19 Şubat 2015 Perşembe

‘YÜKSEK ÖKÇELER’ VE ÖZGECAN

‘Yüksek Ökçeler’, kütüphanemdeki en eski kitaplardan biri olup Ömer Seyfettin'in kitaba da ismini veren kısa hikȃyelerindendir. 1991 yılında ikinci kez okuduğum bu hikȃyeyi kısaca özetlemek gerekirse; Zengin, dul ve kısa boylu Hatice Hanım, köşkte yaşamaktadır ve temizlik, namus merakından başka bir de yüksek ökçeli iskarpin merakı vardır. Fakat sağlık sorunları sebebiyle doktoru tarafından yün terlik giymeye mecbur edilir. Ne olursa ondan sonra olur. Evindeki düzeni tıkır tıkır işlerken, birdenbire her türlü çalışanının hırsızlık, yolsuzluk, ahlȃksızlık yapmaya, yalan söylemeye başladığını fark eder. Anlar ki, aslında bundan önce de olaylar farklı değildir. Fakat Hatice Hanım'ın yüksek ökçeleri, çalışanlarını onun geldiği konusunda uyarmakta, ona yakalanmalarını engellemektedir. Bunu keşfeden Hatice Hanım, çalışanlarını kovar, lakin işe yeni aldıkları da farklı çıkmaz. Gitgide üzüntüsünden zayıflayan, sararıp solan Hatice Hanım, sonunda çareyi yüksek ökçeli iskarpinlerini tekrar giymekte bulur. ‘Gerçeği bilmeyeyim, görmemezlikten geleyim de, varsın sağlıkla ilgili şikȃyetlerim olsun, hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat ya’ diyerek teselli bulur.
Bu hikȃye beni çok etkilemiş ve düşündürmüştür. Aslına bakılırsa, çoğumuz içinde yaşadığımız ülke ve dünyanın gerçekleriyle yüzleşmekten, acı hakikatlerle karşılaşmaktan ürktüğümüz, korktuğumuz için tabir-i caizse Hatice Hanım misali yüksek ökçeli iskarpinlerimizi çıkarmadık, çıkarmıyoruz, çıkarsak da bir süre sonra tekrar giymeyi tercih ediyoruz. Arabesk (Orhancı) söylemle ‘hakikatler bizi yorduğu için hayale dalmayı yeğliyoruz’.
Sloganik, anı-günü kurtarıcı, saman alevi cinsinden tepkilerle; meseleyi aslından, esasından, kökünden, derinlemesine ele almayan ve peşini takipte kararlı ve ısrarcı olmayan duruşumuzla; benzer duygu, düşünce ve hedefi olanlarla işbirliğine gidip organize ol-a-mayan halimizle değiştirici-dönüştürücü-düzeltici etki yapamadık, yapamıyoruz. İzah edici, bahane bulucu, mazeret üretici ya da sür git eleştirmekle, sadece muhalefet yapmakla bir arpa boyu yol alamadık, alamıyoruz.
Ateş evimize düşmedikçe, sarmadıkça bütün kötülerin-kötülüklerin kendimizden ve sevdiklerimizden ırakta-uzakta olduğu zannına kapılıyoruz. Damdan düşenin halini anlamak için ille de damdan düşmek mi gerekiyor? ‘Perşembenin gelişi çarşambadan belli ise’ ilgili hususta ne yaptığımız ya da yapmadığımız düşünülmeli, tartışılmalı ve imkan dahilinde elden gelen tüm tedbirler alınmalı değil midir?
Kolaycılığa kaçıp hemen kendimizi-nefsimizi aklamak, temize çıkarmak; faturayı-hatayı-suçu-günahı-sorumluluğu hep başkalarına çıkarmak, yüklemek; en korkuncu, en iğrenci de, acıdan-trajediden-felaketten-musibetten nemalanmak, istismar etmek, siyasi rakiplerini karalama, zor duruma düşürme fırsatı olarak kullanmaktır.
Bütün bunları niye mi yazdım? Uğradığı zulüm, yalnızca ona özgü olmayan Özgecan kızımız için (kızımız diyorum, zira o artık yalnızca acılı ailesinin değil bu halkın kızı). Özgecan, dün ve bugün, bu ülkede ve dünyada ırzına, namusuna musallat olmak isteyen ve buna (aslan’ca) direndiği için de bir yaratık tarafından hunharca, vahşice, cȃnice canına kıyılan can’lardan sadece biri. Ne ilk idi ve ne yazık ki, istemesek de, dilemesek de görünen o ki sonuncu da olmayacak.
Profesör Zeynep Ayfer Aytemur’un doğru ve isabetli tespitiyle; “Sağlıkçı olmamıza rağmen, toplumun %4'lük bir popülasyonunu, antisosyal kişilik bozukluğu (psikopat & sosyopat) olan insanların oluşturduğunu ve bu insanların sessiz sedasız aramızda dolaştığını unutuyoruz sanırım. Hepsi suç makinası şeklinde kendini deşifre etmezler. Çoğu yüksek IQ'ları sayesinde işledikleri suçları gizlemeyi başarırlar. Aleni suç işleyenleri genellikle IQ'su yüksek olmayan psikopatlardır. Aramızda psikopat savcılar, gazeteciler, doktorlar, bürokratlar, CEO'lar, işadamları var. Psikiyatristleri bile kandırmayı başaran bu insanlar buldukları her fırsatta suç işlemeye devam edecekler. Bu insanlarda duygu yoktur. Yani sevmezler, acımazlar, merhamet etmezler, pişmanlık duymazlar. Onlar için birine tecavüz etmekle ya da öldürmekle, bir musluğu açık kapamak aynı şeydir. Benim asıl kaygım günümüz teknolojisinin getirdiği sosyal ilişkilerdeki bozulma ve kapitalizmin bu insan grubunun sayısında artışa neden olmasıdır.”
        Özgecan, canına kıyılan ilk kız/kadın değil demiştim. Cumhuriyet öncesini bir kenara bırakacak olursak; henüz cumhuriyetin 1. yılında daha düne kadar intihar denilip geçiştirilen/yasaklanan/unutturulan ve bugün mezar yeri dahi bilinmeyen ‘Fikriye Hanım’ın ölümünün bile cinayet olma ihtimali ancak bugün konuşulabilmektedir. (http://www.aksiyon.com.tr/dosyalar/fikriye-olduruldu_515926 / http://www.sabah.com.tr/yazarlar/ardic/2013/01/10/fikriye-nasildi)
1997 yılında İstanbul Ümraniye’de annesi ile birlikte kaçırılarak, tecavüz edilip işkence ile katledilen Serpil öğretmen hadisesini de bu ülkede günlerce gündemde kaldığı için hatırlatmak istiyorum.  O zaman da olayın fȃili dört cȃni, yargının mevzuata göre verebileceği en üst (30 ilȃ 78 yıl arası) cezalara çarptırılmışlardı (üstelik o zaman idam cezası da vardı). Fakat aradan 7 yıl geçtikten sonra hepsi de salıverilmişlerdi (en son kıyak da ‘Rahşan affı’ idi). Bir diğer örnek de 2011 yılında akrabası tarafından tecavüze uğrayıp hamile kaldığı için aile kararıyla kardeşleri tarafından sokak ortasında vurulan, sonrasında da yaralı iken hastanede öldürülen ve töre cinayetlerinin sembollerinden olan Güldünya Tören’dir. Yalnız kadınlar değil, savunmasız, günahsız ve masum (erkek) çocuklar bile bu sapıklıktan, cȃnilikten paylarını alıyorlar. 2014 yılında Kırklareli’nde tecavüz edilip domuz bağı ile öldürülen Halil İbrahim ve Kars’ta tecavüz sonrası yakılarak öldürülen Mert, bunlardan sadece ikisidir.
Daha dün denilecek kadar yakın bir zamanda, Avrupa’nın göbeğinde Bosna’da hem de planlı ve sistematik bir biçimde onbinlerce Boşnak Özgecan’a tecavüz edildi, canlarına kıyıldı. Ve hȃlȃ da Suriye, Afganistan, Irak, Doğu Türkistan, Myanmar başta olmak üzere dünyanın dört bir yanında her gün yüzlerce Özgecan’a kıyılmaya devam ediliyor.
Kadın-erkek, yaşlı-genç, çocuk-ihtiyar fark etmeden herkesin, her an ve her türlü tehlikeye maruz kalabileceği bir ortamda hiç ama hiç kimse kendini ve sevdiklerini güvende hissedemez, koruyamaz. Yalnız polisiye tedbirlerle, cezȃyi müeyyidelerle sorunu çözeceklerini sananlar elbette aldanmaya devam edeceklerdir. Köklü ve sağlıklı bir zihniyet değişikliğine, bakış açısı düzeltilmesine ihtiyacımız vardır. Hepimizin (kadınlar dahil) kadına (ve erkeğe) dişilik-erillik üzerinden değil, kişilik-insanilik düzleminde bakmayı öğrenmemiz ve içselleştirmemiz gerekiyor. Dr. Erdal Atabek’in kitabına da ismini veren tespitiyle, bu toplumda öteden beri “kışkırtılmış erkeklik, bastırılmış kadınlık” tablosuyla karşı karşıyayız. Elbette bunun çözümü veya doğrusu kadınlığın da kışkırtılması değil, her iki cinsin de normalleşmesidir. Erkek ve kadın; birbirlerinin karşıtı, alternatifi, düşmanı, rakibi değil; bir elmanın yarısı, biri diğerini bütünleyen, tamamlayan, birbirlerinin velisi(dostu, arkadaşı, kardeşi)dir.
Kızdığı, öfkelendiği birine sövgüsünü kadın üzerinden yapan; yeminini bile ‘anası, avradı’ üzerinden eden; toplumdaki kadınlara ‘ana bir, bacı iki, gayrısına çal’ anlayışıyla bakan; annelerinin bile erkeklik üzerinden diğer annelere ve kızlarına hava atıp ‘çok kızın canını yakacak, iki kızı olan birini getirsin koysun’ diye caka satan; kızları ‘eğlenilecek, evlenilecek’ diye kategorize eden; kendisi evleninceye kadar bȃkir olma-kalma konusunda hassas değilken kendi ailesindeki kızlarda ve evlilik yapmayı düşündüğü kişide bekȃret şartını arayan; kendisinde karşı cinsle her şeyi yapma hakkı görürken, kendi ailesinin kızları-kadınları için bunu uygun görmeyen; ‘öteki-diğer’ kadınlara ‘genelevde fahişe, bar-pavyon-gece kulübü-gazinoda konsomatris, sokakta telekız, televizyonda dansöz’ rolünü biçebilir, sesini çıkarmazken, ailesinin-sülalesinin hatta mahallenin bile namusu konusunda titizlenen; kapitalizmin, liberalizmin ‘güzellik yarışmaları, moda/defileler, magazin ve ‘bu tarz benim’ türü tv proğramları’ marifetiyle, medyada ve tüketim-eğlence sektöründe kadını nesne haline getirip bedeni üzerinden ciro yükseltme, kȃrı maksimize etme noktasında acımasız piyasa rekabetine kurban eden bir anlayışın toplumu getirip bıraktığı yer sözel/fiziksel taciz, tecavüz, cinsel istismar, hakaret, dayak, yaralama, işkence, öldürme ve hatta yakmaya kadar uzanabiliyor.
İşin vahim olan bir diğer yönü de başrolde genellikle erkeklerin olduğu bu tabloda, kadınların da yardımcı-kışkırtıcı-azmettirici rolde bulunabilmeleridir. Tecavüze uğrayıp zulmedildiği halde aile meclisi kararıyla ölüm hükmü verilen yörelerde işin içinde kadınlar da vardır. Kadınların namusunun pazarlandığı randevuevi-genelev patronu bir kadın olabildiği gibi, kadın satıcılığı-aracılığı yapanlar da kadın olabilmektedir.
Daha dün denilecek bir vakitte, 28 Şubat sürecinde, eğitim ve çalışma hayatında binbir türlü mağduriyetlere-mahrumiyetlere uğrayan İslamî örtünme kuralına riayet eden kızlara-kadınlara reva görülen zulümleri icra edenlerin arasında çok sayıda kadın yer almakta bir sakınca görmemiştir. Hiçbir ahlȃki, insani ve vicdani rahatsızlık duymadan, kendi hemcinslerine bazen erkeklerden bile daha acımasız davranabilmişlerdir. Hȃl böyle iken, kadınlar öteki-diğeri-başkası olarak gördükleri kadınlara her türlü zulmü revȃ görürken, erkeklere insanın bir şey demeye hȃli kalmıyor.
