Suriye Devlet Başkanı
Beşşar Esad, yarın piyasaya çıkacak Amerikan Time dergisine verdiği demeçte,
'Lütfen bu mesajı götürün: Saddam Hüseyin değilim. İşbirliği istiyorum' diye
konuştu.
[www.stargazete.com, 06/03/2005]
İnsanoğlu adı beşşar
olsun olmasın ne diye beşer olduğunu unutur, bir türlü anlamış değilim. Yine
anlayamadığım bir husus da, taa Şam valisi Muaviye bin ebu Süfyan’dan beri
arapların yaşadığı bu coğrafyada baba-oğul, aile ya da sülale saltanatı hȃlȃ ve hȃlȃ sürer, gider. Biz
daha önce de bu zevatın babasının sultasını uzun yıllar gördük, bizzat
yaşamadıksa da. Hama’da ve diğer şehirlerde onbinlerce müslümanı çoluk çocuk,
kadın erkek, genç yaşlı katledip müslümanlara karşı aslan kesilirken (sözlükte
esed aslan, esad ise çok mutlu anlamına geliyormuş), ABD’nin baskı ve
tehditleri sonucu pılıyı pırtıyı toplayıp alelacele Lübnan’dan ayrılarak
kağıttan kaplan oldukları görüldü.
Suriye’nin tek adamı
olan babası zamanında Nusayrilerden oluşan bir küçük güruhun elinde, Baas
partisi ve CIA benzeri istihbarat ve cinayet örgütü olan el-Muhaberat’ın demir
pençesinde yıllarca inim inim inletilen ve dünyaya geldiklerine pişman edilen
bir halka, yeni acılar tattırmaya babasının kaldığı yerden devam ediyor oğul.
Oğul olarak siz de kendinize (İslam’a göre) çeki düzen vermezseniz elin oğlu
(junior buş) gelir size BOP veya GOP adı altında çeki düzen (nizam-ı alem)
vermeye kalkar tabii. Hakk’a ve halkınıza (tümüne) dayanmaz; izzeti, şerefi,
gücü başka yerlerde ararsanız, nȃçar-çaresiz kalıp zalimden eman dilemeye
kalkışırsınız. İsminiz Saddam Hüseyin olmasa bile –ki olmadığını ifade ediyor,
hoş ne farkeder ki- onun gibi kullanıldıktan sonra bir köşeye fırlatılan kukla
durumuna düşmekten kurtulamazsınız.
İşin daha da vahim ve
acıklı tarafı bu dünyadaki rezil rüsvaylıktan öte, yarın tüm insanların tekrar
Baas edilecekleri (diriltilecekleri) gün, Allah’ı Kahhar (kahredici) ve
Muntakim (intikam alıcı) olarak karşınızda buluverirsiniz. Yuh olsun, yazıklar
olsun kendilerini bu coğrafyada kafirlerin, zalimlerin çiftlik kahyaları
durumuna düşürenlere.
Libya lideri Muammer Kaddafi, İtalya ziyareti sırasında
bir toplantı için gittiği La
Sapienza Üniversitesi'nde demokrasi kelimesinin Arapça
kökenli olduğunu iddia etti. Kaddafi konuşmasında "Demokrasi Arapçadan
gelir. Demok 'halk', 'rasi' ise sandalye demektir. Yani halkın sandalyeye
oturması anlamına gelir bu" dedi. [Sabah; 14/06/2009]
İslami, insani
erdemlerden biri de, kişinin ağzından çıkan sözü kulağının da duymasıdır, dönüp
bir de kendisine bakmasıdır. Tutarlılık, özü sözü bir olmak bunu gerektirir.
1969’da Kral 1. İdris’e karşı askeri darbe yapıp ülkenin yönetimine el koyan
albayımız, aradan geçen 40 yıldır ülkesini demokratik demokratik yönetmektedir
muhterem okuyucularım. Yahu merak ediyorum bu adam kral, padişah, sultan filan
olsa kaç yıl ülkenin başında olurdu acep? Demek ki önemli olan kullandığı unvan
değil, süresiz olarak, yani ölüm alıp götürünceye kadar tüm yetkileri elinde
toplamış olması yani sultaya (güce, iktidara) sahip olmasıdır. Lider,
cumhurbaşkanı, devlet başkanı filan deyince iş daha bir sevimli oluyor
herhalde.
Netekim Mısır’da da
cumhurbaşkanı (aslında firavun demek daha bir yakışırdı) Sedat’ın
öldürülmesinden sonra “Ekim. 1981’de Mısır Devlet Başkanlığına ve Ulusal Demokratik
Parti'nin liderliğine seçilen Hüsnü Mübarek, 1987, 1993, 1999 ve 2005
yıllarında yapılan muhalefetin katılımının kısıtlandığı seçimlerde arka arkaya
dört kez bu göreve seçildi” (tr.wikipedia.org). Ha seçimle, ha darbeyle, ha
babadan oğula. Ne fark eder ki? Olsa olsa Kaddafi amcamızın “İslam
ilkelerine dayanan yeşil sosyalizm”i
savunduğu yeşil kitap’taki yeşil’den, yeşillikten öteye bir mana ifade etmez. O
yıllarda moda sosyalizm idi, şimdi demokrasi. Anlaşılan Kaddafi amucamız ortama
kolayca uyum sağlamış.
Bir zamanlar faşizmin gözde ülkelerinden olan İtalya’da, ikinci dünya
emperyalistlerarası paylaşım kavgası sonrası galip gelen ve İtalya’yı işgal
eden ABD’nin isteği ve zoru ile demokrasiye geçen İtalyanlara ders vermiş.
Fakat bir üniversitede bu kadar cahil ve gülünç olunur mu? Aklım almıyor
doğrusu. Biraz olsun konuyla ilgisi olan herkesin bileceği “Demokrasi; Yunanca
dimokratia (dimos, halk zümresi, ahali
+ krati, iktidar) sözcüğünden türemiştir. Türkçeye,
Fransızca
démocratie sözcüğünden geçmiştir. (tr.wikipedia.org/ wiki/ Demokrasi)”
bilgisinden bile bihaber, yakasına resmini iliştirdiği Ömer Muhtar’dan ziyade
faşizm İtalya’sının Duçe’si Mussolini’ye daha bir benzeyen Kaddafi emicemiz.
Adama sormazlar mı
madem demokrasi arapça’dan geliyor, niye bu kadar arap ülkesi arasında bir tane
bile demokratik yönetime sahip ülke yok. Sakın halk yanlışlıkla sandalye yerine
şapa oturtulduğu için olmasın? Hani cumhuriyet dese, onu bir yere kadar
anlayacağım, fakat demokrasi ile Arapçanın ne alakası var çıkaramadım. Zira
“Cumhuriyet kelimesi Arapça kökten 18. yüzyılda Osmanlı Türkçesinde türetilmiş
bir isimdir. Arapça CMHR kökü "bir araya toplanma, topluluk
oluşturma", bu kökten türeyen cumhur ise "cemiyet, toplum,
kamu" anlamına gelir. (tr.wikipedia.org/wiki/Cumhuriyet)”.
Yine ne ilginçtir ki
Arab’a, Arapça’ya ve dolayısı ile İslam’a ait ne varsa ‘irtica, gericilik,
yobazlık’ yakıştırmasıyla muhalefet eden, Atatürkçü veya şimdilerde en geniş
anlamıyla ulusalcı olan kesim tarafından Cumhuriyet kelimesi çok sevildi, çok
sahiplenildi. Cumhuriyetle yatılıp cumhuriyetle kalkıldı. Cumhuriyet denilerek
toplumun kendileri gibi düşünmeyen, hissetmeyen kesimlerine gözdağı verildi,
hadleri bildirildi. Daha dün denilecek yakın zamanda Cumhuriyet mitingleri
yapıldı ve hatta ‘cumhuriyet için güç birliği’ diyerek de devam ettirilmeye
çalışıldı. Fakat yine ne ilginçtir ki bu kesim, 1950 sonrası tekrar iç ve dış
şartların zorlamasıyla yalan yanlış demokrasiye geçildiği dönemi bile bir türlü
–darbe sonrası kısa dönemler hariç- beğenmediler, hoşlanmadılar. Hep 1923-1950
arası dönemin hayalini kurdular. Demokrasiyi o yüzden hiç sevmediler,
ağızlarına dahi almadılar. Varsa yoksa cumhuriyet. Demokrasi onlar için
mecburen, kerhen ağızlarına almak zorunda kaldıkları bir kelime oldu.
Belki Kaddafi amcaları,
bu kelimenin de Arapçadan geldiğini keşfedince, demokrasi kelimesine de bir
paradoks olarak ısınırlar, severler sistemin sağ kanadında olanlar gibi.
Baksanıza onlar demokrasiyi yalamış, yutmuşlar. Öyle bir özümsemişler ki
demokrasinin yayılıp yaygınlaşması için çabalayan asıl sahiplerini bile
şaşırtıyorlar. Neredeyse artık İslam kelimesinin yerine demokrasiyi ikame
etmişler. Hep birlikte Abant’larda, Erbil’de, Paris’te, Washington’da
demokrasiyi İslam’la telif etmeye var güçleriyle cehd sarfediyorlar (cihad
ediyorlar). Özü tevhid olan İslam’ın içini, altını oyup insan hakları,
özgürlük, laiklik gibi demokratik kavramlarla dolduruyorlar. Belki uzun olacak
ama şu haber çok çok önemli. “Müslüman bilim
adamları, İslam
ile demokrasinin çelişmediği konusunda görüş birliğine vardı. İstanbul Conrad
Otel’de düzenlenen İslam Ülkeleri
Demokrasi Kongresi’nde konuşan İslam ülkelerinden entelektüeller,
demokratik değerlerin İslam coğrafyasında nasıl hayata geçirilebileceği
üzerinde durdu. Birleşmiş
Milletler Kalkınma Programı, Amerikan Ulusal Demokrasi
Enstitüsü ve Türk Demokrasi
Vakfı tarafından düzenlenen toplantının açılış konuşmasını Adalet Bakanı Cemil Çiçek
yaptı. Çiçek, demokrasinin İslam ülkeleri ve Müslüman toplumlar açısından
oksijen kadar gerekli olduğunu söyledi. Çiçek, Müslüman entelektüelleri,
dünyadaki antidemokratik uygulamalara karşı ortak cephe oluşturmaya çağırdı.
21. yüzyılın demokrasi, insan hakları, özgürlükler ve hukuk devleti gibi
değerlerin yüzyılı olduğuna işaret eden Çiçek, ‘Artık antidemokratik
uygulamalar döneminin bitmesi gerekiyor. Demokrasi, İslam
ülkeleri için bir oksijen kadar gereklidir. Onsuz bir yaşam düşünülemez.’ dedi.
Artık İslam’la demokrasinin bağdaşıp bağdaşmayacağı tartışmasının bir kenara
bırakılması gerektiğini vurgulayan Çiçek, ‘Büyük çoğunluğu Müslüman olan Türkiye toplumu, tercihini
demokrasiden yana yaptı. Bizim meselemiz demokratik standartları yükseltmek ve
bunu hayatın her alanına yaymaktır.’ diye konuştu. Adalet Bakanı Çiçek,
Avrupa Birliği’ne
üyelik sürecinin Türkiye’nin Cumhuriyet’ten sonraki ikinci büyük medeniyet
projesi olduğuna dikkat çekerek, bu projenin Atatürk’ün gösterdiği
hedeflerle doğru orantılı olduğunu kaydetti. Bakan Çiçek,
İslam ülkelerinde demokrasiyi temenni etmenin yetmeyeceğini, önce ülkelerdeki
iç dinamiklerin harekete geçmesi gerektiğini söyledi. Kongrede İslam ve
demokrasi ilişkisinin tartışıldığı ilk oturumu yöneten Devlet Bakanı Mehmet Aydın,
demokratik değerlerin aslında ahlaki ve etik değerler olduğuna işaret etti. Aydın, ‘Bizim kültürümüzde
ve Ortadoğu
ülkelerinin kültürel yapısında katılımcılık, hukukun üstünlüğü, şeffaflık ve
hesap verilebilirlik gibi değerler var. Önemli olan bunları hayata
geçirebilmektir’ dedi. Toplantıya Endonezya adına
katılan Halkın Temsilcileri Konseyi Üyesi Dr. İmam Addaruqutni, konuşmasında, Hz. Muhammed’in ‘Kendinizi
sever gibi kardeşinizi de seviniz.’ ifadesini örnek vererek, ‘Bu ifade
diğerlerini de kendin gibi değerli görmeye örnektir ve bunlar demokrasinin
temel değerleridir’ diye konuştu. Ürdün Beşeri Kalkınma Fonu Başkanı Prenses Basma bin Talal da, İslam dininin
hem içten hem de dıştan çarpıtıldığını söyledi. Talal, demokratik değerleri
Müslüman toplumların paylaştığına işaret etti. İslam ülkelerinde sorunlar
olduğunu; ama çarpıtmaların da yapıldığını kaydeden Talal, ‘Biz hem dinimize
hem de ortak demokratik değerlerimize sahip çıkmalıyız’ dedi. Sierra Leone
Devlet Başkanı Ahmad Tejan Kabbah, İslamiyet ve
demokrasinin birbiri ile örtüştüğüne dikkati çekti. Ülkesinin çok dinli
olmasına rağmen güçlü demokratik geleneklere bağlı olduğunu ifade eden Kabbah,
10 yıl süren çatışma döneminin ise dini nedenlerden kaynaklanmadığını özellikle
vurguladı. Farklı dinlere mensup kişilerin birbirleriyle evlendiklerini, bir
Müslüman olarak kendisinin de Hıristiyan
bir eşi olduğunu dile getiren Kabbah, ‘İslamiyet, antidemokratik olamaz. Barış,
İslam inancının en önemli nirengi noktalarındandır’ diye konuştu. İslam
Ülkeleri Demokrasi
Konferansı’na gözlemci olarak katılan ABD eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright
da konuşmaların kendisi için demokrasi ve İslam’ın nasıl şekilleneceğini görmek
açısından bir fikir oluşturduğunu ifade etti. Kongre, ilginç
katılımcıları bir araya getirdi. Afrika, Asya, Avrupa ve Ortadoğu’da
bulunan 14 ülkeden 73 delegenin yer aldığı kongre ABD, Belçika, İngiltere, Hollanda ve Kanada gibi ülkelerce
desteklendi. Kongrede, Mali Cumhuriyeti eski Cumhurbaşkanı Alpha Oumar Konare, Arnavutluk
eski Cumhurbaşkanı Dr. Recep Meydani ve ABD Ankara Büyükelçisi Erich Edelmann
da yer alıyor”. (Zaman;
14.04.2004)
Vah zavallı cumhuriyetçiler vah, 20.
yüzyılın ilk yarısındaki Türkiye ve Dünyadaki koşullarla örtüşen tek partili,
tek adamlı, içe kapanmacı, pozitivist, modernleşmeci felsefeye iman etmiş,
günümüzün ulusalcıları vah ki vah. Köprünün altından çok sular akmış, dünya
başka bir dünyaya evrilmiş, ülkede bile her şey alt-üst olmuşken eski şarkıları
söyleyip zinde güçlerden, yargıdan, şundan bundan, uçan kuştan medet umuyorlar.
ABD’nin yeni başkanı Barack Hüseyin Obama bile, “Fransız
televizyon kanalı Canal Plus'a verdiği demeçte, ''ABD ve Batı dünyası, İslam'ı
daha iyi tanımayı öğrenmelidir. ABD'deki Müslümanlar'ı sayarsak, ABD'nin
dünyanın en büyük Müslüman ülkelerinden biri olduğu görülür'' dedi. (Obama'dan 'ABD İslam ülkesi' çıkışı, www.stargazete.com, 03.06.2009) Demek ki neymiş, bir ülkenin Müslüman
ülke olması o ülkede kaç müslümanın yaşadığı ile ölçülüyormuş!. Demokrasiyle
yatıp kalkanlara, İslam’la demokrasinin kanka olduğuna iman edenlere ve
ağzından çıkan iki kelimeden biri demokrasi olan ve bütün bunlardan sonra da
kalkıp ben müslümanım diyenlere baktığımızda, Obama hiç de haksız değil. Suudi
Arabistan ya da İngiltere, Türkiye ya da ABD, Mısır ya da Fransa, Libya ya da
İtalya artık ne fark eder ki. Hepsinde kendini Müslüman diye tanımlayan
insanlar olduğuna göre hepsi de müslüman ülkelerden(!) ve hepsi de demokrasi
dediğine göre demokratik(!) ülkelerden. İşte bu cumhuri ve demokratik(!)
ülkelerden biri olan Mısır’da Kahire Üniversitesinde konuşan –hutbe veren mi
demeliydim yoksa- aynı Obama; “selamün aleyküm dedi ve ekledi, “Kuran'ın
da dediği gibi, "Rabbini bil ve her zaman doğruyu söyle". (www.haberler.com,
05.06.2009)
Obama emice kalbinden geçenleri değil de duyulmasını, bilinmesini
istedikleri şeyleri mi söylüyor Allah bilir fakat anlaşılan Başbakan RTE, bir
şeylere fena halde içerlemiş ve bu sefer doğruları söylemiş. Neler mi onlar?
Bakıverin lütfen. “AK Parti’nin belde
belediye başkanlarıyla bir araya gelen Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, partisine
AKP denilmesine fena halde içerlediğini ortaya koydu. Bunu da çok ağır bir
üslup kullanarak sergiledi. “Bu kadar açık ve
ağır söylüyorum" deyip şu sözleri ekledi; "Bizim partimizin
kısaltılmış adı AK Parti’dir, AKP değil. AKP diyenler, ne yazık ki demokratik
noktadaki etik kurallara uymadan, siyasi etiği hiçe sayarak, bunu edep dışı
söylemektedirler." (www.internethaber.com, 03.06.2009); “Bazı yazarların AK
Parti'ye "İslamcı" nitelemesi yaptığına dikkat çeken Erdoğan,
"Dinimiz İslam'a ve AK Parti'ye kimse saygısızlık yapmasın. Kimse alavere
dalavere yapmasın. Demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinin içinde
kurulmuş muhafazakȃr bir partiyiz.
İslam hiçbir partinin sıfatı olacak kadar aşağılanamaz" dedi.” (Sabah, 06.02.2009)
Kim neyi aşağılıyor, kim edep
dışı söyleme sahip, varın kararı siz verin. Bir insan daha ne söylesin, daha ne
kadar açık konuşsun? Sözüm odun gibi olsun, ama doğru olsun diyorum ve kaya
gibi sert de olsa ‘arif olan anlar’ diyorum. Gerçekten de fazla söze ne hacet,
her şey açık ve net.
NOT (Son bilgiler)
Kaddafi, hayatta kalmak için Fransa ve İtalya’ya 300
milyar dolar verdi
2007
yılında 34 yıl aradan sonra, ilk kez resmi bir ziyarette bulunan Libya lideri
Muammer Kaddafi, Paris’e içinde 30 bakire kızdan (Amazing girl) oluşan korumalarının da bulunduğu 5 uçak dolusu kişisel eşya ve 400
kişilik bir ekiple inmişti. 19’uncu yüzyıla ait Marigny Hoteli’nin
bahçesine de büyük bir çadır kurdurtan Kaddafi, misafirlerini de bu
çadırda ağırlamıştı.
Libya
Lideri Muammer Kaddafi, 18 Aralık 2010 tarihinde Tunus’da düğmeye basılacak
ARAP BAHARI öncesi kendisini koruması için Fransa ve İtalya’ya 300 milyar dolar
para verdi. 17 Şubat 2011’de ülke çapında başlayan protestolar, silahlı
çatışmalar, şehirlerin işgali ve liderliğini Fransa’nın yaptığı NATO harekatı
sırasında Fransa verdiği sözü unuttu. İtalya ise daha vefalı davranarak Libya
saldırılarında çekimser kaldı.
Kaddafi’yi, Beşar Esad ele vermiş
Libyalı eski istihbaratçı
Rami el Ubeydi, Muammer Kaddafi’nin uydu telefonu numarasını Fransız
ajanlara Esad’ın verdiğini ve devrik
liderin bu sayede bulunup 20.10.2011 tarihinde doğum yeri olan NATO saldırısı
sonucu Sirte'de bir menfezde (delikte) yaralı halde bulunarak döve döve linç
edilerek oğluyla birlikte öldürüldüğünü öne sürdü. Daily Telegraph’ın haberine
göre geçen ekimde Arap Baharı sürerken Esad, kendi üstündeki baskıyı
hafifletmek umuduyla Paris’e Kaddafi’nin özel telefon numarasını vermeye razı
oldu. Ubeydi, “Türk ve İngiliz istihbaratçılar da Kaddafi’ye tuzak planlarından
haberdardı, ama onlar saldırıda aktif rol almadı” diye konuştu. 01.10.2012, http://www.hurriyet.com.tr/planet/21601831.asp
Fransa, Libya petrollerinin yüzde 35’ini kaptı
Fransa’da yayın yapan Liberation Gazetesi, Paris’te dün toplanan
‘Libya’nın Dostları Konferansı’ öncesinde, Cumhurbaşkanı Nicolas Sarkozy’nin
başını çektiği, Libya’ya müdahale politikasının perde arkasına ilişkin bir
iddia ortaya attı. Gazete, manşetten duyurduğu haberinde Fransa’nın, muhaliflere
verdiği destek karşısında Libya brüt petrol üretiminin yüzde 35’ini işletme
hakkını kopardığını yazdı. Libya’ya müdahaleyi savunan devletler arasında en
hararetli siyasi tonu tutturan Fransa’nın, pastadan da en büyük payı alacağına
dikkat çeken Liberation, Fransa ile Ulusal Geçiş Konseyi (UGK) arasında aracı
rol oynayan Katar Emiri’ne yazılan 3 Nisan 2011 tarihli bir mektubu gün ışığına
çıkardı. Katar Emiri’ne UGK makamlarından gönderilen mektupta, “Ulusal
Konsey’in tanınması karşısında Fransa’ya vaat edilen petrol konusuna gelince;
Londra’daki zirvede Libya’nın yasal temsilcisi olarak bulunan Mahmud
kardeşimize, (Mahmud Şammam, İletişim Bakanı) Fransa’ya, desteği karşısında,
brüt petrol üretimimizin yüzde 35’ini işletme hakkını vermeyi içeren anlaşmayı
imzalaması konusunda yetki verilmiştir” deniyor. Konuya ilişkin soruları
yanıtlayan Dışişleri Bakanı Alain Juppé, böyle bir mektuptan haberi olmadığını
açıklarken, “Ama bildiğim kadarıyla muhalifler, Libya’nın yeniden inşasına en
çok destek veren ülkelere öncelik tanıyacaklarını açıklamıştı. Bu bana mantıklı
ve adil geliyor. Ayrıca yalnız da değiliz; Amerikalılar, İtalyanlar var. Hepsi
de ‘Libya’ya müdahale pahalı; ancak bu, geleceğe yatırım’ dediler. Demokratik
bir Libya bölgede istikrar, büyüme ve güvenliğin garantisi olacak” dedi. 44
milyar varil ile Afrika’nın en büyük petrol rezervine sahip olan Libya, Arap
dünyasında isyanlar başlamadan önce günde 1 milyon 600 bin varil petrol üretimi
ile dünyanın en çok petrol üreten 17. ülkesi durumundaydı. Halen İtalyan Eni,
Fransız Total, İngiliz BP, Hollandalı Shell ve Amerikan Exxon Mobil firmaları
Libya’da petrol çıkarıyor. Fransa, yüzde 35 düzeyinde bir petrol üretimi
gerçekleştirebilmek için, ülkenin bir an evvel düze çıkmasını beklemek zorunda
kalacak. Zira UGK, bu tür anlaşmaları yürürlüğe koymak için, öncelikle
Libya’nın tamamını kontrol edip, tüm kurumlarıyla göreve başlama imkanının
doğmasını beklemeyi tercih ediyor. Libyalı muhaliflerin Fransa ile petrol
anlaşması yaptığı iddiası muhaliflerce yalanlandı. Paris zirvesi öncesi basına
açıklama yapan Ulusal Geçiş Konseyi Temsilcisi Mansur Seyf el-Nasır, böyle bir
anlaşmanın söz konusu olmadığını söyledi. Fransa Dışişleri Bakanı Alain Juppe
de RTL’e yaptığı açıklamada söz konusu mektuptan “haberdar olmadığını” ancak
muhalifleri destekleyen ülkelere Libya’nın inşasında öncelik verilmesinin
“gayet mantıklı bir durum” olduğunu ileri sürdü. Ulusal Geçiş Konseyi daha önce
kendilerini destekleyenlere öncelik verileceğini duyurmuştu. https://t24.com.tr/haber/fransa-libya-petrollerinin-yuzde-35ini-kapti/166013
/ 02.09.2011
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder