Bu haftaki yazımda (sohbetimde,
hutbemde) ülkedeki sıcak gündeme sırtımı döneceğim bilerek ve isteyerek. Hem
birilerinin gündemi sürgit belirlemesine itiraz etmek, itibar etmemek hem de
Filistinli karikatür tiplemesi Hanzala gibi o nasıl siyonist işgale karşı
sırtını dönerek tavır sergiliyorsa, ben de Atatürk ilke ve inkılaplarından
ikisinin (laiklik ve milliyetçilik) ürettiği; yaklaşık otuz yılı aşkındır nice
ocağa ateş düşüren; ülkenin enerjisini, kaynaklarını büyük ölçüde tüketen; bazen
sakinleşen bazen alevlenen ama devam edip kronikleşen; iç ve dış güç
odaklarınca yönetilip yönlendirilen, istismar edilen bu meseleye bir lahza
olsun sırtımı döneceğim. Zira bu konuda söylenecek söz hem çok hem de yok. Sorunlar
sakin, tutarlı ve ilkeli bir şekilde konuşulup çözüme kavuşturulmazsa söz
susar, silahlar konuşur. Akl-ı selim ve sağduyu rafa kalkar, cinnet hali egemen
olur insanlara. Adına ister terör sorunu, ister güneydoğu sorunu, ister kürt
sorunu deyin; Türkiye’nin diğer meseleleri gibi bu mesele de İslam dünya
görüşünden uzak kalışımızın sonuçlarından biridir, bir başka deyişle hastalığın
kendisi değil belirtilerinden biridir. Bu ve diğer bütün sorunlarımızı İslam’la
yeniden buluşarak, İslam’ı bütüncül bir bakış açısıyla ele alarak, Atatürkçülük
faytonundan inip Demokrasinin dolmuşuna binmeden de çözüme kavuşturabiliriz.
Bu yazıda bir nevi fikir uçuşması
olsun istedim. Fikir uçuşması, fikirlerin durmadan çağrışımlarla birbirini
izlemesidir. Bir konudan diğerine hızlı geçişlerin olduğu, neredeyse
sürekli bir akış gösteren, bir biri ardı sıra gelen hızlı konuşma biçimidir.
Çağrışımlar arasında ilişki vardır. Aslında bir nevi psikolojik bozukluk olup
ağır psikoz ve manide görülür.
Şu yaşıma kadar bu memlekette o kadar şey gördüm, duydum ve yaşadım
ki, “oynatmaya az kaldı, doktorum nerde” dediğim zamanlar bir hayli çok oldu. Ben
de bir nevi fikir uçuşması misali, kısa kısa ve konudan konuya atlayarak gitmek
istiyorum izninizle.
‘İslam’ı üç kelimeyle tarif et’ deselerdi, ‘ölçü, denge ve ahenk’
kelimelerini kullanıp ‘her konuda ölçülü, ifrat ve tefritten kaçınıp her şeyde
dengeli ve kişinin kendisiyle, kendi dışındaki dünyayla ve yaratıcısı ile uyum
içinde olmasıdır’ derdim.
Hangi niyet ve amaçla olursa olsun, müslüman olduğunu söyleyen
biri (eğer ajan, işbirlikçi değilse) İslam’da devlet olmadığını, İslam’ın bir
siyasi, sosyal, ekonomik ve hukuki bir
düzen önermediğini söylüyorsa ya cahildir ya da bilerek veya bilmeyerek başka
dünya görüşlerinin değirmenine su taşıyor, ekmeğine yağ sürüyordur. Bunun başka
bir izahı yoktur.
Yeryüzünde adaletin ve barışın sağlanması, açların doyurulup zulüm
altında inleyenlerin yardımına koşulması, kötülüğün iyiliğe galebe çalması, İslami
bir devlet (devl: güç) olmazsa nasıl mümkün olabilir, varın siz söyleyin. Siz
bulunduğunuz coğrafyaya nizam-ı alem (çeki-düzen) vermezseniz başkaları verir,
hatta size bile.
İslam bir dindir. Hem de yeryüzündeki ilk dindir. İlk
insanın-insanların dinidir. İslam asıldır, tezdir, orjinaldir. Allah’ın seçip
beğendiği, razı olduğu dindir. Bizatihi ideoloji, dünya görüşü, yaşam tarzı,
felsefedir. Allah’ı en büyük bilme, teslim olma ve O’nun elçilerinin gösterdiği
şekilde fert ve toplum hayatına çeki-düzen vermedir. Allah’ın bütün
peygamberleri İslam’ın elçileridir. Adem’den Muhammed’i, İsa’dan Musa’yı,
Süleyman’dan İdris’i, Nuh’dan İbrahim’i ayıramazsınız. İslam başka dünya
görüşlerinin katıp karıştırılacağı, te’lif edilebileceği bir kokteyl, bir
garnitür, gereğinde kullanılabilecek, istismar edilebilecek bir koltuk değneği,
halkın onunla uyutulup uyuşturulabileceği, kullanılabileceği bir din değildir.
Laik olduktan yani işinize, düşüncenize, yaşantınıza Allah’ı
karıştırmadıktan, düşünce ve davranışlarınıza İslam’a göre şekil vermedikten
sonra hangi dine (religion anlamında) mensup olduğunuzun bir anlamı, önemi
yoktur. Zihin dünyanızı, ahlakınızı ne biçimlendiriyorsa dininiz odur. Zira
İslam olduktan sonra herhangi bir konuda Allah ve elçisine göre (İslam’a göre)
hüküm vermek, fikir sahibi olmak durumundasınızdır, serbest değilsinizdir. Yani
Allah’a yalnız O’nu tek ilah olarak tanıdığınız sözünü verip, teslim olduktan
sonra da o sözü sanki siz vermemiş gibi yapamazsınız, isyankȃr bir tutum içinde olamazsınız.
İslam’ın insana, hayata, ölüme, tarihe, dünyaya, kainȃta bakışı farklıdır. Kendisi dışındaki dünya görüşlerinden hemen
her temel konuda ayrılır. Bazı konularda benziyor görünse, benzer yanları olsa
da özü, esprisi itibariyle farklıdır. Her şeye kendi kokusunu, rengini verir. İslam,
bünyesinde bütün güzellikleri, iyilikleri, hayırları kapsar. Yeter ki
insanların akılları, onun üzerinde kafa yorsun, kafa patlatsın.
Müslüman olan ya da olmayan birini ayıran en önemli kriter,
herhangi bir şey hakkında fikir sahibi olurken, fikir serdederken Allah’ın
sözünü, elçinin pratiğini nazarı itibare almasıdır. Allah o konuda ne buyurmuş,
elçisi o konuda nasıl bir uygulamada bulunmuş, bu fevkalade önemlidir, baş tacı
edilir, şükredilir bu nimet için. Müslüman olmayan biri için (laik veya başka
dinden biri için) Allah ve elçisinin ne dediğinin, ne yaptığının bir önemi ve
esprisi yoktur, hatta olabildiğince uzak durulur (hatta Allah ve elçisinin
emrine, sözüne uyanlar türlü sıkıntılara uğratılır, cezalandırılır) ya da diğer
herhangi şeylerden biri gibidir, bağlayıcı, belirleyici değildir.
Müslüman olmayan, Allah’a teslim olmamış, diğer dünya
görüşlerinden arınmamış bir zihin, İslami (tevhidi) çözüm önerileri sunamaz. Liberal,
demokratik, sosyalist, milliyetçi, sosyal demokrat ve daha nice farklı dinden
kaynağını alan çözümler üretir, fakat İslami çözüm önerisi ortaya koyamaz ya da
koyduğunu zanneder.
Demokrasi söylendiği ve gösterilmeye çalışıldığı gibi masum bir
yöntem (halkın yöneticilerini seçmesi), farklı dünya görüşlerinin yaşama imkȃnı bulduğu, her türlü şeyin kendisiyle hallolduğu, sihirli değnek
veya formül filan değildir. Basbayağı bir ideoloji, din, dünya görüşü, hayat
tarzı, felsefedir. İslam’la bir ilgisi, ilişiği, akrabalığı yoktur. İslam’daki
şura, danışma, iştişarenin demokrasideki kavramlarla hiçbir benzerliği yoktur.
Hüseyin Barack Obama’nın ismi dışında İslam’la ilgisi ne kadarsa, İslam’ın da
demokrasiyle ilgisi o kadardır. Hüseyin ismi Filistin’in, Irak’ın,
Afganistan’ın işgalini sona erdirmiyorsa, ABD’nin sınırları dışındaki dünyayı
sömürmesine, kan ve gözyaşına boğmasına engel olmuyorsa, demokrasi de sömürüyü,
vahşeti, yağmayı, yeryüzündeki sorunları sona erdirmiyor, bilakis sorumluların
en büyükleri, bizzat kendileri demokratik olan ülkelerdir. Demokrasiye ehven-i
şer, yönetim olarak kötünün iyisi diyenler, hem kendilerini hem de dünyayı aldatıyorlar.
Alemi sersem, herkesi kör zannediyorlar. Medya ellerinde (tekellerinde) diye, sesleri
çok çıkıyor diye bu yalanlarının dolma gibi yutulacağını mı zannediyorlar?
İktidar talebi olmayan, iktidarı alınmış (iğdiş edilmiş) bir İslam
(ılımlı, hoşgörülü, diyalogcu, demokratik) oluşturmak, kitlelerin kabulünü
sağlamak için binbir çeşit oyun tezgahlanıyor, nice hocaefendi, şeyh,
siyasetçi, aydın devreye sokuluyor, nice şeytani planlar yapılıyor, akıl
havsala almaz. Adem’in iki oğlunun (Habil’le Kabil’in) mücadelesi bütün hızıyla
sürüyor emin olun, hız kesmeden de kıyamete kadar da sürecek.
İslam’dan başka bir çıkışımız, çözüm yolumuz, tutunacağımız bir
dal, bir sığınağımız yok. Bu sloganik bir ifade, bir dogma, bir reklam filan
değil. Dünya üzerindeki bütün insanları yaratılış noktasında Allah’ın kulları
olarak gören, her tür inanç sahibine zulmetmediği, başkalarının can, mal ve
ırzına tasallut etmediği sürece can, mal, ırz ve inanç noktasında kendilerini
emin, güvende hissetmelerini garanti eden başka hangi dünya görüşü var ki?
Kapitalizmin, demokrasinin, hıristiyanlığın, siyonizmin ve İslam dışı diğer
dinlerin pençesindeki dünyanın haline bir bakın, ne dediğimi göreceksiniz.
Müslümanların İslamı iktidar etmek, kendilerinin can, mal ve
ırzlarına göz koyan iç ve dış kötülük odaklarıyla mücadele etmek için stratejilerini
iyice belirlemeleri gerekmektedir. Sistem içi mücadele verenlerin nerde
durdukları, kaleyi içerden fethedelim derken tümden değişim, dönüşüm, yozlaşma,
başkalaşıma uğrayıp uğramadıklarını gözden geçirmeleri şarttır. Şeytanın soldan
yaklaşmasından ziyade sağdan yaklaşması daha tehlikeli ve bitiricidir. Sistem
dışı mücadele verenlerin de haklı ve meşru (burada meşru’dan kastım resmi
ideolojiye, otoriteye değil, İslam ilke ve prensiplerine aykırı olmama halidir)
konumdan asla uzaklaşmamaları elzemdir. Enerjik, idealist, güzel (İslami) ahlak
sahibi insanlara ihtiyacımız vardır ve her zaman da olacaktır. Bu noktada herkesin
Çağrı filmi ile birlikte 1996 yapımı Mel Gibson’un yönetip başrolünde oynadığı
“Cesur Yürek” filmini mutlaka bulup seyretmelerini, seyredenlerin de bir defa
daha seyretmelerini hararetle tavsiye ederim.
Bir devlet ve özellikle bu bir İslami devlet ise asla ve asla bir
insanını bile gözden çıkaramaz, birilerinin ve toplumun bir kesiminin
çıkarları, iktidarı veya keyfi için kurban veremez. Devletin varlık sebebi, ne
kendisi ve ne de bir kesimin değil tüm kesimlerin huzuru, refahı ve
mutluluğudur. Elindeki gücü ve imkȃnları bu amaçla kullanmakla
mükelleftir. Devlet kutsanacak, tapılacak bir varlık değil, insanlarının iki
dünya saadeti için uğraşan bir organizasyondur, yapıdır, teşekküldür.
Egemenlik (hakimiyet) ‘bila kaydu şart’ Allah’a tanınmadıkça, yalnız
O’na mahsus olmadıkça, Allah göklerin olduğu gibi yeryüzünde de tek ilah
bilinip kabul edilmedikçe, egemenliğin kime verildiğinin, kimde olduğunun bir
önemi yoktur. Ha bir insan (ölü veya diri fark etmez), ha bin insan (bir zümre,
kabile, soy sop), ha milyon insan (halk, demos) olmuş; ha ruhban sınıfı, ha
laik sınıf; ha türk, ha kürt olmuş ne fark eder, gerisi sadece fürȗattır. Önemli olan tek ve en büyük olarak Allah’ı bilmek, O’nun
sözü üstüne söz söylememek, O’nun hikmetinden sual sorulmamak, O’na boyun eğip
yüz sürmek, O’nun yoluna kurban olmak, O’nu sevip sayıp ve de itaat etmek,
O’nun koyduğu ölçülere itibar etmek, O’ndan korkup sakınmaktır.
İdeal olması istenen, ulaşmak için uğraşılan kamil noktayı temsil
eder. Bir de realite (gerçek) vardır ki o da kişi veya kişilerin içinde
bulunduğu, onu çevreleyen, kuşatan durum ve şartları tanımlar. Önemli olan bu
ikisini mümkün olduğunca bir araya getirebilmektir, buluşturabilmektir. İdeal,
deyim yerindeyse ulaşılması zor, nerdeyse imkansız zirveyi temsil eder ama
ulaşılmasa da ulaşmak için, gerçekleştirmek (realize etmek) için mümkün olan
her çaba gösterilip mutlak anlamda iktidar sahibi olan Allah’dan yardım talep
edilmelidir.
Bu dünyada ne yaparsak yapalım, her hak sahibinin hakkını
kendisine iade etmemiz mümkün değildir. Zaten ahiretin varlığının delillerinden
biri de budur. “Din günü”, bu dünyaya bir şekilde gelmiş her insanın hayır veya
şer olarak her ne yapmışsa yanına kȃr kalmayacak, her hakkı kendisine iade
edilecek, alacağı vereceği ne varsa kendisine tastamam ödenecektir. İslam bu
anlamda insanı iç huzuruna kavuşturan tek dünya görüşüdür. “Varlıkla sevinme,
yoklukla yerinme”nin gereği yoktur, zira herşey imtihan içindir ve Yaratıcı’nın
bilgisi dahilindedir. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” bu manada ele alınmalıdır.
Bu anlamda hayır da, şer de Allah’tandır, zira O dilemedikçe iyilik veya
kötülük bize erişemez, meydana gelemez. Sanıldığının aksine bu durum insanın
sorumluluğunu kaldırmaz, tam tersi daha bir sorumlu kılar.
Müslümanın dünyadaki yaşamı boyunca karşılaştığı zorluklar,
başarısızlıklar, hayal kırıklıkları, duraklamalar olabilir, fakat yoldan
çıkmadığı, azıp sapmadığı sürece zafer, başarı garantidir. Bu garantiyi veren
de Allah’tır. Galibiyetin, mükafatın ille de bu dünyada olması gerekmez. Ahiret
boyutu göz önüne alınmadan bu konuda son karar verilemez. Akibet (eninde
sonunda, bu dünyada olmazsa ahirette), zafer, başarı muttakilerindir, Allah’tan
gereği gibi korkup sakınanlarındır.
Sömürgeci ülkelerin sömürdükleri halka yaptıklarıyla, ülkelerini
kurtarıcı pozisyonda olup halkı tepeden inmeci, dayatmacı yöntemlerle
değiştirmeye çalışanların yaptıkları birebir örtüşmektedir. İkisi de halkı
nesne olarak görüp kendilerinin onların iyiliğini istediklerini iddia ederler.
Kendilerini ilerici, uygar, medeni olarak görüp kendileri gibi olmayanları
gerici, çağdışı olarak niteler, kendilerinde uygarlaştırıcı, modernleştirici
misyon vehmederler. Bunun ücreti, bedeli olarak da kendileri hep hakim
pozisyonlarda olup ülkenin zenginliklerine el koyup sefa sürerler.
İktidarlarının devamı için de askeri, hukuki tedbirleri de almayı ihmal
etmezler. Eğitim ve basın yoluyla halkı aldatmaya, ikna etmeye devam edip
iktidarlarının devamını garantiye alırlar.
Artık yeryüzünde İslam medeniyetinin kendisine ait yerini, yeniden
alma vakti gelmiştir. Bunun için öncelikle müslümanların buna inanması, başka
ideolojilerin peşinde koşmayı, ömür tüketmeyi bırakmaları gerekmektedir.
Kabilevi, ulusalcı, bölgesel mücadelelerle vakit kaybetmeyip evrensel, küresel
ölçekte hareket etmek şarttır. Aklımız başımızda olduğu sürece ‘Muhammed
Ümmeti’in her ferdi, gücü, imkȃnı nispetinde (illa vüs’aha), elinden
geleni ardına koymadan çalışmak (illa ma’sea) durumundadır, zorundadır.
Yeryüzünün yüz akı ve ümidi, tevhid konusunda duyarlı müslümanlardır. Yeter ki,
karşı karşıya bulunduğumuz sorunların farkında olup asla yeise, karamsarlığa
düşmeden ümidi hep diri, canlı tutalım. Kendimize, dünya görüşümüze, insanımıza,
Rabbimiz Allah’a güvenelim.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder