Adına Türkiye ya da Anadolu denilen coğrafyada neredeyse yarım
asra yakındır ömür sürdüm. Memleketin her karış toprağını değilse de büyük bir
kısmını gezdim. Sevdiğim şeylerden biri de insanları gözlemlemek,
davranışlarını, tutumlarını tahlil etmeye çalışmaktır. Çevremdeki insanlara,
yaşadığım topluma dair tespitlerimi birçok vesileyle tanıdığım insanlarla
paylaştım. Bütün bu saptamaların küçük bir kısmını sizlerle paylaşmak
istiyorum.
Dünyaya bir şekilde gözlerini açan ve iyi kötü bir şeyleri
anlamaya, anlamlandırmaya, fark etmeye çalışan her insan gibi ben de ailemin,
akrabalarımın, çevremin ve toplumun değer yargılarının etkisi altında büyüdüm,
fikir sahibi oldum. Zamanla bana aktarılanlarla yetinmeyip kendime ait
doğrularım, kanaatlerim oluştu, olgunlaştı.
İçinde yaşadığımız toplum diğer doğu toplumları gibi daha çok
duygusal yönü ağır basan ve hüzne yakın bir toplum. Yazılı kültürden ziyade
sözlü kültüre daha yatkın, şimdilerde ise büyülü camlar (tv, bilgisayar, cep
telefonu, vb)’ın etkisiyle görsel ağırlıklı bir bilgilenme revaçta. Herhangi
bir kişi veya konu hakkında esaslı, yeterli bir fikre sahip olmak yerine yüzeysel
bilgilerle, dedikodu kabilinden rivayetlerle, söylentilerle kanaat sahibi olma
yoluna gidiyoruz. Meselenin özüne, künhüne vakıf olmak için emek sarf etmeye,
zahmet etmeye çoğu zaman gerek bile duymuyoruz.
Bir veya birkaç konuda etraflıca ve derinlemesine bilgi sahibi
olma yerine her konuda bir parça bir şeyler bilen, hayata dair her konuda
bilsin bilmesin, anlasın anlamasın bir şeyler söyleme lüzumu hisseden bir tavır
hȃkim insanımızda. Eğitim
sistemi de bundan farklı olmayıp bu sakat tavrı iyice pekiştirip içinden
çıkılmaz hale getiriyor.
1920’lerde yüzlerce yıllık bir imparatorluktan arta kalmış
topraklarda, savaş yorgunu bir halkın dörtte üçünden fazlası köylerde yaşarken
bugün tam tersi daha fazlası şehirlerde yaşıyor. Dün köyünde, kasabasında
bırakın dünyayı, kendi ülkesinde olup bitenlerden bile habersiz olan insanlar,
iletişim ve ulaşım imkȃnlarının artmasıyla bugün isterse an be an (facebook, twitter, vb)
gelişmelerden haberdar ve hatta müdȃhil olabiliyor. Fakat aynı zamanda sosyal medyanın da yardımıyla
bilgi, haber bombardımanı altında enformasyon cehaletine dahi dȗçar olma ihtimali
mevcut. Elbette bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz, fakat günümüz
toplumunda malumat sahibi mebzȗl miktarda insan olmasına rağmen, temel konularda fikir sahibi
olmuş, olabilmiş insan sayısı da ne yazık ki o kadar fazla değil. Kişiliği,
kimliği netleşmiş; olaylar karşısında tavır geliştirebilen, muhakeme ve
mukayese yapabilen insan sayısı da geçmişe göre hayli artmasına rağmen, hȃlȃ istenen düzeyde değil.
Şehirlerin büyümesi ve kapitalist dünyaya uyum, entegrasyon süreci
bütün hızıyla devam ettiği için, toplum geleneksel değerlerinden hızla
uzaklaşıp dönüşüme, değişime uğruyor. Buna paralel, toplum yerine birey ön
plana çıkıyor, mütemadiyen ferdin sorumluluklarından ziyade hak ve
özgürlüklerine vurgu yapılıyor. Sonuçta yavaş yavaş bırakın çekirdek cinsinden
bile olsa aile olmayı, evlilik bile bir yük, bir angarya halini alabiliyor.
Stüdyo dairelerde, rezidanslarda yalnız yaşayan, özgür kadın ve erkekler
çoğalıyor. Ve işin ilginci, kimse kimseye hesap vermeden, kimseyi umursamadan
özgürlüklerinin(!) tadını çıkaran bu insanlar, bir şekilde sıkıntıya
düştüklerinde, yardıma muhtaç hale geldiklerinde komşularının, toplumun diğer
fertlerinin ilgisizliğinden, umursamazlığından yakınabiliyorlar. Sanki daha dün
‘mahalle baskısı’ndan yakınan, diğer insanların kınama ve baskısından azade
olmak için çırpınan kendileri değilmiş gibi. Böyle bir çelişki ve garabet ancak
bu tür yaşam tarzına sahip insanların bir bedel ödemeden, topluma karşı
görevlerini yerine getirmeden, batılı gibi yaşayıp doğulu gibi ilgi beklemeye kalkmalarıyla
izah edilebilir. Bu da bir tür ‘garp kurnazlığı’ olsa gerek.
Zaman zaman gazetelerin 3. sayfa haberlerine bakınca insanın kanı
donuyor, şok oluyor, dehşete düşüyor. Gördüklerinize ve duyduklarınıza
inanamıyorsunuz. Öyle akla hayale gelmedik cinayet, hırsızlık, tecavüz,
dolandırıcılık haberleriyle karşılaşıyorsunuz ki, bu toplumun içinde yaşamaktan
korkar, çekinir hale geliyorsunuz. Herkese ve her şeye şüpheyle bakıp tedirgin
oluyorsunuz. Korku filmlerini aratmayan, ‘böyle şeyler bizde olmaz, ancak
dünyanın başka yerlerindeki toplumlarda olur’ diyeceğiniz türden, bırakın
müslüman olmayı insanı, insanlığından utandıran vak’aları duyduğunuzda değil
daha medeni olmayı, ilkel, barbar ve vahşi bir toplumun arasında olduğunuzu
hissediyorsunuz. Kahramanlık, yardımseverlik, hayırseverlik, konukseverlik,
fedakȃrlık, iffet abidesi
örneklerle, anlatımlarla büyüyen bizler, şaşkınlıktan küçük dilimizi yutuyoruz.
Kapitalistleştikçe, demokratikleştikçe, laikleştikçe, dünyevileştikçe,
sekülerleştikçe sanki bizi biz yapan, İslam’dan kaynaklanan değerlerimizi
yitiriyoruz; çıkarcı, bencil, gaddar insanlar haline geliyoruz.
Toplumdaki cinsel nitelikli ahlaksızlıklara bakınca hayret etmekten
kendimi alamıyorum. Bu toplum susuzluğundan mı yayılamadı, fırsat bulamadığından
mı bu tür fahşa şeyleri yap-a-madı diye düşünüyorum. Daha muhafazakar ve
gelenekçi diye bilinen ülkenin doğusunda bile insanı dehşete düşüren vak’alarla
karşılaşıyoruz. Bunlar arttı ya da hep vardı da biz mi duymadık, ‘yüksek
ökçeler’imizi çıkardık da artık daha önce varlığından haberdar olmadığımız
şeylere mi şahit oluyoruz? Mesela bir ‘nataşa rüzgarı’ Karadeniz’i hallaç
pamuğu gibi atıverdi. Yalnız orasını mı, daha birçok yeri, kesimi, kişiyi
sürükledi, savurup fırlattı rezilliğin derinliklerine.
Kapitalizmin hedef tahtasında özellikle üç kesim vardır. Çocuklar,
gençler ve kadınlar. Çocuklar ve gençler konusunda iyimser ya da kötümser olmak
için herkesin birçok sebebi olabilir. Fakat özellikle toplumun erkekler söz
konusu olduğunda ahlaki konulardaki toleransı, eşitsizliği kadınlar lehine
bozuldu. Fakat bu sefer de toplumun yarısını teşkil edenler kadınlar ağırlıklı
olarak toplumu yapıcı, ıslah edici yönde değil de daha çok ifsad edici, bozucu
yönde bir rol oynamaya başladı ne yazık ki.
Bu toplumda yaşayan insanlar empati yapma konusunda istekli ve
gayretkeş değiller. Devlet gücünü elinde tutan ve çoğunluğu oluşturan türkler,
kürtlerin yerine kendilerini koyup anlamaya yanaşmıyor. Aynı şekilde erkekler
kadınları, yaşlılar gençleri, devletli kesim halkı, vs. Bir sağırlar diyaloğu,
bir ‘güç bende, istediğimi yaparım’ anlayışı gırla gidiyor. İlkesel, ahlaki
hareket etmeyenler, günün birinde her şeyin alt üst olabileceğini, konumların
değişebileceğini düşünmek bile istemiyorlar.
Fakirinden zenginine, aliminden cahiline, sanatçısından
zenaatçısına, devletlisinden sokaktaki insanına kadar herkesin ağzında bir Batı
sakızı. Bu Batı kȃh ABD, kȃh AB, kȃh İsveç, kȃh başka bir ülke oluyor. Ülkeye korku salmak için de bir dönem
SSCB, Çin, Küba, Arnavutluk, Suriye filan ya da Malezya, Tunus, Suudi
Arabistan, İran filan sunulurdu. Kendi sahip olduğu değerlerin ve imkȃnların farkına varmayan,
varamayan, doğruyu, güzeli hep dışarıda aramaya şartlanmış öykünmeci, taklitçi
kafa yapısına yakışan da buydu zaten. Tuhaf ve acı olan devletin tek tip insan
tipolojisi için uğraştığı bunca yıl sonra insanımızın da bu şartlanmaya prim
vermesi. “Biz adam olmayız, yönümüzü, yüzümüzü Batı’ya, güçlü olana
çevirmeliyiz, ne varsa onlarda var” türünden bir anlayışın izlerinin konuşmalarda
ve yorumlarda olması insanımız adına hüzün verici.
Yurtdışında yaşayan insanımızın, yaşadıkları yerlerde kurallara
riayet ederken sınırdan içeri girdikten sonra bambaşka biri oluvermesini izah
etmek de gerçekten zor. Oralarda tutunabilmek için ve cezai müeyyidelerden
dolayı kurallara uyan kimseler burada kuralları rahatlıkla çiğner hale
gelebiliyor.
Son ve can alıcı bir tespitim de şu. İnsanımız bir yanlışı,
kötülüğü eleştirdiğinde kendisinin o şeyle ilgisinin olup olmadığına, dolaylı
ya da dolaysız bir payının olup olmadığına bir bakmıyor. Dünya görüşü heterojen
olduğundan davranışları da bir ahenge sahip değil. Tedavi noktasında
yapabileceklerinin sınırlarını zorlamıyor, istikrarlı ve ısrarcı davranmıyor.
Benim yapabileceğim bir şey var mı diye bir zahmetin, uğraşının içine girmiyor.
Sadece konuşuyor, kendini ve mensup olduğu çevreyi haklı çıkartmaya yönelik
izahlar getirmeye, mazeret üretmeye çalışıyor. Ezici çoğunluk sorunun nedenini,
temelini, esasını kavramaya çalışıp samimi ve özverili bir biçimde çözüm arama
gayretine girmeden kendi dışındakilerde, karşısındakilerde arıyor, sorumluluğu
onlara yükleyiveriyor. Başkalarını anlamaya ve meselelere bir de onların
penceresinden bakmaya çalışmayan; ayağı yere basan, gerçekçi ve uygulanabilir
çözüm üret-e-meyenler, sadece konuşmuş, yazmış olmaktan öteye geçmiyor.
Biraraya gelip asgari müştereklerde buluşamıyoruz, akıllı ve sükȗnet içinde kalıcı,
esaslı çözümler üzerinde kafa yormuyoruz.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder