sonra yolcuların yardımıyla koltuğunu bulur ve oturur. Tabii yolcular bu kör adamın kaptan olacağına ihtimal vermez ve herhalde bize şaka yapıyorlar diye düşünürler. Fakat uçak çalışır, komutlar verilir, filan… Yolcular herhalde kamera şakası falan yapıyorlardır diye düşünürler. Bir müddet sonra uçak yürümeye başlar. Yolcuların bir kısmı bunun gerçek olacağına ihtimal vermediğinden, herhalde böyle bir adam pilot değildir, yolunu bilir, diye ses çıkarmaz. Bir kısım yolcu ise korku içinde, “Aaa olamaz, adam yoldan çıkıyor,” diye bağırmaya başlar. Biraz devam edince biraz daha fazla bir kalabalık, “Eyvahhh! Pistten çıkıyoruz!” diye feveran ederler. Sonunda tüm yolcular hep bir ağızdan, “Aman Allah’ım, kuleye çarpacağız!” diye bağırınca pilot havalanır, uçak yoluna devam eder. Bu arada pilot mırıldanır: “Bir gün kazara şu yolcular seslerini çıkarmasalar, pisi pisine gideceğiz yahu!”.