17 Nisan 2014 Perşembe

BEYİN FIRTINASI - 5 - Köle ve Efendi

Köle ve Efendi

Milyonlarca öğrencinin ders başı yaptığı yeni bir eğitim-öğretim yılı daha başlıyordu. En büyük oğlumun yeni bir okula başlaması hasebiyle bu ilk gününde yanında olup ona destek vermek için birçok veli gibi ben de oradaydım. Malum tören(ritüel)lerden sonra müdür bey ilk dersi vermek üzere bir bayan öğretmeni kürsüye davet etti. O da önce ilk günün heyecanı içinde olan ve bir hayli gürültü yapan öğrencileri sükȗnete ve ciddiyete davet edip sonra konuşmasına başladı. Konuşmasında genel olarak ülkenin ciddi tehlikelerle karşı karşıya olduğundan bahsetti. Özellikle küresel güçlerin ulus devlete karşı düşmanca bir tavır sergilediğini söyleyip “biz sizi köle değil efendi olmanız için eğitmek, yetiştirmek istiyoruz” dedi.

Konuşmasının bilhassa bu cümlesi dikkatimi çekti. Bu yaşımıza kadar resmi ve gayri resmi birçok yetkilinin ağzından defaatle duyduğumuz “iç ve dış düşmanlar” söyleminden sonra bu sefer de köle-efendi hususunu kulaklarım yadırgadı doğrusu. Demek ki bütün ulus devletleri bekleyen bir tehlikeydi köle olmak. Ya efendi olacaktık ya da köle. Herhalde üçüncü bir şık yoktu ki (!), öğretmen öğrencilerine efendi olmalarını öğütlüyordu. Hoş, öğrencilerine birer beyefendi ya da hanımefendi olmayı -tabii ki ahlaki tavrı kastediyorum- öğütlese bence bir sorun yoktu. Tabii burada hangi tür bir ahlak olmalı gibi bir konu gündeme gelecekti, ama şimdilik bu konuyu bir tarafa bırakalım.

Gelelim biz asıl konumuz olan efendi ya da köle olma meselesine. Öncelikle her zaman mutlaka iki şeyden biri olmak, birini tercih etmek zorunda mıdır insan, kırk katır ya da kırk satır misali? Köle olmak elbette istenilecek, arzu edilecek bir şey değildir. Fakat efendilik yapmak, efendilik taslamak, başkalarını köleleştirmek, köle muamelesi yapmak, hoşlanılacak, onaylanacak bir şey midir? Zulmedeni bir tarafa bütün insanları ya dinde(dünya görüşünde, ideolojide) ya da fıtratta (yaratılışta) kardeş bilmek değil midir öğütlenmesi, önerilmesi gereken. Yakın tarihte “efendiler” diye başlayan nutuklardan, “bey, efendi, paşa vb.” gibi lakapların kanunla inkılȃp ettirildiğine (değiştirildiğine) şahit olduk olmasına da, beyefendiliğin (ve de hanımefendiliğin) ne yakın tarihte ne de gelecekte değerinden bir şey kaybetmeyeceği, güzel ahlakın bir timsali olarak görülmeye devam edeceği izahtan varestedir. Öyle zaman gelir ki “efendi” kelimesi küçük görmenin, başkasını nitelerken kendini büyük görmenin (!) bir ifadesi bile olabilir.

Bu ülkenin ve başka ülkelerin insanları ne zaman anlayacaklar köle ya da efendi değil, kula(yaratılmışa) köle-kul değil, yalnız ve yalnız, kayıtsız ve şartsız “alemlerin rabbi” Allah’a kul olmanın gerekli olduğunu. İlle de bir efendiye kölelik edeceksek, bu bizi onurlandıracak, şereflendirecek “Kainatın Efendisi” Allah olmalı değil mi? Kaldı ki O bizden kölelik değil, mȃbudumuz olarak abd (kul) olmamızı istiyor. Hiçbir zorlama ve baskı altında olmadan, irade sahibi kılınmamış canlı ve cansız mahlȗkların irade dışı teslim olduğu Kendisi’ne irademizle teslim olmamızı, sevgi ve saygımızı sunup şükretmemizi istiyor. Meselenin can alıcı noktası da burası zaten.

Ama biz hȃlȃ oyunda oynaştayız. Bir yandan liselerde ve hatta ilköğretimde bile sigara, alkol, uyuşturucu, şiddet, cinsel sapkınlık gibi olumsuz durumlardan yakınıp dururken diğer yandan gençlerin İslam’ın emir ve yasaklarını dikkate aldıklarından, namaz kıldıklarından, örtündüklerinden yakınıyoruz. Alın size bir çoğunu yakın geçmişte ve daha hȃlȃ okuyup duyabileceğiniz malum haberlerden biri. “Lisede mescit skandalı. Burası cami değil meslek lisesi. İstanbul Bahçelievler'deki bir lisenin zemin kattaki odasının mescit haline getirildiği ortaya çıktı. İlköğretim okullarında ve liselerde kanuna göre, ibadethane bulundurulması yasak. Ancak öğretmen ve öğrenciler mescidin hemen önündeki lavaboda abdest aldıktan sonra içeri girip birlikte namaz kılıyor. Bir öğrenci 4 yıldır bu okuldayım, mescit hep vardı.’ dedi (21.01.2008; Milliyet)”.

Üstüne üstlük ülkedeki misyoner faaliyetlerinden, kilise evlerin arttığından da zaman zaman şikȃyet eder durur bu ulusalcı zevat. Ne yapacak, ne yapsın bu gençlik? Zaten okullarda esaslı bir İslami (Tevhidi) eğitim-öğretim imkȃnından mahrumlar; iyi kötü, yalan yanlış çevreden ulaşabildikleri bilgilerle ayakta durmaya, hayata tutunmaya çalışıyorlar. Bu konularda onlara anlayış, rahmet ve sevgi ile yaklaşmak yerine jurnalci, karalayıcı, suçlayıcı bir tavır sergiliyoruz. Hem suçluyuz, hem de güçlüyüz. Aklımızca “skandal, cami değil meslek lisesi” diyerek baskın yapıp suçumuzu örtmeye, üste çıkmaya çalışıyoruz.


Eğitim sistemi bırakın İslami olmayı, milli olmaktan bile uzak. Batı’nın artık gözden düşmüş, yerlerde sürünen değer(sizlik)lerini hak bilip hak bildirmeye-belletmeye çalışıyoruz masum, günahsız yavrularımıza, gençlerimize. Ülkedeki eğitim-öğretimde “tevhid-i tedrisat” ilkesinden ziyade “tedrisat-ı Tevhid” olmadıkça temel, köklü değişikliklerin olmasını ummak, hayalcilikten öteye geçmez. İslam’ın temeli, özü olan Tevhid’i öğrenip öğretmedikçe (tedris etmedikçe) vahdet (birlik, beraberlik) de gerçekleşme imkȃnı bulamaz. Din(İslam) ne zaman bir ‘kültür ve ahlak bilgisi’ değil de bir ‘hayat bilgisi’ şeklinde öğrenilir öğretilirse; bütün derslerin esprisini, özünü, ruhunu oluşturursa o zaman bugün yaşadığımız sorunlardan, açmazlardan, çıkmazlardan büyük ölçüde kurtulacağız, göğsümüz inşirah bulup ferahlayacağız. Emin olun.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder