Köle
ve Efendi
Milyonlarca öğrencinin ders başı
yaptığı yeni bir eğitim-öğretim yılı daha başlıyordu. En büyük oğlumun yeni bir
okula başlaması hasebiyle bu ilk gününde yanında olup ona destek vermek için
birçok veli gibi ben de oradaydım. Malum tören(ritüel)lerden sonra müdür bey
ilk dersi vermek üzere bir bayan öğretmeni kürsüye davet etti. O da önce ilk
günün heyecanı içinde olan ve bir hayli gürültü yapan öğrencileri sükȗnete ve ciddiyete davet edip sonra konuşmasına başladı.
Konuşmasında genel olarak ülkenin ciddi tehlikelerle karşı karşıya olduğundan
bahsetti. Özellikle küresel güçlerin ulus devlete karşı düşmanca bir tavır
sergilediğini söyleyip “biz sizi köle değil efendi olmanız için eğitmek,
yetiştirmek istiyoruz” dedi.
Konuşmasının bilhassa bu cümlesi
dikkatimi çekti. Bu yaşımıza kadar resmi ve gayri resmi birçok yetkilinin
ağzından defaatle duyduğumuz “iç ve dış düşmanlar” söyleminden sonra bu sefer
de köle-efendi hususunu kulaklarım yadırgadı doğrusu. Demek ki bütün ulus devletleri
bekleyen bir tehlikeydi köle olmak. Ya efendi olacaktık ya da köle. Herhalde
üçüncü bir şık yoktu ki (!), öğretmen öğrencilerine efendi olmalarını
öğütlüyordu. Hoş, öğrencilerine birer beyefendi ya da hanımefendi olmayı -tabii
ki ahlaki tavrı kastediyorum- öğütlese bence bir sorun yoktu. Tabii burada hangi
tür bir ahlak olmalı gibi bir konu gündeme gelecekti, ama şimdilik bu konuyu
bir tarafa bırakalım.
Gelelim biz asıl konumuz olan efendi
ya da köle olma meselesine. Öncelikle her zaman mutlaka iki şeyden biri olmak,
birini tercih etmek zorunda mıdır insan, kırk katır ya da kırk satır misali?
Köle olmak elbette istenilecek, arzu edilecek bir şey değildir. Fakat efendilik
yapmak, efendilik taslamak, başkalarını köleleştirmek, köle muamelesi yapmak, hoşlanılacak,
onaylanacak bir şey midir? Zulmedeni bir tarafa bütün insanları ya dinde(dünya
görüşünde, ideolojide) ya da fıtratta (yaratılışta) kardeş bilmek değil midir
öğütlenmesi, önerilmesi gereken. Yakın tarihte “efendiler” diye başlayan
nutuklardan, “bey, efendi, paşa vb.” gibi lakapların kanunla inkılȃp ettirildiğine (değiştirildiğine) şahit olduk olmasına
da, beyefendiliğin (ve de hanımefendiliğin) ne yakın tarihte ne de gelecekte
değerinden bir şey kaybetmeyeceği, güzel ahlakın bir timsali olarak görülmeye
devam edeceği izahtan varestedir. Öyle zaman gelir ki “efendi” kelimesi küçük
görmenin, başkasını nitelerken kendini büyük görmenin (!) bir ifadesi bile
olabilir.
Bu ülkenin ve başka ülkelerin
insanları ne zaman anlayacaklar köle ya da efendi değil, kula(yaratılmışa)
köle-kul değil, yalnız ve yalnız, kayıtsız ve şartsız “alemlerin rabbi” Allah’a
kul olmanın gerekli olduğunu. İlle de bir efendiye kölelik edeceksek, bu bizi
onurlandıracak, şereflendirecek “Kainatın Efendisi” Allah olmalı değil mi?
Kaldı ki O bizden kölelik değil, mȃbudumuz olarak abd (kul) olmamızı
istiyor. Hiçbir zorlama ve baskı altında olmadan, irade sahibi kılınmamış canlı
ve cansız mahlȗkların irade dışı teslim olduğu
Kendisi’ne irademizle teslim olmamızı, sevgi ve saygımızı sunup şükretmemizi
istiyor. Meselenin can alıcı noktası da burası zaten.
Ama biz hȃlȃ oyunda oynaştayız. Bir yandan
liselerde ve hatta ilköğretimde bile sigara, alkol, uyuşturucu, şiddet, cinsel
sapkınlık gibi olumsuz durumlardan yakınıp dururken diğer yandan gençlerin İslam’ın
emir ve yasaklarını dikkate aldıklarından, namaz kıldıklarından, örtündüklerinden
yakınıyoruz. Alın size bir çoğunu yakın geçmişte ve daha hȃlȃ okuyup duyabileceğiniz malum haberlerden
biri. “Lisede mescit skandalı. Burası cami değil meslek lisesi. İstanbul Bahçelievler'deki bir
lisenin zemin kattaki odasının mescit haline getirildiği ortaya çıktı. İlköğretim okullarında ve liselerde
kanuna göre, ibadethane bulundurulması yasak. Ancak öğretmen ve öğrenciler
mescidin hemen önündeki lavaboda abdest aldıktan sonra içeri girip birlikte
namaz kılıyor. Bir öğrenci 4 yıldır bu okuldayım, mescit hep vardı.’ dedi (21.01.2008;
Milliyet)”.
Üstüne üstlük ülkedeki misyoner
faaliyetlerinden, kilise evlerin arttığından da zaman zaman şikȃyet eder durur bu ulusalcı zevat. Ne yapacak, ne yapsın
bu gençlik? Zaten okullarda esaslı bir İslami (Tevhidi) eğitim-öğretim imkȃnından mahrumlar; iyi kötü, yalan yanlış çevreden ulaşabildikleri
bilgilerle ayakta durmaya, hayata tutunmaya çalışıyorlar. Bu konularda onlara
anlayış, rahmet ve sevgi ile yaklaşmak yerine jurnalci, karalayıcı, suçlayıcı
bir tavır sergiliyoruz. Hem suçluyuz, hem de güçlüyüz. Aklımızca “skandal, cami
değil meslek lisesi” diyerek baskın yapıp suçumuzu örtmeye, üste çıkmaya
çalışıyoruz.
Eğitim sistemi bırakın İslami olmayı,
milli olmaktan bile uzak. Batı’nın artık gözden düşmüş, yerlerde sürünen
değer(sizlik)lerini hak bilip hak bildirmeye-belletmeye çalışıyoruz masum,
günahsız yavrularımıza, gençlerimize. Ülkedeki eğitim-öğretimde “tevhid-i
tedrisat” ilkesinden ziyade “tedrisat-ı Tevhid” olmadıkça temel, köklü
değişikliklerin olmasını ummak, hayalcilikten öteye geçmez. İslam’ın temeli,
özü olan Tevhid’i öğrenip öğretmedikçe (tedris etmedikçe) vahdet (birlik,
beraberlik) de gerçekleşme imkȃnı bulamaz. Din(İslam) ne zaman bir
‘kültür ve ahlak bilgisi’ değil de bir ‘hayat bilgisi’ şeklinde öğrenilir öğretilirse;
bütün derslerin esprisini, özünü, ruhunu oluşturursa o zaman bugün yaşadığımız
sorunlardan, açmazlardan, çıkmazlardan büyük ölçüde kurtulacağız, göğsümüz
inşirah bulup ferahlayacağız. Emin olun.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder