26 Şubat 2015 Perşembe

GÜLÜMSETİRKEN DÜŞÜN-DÜRTEN HABER-YORUMLAR 6

AYSUN KAYACI VE ‘DAĞDAKİ ÇOBAN’

[Aysun Kayacı: AKP'yi ayak takımı getirdi. NTV'de yayımlanan ‘Haydi Gel Bizimle Ol’ programında her hafta bir kaç posta halkın aşağılandığına şahit oluyoruz. Bu hafta aşağılama sırası eski manken Aysun Kayacı'daydı. Kayacı, AKP'ye oy veren 16 milyon insan için ‘ayak takımı’ dedi. Pınar Kür de onu destekledi. …Kayacı, "Ben vergi veriyorum, niye vergisini vermeyen, çok özür dilerim herkes üstüme gelecek ama kalıp olarak söylüyorum, 'dağdaki çoban'la benim oyum eşit mesela. Niye? Hiç vergisini vermeyen biriyle niye benim oyum eşit. O benim kadar duyarlı, benim kadar sorumluluk sahibi bir şekilde yaklaşıyor mu acaba" diye konuştu… Aysun Kayacı, Müjde Ar'a yanıt vereyim derken AKP seçmenini çok kızdıracak şu sözleri sarf etti: "Ama şu an sizin şikayet ettiğiniz şey, ayak takımının iktidara getirdiği partiden şikayet etmiyor musunuz?"… Aysun Kayacı: Doğruyu yapacaklar. Ben de çok ekonomik problem çektim. Çalışacaklar... Ben şu anda okulumun parasını da kendim ödüyorum… Benim anneannem ne yaptıysa onu yapacak? Sonra bir siyasi parti gelip gecekonduların bilmem nesini verecek, odun verecek, kömür verecek. Ondan sonra da memleket Arabistan olacak, oldu yani...] (www.iyibilgi.com; 28/03/2008)

Aslına bakarsanız, bir sözü söyleyenden daha ziyade söylenen söze odaklanmak, sözü dikkate almak daha evladır. Fakat eleştiride haklılık payınız olsa bile bu ülkedeki milyonlarca insan için “ayak takımı” derseniz sizin de payınıza bir şeyler düşer diimi ama. Yaradan’ın kendisine bahşettiği “Allah vergisi” fizik güzelliğini teşhir eden ve de “ayak takımına mensup olmayan” bu hatunu, mȃlum magazin basınında duydum duymasına da “neyin nesi, kimin fesi” diye internete bir göz attığımda şu satırları okudum.

“vakti zamanında galatasaraylı futbolcu emre aşık ile aşk yaşayan, ondan ayrıldıktan sonra iyice seren manken. emre aşık ile istikrarlı bir birliktelikleri vardı, ayrıldıktan sonra her hafta başkasıyla görmeye başladık. show tv’de bir dizide oynamıştı, şu anda adını hatırlamıyorum, hatta metin akpınar oynamıştı, orada kıyafetlerini ekran başındaki abazanların gözlerini faltaşı gibi yapmak için giyiyordu. koltuğa oturduğunda frikik vermeler, göğüs dekoltesi olduğunda yerinde hoplamalar vs… "haydi gel bizimle ol" isimli programa reyting katma maksatlı eklenmiş hatun.” (www.lafmacun.org) Her ne ise bu kadar yeter, dişi kişi hakkında ettiğimiz kelam.

Söylediği sözleri bir o söylese densizlik yapmış, sürç-ü lisan etmiş, sözü maksadını aşmış filan denilir ya da “adam sen deee, cevap vermeye bile değmez” deyip geçilebilirdi. Fakat kazın ayağı öyle değil. Aysun kız (kız dedimse hemen itiraz etmeyin, resmi olarak ‘evli olmayan’ anlamında kullandım) bu ülkede son bir-iki yüzyıldır var olan ve özellikle cumhuriyet sonrası resmi olarak ete kemiğe bürünen bir zihniyetin dışavurumu mahiyetinde sözler sarfediyor.

Bu zihniyetin en meşhur isimlerinden biri bakın ne diyor: “Kurtuluş Savaşı sırasında garp cephesi komutanı olan İnönü bir grup subaya yaptığı konuşmada söyle diyordu: “…İçinde bulunduğunuz vaziyeti bilesiniz… Padişah düşmanınızdır. Yedi düvel düşmanınızdır… Kimse işitmesin, millet düşmanınızdır.” (aktaran İdris Küçükömer, Düzenin Yabancılaşması, Alan Yay., 1989, sh. 96; Kim bu aydınlanmış despotlar?, Mehmet Natık, www.cafesiyaset.com, 19.03.2008)

Aysun kız ve İsmet Paşa yalnız değildir bu ülkenin “ayak takımı” olarak görülen kısmına yaklaşımda. Hazır yeri gelmişken bir-iki örnek daha verelim. “Atatürk’ün kızları al bayraklarla yürürken, bu ülkenin aydınlık yüzlü erkekleri meydanları doldururken, çocuklar annelerinin-babalarının elini tutup yarınlarına şimdiden sahip çıkmaya kalkarken... Göbeğini kaşıyan adam uzakta bıyık altından güler. Ve sandık ortaya konulduğunda... Göbeğini kaşıyan adamın dediği olur. Çünkü demokrasi, bilinçte aşağı-yukarı eşit insanların rejimidir. Bir toplumun çoğunluğu "göbeğini kaşıyan adam" ise, orada demokrasi olmaz, olamaz... Tayyip Erdoğan işte ona güvenir: Göbeğini kaşıyan adama...” (Göbeğini kaşıyan adam, Bekir Çoşkun, Hürriyet; 03.05.2007) Haydaaa oldu mu şimdi, al sana ‘ayak takımı’ndan sonra bu memleketin silahsız (ya da medya silahıyla donanmış) ‘sözcü ve gözcü’lerinden birinden bir de ‘göbeğini kaşıyan adam’ hakȃreti.

Tabii memleket ‘ayak takımı ve göbeğini kaşıyan adamlarla’! dolup taşınca da haliyle “Ünlü besteci ve piyanist Fazıl Say, Türkiye'deki İslamcıların güç kazanması nedeniyle Türkiye'yi terk edebileceğini açıkladı. Fazıl Say Paris'te, Almanya'da yayımlanan sol-liberal eğilimli 'Süddeutsche Zeitung' gazetesinin sorularını yanıtlarken, "Türkiye rüyalarımız kısmen öldü. Tüm bakan eşleri türban takıyor. İslamcılar zaten kazandı. Biz yüzde 30, onlar ise yüzde 70. Başka yere taşınmayı düşünüyorum" dedi.” (www.milliyet.com.tr; 14.12.2007) (Not: Aradan 8 yıl geçti, burada olduğuna göre hȃlȃ düşünüyor demek ki!)

Hatta bu hazımsızlık yer yer eleştiri olmaktan çıkıp hakȃrete, aşağılamaya kadar vardırıldı. “İstanbul Barosu'nun ikincisini düzenlediği Cumhuriyet Hukuku Paneli'nde Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve eşi Hayrunnisa Gül'e hakaret içeren sözler sarf edildi. İstanbul Barosu Meclis Başkan Vekili Avukat Nizar Özkaya, "Çankaya'ya Arap bedevi kılıklı bir eşle birlikte bir adam çıktı ve Çankaya'yı ele geçirdi." şeklinde ağır hakaretler savurdu.” (www.haber10.com; 25.06.2008)

Halbuki, Aysun kız gönül rahatlığıyla istediğiyle “hadi gel benimle birlikte ol” diyebilir, Bekir Bey de ‘onuncu köy’de ‘onuncu yıl marşı’nı söylemeye devam edebilir ve de Sayın Say’ın da başka bir diyara gitmesine de hacet yoktur. Ayak takımının her istediğini yapabilmesine ve de meydanı boş zannetmesine meydan verilemez. Bugüne kadar askerden yedikleri darbenin tadına bir de yargı baktırıverir. Anlar o zaman “ayak takımı”, sayısal değil siyasal çoğunluğun asıl olduğunu. Var mı öyle “kanla, irfanla kurulan cumhuriyeti”, ayak takımının, göbeğini kaşıyan adamların oylarıyla kaybetmek. Onlar istedikleri kadar oy alsınlar, mecliste istedikleri çoğunlukla kararlar alsınlar, ne önemi var, kaldır at çöpe.

“Yüksek Mahkeme'den tarihi karar. Türban laikliğe aykırı. Anayasa Mahkemesi 2’ye karşı 9 oyla üniversitelerde türbanı serbest bırakacak Anayasa değişikliğini iptal etti.” (www.gazetevatan.com; 06.06.2008) Peki bu yargı darbesine hemencecik kim destek verdi sıcağı sıcağına bilin bakalım? Bildin Aysun kız, aptal şarışın değil, akıllı kızsın vesselam. Evet evet tam üstüne bastın. “Askerden türban kararına alkışlı destek. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Yaşar Büyükanıt, başörtüsü düzenlemesinin iptaliyle ilgili olarak, 'Hepimiz yasal kararlara saygılı olmak zorundayız. Türkiye; laik, demokratik, sosyal hukuk devletidir. Onların yorumlanması mümkün değil. Bu söz; yorum değil, malumun ilanıdır' dedi. Orgeneral Büyükanıt, Harp Akademileri Komutanlığı'ndaki sempozyum dolayısıyla Harbiye Orduevi'nde kokteyl verdi. Sempozyum nedeniyle Harbiye Orduevi'nde verilen akşam yemeğinde sahne alan sanatçının "Bugün Anayasa Mahkemesi'nden çok güzel bir haber geldi" demesi üzerine, başta komuta kademesi olmak üzere salondan alkışlar yükseldi. Alkışların ardından "Bir başkadır benim memleketim" parçası seslendirildi. (www.gazetevatan.com; 06.06.2008)

Ya işte böyle Aysun kız, bir başkadır “sizin memleketiniz”. Yahu bu memleket aynı zamanda bizim de diyeceğim amma korkuyorum kızarlar, darbe indirip muhtıra filan verirler diye maazallah. Nasılsa iktidar, silah ve de hukuk ellerinde.  Sen doğru söylüyorsun kız Aysunnn. Dağdaki çobanla, bağdaki ırgatla, tarladaki rençberle, fabrikadaki işçiyle ve dahi nice nice ayak takımıyla senin oyun bir değil kııız. Allah’tan bu ülkenin meclisinde, bu ayak takımının değersiz(!) oylarıyla vekil olmuş kişilerin 411 eli kaosa kalksa da, anayasa mahkemesinin 9 üyesinin eli istikrara kalktı. Allah’tan bu ülkede, “…Türkiye’de 550 milletvekili var, ama bir tek Fatih Terim var.”, “Ben ders almam, ders veririm” gibi düşüncelere sahip sadece Milli Takımlar Teknik Direktörü Fatih Terim yok, nice asker, sivil devletli “erk men”ler var da kurda kuşa yem olmuyoruz. (www.habervitrini.com, 19.05.2008; www.aksam.com.tr, 12.09.2007)

Sen çatır çatır, kuruşu kuruşuna vergini veriyon kııız. Vergilendirilmiş kazancın da kutsal (dokunulmaz, tartışılmaz) aynen Anayasanızın 2. maddesi gibi. Sen duyarlısın, sorumluluk sahibisin ama Aysun, bu milyonlarca ayak takımı haddini bilmiyor. Bilmeyince de kutsal devletin tapusu ellerinde olan gerçek sahipleri bildiriyor tabii olaraktan hadlerini. Sen çok ekonomik sıkıntı çekmişsin kız. Ama o ayak takımı var ya, onlar ekmek elden su gölden yaşayıp gidiyorlar. Gecekondularda oturup bir de odunu, kömürü bedavadan alarak, poşet poşet yardım kaparaktan. Var mı öyle bedavadan yaşamak!?

Yahu Aysun kız buraya kadar her şeyi anladım anlamasına da “Ondan sonra da memleket Arabistan olacak, oldu yani...” lafını anlamadım. Ne alakası var diyeceğim fakat sen duyarlı, sorumluluk sahibi olduğundan bir bildiği var diyeceğim demesine de 2-3 gün önce okuduğum bir haber beni şaşırttı kııız. “Sevgilisi Ozan Sevindik önceki hafta 30 yaşına giren ünlü manken Aysun Kayacı'nın doğum günü nedeniyle sürpriz yapıp Dubai seyahati organize etti. Yoğun iş ortamından uzaklaşmak için fırsat yakalayan Kayacı, Dubai'de bol bol denize girdi. Ancak bir haftalık tatilin son dört günü genç çift için adeta kabusa döndü. Kayacı sevgilisi ile çıktığı Dubai tatilinde deniz suyundan mikrop kaptı.” (Bugün; 03.06.2008)

Kız bu Dubai, Arabistan yarımadasının en güneyinde olan Birleşik Arap Emirliklerinin başkenti Dubai değil mi? Yeni sevgilinle, flörtünle, erkek arkadaşınla gidecek başka bir yer bulamadın mı kııız? Anlaşılan o ki hem ekonomini iyicene düzeltmişsin, hem de okul parasını rahatlıkla ödeyebiliyorsun. Sen doğruyu yaptığından oldukça eminsin kız Aysun. Bol bol denize gir, alışveriş yap, sür şu üç günlük dünya hayatının keyfini. Bak bu “ayak takımı”ndan yalnızca birinin sıradan, basit, küçücük hazin öyküsünü aktarayım da “söz bitsin” gayri.

İstanbul Büyükçekmece'de işsiz kalıp borç batağına saplanan bir baba, hem kendini hem de minik kızını trajik sonla ölüme götürdü. Bir sakız fabrikasında güvenlik görevlisi olan Mehmet Türkoğlu 6 ay önce ummadığı bir anda işten çıkarıldı. Önce umudunu yitirmedi. Ama iş için gittiği tüm kapılar bir bir yüzüne kapanırken, parasızlık da belini bükmeye başladı. Ev kirasını ödeyemedi, elektrik ve su faturalarını yatıramadı. 2 ay önce evinin hem elektriği hem suyu kesildi. Ekmek alacak parası bittiğinde ise herkese borçluydu. Eşi Ebru parasız yaşamaya dayanamadı ve 3 ay önce kızı Elanur'u da alarak baba evine geri döndü. 15 gün önce ise evin kapısını borçlar yüzünden haciz memurları çaldı. Tüm eşyaların haczedildiği eve 10 gün önce eşi, kızıyla geri döndü. Ancak tartışmalar dinmedi. Gölboyu Caddesi Nilüfer Sokak'ta bulunan 3 katlı apartmanın ikinci katındaki evde dün bir lokma ekmek ile sadece zeytin ve peynirin olduğu kahvaltı masasında yine 'parasızlık' tartışması vardı. Ebru, daha fazla dayanamayacağını söyledi. Öfkeden deliye dönen Mehmet, ruhsatlı tabancasını kaptı. Genç kadın can havliyle kendini dışarı atarken o ise Elanur'u kucağına alıp, balkonda rast gele ateş açtı. Saat 11.00 sıralarında ise bir daha çıkmamak üzere kızı ile kendini eve kilitledi. Yaklaşık yarım saat sonra olay yerine polisler ile bir psikolog ulaştı. Çok sayıda sağlık görevlisi olay yerine sevk edildi. Ancak Mehmet bir türlü ikna olmadı. Sürekli evin içinde gezinen Mehmet, ara ara balkona çıkıp ateş etti. Son kez balkona çıkıp, minik kızını bacaklarından aşağıya sallandırdığında da herkesin yüreğini ağzına getirdi. Evin içinde tabancasını bazen küçük kızın bazen kendi kafasına dayadı. 2.5 saat süren korkulu bekleyişin sonunda olay yerine Özel Harekat Timleri de ulaştı. 5 dakika içinde operasyon hazırlıklarını tamamlayan özel harekat timi saat 14.05'te kapıyı kırıp içeri girdiğinde evin salonunda kucak kucağa cansız bedenlerini buldu. 30 yaşındaki Mehmet, 2 yaşındaki Elanur'u göğsünden kucağında vurup, son mermiyi başına sıkarak intihar etmişti.” (www.sabah.com.tr; 05.06.2008)

Ve…
Yedi yıl sonra…
Bu süre zarfında Türkiye’de siyasal, sosyal, ekonomik ve daha birçok açıdan çokşey oldu.
Aysun Kayacı, Türkiye’yi terk etti, şu an evli ve Londra’da ikamet ediyor.

Aysun Kayacı’nın ‘benim kadar duyarlı, sorumluk sahibi değil, benim oyum nasıl onunki ile eşit olabilir’ dediği ‘dağdaki çoban’ da konuştu. Yorum sizin.


19 Şubat 2015 Perşembe

‘YÜKSEK ÖKÇELER’ VE ÖZGECAN

‘Yüksek Ökçeler’, kütüphanemdeki en eski kitaplardan biri olup Ömer Seyfettin'in kitaba da ismini veren kısa hikȃyelerindendir. 1991 yılında ikinci kez okuduğum bu hikȃyeyi kısaca özetlemek gerekirse; Zengin, dul ve kısa boylu Hatice Hanım, köşkte yaşamaktadır ve temizlik, namus merakından başka bir de yüksek ökçeli iskarpin merakı vardır. Fakat sağlık sorunları sebebiyle doktoru tarafından yün terlik giymeye mecbur edilir. Ne olursa ondan sonra olur. Evindeki düzeni tıkır tıkır işlerken, birdenbire her türlü çalışanının hırsızlık, yolsuzluk, ahlȃksızlık yapmaya, yalan söylemeye başladığını fark eder. Anlar ki, aslında bundan önce de olaylar farklı değildir. Fakat Hatice Hanım'ın yüksek ökçeleri, çalışanlarını onun geldiği konusunda uyarmakta, ona yakalanmalarını engellemektedir. Bunu keşfeden Hatice Hanım, çalışanlarını kovar, lakin işe yeni aldıkları da farklı çıkmaz. Gitgide üzüntüsünden zayıflayan, sararıp solan Hatice Hanım, sonunda çareyi yüksek ökçeli iskarpinlerini tekrar giymekte bulur. ‘Gerçeği bilmeyeyim, görmemezlikten geleyim de, varsın sağlıkla ilgili şikȃyetlerim olsun, hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat ya’ diyerek teselli bulur.
Bu hikȃye beni çok etkilemiş ve düşündürmüştür. Aslına bakılırsa, çoğumuz içinde yaşadığımız ülke ve dünyanın gerçekleriyle yüzleşmekten, acı hakikatlerle karşılaşmaktan ürktüğümüz, korktuğumuz için tabir-i caizse Hatice Hanım misali yüksek ökçeli iskarpinlerimizi çıkarmadık, çıkarmıyoruz, çıkarsak da bir süre sonra tekrar giymeyi tercih ediyoruz. Arabesk (Orhancı) söylemle ‘hakikatler bizi yorduğu için hayale dalmayı yeğliyoruz’.
Sloganik, anı-günü kurtarıcı, saman alevi cinsinden tepkilerle; meseleyi aslından, esasından, kökünden, derinlemesine ele almayan ve peşini takipte kararlı ve ısrarcı olmayan duruşumuzla; benzer duygu, düşünce ve hedefi olanlarla işbirliğine gidip organize ol-a-mayan halimizle değiştirici-dönüştürücü-düzeltici etki yapamadık, yapamıyoruz. İzah edici, bahane bulucu, mazeret üretici ya da sür git eleştirmekle, sadece muhalefet yapmakla bir arpa boyu yol alamadık, alamıyoruz.
Ateş evimize düşmedikçe, sarmadıkça bütün kötülerin-kötülüklerin kendimizden ve sevdiklerimizden ırakta-uzakta olduğu zannına kapılıyoruz. Damdan düşenin halini anlamak için ille de damdan düşmek mi gerekiyor? ‘Perşembenin gelişi çarşambadan belli ise’ ilgili hususta ne yaptığımız ya da yapmadığımız düşünülmeli, tartışılmalı ve imkan dahilinde elden gelen tüm tedbirler alınmalı değil midir?
Kolaycılığa kaçıp hemen kendimizi-nefsimizi aklamak, temize çıkarmak; faturayı-hatayı-suçu-günahı-sorumluluğu hep başkalarına çıkarmak, yüklemek; en korkuncu, en iğrenci de, acıdan-trajediden-felaketten-musibetten nemalanmak, istismar etmek, siyasi rakiplerini karalama, zor duruma düşürme fırsatı olarak kullanmaktır.
Bütün bunları niye mi yazdım? Uğradığı zulüm, yalnızca ona özgü olmayan Özgecan kızımız için (kızımız diyorum, zira o artık yalnızca acılı ailesinin değil bu halkın kızı). Özgecan, dün ve bugün, bu ülkede ve dünyada ırzına, namusuna musallat olmak isteyen ve buna (aslan’ca) direndiği için de bir yaratık tarafından hunharca, vahşice, cȃnice canına kıyılan can’lardan sadece biri. Ne ilk idi ve ne yazık ki, istemesek de, dilemesek de görünen o ki sonuncu da olmayacak.
Profesör Zeynep Ayfer Aytemur’un doğru ve isabetli tespitiyle; “Sağlıkçı olmamıza rağmen, toplumun %4'lük bir popülasyonunu, antisosyal kişilik bozukluğu (psikopat & sosyopat) olan insanların oluşturduğunu ve bu insanların sessiz sedasız aramızda dolaştığını unutuyoruz sanırım. Hepsi suç makinası şeklinde kendini deşifre etmezler. Çoğu yüksek IQ'ları sayesinde işledikleri suçları gizlemeyi başarırlar. Aleni suç işleyenleri genellikle IQ'su yüksek olmayan psikopatlardır. Aramızda psikopat savcılar, gazeteciler, doktorlar, bürokratlar, CEO'lar, işadamları var. Psikiyatristleri bile kandırmayı başaran bu insanlar buldukları her fırsatta suç işlemeye devam edecekler. Bu insanlarda duygu yoktur. Yani sevmezler, acımazlar, merhamet etmezler, pişmanlık duymazlar. Onlar için birine tecavüz etmekle ya da öldürmekle, bir musluğu açık kapamak aynı şeydir. Benim asıl kaygım günümüz teknolojisinin getirdiği sosyal ilişkilerdeki bozulma ve kapitalizmin bu insan grubunun sayısında artışa neden olmasıdır.”
        Özgecan, canına kıyılan ilk kız/kadın değil demiştim. Cumhuriyet öncesini bir kenara bırakacak olursak; henüz cumhuriyetin 1. yılında daha düne kadar intihar denilip geçiştirilen/yasaklanan/unutturulan ve bugün mezar yeri dahi bilinmeyen ‘Fikriye Hanım’ın ölümünün bile cinayet olma ihtimali ancak bugün konuşulabilmektedir. (http://www.aksiyon.com.tr/dosyalar/fikriye-olduruldu_515926 / http://www.sabah.com.tr/yazarlar/ardic/2013/01/10/fikriye-nasildi)
1997 yılında İstanbul Ümraniye’de annesi ile birlikte kaçırılarak, tecavüz edilip işkence ile katledilen Serpil öğretmen hadisesini de bu ülkede günlerce gündemde kaldığı için hatırlatmak istiyorum.  O zaman da olayın fȃili dört cȃni, yargının mevzuata göre verebileceği en üst (30 ilȃ 78 yıl arası) cezalara çarptırılmışlardı (üstelik o zaman idam cezası da vardı). Fakat aradan 7 yıl geçtikten sonra hepsi de salıverilmişlerdi (en son kıyak da ‘Rahşan affı’ idi). Bir diğer örnek de 2011 yılında akrabası tarafından tecavüze uğrayıp hamile kaldığı için aile kararıyla kardeşleri tarafından sokak ortasında vurulan, sonrasında da yaralı iken hastanede öldürülen ve töre cinayetlerinin sembollerinden olan Güldünya Tören’dir. Yalnız kadınlar değil, savunmasız, günahsız ve masum (erkek) çocuklar bile bu sapıklıktan, cȃnilikten paylarını alıyorlar. 2014 yılında Kırklareli’nde tecavüz edilip domuz bağı ile öldürülen Halil İbrahim ve Kars’ta tecavüz sonrası yakılarak öldürülen Mert, bunlardan sadece ikisidir.
Daha dün denilecek kadar yakın bir zamanda, Avrupa’nın göbeğinde Bosna’da hem de planlı ve sistematik bir biçimde onbinlerce Boşnak Özgecan’a tecavüz edildi, canlarına kıyıldı. Ve hȃlȃ da Suriye, Afganistan, Irak, Doğu Türkistan, Myanmar başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında her gün yüzlerce Özgecan’a kıyılmaya devam ediliyor.
Kadın-erkek, yaşlı-genç, çocuk-ihtiyar fark etmeden herkesin, her an ve her türlü tehlikeye maruz kalabileceği bir ortamda hiç ama hiç kimse kendini ve sevdiklerini güvende hissedemez, koruyamaz. Yalnız polisiye tedbirlerle, cezȃyi müeyyidelerle sorunu çözeceklerini sananlar elbette aldanmaya devam edeceklerdir. Köklü ve sağlıklı bir zihniyet değişikliğine, bakış açısı düzeltilmesine ihtiyacımız vardır. Hepimizin (kadınlar dahil) kadına (ve erkeğe) dişilik-erillik üzerinden değil, kişilik-insanilik düzleminde bakmayı öğrenmemiz ve içselleştirmemiz gerekiyor. Dr. Erdal Atabek’in kitabına da ismini veren tespitiyle, bu toplumda öteden beri “kışkırtılmış erkeklik, bastırılmış kadınlık” tablosuyla karşı karşıyayız. Elbette bunun çözümü veya doğrusu kadınlığın da kışkırtılması değil, her iki cinsin de normalleşmesidir. Erkek ve kadın; birbirlerinin karşıtı, alternatifi, düşmanı, rakibi değil; bir elmanın yarısı, biri diğerini bütünleyen, tamamlayan, birbirlerinin velisi(dostu, arkadaşı, kardeşi)dir.
Kızdığı, öfkelendiği birine sövgüsünü kadın üzerinden yapan; yeminini bile ‘anası, avradı’ üzerinden eden; toplumdaki kadınlara ‘ana bir, bacı iki, gayrısına çal’ anlayışıyla bakan; annelerinin bile erkeklik üzerinden diğer annelere ve kızlarına hava atıp ‘çok kızın canını yakacak, iki kızı olan birini getirsin koysun’ diye caka satan; kızları ‘eğlenilecek, evlenilecek’ diye kategorize eden; kendisi evleninceye kadar bȃkir olma-kalma konusunda hassas değilken kendi ailesindeki kızlarda ve evlilik yapmayı düşündüğü kişide bekȃret şartını arayan; kendisinde karşı cinsle her şeyi yapma hakkı görürken, kendi ailesinin kızları-kadınları için bunu uygun görmeyen; ‘öteki-diğer’ kadınlara ‘genelevde fahişe, bar-pavyon-gece kulübü-gazinoda konsomatris, sokakta telekız, televizyonda dansöz’ rolünü biçebilir, sesini çıkarmazken, ailesinin-sülalesinin hatta mahallenin bile namusu konusunda titizlenen; kapitalizmin, liberalizmin ‘güzellik yarışmaları, moda/defileler, magazin ve ‘bu tarz benim’ türü tv proğramları’ marifetiyle, medyada ve tüketim-eğlence sektöründe kadını nesne haline getirip bedeni üzerinden ciro yükseltme, kȃrı maksimize etme noktasında acımasız piyasa rekabetine kurban eden bir anlayışın toplumu getirip bıraktığı yer sözel/fiziksel taciz, tecavüz, cinsel istismar, hakaret, dayak, yaralama, işkence, öldürme ve hatta yakmaya kadar uzanabiliyor.
İşin vahim olan bir diğer yönü de başrolde genellikle erkeklerin olduğu bu tabloda, kadınların da yardımcı-kışkırtıcı-azmettirici rolde bulunabilmeleridir. Tecavüze uğrayıp zulmedildiği halde aile meclisi kararıyla ölüm hükmü verilen yörelerde işin içinde kadınlar da vardır. Kadınların namusunun pazarlandığı randevuevi-genelev patronu bir kadın olabildiği gibi, kadın satıcılığı-aracılığı yapanlar da kadın olabilmektedir.
Daha dün denilecek bir vakitte, 28 Şubat sürecinde, eğitim ve çalışma hayatında binbir türlü mağduriyetlere-mahrumiyetlere uğrayan İslamî örtünme kuralına riayet eden kızlara-kadınlara reva görülen zulümleri icra edenlerin arasında çok sayıda kadın yer almakta bir sakınca görmemiştir. Hiçbir ahlȃki, insani ve vicdani rahatsızlık duymadan, kendi hemcinslerine bazen erkeklerden bile daha acımasız davranabilmişlerdir. Hȃl böyle iken, kadınlar öteki-diğeri-başkası olarak gördükleri kadınlara her türlü zulmü revȃ görürken, erkeklere insanın bir şey demeye hȃli kalmıyor.
Üstelik toplumun makam mevki sahibi, eğitim görmüş ve kendini aydın, çağdaş, uygar olarak tanımlayan ve mangalda kül bırakmayan bu kadınların çoğu; töre cinayetleri, kadınların iş dünyasında karşılaştığı sorunlar, eğitimsizlik, ayrımcılık, kadının bedeninin-cinselliğinin-emeğinin alabildiğine sömürülmesi, aile içi şiddet ve daha çözüm bekleyen, uğraşılması gereken onlarca kronikleşmiş sorun varken, bugüne kadar nelerle uğraştıkları ve bu konularda neyi ne kadar yaptıkları/yapmadıkları tartışılmaya muhtaçtır.
Bu toplumda başta erkekler olmak üzere hepimizin, her kesimin kadınlar konusunda bir özeleştiriye, kendini gözden geçirmeye, zihniyet ve pratik noktasında ıslaha ihtiyacı vardır. Kendini Müslüman, dindar olarak tanımlayan ve bu iddiada bulunan bizlerin de bu konuda cehd etmesi elzem diye düşünüyorum. İnsanı aynı hamurdan (özden, nefs’ten) yaratan Allah; Kur’an’da kadın (Nisȃ) konusunu başlıbaşına bir sure (konu, ana madde) olarak ele alıp kadınların durum ve şartlarını en güzel, en olumlu, en medenî seviyeye eriştirmeyi öğütler, içtimai-hukuki-fıkhi düzenlemeler getirirken; Hz. Peygamber (a.s) uygulama-sünnet-pratik konusunda ‘güzel bir örnek’lik sergilerken; zamanla Kur’an tefsircilerin, fıkıhçıların, yöneticilerin ezici çoğunluğunun erkek olması sebebiyle olsa gerek, erkek bakışıyla okunmaya-yorumlanmaya-hüküm çıkarılmaya devam edil-e-bilmiştir. Hayatı boyunca hanımlarını, kızlarını, ümmetin (toplumunun) kadınlarını incitmeyen, kırmayan, fiske dahi vurmayan bir peygamber’e kadınların aleyhine tonla söz söyletilebilmiş, uydurulabilmiştir.
Kadınlar aleyhine olan-olabilecek hiçbir Kur’an yorumuna itibar etmediğimiz gibi; “Hatice’nin goncası, Aişe’nin gülü” olan, gözbebeğimiz, rol modelimiz, güzel örneğimiz Hz. Peygamber’e kadınlar aleyhine isnad edilen, uydurulan bütün rivayetleri elimizin tersi ile itebilmeliyiz. Doğru-yanlış / sevap-günah / helal-haram, kadın-erkek için aynıdır, değişmez. Eş, baba, oğul, ağabey, yani erkek olarak hangi konumdaysak, her birimiz tıpkı Hz. Peygamber gibi kızlarımıza/kadınlarımıza (ve elbette bütün kızlara/kadınlara) Allah’ın emaneti olarak en güzel bir biçimde davranmalı, emanete riayet etmeli asla hıyanet etmemeliyiz. Müslümanım diyenler bir kadının bile gözden çıkarılmasına, telef edilmesine, kötülük edilmesine asla seyirci, sessiz, kayıtsız kalamaz; hiçbir kadın çaresiz, umutsuz kalıp kaderine terk edilemez. Bu uğurda ne kadar imkȃn varsa harcanır, her türlü emek sarfedilir.
Mazluma, zalime kimlik sorulmaz. Mazlum mazlum, zalim zalimdir. Yeryüzündeki bütün insanlar istisnasız Allah’ın kullarıdır ve can, mal, ırz noktasında mȃ’sundur, korunmuşlardır. Sadece zalimlere itaat edilmez, sevgi ve saygı beslenmez ve mücadele edilir. Ta ki zulümden vazgeçip-vazgeçirtilinceye, hak ettikleri karşılık verilinceye kadar.
Özgecan olayının gündemimize girdiği günden bugüne kadar yazılı, görsel ve sosyal medyada yazılıp çizilenleri okudukça, konuşulanları dinledikçe şimdi ve gelecek adına hem ümitleniyor, hem de ümitsizliğe kapılıyorum. Ümitsizliğe kapılıyorum; içeride (hapishanede ya da psikiyatri kliniklerinde) olması gerekirken, dışarıda/aramızda/yanıbaşımızda gezen o kadar çok hasta/sakat ruhlu/zihinli insan görünümünde mahlȗk olduğunu görüyor, endişeleniyor, korkuyorum. Bu kadar büyük acı bile bu ülke insanını insani/ahlaki/vicdani noktada bir araya getiremiyorsa, ‘çok ses olsa bile tek nefes, tek yürek olamıyorsa’, ‘çek ipini gitsin’ diyesim geliyor.
Ümide kapılıyorum; düne kadar Özgecan’ın ismini bilmeyen, varlığından bile haberdar olmayan sayılamayacak sayıda sorumluluk sahibi, iyi insanlar türlü şekillerde tepkilerini dile getirdiler, duyarlılıklarını gösterdiler, ailenin acısını paylaştılar. Özgecan’ın can’ını geri iade edemeyiz, filmi en başa saramayız elbette ama bu olaydan çıkarılması gereken ne kadar ders varsa kişi, toplum ve devlet olarak çıkarabilirsek, Özgecan’ın kaybı anlam kazanır, hayra vesile olur, bu toplumda başta kadınların maruz kaldığı,  uğradığı haksızlıkları giderme konusunda bir milat (yeni bir başlangıç) olur. Elbette süreklilik arzetmek ve bir süre sonra unutup/unutulup yeni bir elim olay bu gerçeği bize tekrar hatırlatana kadar olmaması şartıyla.
Özgecan olayında (gerçek) adaletin tecelli edeceğine inanıp inanmadığımı soracak olursanız. Hayır. Zira bu ülkede ‘istiklal mahkemeleri’ eliyle hukuk cinayetleri işlenmiş, ‘takrir-i sükȗn’ kanunuyla da toplumun Kemalist/Atatürkçü olmayan kesimi yani muhalefet susturulmuştur. Adalet/yargı/hukuk alanındaki bu ahvȃl, darbe dönemlerinde daha bir katmerlenmiş, 12 Eylül sonrası Devlet Güvenlik Mahkemeleri eliyle ‘kutsal/Tanrı devlet’! korunmaya çalışılmış, 28 Şubat’ta askerin ‘darbesever’ kanadı tarafından ‘brifinglenmiş’, 17-25 Aralık sonrası ise ‘darma duman’ edilmiştir. Yakın ve orta va’dede adalet noktasında beklediğim bir şey de yok, uzun va’dede belki bir ümit olabilir. Ahirette, yani ‘en son’unda, ‘Allah’ın Huzuru’nda kurulacağına inandığım Mahkeme-i Kübra’da yani en büyük ve en adil mahkeme’de ‘zerre miktarı iyiliğin ve kötülüğün karşılığının görüleceği’, ‘her hak sahibine hakkının tastamam verileceğine’ ve Allah’ın mutlak/nihai anlamda Adil olduğuna dair inancım olmasa, çoktan kafayı yerdim, tırlatırdım, oynatırdım.
Allah’tan daha akıllı, daha bilen, daha merhametli, daha iyi hüküm veren olmadığına-olamayacağımıza göre O’nun akıl sahiplerine öğüdü olan “Kısas’ta hayat olduğunu” kendimizin ya da sevdiklerimizin başına bir fenalık-kötülük gelmeden artık anlasak ve başka mecralarda oyalanıp vakit kaybetmesek, başka “Özge’can”lara kıyılmadan, yakılmadan, yitip gitmeden. Olmaz mı?
Yazımı Özgecan ve tüm mazlumlar için, şair Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Dua’ isimli şiiri ve Karacaoğlan’a ait ‘Kız senin’ türküsünün sanatçı İsmail Altunsaray’ın yorumuyla (videoklip) noktalamak istiyorum.

“Bıçak soksan gölgeme, / Sıcacık kanım damlar. / Gir de bak bir ülkeme: / Başsız başsız adamlar... / Ağlayın, su yükselsin! / Belki kurtulur gemi. / Anne, seccaden gelsin; / Bize dua et, emi!”




12 Şubat 2015 Perşembe

‘ONUNCU KÖY’ ALINTILARI

BİR DENEME

Onuncu Köy

Yazmak; düşüncelerini anlatmak, kendini anlatmak, görmezden gelinenlere ışık tutmak… Zor iştir bana göre. Önce kendinle yüzleşeceksin. Beyninin en karanlık köşelerine sakladığın düşünceleri çıkaracaksın gün yüzüne, yüreğine bakacaksın; hala temiz ve parlaksa, bir mücevher gibi ışığı yansıtıyorsa sarıl artık kalemine. En sert fırtınalarda bile hedeften bir milim sapmasın, asla titremesin elin. Bir terazi kadar doğru, kılıç kadar keskin olsun kalemin. Öyle keskin olsun ki sahte resmi tam ortasından yarıp ardındaki karanlığı gösterebilsin ya da bir iğne olsun, bir maskenin ucunu kaldırıversin. Beynini, yüreğini, insanlığını pazara çıkarmış birini görsen de sen sakın kalemini satma! Onurunu yitirenden sadece bir yığın çöp kalır geride. Zaman acımasızdır, hiç bıkmadan, sabırla öğütür bu çöpleri. Tarih de çöplükleri değil, gerçeği araştırır. Kimsenin uydusu olma; başkasının sahte ışığını yayma, kendin güneş ol, aydınlat bataklıkları. Öyle aydınlat ki; hiçbir kötülük gölgede kalmasın, kök salmasın derinlere. Kimi zaman usta bir cerrah ol, çekip alıver gözlerdeki perdeyi.
İşte yazmak, böyle bir şey bence: Hep gerçeği gösteren bir pusula olmak… Doğruyu söylemekten korkmamak… Unutmayın ki dokuz köyden kovulsanız da her zaman bir ‘onuncu köy’ bulunur.



BİR ŞİİR

Onuncu Köy


Birinci köyde insanlar gördümki
Koltuklarında iğreti heybetleri
Zaman zaman satılmış maşaları ve
Haksız çıkarlarına tutsak
Çağrı zillerindeydi elleri.

İkinci köyün insanları
Kıraç toprakta biten
Bodur ağaçlar gibiydiler.
Özgürlüklerinin prangasına küskün
Fakat ihtiraslı ve
Çoğu kez elpençe divandılar.

Üçüncü köy,
Bir şafak vaktinin titrek aydınlığında
Haksızlıklara ağlıyor gibiydi.
Tutkulu ama çaresizdiler.

Dördüncü köy,
Zamansız bir öfkenin
Sarhoş mutluluğunu yaşarken,
Beşinci köy
Çaresizliğin girdabında
Yalnızca düşünüyordu.

Altıncı köyün insanları
Haksızlığa başkaldırmışlardı.
Akşamın alaca karanlığında
Kayaları ufalamaya çalışan
Asi dalgalar gibiydiler.

Yedinci köyün insanları
Sıcak denizlere yol alan buzdağlarının
Zalim yalnızlığında endişeliydiler.

Sekizinci köy
Bir kış gecesinin kahreden soğuğunda
Etrafı aydınlatmaya çalışırken

Dokuzuncu köyün insanları
En duyarlı fakat en çaresiz yerdeydiler.
Pişman değillerdi ama
Biryerde yanlış yaptıklarını iyi biliyorlardı.
Yorgundular fakat mutluydular.

Onuncu köyün insanları,
Bir Fatiha okunma süresi kadar
Kısa mutluluklarıyla ve
Sonsuz bir karanlığın kucağında
Yanyana yatmaktaydılar...

1997-İzmir, Kemal Müftüoğlu


BİR ŞARKI
[Ceza, Onuncu köy albümü, Onuncu köy şarkısı]