5 Haziran 2014 Perşembe

FİKİR UÇUŞMASI

Bu haftaki yazımda (sohbetimde, hutbemde) ülkedeki sıcak gündeme sırtımı döneceğim bilerek ve isteyerek. Hem birilerinin gündemi sürgit belirlemesine itiraz etmek, itibar etmemek hem de Filistinli karikatür tiplemesi Hanzala gibi o nasıl siyonist işgale karşı sırtını dönerek tavır sergiliyorsa, ben de Atatürk ilke ve inkılaplarından ikisinin (laiklik ve milliyetçilik) ürettiği; yaklaşık otuz yılı aşkındır nice ocağa ateş düşüren; ülkenin enerjisini, kaynaklarını büyük ölçüde tüketen; bazen sakinleşen bazen alevlenen ama devam edip kronikleşen; iç ve dış güç odaklarınca yönetilip yönlendirilen, istismar edilen bu meseleye bir lahza olsun sırtımı döneceğim. Zira bu konuda söylenecek söz hem çok hem de yok. Sorunlar sakin, tutarlı ve ilkeli bir şekilde konuşulup çözüme kavuşturulmazsa söz susar, silahlar konuşur. Akl-ı selim ve sağduyu rafa kalkar, cinnet hali egemen olur insanlara. Adına ister terör sorunu, ister güneydoğu sorunu, ister kürt sorunu deyin; Türkiye’nin diğer meseleleri gibi bu mesele de İslam dünya görüşünden uzak kalışımızın sonuçlarından biridir, bir başka deyişle hastalığın kendisi değil belirtilerinden biridir. Bu ve diğer bütün sorunlarımızı İslam’la yeniden buluşarak, İslam’ı bütüncül bir bakış açısıyla ele alarak, Atatürkçülük faytonundan inip Demokrasinin dolmuşuna binmeden de çözüme kavuşturabiliriz.

Bu yazıda bir nevi fikir uçuşması olsun istedim. Fikir uçuşması, fikirlerin durmadan çağrışımlarla birbirini izlemesidir. Bir konudan diğerine hızlı geçişlerin olduğu, neredeyse sürekli bir akış gösteren, bir biri ardı sıra gelen hızlı konuşma biçimidir. Çağrışımlar arasında ilişki vardır. Aslında bir nevi psikolojik bozukluk olup ağır psikoz ve manide görülür.

Şu yaşıma kadar bu memlekette o kadar şey gördüm, duydum ve yaşadım ki, “oynatmaya az kaldı, doktorum nerde” dediğim zamanlar bir hayli çok oldu. Ben de bir nevi fikir uçuşması misali, kısa kısa ve konudan konuya atlayarak gitmek istiyorum izninizle.

‘İslam’ı üç kelimeyle tarif et’ deselerdi, ‘ölçü, denge ve ahenk’ kelimelerini kullanıp ‘her konuda ölçülü, ifrat ve tefritten kaçınıp her şeyde dengeli ve kişinin kendisiyle, kendi dışındaki dünyayla ve yaratıcısı ile uyum içinde olmasıdır’ derdim.

Hangi niyet ve amaçla olursa olsun, müslüman olduğunu söyleyen biri (eğer ajan, işbirlikçi değilse) İslam’da devlet olmadığını, İslam’ın bir siyasi, sosyal,  ekonomik ve hukuki bir düzen önermediğini söylüyorsa ya cahildir ya da bilerek veya bilmeyerek başka dünya görüşlerinin değirmenine su taşıyor, ekmeğine yağ sürüyordur. Bunun başka bir izahı yoktur.

Yeryüzünde adaletin ve barışın sağlanması, açların doyurulup zulüm altında inleyenlerin yardımına koşulması, kötülüğün iyiliğe galebe çalması, İslami bir devlet (devl: güç) olmazsa nasıl mümkün olabilir, varın siz söyleyin. Siz bulunduğunuz coğrafyaya nizam-ı alem (çeki-düzen) vermezseniz başkaları verir, hatta size bile.

İslam bir dindir. Hem de yeryüzündeki ilk dindir. İlk insanın-insanların dinidir. İslam asıldır, tezdir, orjinaldir. Allah’ın seçip beğendiği, razı olduğu dindir. Bizatihi ideoloji, dünya görüşü, yaşam tarzı, felsefedir. Allah’ı en büyük bilme, teslim olma ve O’nun elçilerinin gösterdiği şekilde fert ve toplum hayatına çeki-düzen vermedir. Allah’ın bütün peygamberleri İslam’ın elçileridir. Adem’den Muhammed’i, İsa’dan Musa’yı, Süleyman’dan İdris’i, Nuh’dan İbrahim’i ayıramazsınız. İslam başka dünya görüşlerinin katıp karıştırılacağı, te’lif edilebileceği bir kokteyl, bir garnitür, gereğinde kullanılabilecek, istismar edilebilecek bir koltuk değneği, halkın onunla uyutulup uyuşturulabileceği, kullanılabileceği bir din değildir.

Laik olduktan yani işinize, düşüncenize, yaşantınıza Allah’ı karıştırmadıktan, düşünce ve davranışlarınıza İslam’a göre şekil vermedikten sonra hangi dine (religion anlamında) mensup olduğunuzun bir anlamı, önemi yoktur. Zihin dünyanızı, ahlakınızı ne biçimlendiriyorsa dininiz odur. Zira İslam olduktan sonra herhangi bir konuda Allah ve elçisine göre (İslam’a göre) hüküm vermek, fikir sahibi olmak durumundasınızdır, serbest değilsinizdir. Yani Allah’a yalnız O’nu tek ilah olarak tanıdığınız sözünü verip, teslim olduktan sonra da o sözü sanki siz vermemiş gibi yapamazsınız, isyankȃr bir tutum içinde olamazsınız.

İslam’ın insana, hayata, ölüme, tarihe, dünyaya, kainȃta bakışı farklıdır. Kendisi dışındaki dünya görüşlerinden hemen her temel konuda ayrılır. Bazı konularda benziyor görünse, benzer yanları olsa da özü, esprisi itibariyle farklıdır. Her şeye kendi kokusunu, rengini verir. İslam, bünyesinde bütün güzellikleri, iyilikleri, hayırları kapsar. Yeter ki insanların akılları, onun üzerinde kafa yorsun, kafa patlatsın.

Müslüman olan ya da olmayan birini ayıran en önemli kriter, herhangi bir şey hakkında fikir sahibi olurken, fikir serdederken Allah’ın sözünü, elçinin pratiğini nazarı itibare almasıdır. Allah o konuda ne buyurmuş, elçisi o konuda nasıl bir uygulamada bulunmuş, bu fevkalade önemlidir, baş tacı edilir, şükredilir bu nimet için. Müslüman olmayan biri için (laik veya başka dinden biri için) Allah ve elçisinin ne dediğinin, ne yaptığının bir önemi ve esprisi yoktur, hatta olabildiğince uzak durulur (hatta Allah ve elçisinin emrine, sözüne uyanlar türlü sıkıntılara uğratılır, cezalandırılır) ya da diğer herhangi şeylerden biri gibidir, bağlayıcı, belirleyici değildir.

Müslüman olmayan, Allah’a teslim olmamış, diğer dünya görüşlerinden arınmamış bir zihin, İslami (tevhidi) çözüm önerileri sunamaz. Liberal, demokratik, sosyalist, milliyetçi, sosyal demokrat ve daha nice farklı dinden kaynağını alan çözümler üretir, fakat İslami çözüm önerisi ortaya koyamaz ya da koyduğunu zanneder.

Demokrasi söylendiği ve gösterilmeye çalışıldığı gibi masum bir yöntem (halkın yöneticilerini seçmesi), farklı dünya görüşlerinin yaşama imkȃnı bulduğu, her türlü şeyin kendisiyle hallolduğu, sihirli değnek veya formül filan değildir. Basbayağı bir ideoloji, din, dünya görüşü, hayat tarzı, felsefedir. İslam’la bir ilgisi, ilişiği, akrabalığı yoktur. İslam’daki şura, danışma, iştişarenin demokrasideki kavramlarla hiçbir benzerliği yoktur. Hüseyin Barack Obama’nın ismi dışında İslam’la ilgisi ne kadarsa, İslam’ın da demokrasiyle ilgisi o kadardır. Hüseyin ismi Filistin’in, Irak’ın, Afganistan’ın işgalini sona erdirmiyorsa, ABD’nin sınırları dışındaki dünyayı sömürmesine, kan ve gözyaşına boğmasına engel olmuyorsa, demokrasi de sömürüyü, vahşeti, yağmayı, yeryüzündeki sorunları sona erdirmiyor, bilakis sorumluların en büyükleri, bizzat kendileri demokratik olan ülkelerdir. Demokrasiye ehven-i şer, yönetim olarak kötünün iyisi diyenler, hem kendilerini hem de dünyayı aldatıyorlar. Alemi sersem, herkesi kör zannediyorlar. Medya ellerinde (tekellerinde) diye, sesleri çok çıkıyor diye bu yalanlarının dolma gibi yutulacağını mı zannediyorlar?

İktidar talebi olmayan, iktidarı alınmış (iğdiş edilmiş) bir İslam (ılımlı, hoşgörülü, diyalogcu, demokratik) oluşturmak, kitlelerin kabulünü sağlamak için binbir çeşit oyun tezgahlanıyor, nice hocaefendi, şeyh, siyasetçi, aydın devreye sokuluyor, nice şeytani planlar yapılıyor, akıl havsala almaz. Adem’in iki oğlunun (Habil’le Kabil’in) mücadelesi bütün hızıyla sürüyor emin olun, hız kesmeden de kıyamete kadar da sürecek.

İslam’dan başka bir çıkışımız, çözüm yolumuz, tutunacağımız bir dal, bir sığınağımız yok. Bu sloganik bir ifade, bir dogma, bir reklam filan değil. Dünya üzerindeki bütün insanları yaratılış noktasında Allah’ın kulları olarak gören, her tür inanç sahibine zulmetmediği, başkalarının can, mal ve ırzına tasallut etmediği sürece can, mal, ırz ve inanç noktasında kendilerini emin, güvende hissetmelerini garanti eden başka hangi dünya görüşü var ki? Kapitalizmin, demokrasinin, hıristiyanlığın, siyonizmin ve İslam dışı diğer dinlerin pençesindeki dünyanın haline bir bakın, ne dediğimi göreceksiniz.

Müslümanların İslamı iktidar etmek, kendilerinin can, mal ve ırzlarına göz koyan iç ve dış kötülük odaklarıyla mücadele etmek için stratejilerini iyice belirlemeleri gerekmektedir. Sistem içi mücadele verenlerin nerde durdukları, kaleyi içerden fethedelim derken tümden değişim, dönüşüm, yozlaşma, başkalaşıma uğrayıp uğramadıklarını gözden geçirmeleri şarttır. Şeytanın soldan yaklaşmasından ziyade sağdan yaklaşması daha tehlikeli ve bitiricidir. Sistem dışı mücadele verenlerin de haklı ve meşru (burada meşru’dan kastım resmi ideolojiye, otoriteye değil, İslam ilke ve prensiplerine aykırı olmama halidir) konumdan asla uzaklaşmamaları elzemdir. Enerjik, idealist, güzel (İslami) ahlak sahibi insanlara ihtiyacımız vardır ve her zaman da olacaktır. Bu noktada herkesin Çağrı filmi ile birlikte 1996 yapımı Mel Gibson’un yönetip başrolünde oynadığı “Cesur Yürek” filmini mutlaka bulup seyretmelerini, seyredenlerin de bir defa daha seyretmelerini hararetle tavsiye ederim.

Bir devlet ve özellikle bu bir İslami devlet ise asla ve asla bir insanını bile gözden çıkaramaz, birilerinin ve toplumun bir kesiminin çıkarları, iktidarı veya keyfi için kurban veremez. Devletin varlık sebebi, ne kendisi ve ne de bir kesimin değil tüm kesimlerin huzuru, refahı ve mutluluğudur. Elindeki gücü ve imkȃnları bu amaçla kullanmakla mükelleftir. Devlet kutsanacak, tapılacak bir varlık değil, insanlarının iki dünya saadeti için uğraşan bir organizasyondur, yapıdır, teşekküldür.

Egemenlik (hakimiyet) ‘bila kaydu şart’ Allah’a tanınmadıkça, yalnız O’na mahsus olmadıkça, Allah göklerin olduğu gibi yeryüzünde de tek ilah bilinip kabul edilmedikçe, egemenliğin kime verildiğinin, kimde olduğunun bir önemi yoktur. Ha bir insan (ölü veya diri fark etmez), ha bin insan (bir zümre, kabile, soy sop), ha milyon insan (halk, demos) olmuş; ha ruhban sınıfı, ha laik sınıf; ha türk, ha kürt olmuş ne fark eder, gerisi sadece fürȗattır. Önemli olan tek ve en büyük olarak Allah’ı bilmek, O’nun sözü üstüne söz söylememek, O’nun hikmetinden sual sorulmamak, O’na boyun eğip yüz sürmek, O’nun yoluna kurban olmak, O’nu sevip sayıp ve de itaat etmek, O’nun koyduğu ölçülere itibar etmek, O’ndan korkup sakınmaktır.

İdeal olması istenen, ulaşmak için uğraşılan kamil noktayı temsil eder. Bir de realite (gerçek) vardır ki o da kişi veya kişilerin içinde bulunduğu, onu çevreleyen, kuşatan durum ve şartları tanımlar. Önemli olan bu ikisini mümkün olduğunca bir araya getirebilmektir, buluşturabilmektir. İdeal, deyim yerindeyse ulaşılması zor, nerdeyse imkansız zirveyi temsil eder ama ulaşılmasa da ulaşmak için, gerçekleştirmek (realize etmek) için mümkün olan her çaba gösterilip mutlak anlamda iktidar sahibi olan Allah’dan yardım talep edilmelidir.

Bu dünyada ne yaparsak yapalım, her hak sahibinin hakkını kendisine iade etmemiz mümkün değildir. Zaten ahiretin varlığının delillerinden biri de budur. “Din günü”, bu dünyaya bir şekilde gelmiş her insanın hayır veya şer olarak her ne yapmışsa yanına kȃr kalmayacak, her hakkı kendisine iade edilecek, alacağı vereceği ne varsa kendisine tastamam ödenecektir. İslam bu anlamda insanı iç huzuruna kavuşturan tek dünya görüşüdür. “Varlıkla sevinme, yoklukla yerinme”nin gereği yoktur, zira herşey imtihan içindir ve Yaratıcı’nın bilgisi dahilindedir. “Kahrın da hoş, lütfun da hoş” bu manada ele alınmalıdır. Bu anlamda hayır da, şer de Allah’tandır, zira O dilemedikçe iyilik veya kötülük bize erişemez, meydana gelemez. Sanıldığının aksine bu durum insanın sorumluluğunu kaldırmaz, tam tersi daha bir sorumlu kılar.

Müslümanın dünyadaki yaşamı boyunca karşılaştığı zorluklar, başarısızlıklar, hayal kırıklıkları, duraklamalar olabilir, fakat yoldan çıkmadığı, azıp sapmadığı sürece zafer, başarı garantidir. Bu garantiyi veren de Allah’tır. Galibiyetin, mükafatın ille de bu dünyada olması gerekmez. Ahiret boyutu göz önüne alınmadan bu konuda son karar verilemez. Akibet (eninde sonunda, bu dünyada olmazsa ahirette), zafer, başarı muttakilerindir, Allah’tan gereği gibi korkup sakınanlarındır.

Sömürgeci ülkelerin sömürdükleri halka yaptıklarıyla, ülkelerini kurtarıcı pozisyonda olup halkı tepeden inmeci, dayatmacı yöntemlerle değiştirmeye çalışanların yaptıkları birebir örtüşmektedir. İkisi de halkı nesne olarak görüp kendilerinin onların iyiliğini istediklerini iddia ederler. Kendilerini ilerici, uygar, medeni olarak görüp kendileri gibi olmayanları gerici, çağdışı olarak niteler, kendilerinde uygarlaştırıcı, modernleştirici misyon vehmederler. Bunun ücreti, bedeli olarak da kendileri hep hakim pozisyonlarda olup ülkenin zenginliklerine el koyup sefa sürerler. İktidarlarının devamı için de askeri, hukuki tedbirleri de almayı ihmal etmezler. Eğitim ve basın yoluyla halkı aldatmaya, ikna etmeye devam edip iktidarlarının devamını garantiye alırlar.


Artık yeryüzünde İslam medeniyetinin kendisine ait yerini, yeniden alma vakti gelmiştir. Bunun için öncelikle müslümanların buna inanması, başka ideolojilerin peşinde koşmayı, ömür tüketmeyi bırakmaları gerekmektedir. Kabilevi, ulusalcı, bölgesel mücadelelerle vakit kaybetmeyip evrensel, küresel ölçekte hareket etmek şarttır. Aklımız başımızda olduğu sürece ‘Muhammed Ümmeti’in her ferdi, gücü, imkȃnı nispetinde (illa vüs’aha), elinden geleni ardına koymadan çalışmak (illa ma’sea) durumundadır, zorundadır. Yeryüzünün yüz akı ve ümidi, tevhid konusunda duyarlı müslümanlardır. Yeter ki, karşı karşıya bulunduğumuz sorunların farkında olup asla yeise, karamsarlığa düşmeden ümidi hep diri, canlı tutalım. Kendimize, dünya görüşümüze, insanımıza, Rabbimiz Allah’a güvenelim.


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder