27 Mart 2014 Perşembe

BEYİN FIRTINASI - 4 - Doğru İ’tikad

Doğru İ’tikad

        Yıllar önce, bir takvim yaprağı geçmişti elime. 31.10.1996 tarihli “Türkiye gazetesi takvimi”ne ait bir yapraktı bu. Arka sahifesinde sohbet adı altında “doğru i’tikad” maddeler halinde sıralanıyordu. Toplam 20 maddeden oluşan bu listeye bir göz atalım dilerseniz.

·         Kur’an-ı kerim’in Kelam-ı ilahi olup mahluk (yaratık) olmadığına inanmak.
·          Kendi imanından şüphe etmemek.
·          Eshab-ı kiramın tamamını sevmek, hiçbirini kötülememek.
·          Cennette Allahü tealanın görüleceğine inanmak.
·          Fıskı bilinmeyen her imamın arkasında namaz kılmak.
·  Ehl-i kıbleyi tekfir etmemek, yani namaz kılan müslümana işlediği günahlardan dolayı kafir dememek. (Ehl-i kıble denilen kimsenin bir inanışı, manası açık olan kat’i bir delile zıt ise, küfür olur. Böyle bir kimse, namaz kılsa da, her ibadeti yapsa da kafir olur.)
·          İbadeti imandan parça bilmemek.
·          Mest üzerine meshin dinden olduğunu kabul etmek.
·      İyilik ve kötülüğün, hayrın ve şerrin Allahü tealanın takdiri ile olduğuna inanmak.
·          Mi’racın ruh ve beden ile birlikte olduğuna inanmak.
·          Tasavvufu inkar etmemek.
·          Enbiyanın mu’cizesine, evliyanın kerametine inanmak.
·          Sırat köprüsüne inanmak.
·          Kıyamet günü yapılacak şefa’ate inanmak.
·          Kabir sualine inanmak.
·          Kabir azabının ruh ve bedene olacağına inanmak.
·          Bugün için dört hak mezhebden birine uymak, mezhepsiz olmamak.
·   Hazret-i Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in halife olduğuna ve üstünlüklerinin halifelik sırasına göre olduğuna inanmak.
·  Kabir ziyaretinin, peygamberden ve evliyadan yardım istemenin caiz olduğuna inanmak.
· Okunan Kur’an-ı kerimin ve verilen sadakanın sevabını ölülere göndermenin caiz olduğuna, bu sevabların ve duaların ölülere vasıl olarak, azablarının azalmasına sebep olacağına inanmak.

Şimdi diyeceksiniz ki, “doğru i’tikad” buysa “yanlış i’tikad” nasıl bir şey ve bu “doğru i’tikad” hangi din’in (dünya görüşü’nün) “doğru i’tikad”ı.  Zira Kur’an’ın ifadesiyle ‘i’tikadda zanna, şüpheye yer yoktur’. Ve de i’tikadın (akidenin, inancın, imanın, emin olunacak hususların) çerçevesini son elçi Muhammed(a.s)’e bildirilen vahiylerin hepsini içinde barındıran, hiçbirini dışarıda bırakmayan, vahiy olmayan hiçbir sözün de yer almadığı Kur’an çizmiştir. Kur’an’da i’tikada esas olan hususlar dışında hiçbir şey i’tikadın, inancın konusu olamaz. İ’tikad edilen hususlar “manası açık ve kat’i” olmalıdır ki, iman eden veya inkar eden kimse açık seçik bir şekilde, ne yaptığının bilincinde, farkında olarak, tercihini belirlesin, kararını versin.

Öyleyse, sakın bu 20 maddelik liste, Allah’ın son elçisi’nin vefatından sonraki asırlarda yaşanılan olaylar, siyasi çekişmeler, tartışılan konularla ilgili olarak oluşturulmuş şu meşhur “ehl-i sünnet ve’l cemaat i’tikadı” diye bilinen şey olmasın. Evet doğru bildiniz, tam üstüne bastınız. Böylece hakim ve ekseriyeti oluşturan zihniyet tarafından kurnaz ve planlı bir şekilde farklı düşünenler, sünnet dışına daha doğrusu İslam dairesi dışına itilivermiş oluverdiler. Bilmezler ki “doğru i’tikad” diye inandıkları, inanılmasını istedikleri şeylerin bir kısmının i’tikadla uzaktan yakından hiç ilgisi yokken, diğer kısmı da zaten yanlış ya da ba’tıl i’tikad kapsamı içindedir. İ’tikada hem de doğru i’tikada aitmiş gibi takdim edilen bu listeden 18. madde bile “Peygamber, Rabbinden kendisine indirilene inandı (i’tikad etti, iman etti, emin oldu), mü’minler de (Bakara/285)” diye bahsedilen i’tikad esaslarından olmadığını göstermeye, kanıtlamaya yeter de artar bile. Zira o gün ne Allah’ın elçisi ne de mü’minler (Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer’in kendisi dahil), Ebu Bekir ve Ömer’in halife olup olmayacağını, sırasını ve de üstünlüklerinin halifelik sırasına göre olduğunu ne biliyorlar, ne de böyle bir şeye i’tikad ediyorlardı. Onlar gaybı bilmedikleri gibi (Allah’ın son elçisine bildirdiği Kur’an hariç), üstünlüğün takvaya yani Allah’tan gereği gibi korkup sakınmayla mümkün olabileceğine i’tikad ediyorlardı. İlerde “doğru i’tikad”lı(!) birilerinin böyle bir konuyu i’tikad konusuna dahil edeceklerini ise nerden bilirlerdi. Bunu bile düşünmekten aciz ve akıl izandan yoksun kişilerin ortalıkta doğru i’tikad diye arz-ı endam etmeleri esef verici değil de nedir? Sanırsınız ki Allah(c.c) ve O’nun Kur’an’da bildirdikleri inkar ediliyor.

O gün Allah rasulü ve müminlerin, yalnız 18. madde değil, kalan 19 maddede değinilen hususlar da gündemlerinde yoktu. Olmaması “doğru i’tikad” açısından gerekli idi de. Bırakın tasavvufu inkar etmeyi, böyle bir şeyin kabulü bile mü’minim diyen kimseyi i’tikad açısından sıkıntılı, şaibeli bir hale sokup şirke doğru alıp götürmez mi? Sevilmeli, kötülenmemeli dedikleri eshab-ı kiram, Allah ve rasulünü sevip sayar, kendilerinin de “yeryüzünde yürüyen melekler” olmadıklarını bilir ve “hatadan, günahdan beri” olmadıklarının da farkında iken, onlardan nice zaman sonra gelen birilerinin i’tikada, hem de sahih i’tikada, kendilerinin eğrisi doğrusuyla, günahı sevabıyla sevilmeleri, eleştirilmemeleri diye bir madde eklediklerini duysalar şaşar kalırlardı eminim.

Bırakın “miracı, evliyanın kerametini, sırat köprüsünü, şefaati, kabir suali ve azabını, evliyadan (ölüden) yardım istemenin caiz olduğunu, okunan Kur’an-ı kerim’in ve verilen sadakanın sevabını ölülere göndermenin caiz olduğunu” kabul edip i’tikad etmeyi, tam tersine böyle bir i’tikad, sahibini i’tikad (iman, inanç) yönünden altından kalkılmaz, Huzurullah’da hesabı verilemez durumlara düşürür.

Yıllar önce Hacc sırasında Mekke’de birtakım kişilerle bu konuları konuşurken, bilinen ve yaygın olanın aksine demin tırnak içinde belirtilen hususlara inanmadığımı, kabul etmediğimi, farklı düşündüğümü söylediğimde içlerinden biri kızgınlıkla ayağa kalkarak “yahu sen de hiçbir şeye inanmıyorsun, elde inanılacak hiçbir şey bırakmadın” diyerek çekip gitmişti. Geleneksel öğretiye göre şekillenen bir kafa yapısına sahip olan, İslam’ı tertemiz, arı-duru kaynağından öğrenmeyenler şunu asla akletmezler ki, ilk insan Adem(a.s)’in i’tikadıyla, Musa(a.s)’nın i’tikadı; İsa(a.s)’nın i’tikadıyla günümüzdeki bir mü’minin i’tikadı, Muhammed(a.s)’in i’tikadıyla kıyamet kopmazdan evvelki bir mü’minin i’tikadı farklı olamaz.

İnsan yaratıldığından beri esas olarak yeryüzünde İslam ve küfür (Tevhid ve şirk) olmak üzere iki farklı din (dünya görüşü, inanç, hayat tarzı) varlığını sürdürüyor. İki farklı İslam mı var ki, iki farklı i’tikad olsun. Bundan hareketle i’tikadda mezheb olamayacağını da rahatlıkla söyleyebiliriz. Farklı uygulama, pratik, muamelat, şeriat ve amelde (davranışlarda) mezheb olabilir ama i’tikad esaslarında, inanılacak şeylerin neler olduğu konusunda ihtilaf olamaz, böyle bir ihtilaf rahmet de olmaz.

Müslümanım diyenlerin i’tikadını yalnız ve yalnız Kur’an belirlemedikçe, i’tikadla ilgisiz konuları itikad bağlamında ele almaktan kaçınmadıkça, mü’minim diyenler dinini (dünya görüşünü) ciddiye alıp Kur’an’dan öğrenmedikçe, bu yaygın bilgisizlik sürdükçe takvim yapraklarında, basılı ve görsel-işitsel yayınlarda, işporta tezgahlarında bu cinsten “doğru(!) i’tikad”lar pazarlanmaya devam edilecek, belki –laikliği, demokrasiyi inkar etmemek; insan hak ve hürriyetlerine inanmak gibi- yeni maddeler eklenerek ziyadeleştirilip güncelleştirilecektir.

Konu ile ilgili bir videoklip tavsiyesi: İ’tikadda Usul - Ercümend Özkan; http://www.youtube.com/watch?v=jboYaslRtNQ


22 Mart 2014 Cumartesi

KARDEŞİME MEKTUPLAR-6

Her nefs ölümü tadacaktır. (Kur’an; Al-i İmran / 185)

Kardeşim; nice zamandır sana bir mektup yazmak istememe rağmen elim bir türlü kağıt kaleme uzanmadı. Bu ahvalim, tembelliğe, ihmale veya dünya gailesine bağlanabilirse de, mazeret filan bulmaya kalkışacak değilim. Nice harama, münkere, fahşaya hoşgörü göstermekten dem vurulan bu zamanda, kardeşin olarak Rabbimiz’in “onlar ki inkarcılara karşı sert, kendi aralarında ise merhametlidirler- Fetih/29” öğüdüne uygun olarak hoşgörüne sığınıyor, hoşgörünü esirgemeyeceğini ümit ediyorum.

Kardeşim; biliyorum malum-u ilan kabilinden olacak ama evvel emirde kendi(nefsi)min sonra da bütün nefislerin (insanların, canlıların) eninde sonunda ölümle karşılaşacaklarını hatırlatarak mektubuma başlamak istiyorum. Hatırlarsan son mektubumda dünya hayatı üzerine kısa fakat özlü şeyler yazmaya gayret etmiştim. Bu mektubumda ise ölüm üzerine düşündüklerimi iletmek istiyorum sana.

Şunu baştan söyleyeyim ki, ölüm üzerine ne söylense, ne yazılsa hep bir şeyler eksik kalır ve daima da kalacak. Zira o bir kereden fazla yaşanması imkansız bir sır, Allah’ın bir emri. Gizemini, mahiyetini “hayatın ve ölümün sahibi”nin huzuruna varıncaya dek koruyacak. Tadanlar bilecek onu, tatmayanlar ise lafını edecek sadece. Ölüm ve ötesi için de elimizde “Hayy (hayat sahibi, diri) olan”ın son elçisiyle ilettiği vahiyler dışında doğru, güvenilir başka bir bilgi kaynağı olmayacak. Sen bakma ölüm ve sonrası -kabir hayatı(!) dahil- hakkında yazıp çizenlere. Onlar sadece gaybe taş atıyorlar.

Nedense biz insanoğluna Hoca Nasreddin’in meşhur fıkrasında olduğu gibi kazanın doğurduğuna inanmak hoş gelirken, ölümüne inanmak nahoş geliyor. Ölümün lafı bile soğuk, sevimsiz ve ağız tadını bozucu geliyor. Ölüm düşüncesini, ölümü hatırlatıcı her şeyi zihnimizden, çevremizden uzaklaştırmak için bizi oyalayacak, avutacak, bize ölümü bir süreliğine de olsa unutturacak şeylere sığınıyoruz. Ölüm bizim peşimizdeyken, biz neyin peşindeyiz. Halbuki doğum kadar, hayat kadar, ölüm de dünya hayatının her gün, her an tekrarlanan bir gerçeği değil mi?

Ölüm gerçeği gündelik hayatımızın keşmekeşi, koşuşturmacası içinde yalanlamasak da uzak ama çok uzak bir şeye dönüşüyor ne yazık ki. Oysa şairin deyişiyle, ‘ölüm bize ne uzak, ne de yakın’. Vakti, saati geldiğinde kapımızı çalıyor. Can köprücük kemiklerine dayandığı, ölüm hali vaki olduğu anda kimin haddine engel olmak, ölümü savmak, geri çevirmek. Ölüm meleğine yenilip yenmekten bahsedenlerin, kabir için “ebedi istirahatgah” kelimesini kullananların; başlangıcı olan her şeyin sonunun da olacağından, Allah’tan gayri herkesin ve her şeyin zeval bulacağı gerçeğinden gafil oldukları gün gibi aşikar değil mi?

Hızır diye ölümsüz bir varlık olmadığına, İsa (a.s) dahil hiçbir insan ölümsüz kılınmadığına ve yarına çıkmaya dair senedimiz de olmadığına göre, Allah’a kavuşmaya vesile olan ölüm bize gelip çatmazdan evvel önceden ne hazırladığımıza bir bakalım. Ölümle, ölümsüz bir hayata kapı aralandığına, “O’ndan geldik ve O’na döneceğiz” diye her ölenin ardından söylediğimiz hakikat(ayet)in gıyabi değil vicahiye dönüşmesine tanık olalım. Biliyoruz ki meçhule değil maluma giden gemilerin kalktığı bu limandan, memnun olsun olmasın hiç kimse dön-e-meyecek ne ilk ne de son seferinden. Yine bir başka şairin ifadesiyle “başım çığlıklı çocuk onu nasıl avutsam / ne yapsam da ölümü bir saatçik unutsam” misali hayatın içinde ama aynı zamanda ölümle iç içe yola devam etmemiz gerekmez mi?

İster mumyalansın ya da yakılıp külleri göğe savrulsun, ister mezarının üzerine piramit, anıtmezar, türbe gibi yapılar inşa edilsin toprağın altına girdikten, can bedenden çıktıktan sonra bir önemi var mı ki? Bize Yaradan’ın tanıdığı süre zarfında yapıp ettiklerimiz değil midir bizi ölümden sonra düze çıkaracak ya da yardan uçuracak olan. Ölümün kimseye ayrıcalık yapmadığı, herkese eriştiği, kimseyi geride bırakmadığı, toprağın üstündekilerin tümünü toprağın altında bir hizaya soktuğu her gözün isterse görebileceği bir hakikȃt değil mi?

Uykuyu uyanana kadar bir nevi ölüm, ölümü de yeniden diriltilene kadar sürecek bir nevi uyku olarak ele alırsak, dünya hayatı da Yaradan’ın ve niçin yaratıldığının farkında olmayanlar için bir nevi gaflet uykusu ya da ölüm değil midir? “Uyan ey gözlerim gaflet uykusundan uyan” diye henüz daha vakit varken ve hayattayken, ölüm uykusundan uyanmalı değil miyiz?

Ölümdür ki sahip olduğumuz her şeyi anlamlı ya da anlamsız kılan. Ölümle birlikte elimizde avucumuzda ne varsa, sevdiklerimiz dahil herşeyi ve herkesi bırakıp gitmiyor muyuz? Ölüm gerçeği yanı başımızda dururken “varlığa sevinmenin, yokluğa yerinmenin” esprisi olmasa gerek. Emaneti sahibine geri iade ederken “bize kalan nedir” diye hiç durup düşündük mü? Ne yazık ki çakılıp kaldığımız şu dünya hayatında, ölüm gündelik kelimelerimiz içinde geçecek kadar sıradanlaşıyor. Ne ölüm bahsi, ne ölüm düşüncesi bizi ürpertmiyor, sarsmıyor, yeniden kendimize bir çeki-düzen vermemize vesile olmuyor. Ölümü kendimize değil de, daha çok başkalarına yakıştırıyoruz. Ötekilere ait bir şeymiş gibi algılıyoruz ölümü. Ve böylece başkasının ölümü bize bir şeyler hissettirmiyor, oyunda oynaşta yine dalıp gidiyoruz dünya hayatına. Ateş (ölüm) ancak yakınımıza düştüğünde hissediyoruz sıcaklığını, yakıcılığını. Bize erişmişse zaten oyun bitmiş, perde kapanmıştır.

Eğer dünya hayatını gurbet olarak değerlendirir isek, ölüm asıl yaşanacak yere, yurdumuza, yuvamıza dönmenin vesilesi değil mi? Ölüm, derman bulmaz dertlerden, iflah olmaz zalimlerden kurtulmak için bir nimet değil mi? Allah’ı, O’nun vaat ettiği nimetleri arzuluyorsak ölümden niye köşe bucak kaçalım ki? Haber versin vermesin “hoş geldin sefalar getirdin” diyerek buyur edelim onu. Nasıl olsa o bizi bu dünyadaki sevdiklerimizden ve bizi sevenlerden bir süreliğine ayıracak da olsa “En Sevgiliye”  kavuşturmayacak mı? “Biz Allah’tan geldik ve O’na dönücüyüz” deyip dururken, bunun söz olmaktan çıkıp gerçekleşmesi bizi niye üzsün ki. Mü’min insan sevdiğine kavuşacağı için üzülmek bir yana, sevincinden içi içine sığmaz. Bizim doğmamıza ve nihayet va’de dolduğunda ölmemize karar veren O değil mi? Böyle güzel bir davete icabet etmemek olur mu?

Efsanedeki ölümsüzlük suyunu (ab-ı hayat) bulmak mümkün olmamış ve ölmemeye çare yok ise de, ölümsüzlüğe yani ebedi bir hayata talip olmak, bunun için uğraşmak imkan dahilinde. Kıyameti beklemeye ne hacet, kişinin ölümü aynı zamanda onun kıyameti değil mi? Kişi için de bu dünyada ölümü hatırlamak, ölüm düşüncesi üzerinde tefekkür etmek nasihat olarak yeterli olsa gerek. Her ölüm zamansız addedilse de, kimse kendisine yakıştırmasa da, o her an aramızdan birilerini çekip almaya devam ediyor ve edecek de.

  Ölümün yaşı hayli ilerlemiş olanlara daha yakın olduğu gerçek ise de, hangi yaşta olursak olalım her an bize de erişebileceği bir başka gerçektir. Belki her insan için imtihan süresinin farklı olmasının hikmeti, hiç kimsenin ölüm konusunda kendisini emniyette hissetmemesi ve imtihanın her an bitebileceğinin farkında olup hazırlıklı olmasıdır. Bu dünyada sağlam kaleler, köşkler, saraylar içinde bile olsak, ölüm bizi gelip bulacağına göre, o geldiğinde etrafı telaşa, velveleye vermeye ne gerek var. Yeter ki bizi “sahih iman ve salih amel sahibi bir mü’min” olarak bulsun.

Ölüm gelmiş cihane, baş ağrısı bahane ise o halde ne mi yapalım? El cevap:


…Ölüm sana erişinceye kadar Rabbine kulluk et. (Kur’an; Hicr / 99)


12 Mart 2014 Çarşamba

KARDEŞİME MEKTUPLAR-5

...İnsanlardan öyleleri var ki; ”Rabbimiz! Bize dünyada ver” derler. Böyle isteyenlerin ahiretten hiç nasibi yoktur. (Kur’an; Bakara / 200)

        Kardeşim; gel seninle bu mektupta da dünya dediğimiz, çoğumuzun ‘dilimizle yalan olduğunu söyleyip halimizle gerçekmişçesine dört elle sarıldığımız’, doğum ve ölüm olmak üzere iki kapısı olan handa gece-gündüz süregiden hayat hakkında söyleşelim. Ömür takviminden her gün bir yaprak düşerken; kimimize göre yıllar rüzgȃr gibi geçer, kimimize göre de günler geçmek nedir bilmezken fakat yine de zaman geçip bize verilen mühletin sonuna yaklaşırken; üzerine bastığımız toprağın altına girmeden yani henüz vakit varken dünyadaki hayatımız üzerine kȃh veciz, kȃh Kur’an’dan alıntılanmış ifadelerin yardımıyla bir şeyler söyleyelim.

        Kardeşim; kainatı yoktan var eden Rabbimiz, insanı da görücü-işitici-akledici ve de irade sahibi olarak yaratmış ve onu asıl yurdu olan Cennet’te bir süre ikamet ettirmiştir. İtaat noktasında imtihana tutulan insan, şeytanın ayartması-aldatması sonucu ‘emr-i ilahi’nin hilafına hareket etmiş, fakat yine de sonrasında tevbesi kabul edilmiş ve üzerinde bir süre yerleşip kalacağı yeryüzündeki yaşamı başlamıştır. Artık orada doğacak, orda ekip biçecek, neslini devam ettirip Rabbinin ona takdir ettiği süreyi tamamlayıp yeniden O’na dönecektir. İşte bir müddet konakladığı dünya denilen hanede, ya Yaradan’ına iman ve itaat edip O’ndan rabıtasını kesmeden, O’nu razı edici bir hayat sürüp asıl yurdu olan Cennet’e tekrar ama bu sefer ebedi olmak üzere girecek ya da dünya hayatının cazibesine kapılıp Yaradan’ını unutacak, sanki kendisini ve kendi dışındaki dünyayı O yaratmamış, yaratmışsa bile ‘başıboş’ bırakmış gibi, dünya hayatına razı olup kendi istek ve arzuları istikametinde yaşayıp O’nun gazabını kazanarak ebedi kalmak üzere cehenneme girecek.

        Kendisini meşgul eden şeylerden uzaklaşarak kendisiyle başbaşa kalabilmiş temiz akıl sahibi her insanın rahatlıkla fark edebileceği gibi, insan da diğer yaratılmışlar gibi fanidir ve vakti saati geldiğinde her nefs gibi ölümü tadacaktır. Vȃ’de dolduğunda, yeniden diriltilip hesaba çekileceği güne kadar, düne kadar üzerinde gezindiği, çiğneyip geçtiği, ekip dikerek ondan bitenlerle beslendiği toprağın bağrına girmekte ve bedeni çürüyüp ona karışmaktadır. Dede Korkut’un dediği gibi “Gelimli gidimli dünya, sonucu ölümlü dünya’’ değil mi?

        Dünya hayatına niçin geldiğine, neden yaratıldığına bakmayan biri için “hayat ancak bu dünyadaki hayattır. Ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman yok eder’’ anlayışı hakimdir. Bu ve benzeri zihniyetteki insanlar ‘meçhulden gelip meçhule gittiklerini’ zannederler ve kendilerine bu dünya hayatında oynayacakları, oyalanacakları nice şeyler bulurlar. Ve güle oynaya da çarçabuk geçen dünya hayatını tamamlarlar.

        Kendisinin ve kendi dışındaki dünyanın, oyun ve eğlence olsun diye yaratılmadığını ve kendisinin de başıboş bırakılmadığına inanan insan için ise dünya hayatı bir imtihandır, bir süreliğine konaklamadır. Konup göçülen bu mekanda “Allah’tan geldik ve O’na döneceğiz’’ anlayışıyla yaşar ve ayrılır. Dünya hayatını ahirete tercih etmez, ahireti bırakıp dünya hayatına razı olmaz. Çünkü bilir ki, ahiret hayatı daha hayırlı ve daha devamlıdır muttakiler için.

        Allah’a gereği gibi teslim olmuş bir insan için dünya hayatının süsü, ziyneti Allah’ı anmaya, hatırlamaya engel olmaz. O kimsenin ne ticareti, ne siyaseti Allah’ı unutmasına, dışlamasına yol açmaz. Dünya nimetleri arasında Allah’ın rızasını, ahiret yurdunu arar. “Dünya ahiretin tarlasıdır’’ ve de “Ne ekersen onu biçersin’’. Öyle değil mi?

        Ahireti verip dünya hayatını satın alanlar ise, dünya hayatının sadece dış yüzünü bilirler. “Dünya hayatının bir oyun, eğlence, bir süs, insanlar arasında bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma isteğinden ibaret’’ olduğunu sanırlar. Dünya malına aldanırlar, dünya hayatı böylelerini aldatır. Dünya hayatının aldatıcı bir geçinme olduğunu farketmezler ya da farketmek istemezler.

        Anadan üryan, kan revan içinde yapayalnız geldiğimiz, gözümüzü açtığımız bu dünyadan, Yaradan’ın takdir ettiği süre dolduktan sonra yine iki-üç metrelik kefen bezi hariç yine çırılçıplak ve yapayalnız toprağın üstünden altına girdiğimiz gerçeği her gün, her an tekrarlanmakta değil midir? Uzun yaşamak, iyi yaşamak, rahat yaşamak ölüm gerçeğini yanılıp unutmamıza neden olsa dahi, ölümün bizi unutmasına, gelip kapımızı çalmasına engel olmuyor. Dünya hayatı çekici kılınıp süslü gösterilse de, “dünya malı dünyada kalır’’ ve de “kefenin cebi yok’’. Öyle değil mi?

        Peygamber eşleri dahil kadın olsun, erkek olsun mü’minlerin dünya dirliği ve süsünden ziyade ahiret yurdunu gözetmeleri, dünyadan da nasiplerini unutmamalarını öğütlüyor herşeyimizi borçlu olduğumuz mevlamız Allah. Helal, temiz rızıklardan yararlanmamız ve ihtiyaç sahiplerini de yararlandırmamızdır bize yakışan hal. Yunus Emre’nin dediği gibi “Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi / Mal da yalan mülk de yalan / Var biraz da sen oyalan”. Öyle değil mi?

        Kendisini anmaktan yüz çeviren ve dünya hayatından başka bir şey istemeyen kimselerden yüz çevirmemizi, onların yarın hesap günü dünyaya geri dönmeyi ve “yalnız Allah’a tapıp O’ndan başkasına kulluk etmemeyi’’ isteyeceklerini haber veriyor dostumuz Allah. “Dost istersen Allah yeter’’ değil mi?

        Dünya hayatının güzelliklerine göz dikip mü’minlerden yüz çevirmek, sonu hüsranla bitecek olan bir hȃl değil midir? Dünyanın neresinde ve hangi şartlar altında olursak olalım, Allah’ı razı eder bir halde olmak değil midir aslolan? Ölüp tekrar diriltildiğimizde “dünyada ne kadar kaldınız’’ diye sorulduğunda “bir gün ya da daha az kaldık’’ diyeceksek, üç günlük dünya hayatında(dün-bugün-yarın) üç kuruşluk dünya malına haddinden fazla değer vermenin gereği nedir? Ömer İbn’ül Hattab misali “Allah’ım, dünya malını elimde bulundur, kalbimde değil’’ diye dua etmeli değil mi?

        Dünya hayatı gökten indirilen suya benzer ki, bu yağmur sayesinde insanların ve hayvanların yiyeceklerinden olan yeryüzü bitkileri yeşerir, gürleşir, birbirine karışır; daha sonra da kurur, sapsarı olur, rüzgȃrın savurduğu çerçöp haline geliverir. Akleden topluluklar için bu ayet, Allah’ın her şeye gücü yeten olduğuna ve dünya hayatının geçiciliğine güzel bir örnek değil mi?

        Akletmeyenler, heva ve heveslerine tabi olanlar ve Allahı-ahireti inkar edenler için dünya hayatı baştan çıkarıcı ve aklı baştan alıcıdır. Yahudiler(ve onların izinden gidenler için) şu değersiz dünya malını alıp, Allah’ın ayetlerini az bir paha karşılığında satmak, “nasıl olsa bağışlanacağız, biz Allah’ın sevgili kullarıyız’’deyip Allah’ı anmaktan yüz çevirenleri bin yıl yaşatılmak dahi azaptan alıkoymayacaktır. ‘”Ka’run kadar malın olsa, sonun bir ayrılık(ölüm)’’ değil mi?

        Dünya hayatına gereğinden fazla değer verme(dünyevileşme-sekülarizm) ile hiç değer vermeme(ruhbanlık-mistisizm) yani ifrat ve tefrit değil orta yolu tutmak; dünya ile ahiret hayatını bir ve bütün olarak değerlendirmek; her hususta olduğu gibi bu hususta da ölçülü, dengeli ve ahenkli olmaktır mü’mine yakışan hal. Rabbimiz Allah da böyle buyurmuyor mu?

        Onlardan bir kısmı da ‘’Ey Rabbimiz! Bize hem bu dünyada hem de ahirette iyilik-güzellik ver. Bizi ateş azabından koru’’ derler.

        İşte onlar için, kazandıklarından ahirette büyük bir nasip vardır. Şüphesiz Allah’ın hesaba çekmesi süratlidir. (Kur’an; Bakara / 201, 202)


6 Mart 2014 Perşembe

KARDEŞİME MEKTUPLAR-4

Siz ey imana ermiş olanlar! Siz [yalnız] kendinizden sorumlusunuz. Sapkınlığa düşenler, eğer doğru yolda iseniz, size hiçbir zarar veremezler. Hepinizin dönüşü Allah’a olacaktır. Ve o zaman Allah, size [hayatta] yapmış olduğunuz her şeyi bildirecektir. (Kur’an; Maide/105)

        Kardeşim; bilmiyorum bu mektuplarda, yüreğimden kopup gelen sesi duyabiliyor musun? Gök kubbe altında yeni bir şey söylemenin zorluğu ortadayken, elbette senin ilk defa duyduğun, orijinal, dopdolu şeyler söyleyemiyor olabilirim. Belki de sözlerimin tek hüneri şairin deyimiyle samimiyetidir. Bu mektuplardan muradım, Kitab-ı Kerim’i okumalarım sırasında aldığım notları, vardığım sonuçları seninle paylaşmak. Yani Kur’an etrafında hasbihal edip ilk ve son sözümü yine Kur’an’la bağlamak. Hiçbir zaman ‘’Kur’an’a göre, Kur’an’da, İslam’a göre, İslam’da’’ gibi iddialı, riskli ifadeler kullanmadım. Yalnızca Kur’an’dan anladıklarımı, Kur’an’dan hareketle ulaşabildiğim sonuçları dile getirmek, aktarmak, paylaşmaktı amacım. Nihayetinde kul olduğumu ve ’’her şeyin en doğrusunu Allah bilir’’ düsturunu unutmadan.

        Kardeşim; sana bu mektubumda ‘’biz’’den bahsetmek istiyorum. Evet evet yanlış okumadın, bizden. Sen buna ister özeleştiri, ister nefs muhasebesi de, farketmez. İğneyi bırak, çuvaldızı dahi başkalarına değil kendimize batırmamız gerektiğini söylemek istiyorum.

        Allah’tan ve O’nun bildirdiklerinden emin olan bizler, öncelikle ve özellikle birbirimize ‘’iyiliği tavsiye edip kötülükten sakındırma’’mız gerekirken, birimiz diğerimizin İslam’a aykırı düşünce ve davranışına şahit olduğumuzda, farkına varıp düzeltmesine yardımcı olmamız gerekirken ya ihmal ya da kınanma, dışlanma korkusuyla gerekli hassasiyeti göstermiyoruz. Ayrılık, gayrılık çıkmasın, tatsızlık olmasın derken kardeşimize kötülük yaptığımızı, ondan kendisini düzeltme fırsatını esirgediğimizi, cehennem ateşine yaklaştırdığımızı farketmiyoruz. Gerekiyorsa kötü adam olalım onun nazarında ama yeter ki kötü kul olmayalım O’nun nezdinde.

        Yine eğer bir ortamda hakk’ı, gerçeği, doğruyu söylemekten çekinip korkuyorsak, hiç olmazsa susalım. Ama inanmadığımız, karşı olduğumuz şeyleri seslendirmeyelim, inanıyormuş gibi görünmeyelim. Bȃtıl’a, yanlışa meşruiyet ve prim kazandırmayalım. Savunmacı, özür dileyici, korkak, mütereddit ve çekingen tavırların bize dün ve bugün neler kaybettirdiğini bir hatırlayalım.

        Özü tevhid olan İslamı ‘’Demokratik İslam, İslam Demokrasisi, Liberal İslam, Ilımlı İslam, İslam’da Laiklik, İslam Sosyalizmi, vb.’’ diyerek diğer dünya görüşleriyle telif etme veya tevhidi özden uzaklaşmış Hırıstiyanlık, Yahudilik gibi muharref dinlerle ‘’İbrahimi Dinler, Dinlerarası Diyalog, vb.’’ çeşitli arayışların anlamsızlığını anlayalım artık.

        ‘’Güçlük çekilsin diye değil, üzerimizdeki yükü hafifletmek’’için insanoğluna teklif edilen İslam’ın düşünce-hareket alanını, helal-haram çerçevesini daraltmak; dar, sığ, bağnaz, fikre tahammülsüz bir yapı sergilemek, mezhebi taassub içinde farklı düşünenleri hafife alıp ‘’mezhebi geniş’’ diye karalamak terkedilmeli, tarihe karışmalı artık. Sorulara, sorunlara İslam’dan hareketle, İslam’ın esprisiyle yaklaşmayınca ortalığı İslam’a aykırı cevaplar kaplar. Piyasaya kurnazca ‘’demokraside çareler tükenmez’’ teranesi tedavüle sokulur. Mahalle imamından ilahiyattaki akademisyenine, molla ve geleneksel dindarından müslümanlar üzerinden siyaset yapan politikacısına kadar etrafınızdaki nice insanın ağzından bu sözü duyar ve donakalırsınız. Sanırsınız ki İslam’da çareler tükenmiştir de demokrasi devreye girmiştir. Bırakalım akıllar, zihinler Kur’an’la(İslam’la) haşır neşir olsun. Gündemimizi hep İslam meşgul etsin. İslam’ın bu toplumda ve dünya ölçeğinde hala geniş kitlelerce gereğince ve yeterince sahih bir biçimde bilinmediğini, anlaşılmadığını aklımızdan çıkarmayalım.

        Evvelemirde kendimizi fikir ve davranış planında tüm yaşantımızı kapsayacak şekilde İslamlaştıralım. Devamlı elden gözden geçirip yenileyelim, bakımımızı yapalım. Gündelik hayatta bizi bekleyen nice zorluklar var. İnsanların birbirlerine ‘’hakkı ve sabrı tavsiye etme’’de ihmalkar davrandığı veya yanlış yönlendirdiği günümüzde, Kur’an’la irtibatı kesmeyelim bir gün bile olsa. Başkalarından ziyade kendimizden sorumlu olduğumuzu, kendimizi İslamlaştırmadan, hasta olmaktan kurtarmadan başkalarının tedavisine yardımcı olamayacağımızı bilelim artık. Bilelim ki biz değişmezsek hiçbir şey değişmeyecek ve hiç kimse olmasa da biz olmalıyız. Evlerimiz birer Kur’an kursu(okulu), birer mescid, birer kütüphane, birer dost meclisi, birer Dar’ül Erkam(Dar’ül İslam) olmalı. Eşimize, çocuklarımıza yani hane halkına dağarcığımızda ne varsa aktaralım, öğretelim. Başkalarına el uzatmaya çalışırken hemen yanıbaşımızdaki sevdiklerimizi ihmal ettiğimizin farkına varalım artık. Onları tahkik edilmemiş, yalan yanlış bilgilerle tıka basa dolmuş, ezberci ve durgun kafa yapısına sahip, öğretici nosyondan yoksun mahalle imamının, medrese hocasının, din bilgisi öğretmeninin, tasavvuf şeyhinin, dersane ağabeyinin insafına terketmeyelim. Bilgi ve tecrübelerimizi ev halkıyla paylaşırken daha ileri gidip üzerlerine gölge etmeyelim, düşünmeyi öğretip bizi aşmalarına, geçmelerine engel olmayalım.

        Müslümanlar olarak kafa konforumuzun bozulmasına izin vermiyoruz. Sanki unumuzu elemiş, eleğimizi duvara asmışız. Kendimizi değil, başkalarını eleştirmeyi, sorgulamayı yoğun bir şekilde yapıyoruz. Hala tepkisel, duygusal ve savunmacı bir halet-i ruhiye içindeyiz. Başkalarının başarısızlıkları, yanlışları, eksiklikleri bizim için bir mazeret teşkil ediyor. Bize yapılan zulümlerden, haksızlıklardan dem vururken tembelliğimize, yapmamız gerekirken yapmadıklarımıza kılıf arıyoruz sanki. İslami kaygı, dikkat, hassasiyet, arayış isteğimizi yitirmişiz sanki. Her alanda daha iyiyi, daha doğruyu, daha güzeli bulmak için arayış içinde olmamız gerekirken üstelik. Aradığımızı her daim bulamasak da, bulanların arayanlar olduğunu unutmayalım. Bilgi dağarcığımızı zenginleştirmenin, eksikleri giderip yanlışları gidermenin en sağlıklı yolunun başta Kur’an olmak üzere kesintisiz okumaktan geçtiğini unutmayalım. Yine unutmayalım ki ‘’okumadan düşünmek yanıltır, düşünmeden okumak köreltir.’’

        Başarımızı, karşımızdakilerin başarısızlığı üzerine oturtmamalı, bu şekilde bir yerlere varabileceğimiz zehabına kapılmamalıyız. Almak istediğimiz sonucu gücümüzün yettiği(illa vüs’aha), herşeyi yaptıktan sonra Allah’a güvenip dayanarak(tevekkül), elde etmeye çalışmak(illa mes’a) değil midir aslolan. Düşünce ve davranışlarımızı, hareket tarzımızı başkalarının düşünceleri, yapıp ettikleri değil, yalnız ve yalnız Kur’an belirlemeli. Hangi konu olursa olsun Allah ve Rasülü’nün emir ve nehiyleridir bizim için bağlayıcı olan.

        Yaşadığımız ülke ve dünyada, sahih İslam anlayışına sahip olduğumuzda ve bunda direndiğimizde suyun akışının tersine yüzdüğümüzü unutmayalım. Yorulup suyun akışına kapılmak,  etrafımızın boşalıp yalnızlaşmak ihtimali her zaman mümkün. Bu dünyada yaşarken öyle veya böyle, ne pahasına olursa olsun mutlaka bir sonuca ulaşmak diye bir kaygımız olmamalı. Zaferle değil seferle yükümlü olduğumuzu unutuyoruz çoğu zaman. Hacc için yola çıkmış karınca örneğinde olduğu gibi ‘’-bu hızla, bu yürüyüşle varamazsın’’ diyenlere ‘’-varamazsam da, yolunda ölürüm ya!’’ diyebilmeliyiz. Mücadelemizi verirken haklılık ve meşruiyet prensiplerine dikkat edip mesajı bulandıracak, özünden saptıracak, mahkum edecek hal ve tavırlardan uzak kalmaya özen göstermeliyiz. Müslümanca yaşamanın tatili olmadığı gibi, bu cehdin, bu yürüyüşün üç-beş kilometrelik değil uzun bir yürüyüş olduğunu, fani vücudumuz kara toprağa girinceye kadar sürecek bir maraton olduğunu hatırdan çıkarmayalım. Bu yol çetin ve zorluklarla dolu olduğundan, zaman zaman yorulup ağırlaşsak da durmadan, geriye dönmeyi, yan yollara sapmayı akıldan bile geçirmeden ağır ve emin adımlarla yola devam edip ‘’sahih bir iman ve sahih amel sahibi’’ bir mü’min olarak O’na dönebilmeliyiz. ‘’Akıbet muttakilerindir’’ emr-i ilahisini hatırdan uzak tutmadan.

        Hayatımızın gençlik dönemlerinde koşarken, esip gürlerken, yıllar geçip de evlenip çoluk çocuğa karıştığımız ve iş güç, makam mevki, mal mülk sahibi olduğumuzda, içinde yaşadığımız sistemin dün karşı çıktığımız şeylerini sahiplenmeyelim. İslam’ın o sakin, o huzurlu sularından kalkıp da demokrasi veya diğer dünya görüşlerinin limanına demirlemeyelim. Kendimize yazık etmeyelim ve bize bel bağlayıp ümitlenen dostlarımızı üzüp düşmanlarımızı sevindirmeyelim. Her devir ve toplumda haklının değil güçlünün, azlığın değil çoğunluğun yanında yer alma tavrı ırak olmalı bize. Çoğunluğun yanında yer alma hakk üzerinde olursa bir anlam, bir değer taşır Hakk Teala katında. Dünya nimetlerinden, ikbal ve istikbal imkanlarından mahrum kalmamak için gücü elinde tutan odaklarla birlikte olmak, gözlerine girmeye çalışmak, onlara şirin gözükmek ırak olmalı bize.

        Ve yakın olmalı bize Allah, Rasülü(Rasülleri) ve namaz kılıp zekat veren, Allah’tan gereği gibi korkup sakınan mü’minlerin dostluğu, öğütleri. Allah’ın rahmetinden, yardımından ümit kesmediğimiz gibi, Allah’ın affına, inayetine aşırı güvenerek yoldan çıkmayalım. Korku ve ümit arasında olmak değil midir takvaya yakışan hal.

        Kardeşim duyuyor musun sesimi?
        Sen duymaz, el oğlu duyarsa.
        Toprağın altı üstünden yeğdir bize.
        7.4 şiddetinde bir uyarı yetişir gayrı hepimize.

        Biz [başkaldıran] topluluklardan nicesini, gece vakti ya da güpegündüz dinlenirken ansızın gelip çatan cezamızla yok etmişizdir. (Kur’an; A’raf 7/4)