Her
nefs ölümü tadacaktır. (Kur’an; Al-i İmran / 185)
Kardeşim; nice zamandır sana bir
mektup yazmak istememe rağmen elim bir türlü kağıt kaleme uzanmadı. Bu ahvalim,
tembelliğe, ihmale veya dünya gailesine bağlanabilirse de, mazeret filan bulmaya
kalkışacak değilim. Nice harama, münkere, fahşaya hoşgörü göstermekten dem
vurulan bu zamanda, kardeşin olarak Rabbimiz’in “onlar ki inkarcılara karşı
sert, kendi aralarında ise merhametlidirler- Fetih/29” öğüdüne uygun olarak hoşgörüne
sığınıyor, hoşgörünü esirgemeyeceğini ümit ediyorum.
Kardeşim; biliyorum malum-u ilan
kabilinden olacak ama evvel emirde kendi(nefsi)min sonra da bütün nefislerin
(insanların, canlıların) eninde sonunda ölümle karşılaşacaklarını hatırlatarak
mektubuma başlamak istiyorum. Hatırlarsan son mektubumda dünya hayatı üzerine
kısa fakat özlü şeyler yazmaya gayret etmiştim. Bu mektubumda ise ölüm üzerine
düşündüklerimi iletmek istiyorum sana.
Şunu baştan söyleyeyim ki, ölüm
üzerine ne söylense, ne yazılsa hep bir şeyler eksik kalır ve daima da kalacak.
Zira o bir kereden fazla yaşanması imkansız bir sır, Allah’ın bir emri.
Gizemini, mahiyetini “hayatın ve ölümün sahibi”nin huzuruna varıncaya dek
koruyacak. Tadanlar bilecek onu, tatmayanlar ise lafını edecek sadece. Ölüm ve
ötesi için de elimizde “Hayy (hayat sahibi, diri) olan”ın son elçisiyle
ilettiği vahiyler dışında doğru, güvenilir başka bir bilgi kaynağı olmayacak. Sen
bakma ölüm ve sonrası -kabir hayatı(!) dahil- hakkında yazıp çizenlere. Onlar
sadece gaybe taş atıyorlar.
Nedense biz insanoğluna Hoca
Nasreddin’in meşhur fıkrasında olduğu gibi kazanın doğurduğuna inanmak hoş
gelirken, ölümüne inanmak nahoş geliyor. Ölümün lafı bile soğuk, sevimsiz ve
ağız tadını bozucu geliyor. Ölüm düşüncesini, ölümü hatırlatıcı her şeyi
zihnimizden, çevremizden uzaklaştırmak için bizi oyalayacak, avutacak, bize
ölümü bir süreliğine de olsa unutturacak şeylere sığınıyoruz. Ölüm bizim peşimizdeyken, biz neyin peşindeyiz. Halbuki doğum
kadar, hayat kadar, ölüm de dünya hayatının her gün, her an tekrarlanan bir
gerçeği değil mi?
Ölüm gerçeği gündelik hayatımızın
keşmekeşi, koşuşturmacası içinde yalanlamasak da uzak ama çok uzak bir şeye
dönüşüyor ne yazık ki. Oysa şairin deyişiyle, ‘ölüm bize ne uzak, ne de yakın’.
Vakti, saati geldiğinde kapımızı çalıyor. Can köprücük kemiklerine dayandığı,
ölüm hali vaki olduğu anda kimin haddine engel olmak, ölümü savmak, geri
çevirmek. Ölüm meleğine yenilip yenmekten bahsedenlerin, kabir için “ebedi
istirahatgah” kelimesini kullananların; başlangıcı olan her şeyin sonunun da
olacağından, Allah’tan gayri herkesin ve her şeyin zeval bulacağı gerçeğinden
gafil oldukları gün gibi aşikar değil mi?
Hızır diye ölümsüz bir varlık
olmadığına, İsa (a.s) dahil hiçbir insan ölümsüz kılınmadığına ve yarına
çıkmaya dair senedimiz de olmadığına göre, Allah’a kavuşmaya vesile olan ölüm
bize gelip çatmazdan evvel önceden ne hazırladığımıza bir bakalım. Ölümle,
ölümsüz bir hayata kapı aralandığına, “O’ndan geldik ve O’na döneceğiz” diye
her ölenin ardından söylediğimiz hakikat(ayet)in gıyabi değil vicahiye dönüşmesine
tanık olalım. Biliyoruz ki meçhule değil maluma giden gemilerin kalktığı bu
limandan, memnun olsun olmasın hiç kimse dön-e-meyecek ne ilk ne de son
seferinden. Yine bir başka şairin ifadesiyle “başım çığlıklı çocuk onu nasıl
avutsam / ne yapsam da ölümü bir saatçik unutsam” misali hayatın içinde ama
aynı zamanda ölümle iç içe yola devam etmemiz gerekmez mi?
İster mumyalansın ya da yakılıp
külleri göğe savrulsun, ister mezarının üzerine piramit, anıtmezar, türbe gibi
yapılar inşa edilsin toprağın altına girdikten, can bedenden çıktıktan sonra
bir önemi var mı ki? Bize Yaradan’ın tanıdığı süre zarfında yapıp ettiklerimiz
değil midir bizi ölümden sonra düze çıkaracak ya da yardan uçuracak olan.
Ölümün kimseye ayrıcalık yapmadığı, herkese eriştiği, kimseyi geride
bırakmadığı, toprağın üstündekilerin tümünü toprağın altında bir hizaya soktuğu
her gözün isterse görebileceği bir hakikȃt değil mi?
Uykuyu uyanana kadar bir nevi ölüm,
ölümü de yeniden diriltilene kadar sürecek bir nevi uyku olarak ele alırsak,
dünya hayatı da Yaradan’ın ve niçin yaratıldığının farkında olmayanlar için bir
nevi gaflet uykusu ya da ölüm değil midir? “Uyan ey gözlerim gaflet uykusundan
uyan” diye henüz daha vakit varken ve hayattayken, ölüm uykusundan uyanmalı değil
miyiz?
Ölümdür ki sahip olduğumuz her şeyi
anlamlı ya da anlamsız kılan. Ölümle birlikte elimizde avucumuzda ne varsa,
sevdiklerimiz dahil herşeyi ve herkesi bırakıp gitmiyor muyuz? Ölüm gerçeği
yanı başımızda dururken “varlığa sevinmenin, yokluğa yerinmenin” esprisi olmasa
gerek. Emaneti sahibine geri iade ederken “bize kalan nedir” diye hiç durup
düşündük mü? Ne yazık ki çakılıp kaldığımız şu dünya hayatında, ölüm gündelik
kelimelerimiz içinde geçecek kadar sıradanlaşıyor. Ne ölüm bahsi, ne ölüm düşüncesi
bizi ürpertmiyor, sarsmıyor, yeniden kendimize bir çeki-düzen vermemize vesile
olmuyor. Ölümü kendimize değil de, daha çok başkalarına yakıştırıyoruz.
Ötekilere ait bir şeymiş gibi algılıyoruz ölümü. Ve böylece başkasının ölümü
bize bir şeyler hissettirmiyor, oyunda oynaşta yine dalıp gidiyoruz dünya
hayatına. Ateş (ölüm) ancak yakınımıza düştüğünde hissediyoruz sıcaklığını,
yakıcılığını. Bize erişmişse zaten oyun bitmiş, perde kapanmıştır.
Eğer dünya hayatını gurbet olarak
değerlendirir isek, ölüm asıl yaşanacak yere, yurdumuza, yuvamıza dönmenin
vesilesi değil mi? Ölüm, derman bulmaz dertlerden, iflah olmaz zalimlerden
kurtulmak için bir nimet değil mi? Allah’ı, O’nun vaat ettiği nimetleri
arzuluyorsak ölümden niye köşe bucak kaçalım ki? Haber versin vermesin “hoş
geldin sefalar getirdin” diyerek buyur edelim onu. Nasıl olsa o bizi bu
dünyadaki sevdiklerimizden ve bizi sevenlerden bir süreliğine ayıracak da olsa
“En Sevgiliye” kavuşturmayacak mı? “Biz
Allah’tan geldik ve O’na dönücüyüz” deyip dururken, bunun söz olmaktan çıkıp
gerçekleşmesi bizi niye üzsün ki. Mü’min insan sevdiğine kavuşacağı için
üzülmek bir yana, sevincinden içi içine sığmaz. Bizim doğmamıza ve nihayet
va’de dolduğunda ölmemize karar veren O değil mi? Böyle güzel bir davete icabet
etmemek olur mu?
Efsanedeki ölümsüzlük suyunu (ab-ı
hayat) bulmak mümkün olmamış ve ölmemeye çare yok ise de, ölümsüzlüğe yani
ebedi bir hayata talip olmak, bunun için uğraşmak imkan dahilinde. Kıyameti
beklemeye ne hacet, kişinin ölümü aynı zamanda onun kıyameti değil mi? Kişi
için de bu dünyada ölümü hatırlamak, ölüm düşüncesi üzerinde tefekkür etmek
nasihat olarak yeterli olsa gerek. Her ölüm zamansız addedilse de, kimse
kendisine yakıştırmasa da, o her an aramızdan birilerini çekip almaya devam
ediyor ve edecek de.
Ölümün yaşı hayli ilerlemiş olanlara daha yakın olduğu gerçek ise de,
hangi yaşta olursak olalım her an bize de erişebileceği bir başka gerçektir.
Belki her insan için imtihan süresinin farklı olmasının hikmeti, hiç kimsenin
ölüm konusunda kendisini emniyette hissetmemesi ve imtihanın her an
bitebileceğinin farkında olup hazırlıklı olmasıdır. Bu dünyada sağlam kaleler,
köşkler, saraylar içinde bile olsak, ölüm bizi gelip bulacağına göre, o
geldiğinde etrafı telaşa, velveleye vermeye ne gerek var. Yeter ki bizi “sahih
iman ve salih amel sahibi bir mü’min” olarak bulsun.
Ölüm gelmiş cihane, baş ağrısı
bahane ise o halde ne mi yapalım? El cevap:
…Ölüm
sana erişinceye kadar Rabbine kulluk et. (Kur’an; Hicr / 99)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder