Rejim
ve Teminat
Önce size birkaç haber.
[ “Emekli Orgeneral Necati
Özgen, canlı yayında ‘Ülkenin tapusu TSK'nındır. TSK elbette siyasilerin
emrindedir. Ancak ülkenin geleceği tehlikedeyse ben o lideri dinler miyim?’
dedi. (Sabah, 01.11.2005)”
“…Türkiye
giderek muhafazakȃrlaşıyor. Bütün anketler bunu gösteriyor. Demek ki, siyasi
partiler de bundan böyle dindarlaşacaklar ve milyonların beklentilerini
karşılamaya çalışacaklar. İlerde, bu partilerden biri çıkıp, bir adım daha atıp
din unsurunu ülke yönetimine tam anlamıyla sokmak istediğinde ne olacak? Bu
gidişe laik medya mı karşı çıkacak? Silahlı Kuvvetler mi dur diyecek? Darbe
yapıp, milyonları tanklarla mı korkutacağız? Böyle bir olasılığa sadece AB
direnebilir. Bunun koşulu da tam üyeliktir. AB ancak tam üye durumuna girmiş
bir Türkiye'ye güvence sağlayabilir. Türkiye'nin laik sisteminin güvencesi,
Avrupa Birliğidir. (M. Ali Birand, Laik ulusalcılar AB’yi mumla arayacaklar, Hürriyet,
21.12.2007)”
“Bursa’da
bir hafta önce göreve başlayan Vali Şehabettin Harput, 15 Kasım 2007 tarihinde
İznik Gölü’ne balık tutmak için giren ve bir daha kendilerinden haber
alınamayan Nevzat Can ve Aydın Çil’in ailelerini ziyaret etti. Arama
çalışmalarının, çocuklarının kaybolmasından 4 gün sonra başladığını söyleyen
aileler de, “Aramaya geç başladılar, erken bıraktılar” diye yakındı. Bu siteme
sinirlenen Vali Şehabettin Harput, “Siz devlete hesap mı soruyorsunuz? Kimsenin
devletten hesap sorma hakkı yoktur” diyerek
tepki gösterdi. (İHA, 04.01.2008)” ]
Tarihin her döneminde, her zaman
yürürlükteki rejimin temel kabullerine (amentüsüne) aykırı fikirler riskli,
tehlikeli addedilegelmiştir. Farklı fikirlere tahammülsüzlüğün, “vurun
konuşturmayın” türü linç mantığının, resmi ve gayr-i resmi nice yaptırımın
bolca bulunduğu yerlerde bir takım konularda söz söylemek, yazıp çizmek yürek
isteyen netameli bir iştir. Yanlış anlaşılmak, sözün eğilip bükülmesi, farklı
mecralara çekilmesi, zülfü yȃre dokunması her zaman mümkündür.
Gürültü patırtı arasında ne söylenilmek istendiği unutulur, söyleyen
söylediğine bin pişman edilir. Eğer yanlış bir kanaate sahipse (ki elbette
yanlış ve doğru da referans aldığınız şeye göre değişir) fitil fitil burnundan
getirilir, özür diletilip karşı çıktığı şeye iman tazelemeye davet edilir.
Doğru söylemişse bile dokuz köyden kovulur, onuncu köyde (sosyal tecrit ya da
fiziksel tecrit-mahpushane vb.) yeri ayırtılır. Bu onuncu köy, maalesef bazen
tahtalı köy de olabilir, hatta uzak köyler (yurt dışı) de olabilir.
Gözümüzü açıp şu yaşa ulaştığımız bu
ülkede, yarım asrı devirdik devirmesine de hȃlȃ korkularla yatıp kalkıyoruz. İçte ve dıştaki birtakım olaylar,
gelişmeler karşısında da ‘rejimin falan ya da filan şeyin teminatı altında’
olduğu ifade edilir durur. Bu kimi zaman toplumun belirli bir etnik veya
mezhebi kesimi, kimi zaman anayasa (mahkemesi), kimi zaman silahlı kuvvetler ve
kimi zaman da -özellikle de son zamanlarda- AB olur. Ülkenin bölünmesi korkusu,
İslamlaşma (onların deyimiyle irtica) korkusu, Sevr (işgal, parçalanma) korkusu
ve benzeri korkular mütemadiyen çeşitli vesilelerle gündeme pompalanır durur. Allah’tan
komünizm (sosyalizm) korkusundan Sovyetler Birliği dağıldı da kurtulduk.
Elbette bu korkular, korkuların canlı ve gündemde tutulmasının getiri sağladığı
kesimler için bulunmaz birer nimettir. Korkular olmasa nasıl ve ne ile
yaptıklarını mazur gösterecekler, beceriksizliklerini ve menfaatlerini
gizleyecekler, ülke insanın başında boza pişirip sultalarını sürdüreceklerdi,
doğrusu bilemiyorum. Dünyanın başına musallat olmuş ABD, dün komünizm, bugün
terör bahanesi ile insanları, ülkeleri korkutup egemenliğini sürdürüyor,
çıkarlarını idame ettiriyorsa, ülke içinde de bu korkulardan nemalanan kişi ve
kesimler var. Öyle görünüyor ki olmaya da devam edecekler eski güçlerinden çok
şey kaybetseler de.
Fakat özellikle ülkenin yönetiminde
söz sahibi olan ve olmaya çalışan insanlar şunu unutuyorlar, bilmek de istemiyorlar
bir türlü. Ülkenin insanları ne zamana kadar bu korkularla korkutulmaya, çekip
çevrilmeye devam edilecek? İnsanların tümü değilse de ezici çoğunluğu mutlu ve
huzurlu değilse; can, mal, ırz, nesil ve inanç güvenliği tehdit altında ise; itilip kakılıyor horlanıyorsa; en temel insani
ihtiyaçlardan bile mahrumsa; geleceğe güvenle bakamıyorsa bu korkularla sürgit
yönetilip yönlendirilebilir mi? Gün gelir bu oyunlar bozulmaz mı? Oynanan oyunu
fark edenler çoğalmaz mı? Teminat, güvence diye bel bağladıklarınız rejimi
ayakta tutmaya yeter mi? Devlet denen aygıt, ülke içinde yaşayan bütün
insanların refah, huzur ve de mutluluğunu temin için var değil midir? Bunları
temin edemeyince teminat diye sarıldıklarınız sizi nereye kadar götürür
sanıyorsunuz? Unutulmamalı ki bir rejim için en sağlam teminat, o ülke içinde
yaşayan insanların güveni, inancı, desteğidir. Aile için de öyle değil mi? Eğer
bir evlilikte sevgi, saygı ve güven bitmişse; huzur ve mutluluk kalmamışsa bu
evliliği neyle, ne zamana kadar sürdüreceksiniz? Eşinizi, evliliğin
kazanımlarından dem vurup sokağa düşebileceği, bugünü arayabileceği
korkularıyla mı ikna edeceksiniz? Baba evine göndermekle veya dayakla mı tehdit
edeceksiniz?
Bir ülkede insanlarla sistem
arasında bir uyum, güven, mutabakat varsa o ülkede darbe, muhtıra benzeri
anormal şeyler olur mu? Hadi diyelim ki yıllarca provakasyon, suikast, komplo,
fail-i meçhullerle insanları dehşete düşürüp korkuttunuz; halk üzerinde
psikolojik harbi, özel harp yöntemlerini en acımasız biçimde uyguladınız;
halkın çeşitli kesimleri arasında husumet yaratıp birbirine düşürdünüz; devleti
ve devletlileri kanunlarla koruma altına alıp bunu da hukuki zemine oturttunuz;
dokunulmaz, kutsal bir devlet yapısı oluşturdunuz. Bütün bunlar sizi nereye ve
ne zamana kadar taşır? Varlık sebebinizin bir şekilde her türlü işlerini
üzerine aldığınız insanlar olduğunu unutmamanız gerekmez mi? Sizin maaşınız,
makamınız, her türlü imkȃnlarınız o tepeden bakmaktan
kaçınmanız gereken insanların mutluluğu, huzuru için size sağlanmış değil midir?
Öncelikle devleti üzerine oturttuğunuz ilkelerin, prensiplerin haklı, meşru,
eşyanın ve insanın tabiatına uygun olduğunu ortaya koymak zorundasınız. Devletin
(sistemin, rejimin, düzenin) yalnız ve yalnız içinde yaşayan insanların huzuru,
mutluluğu için var olduğunu kabul edeceksiniz. Mesainizi ve elinizdeki tüm
imkanları ülkede yaşayan tüm insanların huzuru, mutluluğu, hayrı için
sunduğunuz gibi sizi kontrol eden, hayırlı işlerinizde destekleyen, yanlış
işlerde ikaz eden (hesap soran) bir halka sahip iseniz, sevinip bütün insanları
(halk), halk eden(Yaradan’a) şükretmeniz gerekmez mi?
İşte o zaman bu korkulardan
kurtulursunuz, anayasada “değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen” maddeleriniz
de olmaz, halkın sevgisi, inancı, güveni dışında başka bir teminat aramak
ihtiyacı da duymazsınız. O zaman, o insanlar rejimi dar gününde de, var gününde
de yalnız bırakmazlar. O zaman ele güne karşı rezil olunmaz, onurlu bir duruş
sergilenir. Sizin şu meşhur “dış mihraklar”ınız da ülke üzerinde kötü emeller
besleyemez, türlü oyunlar sergileyemez, kardeşi kardeşe kırdıramazlar. O zaman
yalnız bu dünyada değil, ahirette de aziz olunur; hem kulları hem de Allah
bizden razı olur. Ülke içinde sorunları asgariye indirdiğimiz gibi giderek
başka ülkelerdeki Allah’ın kullarına da yardımımız dokunur. Neden olmasın?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder