22 Mart 2014 Cumartesi

KARDEŞİME MEKTUPLAR-6

Her nefs ölümü tadacaktır. (Kur’an; Al-i İmran / 185)

Kardeşim; nice zamandır sana bir mektup yazmak istememe rağmen elim bir türlü kağıt kaleme uzanmadı. Bu ahvalim, tembelliğe, ihmale veya dünya gailesine bağlanabilirse de, mazeret filan bulmaya kalkışacak değilim. Nice harama, münkere, fahşaya hoşgörü göstermekten dem vurulan bu zamanda, kardeşin olarak Rabbimiz’in “onlar ki inkarcılara karşı sert, kendi aralarında ise merhametlidirler- Fetih/29” öğüdüne uygun olarak hoşgörüne sığınıyor, hoşgörünü esirgemeyeceğini ümit ediyorum.

Kardeşim; biliyorum malum-u ilan kabilinden olacak ama evvel emirde kendi(nefsi)min sonra da bütün nefislerin (insanların, canlıların) eninde sonunda ölümle karşılaşacaklarını hatırlatarak mektubuma başlamak istiyorum. Hatırlarsan son mektubumda dünya hayatı üzerine kısa fakat özlü şeyler yazmaya gayret etmiştim. Bu mektubumda ise ölüm üzerine düşündüklerimi iletmek istiyorum sana.

Şunu baştan söyleyeyim ki, ölüm üzerine ne söylense, ne yazılsa hep bir şeyler eksik kalır ve daima da kalacak. Zira o bir kereden fazla yaşanması imkansız bir sır, Allah’ın bir emri. Gizemini, mahiyetini “hayatın ve ölümün sahibi”nin huzuruna varıncaya dek koruyacak. Tadanlar bilecek onu, tatmayanlar ise lafını edecek sadece. Ölüm ve ötesi için de elimizde “Hayy (hayat sahibi, diri) olan”ın son elçisiyle ilettiği vahiyler dışında doğru, güvenilir başka bir bilgi kaynağı olmayacak. Sen bakma ölüm ve sonrası -kabir hayatı(!) dahil- hakkında yazıp çizenlere. Onlar sadece gaybe taş atıyorlar.

Nedense biz insanoğluna Hoca Nasreddin’in meşhur fıkrasında olduğu gibi kazanın doğurduğuna inanmak hoş gelirken, ölümüne inanmak nahoş geliyor. Ölümün lafı bile soğuk, sevimsiz ve ağız tadını bozucu geliyor. Ölüm düşüncesini, ölümü hatırlatıcı her şeyi zihnimizden, çevremizden uzaklaştırmak için bizi oyalayacak, avutacak, bize ölümü bir süreliğine de olsa unutturacak şeylere sığınıyoruz. Ölüm bizim peşimizdeyken, biz neyin peşindeyiz. Halbuki doğum kadar, hayat kadar, ölüm de dünya hayatının her gün, her an tekrarlanan bir gerçeği değil mi?

Ölüm gerçeği gündelik hayatımızın keşmekeşi, koşuşturmacası içinde yalanlamasak da uzak ama çok uzak bir şeye dönüşüyor ne yazık ki. Oysa şairin deyişiyle, ‘ölüm bize ne uzak, ne de yakın’. Vakti, saati geldiğinde kapımızı çalıyor. Can köprücük kemiklerine dayandığı, ölüm hali vaki olduğu anda kimin haddine engel olmak, ölümü savmak, geri çevirmek. Ölüm meleğine yenilip yenmekten bahsedenlerin, kabir için “ebedi istirahatgah” kelimesini kullananların; başlangıcı olan her şeyin sonunun da olacağından, Allah’tan gayri herkesin ve her şeyin zeval bulacağı gerçeğinden gafil oldukları gün gibi aşikar değil mi?

Hızır diye ölümsüz bir varlık olmadığına, İsa (a.s) dahil hiçbir insan ölümsüz kılınmadığına ve yarına çıkmaya dair senedimiz de olmadığına göre, Allah’a kavuşmaya vesile olan ölüm bize gelip çatmazdan evvel önceden ne hazırladığımıza bir bakalım. Ölümle, ölümsüz bir hayata kapı aralandığına, “O’ndan geldik ve O’na döneceğiz” diye her ölenin ardından söylediğimiz hakikat(ayet)in gıyabi değil vicahiye dönüşmesine tanık olalım. Biliyoruz ki meçhule değil maluma giden gemilerin kalktığı bu limandan, memnun olsun olmasın hiç kimse dön-e-meyecek ne ilk ne de son seferinden. Yine bir başka şairin ifadesiyle “başım çığlıklı çocuk onu nasıl avutsam / ne yapsam da ölümü bir saatçik unutsam” misali hayatın içinde ama aynı zamanda ölümle iç içe yola devam etmemiz gerekmez mi?

İster mumyalansın ya da yakılıp külleri göğe savrulsun, ister mezarının üzerine piramit, anıtmezar, türbe gibi yapılar inşa edilsin toprağın altına girdikten, can bedenden çıktıktan sonra bir önemi var mı ki? Bize Yaradan’ın tanıdığı süre zarfında yapıp ettiklerimiz değil midir bizi ölümden sonra düze çıkaracak ya da yardan uçuracak olan. Ölümün kimseye ayrıcalık yapmadığı, herkese eriştiği, kimseyi geride bırakmadığı, toprağın üstündekilerin tümünü toprağın altında bir hizaya soktuğu her gözün isterse görebileceği bir hakikȃt değil mi?

Uykuyu uyanana kadar bir nevi ölüm, ölümü de yeniden diriltilene kadar sürecek bir nevi uyku olarak ele alırsak, dünya hayatı da Yaradan’ın ve niçin yaratıldığının farkında olmayanlar için bir nevi gaflet uykusu ya da ölüm değil midir? “Uyan ey gözlerim gaflet uykusundan uyan” diye henüz daha vakit varken ve hayattayken, ölüm uykusundan uyanmalı değil miyiz?

Ölümdür ki sahip olduğumuz her şeyi anlamlı ya da anlamsız kılan. Ölümle birlikte elimizde avucumuzda ne varsa, sevdiklerimiz dahil herşeyi ve herkesi bırakıp gitmiyor muyuz? Ölüm gerçeği yanı başımızda dururken “varlığa sevinmenin, yokluğa yerinmenin” esprisi olmasa gerek. Emaneti sahibine geri iade ederken “bize kalan nedir” diye hiç durup düşündük mü? Ne yazık ki çakılıp kaldığımız şu dünya hayatında, ölüm gündelik kelimelerimiz içinde geçecek kadar sıradanlaşıyor. Ne ölüm bahsi, ne ölüm düşüncesi bizi ürpertmiyor, sarsmıyor, yeniden kendimize bir çeki-düzen vermemize vesile olmuyor. Ölümü kendimize değil de, daha çok başkalarına yakıştırıyoruz. Ötekilere ait bir şeymiş gibi algılıyoruz ölümü. Ve böylece başkasının ölümü bize bir şeyler hissettirmiyor, oyunda oynaşta yine dalıp gidiyoruz dünya hayatına. Ateş (ölüm) ancak yakınımıza düştüğünde hissediyoruz sıcaklığını, yakıcılığını. Bize erişmişse zaten oyun bitmiş, perde kapanmıştır.

Eğer dünya hayatını gurbet olarak değerlendirir isek, ölüm asıl yaşanacak yere, yurdumuza, yuvamıza dönmenin vesilesi değil mi? Ölüm, derman bulmaz dertlerden, iflah olmaz zalimlerden kurtulmak için bir nimet değil mi? Allah’ı, O’nun vaat ettiği nimetleri arzuluyorsak ölümden niye köşe bucak kaçalım ki? Haber versin vermesin “hoş geldin sefalar getirdin” diyerek buyur edelim onu. Nasıl olsa o bizi bu dünyadaki sevdiklerimizden ve bizi sevenlerden bir süreliğine ayıracak da olsa “En Sevgiliye”  kavuşturmayacak mı? “Biz Allah’tan geldik ve O’na dönücüyüz” deyip dururken, bunun söz olmaktan çıkıp gerçekleşmesi bizi niye üzsün ki. Mü’min insan sevdiğine kavuşacağı için üzülmek bir yana, sevincinden içi içine sığmaz. Bizim doğmamıza ve nihayet va’de dolduğunda ölmemize karar veren O değil mi? Böyle güzel bir davete icabet etmemek olur mu?

Efsanedeki ölümsüzlük suyunu (ab-ı hayat) bulmak mümkün olmamış ve ölmemeye çare yok ise de, ölümsüzlüğe yani ebedi bir hayata talip olmak, bunun için uğraşmak imkan dahilinde. Kıyameti beklemeye ne hacet, kişinin ölümü aynı zamanda onun kıyameti değil mi? Kişi için de bu dünyada ölümü hatırlamak, ölüm düşüncesi üzerinde tefekkür etmek nasihat olarak yeterli olsa gerek. Her ölüm zamansız addedilse de, kimse kendisine yakıştırmasa da, o her an aramızdan birilerini çekip almaya devam ediyor ve edecek de.

  Ölümün yaşı hayli ilerlemiş olanlara daha yakın olduğu gerçek ise de, hangi yaşta olursak olalım her an bize de erişebileceği bir başka gerçektir. Belki her insan için imtihan süresinin farklı olmasının hikmeti, hiç kimsenin ölüm konusunda kendisini emniyette hissetmemesi ve imtihanın her an bitebileceğinin farkında olup hazırlıklı olmasıdır. Bu dünyada sağlam kaleler, köşkler, saraylar içinde bile olsak, ölüm bizi gelip bulacağına göre, o geldiğinde etrafı telaşa, velveleye vermeye ne gerek var. Yeter ki bizi “sahih iman ve salih amel sahibi bir mü’min” olarak bulsun.

Ölüm gelmiş cihane, baş ağrısı bahane ise o halde ne mi yapalım? El cevap:


…Ölüm sana erişinceye kadar Rabbine kulluk et. (Kur’an; Hicr / 99)


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder