12 Haziran 2014 Perşembe

YAŞADIĞIM TOPLUMA DAİR

Adına Türkiye ya da Anadolu denilen coğrafyada neredeyse yarım asra yakındır ömür sürdüm. Memleketin her karış toprağını değilse de büyük bir kısmını gezdim. Sevdiğim şeylerden biri de insanları gözlemlemek, davranışlarını, tutumlarını tahlil etmeye çalışmaktır. Çevremdeki insanlara, yaşadığım topluma dair tespitlerimi birçok vesileyle tanıdığım insanlarla paylaştım. Bütün bu saptamaların küçük bir kısmını sizlerle paylaşmak istiyorum.

Dünyaya bir şekilde gözlerini açan ve iyi kötü bir şeyleri anlamaya, anlamlandırmaya, fark etmeye çalışan her insan gibi ben de ailemin, akrabalarımın, çevremin ve toplumun değer yargılarının etkisi altında büyüdüm, fikir sahibi oldum. Zamanla bana aktarılanlarla yetinmeyip kendime ait doğrularım, kanaatlerim oluştu, olgunlaştı.

İçinde yaşadığımız toplum diğer doğu toplumları gibi daha çok duygusal yönü ağır basan ve hüzne yakın bir toplum. Yazılı kültürden ziyade sözlü kültüre daha yatkın, şimdilerde ise büyülü camlar (tv, bilgisayar, cep telefonu, vb)’ın etkisiyle görsel ağırlıklı bir bilgilenme revaçta. Herhangi bir kişi veya konu hakkında esaslı, yeterli bir fikre sahip olmak yerine yüzeysel bilgilerle, dedikodu kabilinden rivayetlerle, söylentilerle kanaat sahibi olma yoluna gidiyoruz. Meselenin özüne, künhüne vakıf olmak için emek sarf etmeye, zahmet etmeye çoğu zaman gerek bile duymuyoruz.

Bir veya birkaç konuda etraflıca ve derinlemesine bilgi sahibi olma yerine her konuda bir parça bir şeyler bilen, hayata dair her konuda bilsin bilmesin, anlasın anlamasın bir şeyler söyleme lüzumu hisseden bir tavır hȃkim insanımızda. Eğitim sistemi de bundan farklı olmayıp bu sakat tavrı iyice pekiştirip içinden çıkılmaz hale getiriyor.

1920’lerde yüzlerce yıllık bir imparatorluktan arta kalmış topraklarda, savaş yorgunu bir halkın dörtte üçünden fazlası köylerde yaşarken bugün tam tersi daha fazlası şehirlerde yaşıyor. Dün köyünde, kasabasında bırakın dünyayı, kendi ülkesinde olup bitenlerden bile habersiz olan insanlar, iletişim ve ulaşım imkȃnlarının artmasıyla bugün isterse an be an (facebook, twitter, vb) gelişmelerden haberdar ve hatta müdȃhil olabiliyor. Fakat aynı zamanda sosyal medyanın da yardımıyla bilgi, haber bombardımanı altında enformasyon cehaletine dahi dȗçar olma ihtimali mevcut. Elbette bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz, fakat günümüz toplumunda malumat sahibi mebzȗl miktarda insan olmasına rağmen, temel konularda fikir sahibi olmuş, olabilmiş insan sayısı da ne yazık ki o kadar fazla değil. Kişiliği, kimliği netleşmiş; olaylar karşısında tavır geliştirebilen, muhakeme ve mukayese yapabilen insan sayısı da geçmişe göre hayli artmasına rağmen, hȃlȃ istenen düzeyde değil.

Şehirlerin büyümesi ve kapitalist dünyaya uyum, entegrasyon süreci bütün hızıyla devam ettiği için, toplum geleneksel değerlerinden hızla uzaklaşıp dönüşüme, değişime uğruyor. Buna paralel, toplum yerine birey ön plana çıkıyor, mütemadiyen ferdin sorumluluklarından ziyade hak ve özgürlüklerine vurgu yapılıyor. Sonuçta yavaş yavaş bırakın çekirdek cinsinden bile olsa aile olmayı, evlilik bile bir yük, bir angarya halini alabiliyor. Stüdyo dairelerde, rezidanslarda yalnız yaşayan, özgür kadın ve erkekler çoğalıyor. Ve işin ilginci, kimse kimseye hesap vermeden, kimseyi umursamadan özgürlüklerinin(!) tadını çıkaran bu insanlar, bir şekilde sıkıntıya düştüklerinde, yardıma muhtaç hale geldiklerinde komşularının, toplumun diğer fertlerinin ilgisizliğinden, umursamazlığından yakınabiliyorlar. Sanki daha dün ‘mahalle baskısı’ndan yakınan, diğer insanların kınama ve baskısından azade olmak için çırpınan kendileri değilmiş gibi. Böyle bir çelişki ve garabet ancak bu tür yaşam tarzına sahip insanların bir bedel ödemeden, topluma karşı görevlerini yerine getirmeden, batılı gibi yaşayıp doğulu gibi ilgi beklemeye kalkmalarıyla izah edilebilir. Bu da bir tür ‘garp kurnazlığı’ olsa gerek.

Zaman zaman gazetelerin 3. sayfa haberlerine bakınca insanın kanı donuyor, şok oluyor, dehşete düşüyor. Gördüklerinize ve duyduklarınıza inanamıyorsunuz. Öyle akla hayale gelmedik cinayet, hırsızlık, tecavüz, dolandırıcılık haberleriyle karşılaşıyorsunuz ki, bu toplumun içinde yaşamaktan korkar, çekinir hale geliyorsunuz. Herkese ve her şeye şüpheyle bakıp tedirgin oluyorsunuz. Korku filmlerini aratmayan, ‘böyle şeyler bizde olmaz, ancak dünyanın başka yerlerindeki toplumlarda olur’ diyeceğiniz türden, bırakın müslüman olmayı insanı, insanlığından utandıran vak’aları duyduğunuzda değil daha medeni olmayı, ilkel, barbar ve vahşi bir toplumun arasında olduğunuzu hissediyorsunuz. Kahramanlık, yardımseverlik, hayırseverlik, konukseverlik, fedakȃrlık, iffet abidesi örneklerle, anlatımlarla büyüyen bizler, şaşkınlıktan küçük dilimizi yutuyoruz. Kapitalistleştikçe, demokratikleştikçe, laikleştikçe, dünyevileştikçe, sekülerleştikçe sanki bizi biz yapan, İslam’dan kaynaklanan değerlerimizi yitiriyoruz; çıkarcı, bencil, gaddar insanlar haline geliyoruz.

Toplumdaki cinsel nitelikli ahlaksızlıklara bakınca hayret etmekten kendimi alamıyorum. Bu toplum susuzluğundan mı yayılamadı, fırsat bulamadığından mı bu tür fahşa şeyleri yap-a-madı diye düşünüyorum. Daha muhafazakar ve gelenekçi diye bilinen ülkenin doğusunda bile insanı dehşete düşüren vak’alarla karşılaşıyoruz. Bunlar arttı ya da hep vardı da biz mi duymadık, ‘yüksek ökçeler’imizi çıkardık da artık daha önce varlığından haberdar olmadığımız şeylere mi şahit oluyoruz? Mesela bir ‘nataşa rüzgarı’ Karadeniz’i hallaç pamuğu gibi atıverdi. Yalnız orasını mı, daha birçok yeri, kesimi, kişiyi sürükledi, savurup fırlattı rezilliğin derinliklerine.

Kapitalizmin hedef tahtasında özellikle üç kesim vardır. Çocuklar, gençler ve kadınlar. Çocuklar ve gençler konusunda iyimser ya da kötümser olmak için herkesin birçok sebebi olabilir. Fakat özellikle toplumun erkekler söz konusu olduğunda ahlaki konulardaki toleransı, eşitsizliği kadınlar lehine bozuldu. Fakat bu sefer de toplumun yarısını teşkil edenler kadınlar ağırlıklı olarak toplumu yapıcı, ıslah edici yönde değil de daha çok ifsad edici, bozucu yönde bir rol oynamaya başladı ne yazık ki.

Bu toplumda yaşayan insanlar empati yapma konusunda istekli ve gayretkeş değiller. Devlet gücünü elinde tutan ve çoğunluğu oluşturan türkler, kürtlerin yerine kendilerini koyup anlamaya yanaşmıyor. Aynı şekilde erkekler kadınları, yaşlılar gençleri, devletli kesim halkı, vs. Bir sağırlar diyaloğu, bir ‘güç bende, istediğimi yaparım’ anlayışı gırla gidiyor. İlkesel, ahlaki hareket etmeyenler, günün birinde her şeyin alt üst olabileceğini, konumların değişebileceğini düşünmek bile istemiyorlar.

Fakirinden zenginine, aliminden cahiline, sanatçısından zenaatçısına, devletlisinden sokaktaki insanına kadar herkesin ağzında bir Batı sakızı. Bu Batı kȃh ABD, kȃh AB, kȃh İsveç, kȃh başka bir ülke oluyor. Ülkeye korku salmak için de bir dönem SSCB, Çin, Küba, Arnavutluk, Suriye filan ya da Malezya, Tunus, Suudi Arabistan, İran filan sunulurdu. Kendi sahip olduğu değerlerin ve imkȃnların farkına varmayan, varamayan, doğruyu, güzeli hep dışarıda aramaya şartlanmış öykünmeci, taklitçi kafa yapısına yakışan da buydu zaten. Tuhaf ve acı olan devletin tek tip insan tipolojisi için uğraştığı bunca yıl sonra insanımızın da bu şartlanmaya prim vermesi. “Biz adam olmayız, yönümüzü, yüzümüzü Batı’ya, güçlü olana çevirmeliyiz, ne varsa onlarda var” türünden bir anlayışın izlerinin konuşmalarda ve yorumlarda olması insanımız adına hüzün verici.

Yurtdışında yaşayan insanımızın, yaşadıkları yerlerde kurallara riayet ederken sınırdan içeri girdikten sonra bambaşka biri oluvermesini izah etmek de gerçekten zor. Oralarda tutunabilmek için ve cezai müeyyidelerden dolayı kurallara uyan kimseler burada kuralları rahatlıkla çiğner hale gelebiliyor.


Son ve can alıcı bir tespitim de şu. İnsanımız bir yanlışı, kötülüğü eleştirdiğinde kendisinin o şeyle ilgisinin olup olmadığına, dolaylı ya da dolaysız bir payının olup olmadığına bir bakmıyor. Dünya görüşü heterojen olduğundan davranışları da bir ahenge sahip değil. Tedavi noktasında yapabileceklerinin sınırlarını zorlamıyor, istikrarlı ve ısrarcı davranmıyor. Benim yapabileceğim bir şey var mı diye bir zahmetin, uğraşının içine girmiyor. Sadece konuşuyor, kendini ve mensup olduğu çevreyi haklı çıkartmaya yönelik izahlar getirmeye, mazeret üretmeye çalışıyor. Ezici çoğunluk sorunun nedenini, temelini, esasını kavramaya çalışıp samimi ve özverili bir biçimde çözüm arama gayretine girmeden kendi dışındakilerde, karşısındakilerde arıyor, sorumluluğu onlara yükleyiveriyor. Başkalarını anlamaya ve meselelere bir de onların penceresinden bakmaya çalışmayan; ayağı yere basan, gerçekçi ve uygulanabilir çözüm üret-e-meyenler, sadece konuşmuş, yazmış olmaktan öteye geçmiyor. Biraraya gelip asgari müştereklerde buluşamıyoruz, akıllı ve sükȗnet içinde kalıcı, esaslı çözümler üzerinde kafa yormuyoruz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder