‘Yüksek Ökçeler’, kütüphanemdeki en eski kitaplardan biri olup Ömer Seyfettin'in kitaba
da ismini veren kısa hikȃyelerindendir. 1991 yılında ikinci kez okuduğum
bu hikȃyeyi kısaca özetlemek gerekirse; Zengin, dul ve kısa boylu Hatice Hanım, köşkte
yaşamaktadır ve temizlik, namus merakından başka bir de yüksek ökçeli iskarpin
merakı vardır. Fakat sağlık sorunları sebebiyle doktoru tarafından yün terlik
giymeye mecbur edilir. Ne olursa ondan sonra olur. Evindeki düzeni tıkır tıkır
işlerken, birdenbire her türlü çalışanının hırsızlık, yolsuzluk, ahlȃksızlık yapmaya, yalan söylemeye başladığını fark eder.
Anlar ki, aslında bundan önce de olaylar farklı değildir. Fakat Hatice Hanım'ın
yüksek ökçeleri, çalışanlarını onun geldiği konusunda uyarmakta, ona yakalanmalarını
engellemektedir. Bunu keşfeden Hatice Hanım, çalışanlarını kovar, lakin işe yeni
aldıkları da farklı çıkmaz. Gitgide üzüntüsünden zayıflayan, sararıp solan
Hatice Hanım, sonunda çareyi yüksek ökçeli iskarpinlerini tekrar giymekte
bulur. ‘Gerçeği bilmeyeyim, görmemezlikten geleyim de, varsın sağlıkla ilgili
şikȃyetlerim olsun, hiç olmazsa şimdi yüreğim rahat
ya’ diyerek teselli bulur.
Bu hikȃye beni çok
etkilemiş ve düşündürmüştür. Aslına bakılırsa, çoğumuz içinde yaşadığımız ülke
ve dünyanın gerçekleriyle yüzleşmekten, acı hakikatlerle karşılaşmaktan
ürktüğümüz, korktuğumuz için tabir-i caizse Hatice Hanım misali yüksek ökçeli
iskarpinlerimizi çıkarmadık, çıkarmıyoruz, çıkarsak da bir süre sonra tekrar
giymeyi tercih ediyoruz. Arabesk (Orhancı) söylemle ‘hakikatler bizi yorduğu
için hayale dalmayı yeğliyoruz’.
Sloganik, anı-günü kurtarıcı, saman alevi
cinsinden tepkilerle; meseleyi aslından, esasından, kökünden, derinlemesine ele
almayan ve peşini takipte kararlı ve ısrarcı olmayan duruşumuzla; benzer duygu,
düşünce ve hedefi olanlarla işbirliğine gidip organize ol-a-mayan halimizle
değiştirici-dönüştürücü-düzeltici etki yapamadık, yapamıyoruz. İzah edici,
bahane bulucu, mazeret üretici ya da sür git eleştirmekle, sadece muhalefet
yapmakla bir arpa boyu yol alamadık, alamıyoruz.
Ateş evimize düşmedikçe, sarmadıkça bütün
kötülerin-kötülüklerin kendimizden ve sevdiklerimizden ırakta-uzakta olduğu
zannına kapılıyoruz. Damdan düşenin halini anlamak için ille de damdan düşmek
mi gerekiyor? ‘Perşembenin gelişi çarşambadan belli ise’ ilgili hususta ne
yaptığımız ya da yapmadığımız düşünülmeli, tartışılmalı ve imkan dahilinde
elden gelen tüm tedbirler alınmalı değil midir?
Kolaycılığa kaçıp hemen kendimizi-nefsimizi
aklamak, temize çıkarmak; faturayı-hatayı-suçu-günahı-sorumluluğu hep
başkalarına çıkarmak, yüklemek; en korkuncu, en iğrenci de,
acıdan-trajediden-felaketten-musibetten nemalanmak, istismar etmek, siyasi rakiplerini
karalama, zor duruma düşürme fırsatı olarak kullanmaktır.
Bütün bunları niye mi yazdım? Uğradığı zulüm,
yalnızca ona özgü olmayan Özgecan kızımız için (kızımız diyorum, zira o artık yalnızca
acılı ailesinin değil bu halkın kızı). Özgecan, dün ve bugün, bu ülkede ve
dünyada ırzına, namusuna musallat olmak isteyen ve buna (aslan’ca) direndiği
için de bir yaratık tarafından hunharca, vahşice, cȃnice canına kıyılan can’lardan sadece biri. Ne ilk idi ve
ne yazık ki, istemesek de, dilemesek de görünen o ki sonuncu da olmayacak.
Profesör Zeynep Ayfer Aytemur’un doğru ve isabetli tespitiyle; “Sağlıkçı
olmamıza rağmen, toplumun %4'lük bir popülasyonunu, antisosyal kişilik
bozukluğu (psikopat & sosyopat) olan insanların oluşturduğunu ve bu
insanların sessiz sedasız aramızda dolaştığını unutuyoruz sanırım. Hepsi suç makinası
şeklinde kendini deşifre etmezler. Çoğu yüksek IQ'ları sayesinde işledikleri
suçları gizlemeyi başarırlar. Aleni suç işleyenleri genellikle IQ'su yüksek
olmayan psikopatlardır. Aramızda psikopat savcılar, gazeteciler, doktorlar,
bürokratlar, CEO'lar, işadamları var. Psikiyatristleri bile kandırmayı başaran
bu insanlar buldukları her fırsatta suç işlemeye devam edecekler. Bu insanlarda
duygu yoktur. Yani sevmezler, acımazlar, merhamet etmezler, pişmanlık
duymazlar. Onlar için birine tecavüz etmekle ya da öldürmekle, bir musluğu açık
kapamak aynı şeydir. Benim asıl kaygım günümüz teknolojisinin getirdiği sosyal
ilişkilerdeki bozulma ve kapitalizmin bu insan grubunun sayısında artışa neden
olmasıdır.”
Özgecan, canına kıyılan ilk kız/kadın
değil demiştim. Cumhuriyet öncesini bir kenara bırakacak olursak; henüz cumhuriyetin
1. yılında daha düne kadar intihar denilip geçiştirilen/yasaklanan/unutturulan
ve bugün mezar yeri dahi bilinmeyen ‘Fikriye Hanım’ın ölümünün bile cinayet
olma ihtimali ancak bugün konuşulabilmektedir. (http://www.aksiyon.com.tr/dosyalar/fikriye-olduruldu_515926
/ http://www.sabah.com.tr/yazarlar/ardic/2013/01/10/fikriye-nasildi)
1997 yılında İstanbul
Ümraniye’de annesi ile birlikte kaçırılarak, tecavüz edilip işkence ile
katledilen Serpil öğretmen hadisesini de bu ülkede günlerce gündemde kaldığı
için hatırlatmak istiyorum. O zaman da
olayın fȃili dört cȃni, yargının mevzuata göre verebileceği en üst (30 ilȃ 78 yıl arası) cezalara çarptırılmışlardı (üstelik o zaman idam cezası da
vardı). Fakat aradan 7 yıl geçtikten sonra hepsi de salıverilmişlerdi (en son
kıyak da ‘Rahşan affı’ idi). Bir diğer örnek de 2011 yılında akrabası tarafından tecavüze uğrayıp hamile kaldığı için aile kararıyla
kardeşleri tarafından sokak ortasında vurulan, sonrasında da yaralı iken
hastanede öldürülen ve töre
cinayetlerinin sembollerinden olan Güldünya Tören’dir.
Yalnız kadınlar değil, savunmasız, günahsız ve masum (erkek) çocuklar bile bu
sapıklıktan, cȃnilikten paylarını alıyorlar. 2014 yılında Kırklareli’nde tecavüz edilip domuz bağı ile öldürülen
Halil İbrahim ve Kars’ta tecavüz sonrası yakılarak öldürülen Mert, bunlardan sadece
ikisidir.
Daha dün denilecek kadar yakın bir zamanda, Avrupa’nın
göbeğinde Bosna’da hem de planlı ve sistematik bir biçimde onbinlerce Boşnak Özgecan’a
tecavüz edildi, canlarına kıyıldı. Ve hȃlȃ da Suriye, Afganistan, Irak, Doğu Türkistan, Myanmar başta
olmak üzere dünyanın dört bir yanında her gün yüzlerce Özgecan’a kıyılmaya
devam ediliyor.
Kadın-erkek, yaşlı-genç, çocuk-ihtiyar fark
etmeden herkesin, her an ve her türlü tehlikeye maruz kalabileceği bir ortamda
hiç ama hiç kimse kendini ve sevdiklerini güvende hissedemez, koruyamaz. Yalnız
polisiye tedbirlerle, cezȃyi müeyyidelerle sorunu çözeceklerini sananlar
elbette aldanmaya devam edeceklerdir. Köklü ve sağlıklı bir zihniyet
değişikliğine, bakış açısı düzeltilmesine ihtiyacımız vardır. Hepimizin
(kadınlar dahil) kadına (ve erkeğe) dişilik-erillik üzerinden değil, kişilik-insanilik
düzleminde bakmayı öğrenmemiz ve içselleştirmemiz gerekiyor. Dr. Erdal
Atabek’in kitabına da ismini veren tespitiyle, bu toplumda öteden beri
“kışkırtılmış erkeklik, bastırılmış kadınlık” tablosuyla karşı karşıyayız.
Elbette bunun çözümü veya doğrusu kadınlığın da kışkırtılması değil, her iki
cinsin de normalleşmesidir. Erkek ve kadın; birbirlerinin karşıtı, alternatifi,
düşmanı, rakibi değil; bir elmanın yarısı, biri diğerini bütünleyen,
tamamlayan, birbirlerinin velisi(dostu, arkadaşı, kardeşi)dir.
Kızdığı, öfkelendiği birine sövgüsünü kadın
üzerinden yapan; yeminini bile ‘anası, avradı’ üzerinden eden; toplumdaki
kadınlara ‘ana bir, bacı iki, gayrısına çal’ anlayışıyla bakan; annelerinin
bile erkeklik üzerinden diğer annelere ve kızlarına hava atıp ‘çok kızın canını
yakacak, iki kızı olan birini getirsin koysun’ diye caka satan; kızları ‘eğlenilecek,
evlenilecek’ diye kategorize eden; kendisi evleninceye kadar bȃkir olma-kalma konusunda hassas değilken kendi ailesindeki
kızlarda ve evlilik yapmayı düşündüğü kişide bekȃret şartını
arayan; kendisinde karşı cinsle her şeyi yapma hakkı görürken, kendi ailesinin kızları-kadınları
için bunu uygun görmeyen; ‘öteki-diğer’ kadınlara ‘genelevde fahişe,
bar-pavyon-gece kulübü-gazinoda konsomatris, sokakta telekız, televizyonda
dansöz’ rolünü biçebilir, sesini çıkarmazken, ailesinin-sülalesinin hatta
mahallenin bile namusu konusunda titizlenen; kapitalizmin, liberalizmin ‘güzellik
yarışmaları, moda/defileler, magazin ve ‘bu tarz benim’ türü tv proğramları’
marifetiyle, medyada ve tüketim-eğlence sektöründe kadını nesne haline getirip
bedeni üzerinden ciro yükseltme, kȃrı maksimize
etme noktasında acımasız piyasa rekabetine kurban eden bir anlayışın toplumu
getirip bıraktığı yer sözel/fiziksel taciz, tecavüz, cinsel istismar, hakaret,
dayak, yaralama, işkence, öldürme ve hatta yakmaya kadar uzanabiliyor.
İşin vahim olan bir diğer yönü de başrolde
genellikle erkeklerin olduğu bu tabloda, kadınların da
yardımcı-kışkırtıcı-azmettirici rolde bulunabilmeleridir. Tecavüze uğrayıp
zulmedildiği halde aile meclisi kararıyla ölüm hükmü verilen yörelerde işin
içinde kadınlar da vardır. Kadınların namusunun pazarlandığı randevuevi-genelev
patronu bir kadın olabildiği gibi, kadın satıcılığı-aracılığı yapanlar da kadın
olabilmektedir.
Daha dün denilecek bir vakitte, 28 Şubat
sürecinde, eğitim ve çalışma hayatında binbir türlü
mağduriyetlere-mahrumiyetlere uğrayan İslamî örtünme kuralına riayet eden
kızlara-kadınlara reva görülen zulümleri icra edenlerin arasında çok sayıda
kadın yer almakta bir sakınca görmemiştir. Hiçbir ahlȃki, insani ve vicdani rahatsızlık duymadan, kendi
hemcinslerine bazen erkeklerden bile daha acımasız davranabilmişlerdir. Hȃl böyle iken, kadınlar öteki-diğeri-başkası olarak
gördükleri kadınlara her türlü zulmü revȃ görürken,
erkeklere insanın bir şey demeye hȃli kalmıyor.
Üstelik toplumun makam mevki sahibi, eğitim
görmüş ve kendini aydın, çağdaş, uygar olarak tanımlayan ve mangalda kül
bırakmayan bu kadınların çoğu; töre cinayetleri, kadınların iş dünyasında
karşılaştığı sorunlar, eğitimsizlik, ayrımcılık, kadının
bedeninin-cinselliğinin-emeğinin alabildiğine sömürülmesi, aile içi şiddet ve
daha çözüm bekleyen, uğraşılması gereken onlarca kronikleşmiş sorun varken,
bugüne kadar nelerle uğraştıkları ve bu konularda neyi ne kadar
yaptıkları/yapmadıkları tartışılmaya muhtaçtır.
Bu toplumda başta erkekler olmak üzere hepimizin,
her kesimin kadınlar konusunda bir özeleştiriye, kendini gözden geçirmeye,
zihniyet ve pratik noktasında ıslaha ihtiyacı vardır. Kendini Müslüman, dindar
olarak tanımlayan ve bu iddiada bulunan bizlerin de bu konuda cehd etmesi elzem
diye düşünüyorum. İnsanı aynı hamurdan (özden, nefs’ten) yaratan Allah;
Kur’an’da kadın (Nisȃ) konusunu başlıbaşına bir sure (konu, ana
madde) olarak ele alıp kadınların durum ve şartlarını en güzel, en olumlu, en
medenî seviyeye eriştirmeyi öğütler, içtimai-hukuki-fıkhi düzenlemeler
getirirken; Hz. Peygamber (a.s) uygulama-sünnet-pratik konusunda ‘güzel bir örnek’lik
sergilerken; zamanla Kur’an tefsircilerin, fıkıhçıların, yöneticilerin ezici
çoğunluğunun erkek olması sebebiyle olsa gerek, erkek bakışıyla
okunmaya-yorumlanmaya-hüküm çıkarılmaya devam edil-e-bilmiştir. Hayatı boyunca
hanımlarını, kızlarını, ümmetin (toplumunun) kadınlarını incitmeyen, kırmayan,
fiske dahi vurmayan bir peygamber’e kadınların aleyhine tonla söz
söyletilebilmiş, uydurulabilmiştir.
Kadınlar aleyhine olan-olabilecek hiçbir Kur’an
yorumuna itibar etmediğimiz gibi; “Hatice’nin goncası, Aişe’nin gülü” olan,
gözbebeğimiz, rol modelimiz, güzel örneğimiz Hz. Peygamber’e kadınlar aleyhine
isnad edilen, uydurulan bütün rivayetleri elimizin tersi ile itebilmeliyiz. Doğru-yanlış
/ sevap-günah / helal-haram, kadın-erkek için aynıdır, değişmez. Eş, baba, oğul,
ağabey, yani erkek olarak hangi konumdaysak, her birimiz tıpkı Hz. Peygamber
gibi kızlarımıza/kadınlarımıza (ve elbette bütün kızlara/kadınlara) Allah’ın
emaneti olarak en güzel bir biçimde davranmalı, emanete riayet etmeli asla
hıyanet etmemeliyiz. Müslümanım diyenler bir kadının bile gözden çıkarılmasına,
telef edilmesine, kötülük edilmesine asla seyirci, sessiz, kayıtsız kalamaz;
hiçbir kadın çaresiz, umutsuz kalıp kaderine terk edilemez. Bu uğurda ne kadar
imkȃn varsa harcanır, her türlü emek sarfedilir.
Mazluma, zalime kimlik sorulmaz. Mazlum mazlum,
zalim zalimdir. Yeryüzündeki bütün insanlar istisnasız Allah’ın kullarıdır ve
can, mal, ırz noktasında mȃ’sundur, korunmuşlardır. Sadece zalimlere itaat
edilmez, sevgi ve saygı beslenmez ve mücadele edilir. Ta ki zulümden
vazgeçip-vazgeçirtilinceye, hak ettikleri karşılık verilinceye kadar.
Özgecan olayının gündemimize girdiği günden
bugüne kadar yazılı, görsel ve sosyal medyada yazılıp çizilenleri okudukça,
konuşulanları dinledikçe şimdi ve gelecek adına hem ümitleniyor, hem de
ümitsizliğe kapılıyorum. Ümitsizliğe kapılıyorum; içeride (hapishanede ya da
psikiyatri kliniklerinde) olması gerekirken, dışarıda/aramızda/yanıbaşımızda
gezen o kadar çok hasta/sakat ruhlu/zihinli insan görünümünde mahlȗk olduğunu görüyor, endişeleniyor, korkuyorum. Bu kadar
büyük acı bile bu ülke insanını insani/ahlaki/vicdani noktada bir araya
getiremiyorsa, ‘çok ses olsa bile tek nefes, tek yürek olamıyorsa’, ‘çek ipini
gitsin’ diyesim geliyor.
Ümide kapılıyorum; düne kadar Özgecan’ın ismini
bilmeyen, varlığından bile haberdar olmayan sayılamayacak sayıda sorumluluk
sahibi, iyi insanlar türlü şekillerde tepkilerini dile getirdiler, duyarlılıklarını
gösterdiler, ailenin acısını paylaştılar. Özgecan’ın can’ını geri iade edemeyiz,
filmi en başa saramayız elbette ama bu olaydan çıkarılması gereken ne kadar
ders varsa kişi, toplum ve devlet olarak çıkarabilirsek, Özgecan’ın kaybı anlam
kazanır, hayra vesile olur, bu toplumda başta kadınların maruz kaldığı, uğradığı haksızlıkları giderme konusunda bir
milat (yeni bir başlangıç) olur. Elbette süreklilik arzetmek ve bir süre sonra
unutup/unutulup yeni bir elim olay bu gerçeği bize tekrar hatırlatana kadar
olmaması şartıyla.
Özgecan olayında (gerçek) adaletin tecelli
edeceğine inanıp inanmadığımı soracak olursanız. Hayır. Zira bu ülkede ‘istiklal
mahkemeleri’ eliyle hukuk cinayetleri işlenmiş, ‘takrir-i sükȗn’ kanunuyla da toplumun Kemalist/Atatürkçü olmayan kesimi
yani muhalefet susturulmuştur. Adalet/yargı/hukuk alanındaki bu ahvȃl, darbe dönemlerinde daha bir katmerlenmiş, 12 Eylül
sonrası Devlet Güvenlik Mahkemeleri eliyle ‘kutsal/Tanrı devlet’! korunmaya
çalışılmış, 28 Şubat’ta askerin ‘darbesever’ kanadı tarafından ‘brifinglenmiş’,
17-25 Aralık sonrası ise ‘darma duman’ edilmiştir. Yakın ve orta va’dede adalet
noktasında beklediğim bir şey de yok, uzun va’dede belki bir ümit olabilir. Ahirette,
yani ‘en son’unda, ‘Allah’ın Huzuru’nda kurulacağına inandığım Mahkeme-i Kübra’da
yani en büyük ve en adil mahkeme’de ‘zerre miktarı iyiliğin ve kötülüğün
karşılığının görüleceği’, ‘her hak sahibine hakkının tastamam verileceğine’ ve
Allah’ın mutlak/nihai anlamda Adil olduğuna dair inancım olmasa, çoktan kafayı
yerdim, tırlatırdım, oynatırdım.
Allah’tan daha akıllı, daha bilen, daha
merhametli, daha iyi hüküm veren olmadığına-olamayacağımıza göre O’nun akıl
sahiplerine öğüdü olan “Kısas’ta hayat olduğunu” kendimizin ya da
sevdiklerimizin başına bir fenalık-kötülük gelmeden artık anlasak ve başka
mecralarda oyalanıp vakit kaybetmesek, başka “Özge’can”lara kıyılmadan,
yakılmadan, yitip gitmeden. Olmaz mı?
Yazımı Özgecan ve tüm mazlumlar için, şair
Necip Fazıl Kısakürek’in ‘Dua’ isimli şiiri ve Karacaoğlan’a ait ‘Kız senin’
türküsünün sanatçı İsmail Altunsaray’ın yorumuyla (videoklip) noktalamak
istiyorum.
“Bıçak soksan
gölgeme, / Sıcacık kanım damlar. / Gir de bak bir ülkeme: /
Başsız başsız adamlar... / Ağlayın, su yükselsin! / Belki kurtulur
gemi. / Anne, seccaden gelsin; / Bize dua et, emi!”
Allah razı olsun kardeşim.
YanıtlaSilToplulumuzda sağduyulu insanların gerçeği görmesine bir nebze de olsa katkı sağlayacaktır inşaallah.