Üstelik toplumun makam mevki sahibi, eğitim görmüş ve kendini aydın, çağdaş, uygar olarak tanımlayan ve mangalda kül bırakmayan bu kadınların çoğu; töre cinayetleri, kadınların iş dünyasında karşılaştığı sorunlar, eğitimsizlik, ayrımcılık, kadının bedeninin-cinselliğinin-emeğinin alabildiğine sömürülmesi, aile içi şiddet ve daha çözüm bekleyen, uğraşılması gereken onlarca kronikleşmiş sorun varken, bugüne kadar nelerle uğraştıkları ve bu konularda neyi ne kadar yaptıkları/yapmadıkları tartışılmaya muhtaçtır.
Bu toplumda başta erkekler olmak üzere hepimizin, her kesimin kadınlar konusunda bir özeleştiriye, kendini gözden geçirmeye, zihniyet ve pratik noktasında ıslaha ihtiyacı vardır. Kendini Müslüman, dindar olarak tanımlayan ve bu iddiada bulunan bizlerin de bu konuda cehd etmesi elzem diye düşünüyorum. İnsanı aynı hamurdan (özden, nefs’ten) yaratan Allah; Kur’an’da kadın (Nisȃ) konusunu başlıbaşına bir sure (konu, ana madde) olarak ele alıp kadınların durum ve şartlarını en güzel, en olumlu, en medenî seviyeye eriştirmeyi öğütler, içtimai-hukuki-fıkhi düzenlemeler getirirken; Hz. Peygamber (a.s) uygulama-sünnet-pratik konusunda ‘güzel bir örnek’lik sergilerken; zamanla Kur’an tefsircilerin, fıkıhçıların, yöneticilerin ezici çoğunluğunun erkek olması sebebiyle olsa gerek, erkek bakışıyla okunmaya-yorumlanmaya-hüküm çıkarılmaya devam edil-e-bilmiştir. Hayatı boyunca hanımlarını, kızlarını, ümmetin (toplumunun) kadınlarını incitmeyen, kırmayan, fiske dahi vurmayan bir peygamber’e kadınların aleyhine tonla söz söyletilebilmiş, uydurulabilmiştir.
Kadınlar aleyhine olan-olabilecek hiçbir Kur’an yorumuna itibar etmediğimiz gibi; “Hatice’nin goncası, Aişe’nin gülü” olan, gözbebeğimiz, rol modelimiz, güzel örneğimiz Hz. Peygamber’e kadınlar aleyhine isnad edilen, uydurulan bütün rivayetleri elimizin tersi ile itebilmeliyiz. Doğru-yanlış / sevap-günah / helal-haram, kadın-erkek için aynıdır, değişmez. Eş, baba, oğul, ağabey, yani erkek olarak hangi konumdaysak, her birimiz tıpkı Hz. Peygamber gibi kızlarımıza/kadınlarımıza (ve elbette bütün kızlara/kadınlara) Allah’ın emaneti olarak en güzel bir biçimde davranmalı, emanete riayet etmeli asla hıyanet etmemeliyiz. Müslümanım diyenler bir kadının bile gözden çıkarılmasına, telef edilmesine, kötülük edilmesine asla seyirci, sessiz, kayıtsız kalamaz; hiçbir kadın çaresiz, umutsuz kalıp kaderine terk edilemez. Bu uğurda ne kadar imkȃn varsa harcanır, her türlü emek sarfedilir.
Mazluma, zalime kimlik sorulmaz. Mazlum mazlum, zalim zalimdir. Yeryüzündeki bütün insanlar istisnasız Allah’ın kullarıdır ve can, mal, ırz noktasında mȃ’sundur, korunmuşlardır. Sadece zalimlere itaat edilmez, sevgi ve saygı beslenmez ve mücadele edilir. Ta ki zulümden vazgeçip-vazgeçirtilinceye, hak ettikleri karşılık verilinceye kadar.
Özgecan olayının gündemimize girdiği günden bugüne kadar yazılı, görsel ve sosyal medyada yazılıp çizilenleri okudukça, konuşulanları dinledikçe şimdi ve gelecek adına hem ümitleniyor, hem de ümitsizliğe kapılıyorum. Ümitsizliğe kapılıyorum; içeride (hapishanede ya da psikiyatri kliniklerinde) olması gerekirken, dışarıda/aramızda/yanıbaşımızda gezen o kadar çok hasta/sakat ruhlu/zihinli insan görünümünde mahlȗk olduğunu görüyor, endişeleniyor, korkuyorum. Bu kadar büyük acı bile bu ülke insanını insani/ahlaki/vicdani noktada bir araya getiremiyorsa, ‘çok ses olsa bile tek nefes, tek yürek olamıyorsa’, ‘çek ipini gitsin’ diyesim geliyor.
Ümide kapılıyorum; düne kadar Özgecan’ın ismini bilmeyen, varlığından bile haberdar olmayan sayılamayacak sayıda sorumluluk sahibi, iyi insanlar türlü şekillerde tepkilerini dile getirdiler, duyarlılıklarını gösterdiler, ailenin acısını paylaştılar. Özgecan’ın can’ını geri iade edemeyiz, filmi en başa saramayız elbette ama bu olaydan çıkarılması gereken ne kadar ders varsa kişi, toplum ve devlet olarak çıkarabilirsek, Özgecan’ın kaybı anlam kazanır, hayra vesile olur, bu toplumda başta kadınların maruz kaldığı,  uğradığı haksızlıkları giderme konusunda bir milat (yeni bir başlangıç) olur. Elbette süreklilik arzetmek ve bir süre sonra unutup/unutulup yeni bir elim olay bu gerçeği bize tekrar hatırlatana kadar olmaması şartıyla.
Özgecan olayında (gerçek) adaletin tecelli edeceğine inanıp inanmadığımı soracak olursanız. Hayır. Zira bu ülkede ‘istiklal mahkemeleri’ eliyle hukuk cinayetleri işlenmiş, ‘takrir-i sükȗn’ kanunuyla da toplumun Kemalist/Atatürkçü olmayan kesimi yani muhalefet susturulmuştur. Adalet/yargı/hukuk alanındaki bu ahvȃl, darbe dönemlerinde daha bir katmerlenmiş, 12 Eylül sonrası Devlet Güvenlik Mahkemeleri eliyle ‘kutsal/Tanrı devlet’! korunmaya çalışılmış, 28 Şubat’ta askerin ‘darbesever’ kanadı tarafından ‘brifinglenmiş’, 17-25 Aralık sonrası ise ‘darma duman’ edilmiştir. Yakın ve orta va’dede adalet noktasında beklediğim bir şey de yok, uzun va’dede belki bir ümit olabilir. Ahirette, yani ‘en son’unda, ‘Allah’ın Huzuru’nda kurulacağına inandığım Mahkeme-i Kübra’da yani en büyük ve en adil mahkeme’de ‘zerre miktarı iyiliğin ve kötülüğün karşılığının görüleceği’, ‘her hak sahibine hakkının tastamam verileceğine’ ve Allah’ın mutlak/nihai anlamda Adil olduğuna dair inancım olmasa, çoktan kafayı yerdim, tırlatırdım, oynatırdım.
Allah’tan daha akıllı, daha bilen, daha merhametli, daha iyi hüküm veren olmadığına-olamayacağımıza göre O’nun akıl sahiplerine öğüdü olan “Kısas’ta hayat olduğunu” kendimizin ya da sevdiklerimizin başına bir fenalık-kötülük gelmeden artık anlasak ve başka mecralarda oyalanıp vakit kaybetmesek, başka “Özge’can”lara kıyılmadan, yakılmadan, yitip gitmeden. Olmaz mı?
Yazımı Özgecan ve tüm mazlumlar için, şair Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Dua’ isimli şiiri ve Karacaoğlan’a ait ‘Kız senin’ türküsünün sanatçı İsmail Altunsaray’ın yorumuyla (videoklip) noktalamak istiyorum.

“Bıçak soksan gölgeme, / Sıcacık kanım damlar. / Gir de bak bir ülkeme: / Başsız başsız adamlar... / Ağlayın, su yükselsin! / Belki kurtulur gemi. / Anne, seccaden gelsin; / Bize dua et, emi!”




1 yorum:

  1. Allah razı olsun kardeşim.
    Toplulumuzda sağduyulu insanların gerçeği görmesine bir nebze de olsa katkı sağlayacaktır inşaallah.

    YanıtlaSil