İRFAN’IN PENCERESİ’NDEN
Kırk Bir
Yılın Hikâyesi 1
“Seksenler”de
Bir Üniversiteli
“Akıl, olmazların zoru
içinde / Üst üste sorular soru içinde” iken, “Eski esvaplarım, tutun elimden / Aynalar, söyleyin bana, ben
kimim?” (1) diyeli aradan tam 41 yıl geçmiş. Artık bu süreci sonuçları, tespitleri,
gözlemleri, anıları ile ve özellikle son yirmi beş yılı da dikkate alarak ele
alıp irdelemenin, muhasebe yapmanın zamanı geldi. Bu durum değerlendirmesini
kısa bölümler şeklinde uzun bir yazı dizisi olarak
planladım. Bu hikâye bir yerde şahsıma ait hususi olmakla birlikte birçok
yönden bir kuşağın umumi öyküsü olarak da görülebilir.
Her ne kadar ilgili yazıda
(2) yaş itibariyle X kuşağına dahil olarak tasnif olsam da kendimi tanımlamak
istersem “Seksen Kuşağı” ifadesini tercih ederim. X kuşağı tanımına “kurallara uyumlu, sadık ve
çalışkanlığa önem veren bir kuşak” yönüyle uysam da “paraya fazla odaklanmış
olan bu kuşakta bireycilik ve rekabetçilik gibi olgular biraz daha önem kazanma”
yönüyle hiç uymuyorum. Zira o yıllarda bende para ne gezerdi ve de hani meşhur
tabiri ile “fakir ama onurlu” gençlerden biri idim. Paraya pula odaklanmadığım
gibi bireycilik ve rekabetçilik de karakterimde yoktu. Kişilik ve kimliğimin
gelişmesi, şekillenmesi büyük ölçüde 80’li yıllarda olduğu için beni en iyi
tanımlayan ifade “seksen kuşağına mensup biri” olmamdır.
Hikâyenin başlangıcı olarak üniversiteye başladığım 1982
yılını nirengi noktası alsam da bu ilk bölümde bu tarih öncesindeki hayatımdan da
düşünce oluşumu yönüyle yazı dizisine giriş mahiyetinde kısaca bahsetmek
istiyorum.
İlk ve orta öğrenim hayatım boyunca hayata, ülke ve dünya
gündemine dair fikirlerim ortalama bir yurdum insanından farklı değildi. Sağ
sol çatışmasının memleketi kasıp kavurduğu bir zaman diliminde bile, o günlerin
yine meşhur tabiri ile ‘ne sağcı ne de solcu’ idim ama mahallede arkadaşlarla
oynamama rağmen ‘futbolcu’ da değildim. Başşehir Ankara’nın varoşlarında, bir
gecekondu semtinde okul-ev-sokak üçgeninde günlerim geçip gidiyordu.
Evimiz sağcıların hâkim olduğu mahallenin sınırında olduğu
için ana yola bakan duvarına sırayla sağcı ve solcu sloganlar yazılıyordu.
Gecenin bir yarısında yazı yazanların konuşmalarını duyuyorduk ama sesimizi
çıkar-a-mıyor, susuyorduk. Bu halin olumlu tarafı o duvarı boyamamıza gerek bile
kalmıyordu. Geceleri yer yer silah sesleri duyuyorduk hatta bir keresinde
gündüz vakti babamla bahçede çalışırken birden çatışma başlamıştı. Biz de hemen
duvarın arkasına siperlendik. Yakınımızdaki ‘İyi Su Durağı Üstü Camisi’nin
(yeni ismi Kudüs) girişine sağcılar (ülkücüler) tarafından makinalı tüfek
yerleştirilmiş ve karşı tepelerde evler arasında koşup korunmaya çalışan ve
ateş eden tabancalı solculara yaylım ateşi açılmıştı. Çatışma başladığında
yoldan geçen polis otoları ortadan kaybolur, bittiğinde görünürlerdi. Ortaokula
gidip gelirken yolda iki grubun birbirine taşlı saldırısı ortasında kaldığımız
ve evimizin önünde oynarken küçük yaştaki çocukların bile bana “sen necisin?”
diye sorup taciz ettikleri bir ortam söz konusu idi. Sağcılar “Genç Osman”
türküsünü söylerken, solcular da “Aldırma Gönül” şarkısı ile cevap verirdi. O
yıllara ait anımsadığım en trajik hadise merhum babamın ve benim de gittiğimiz
berber ve çırağının işyerinde silahlı saldırı sonucu öldürülmeleriydi. Menfur
olaydan sonra eşinin hamile olduğunu ve kısa bir süre sonra da baba olacağını
öğrendiğim berberimizin o gülen yüzü ve hoş sohbeti hâlâ hafızamın derinliklerindedir. Bu olaydan
sonra cinayeti telin yürüyüşü yapılmış ve kısa bir süre sonra da karşı solcu
mahallede bir kahvehanenin silahla tarandığını ve ölenler olduğunu işitmiştik.
Hani askeri darbeden sonra paşaların dengeyi (ve adaleti!) sağlamak adına bir
sağdan bir soldan adam asmaları misali belki de aynı tabancadan çıkan
kurşunlarla karanlık emeller uğruna kanlı eller tarafından sağlı sollu
katliamlar kaos oluşturma adına misilleme tarzında sürüp gidiyordu. Rahmetli
babam büyükşehir belediyesindeki işine sabah vardiyasına gitmek için sabah
ezanları okunurken vızır vızır kurşun sesleri arasında evden çıkardı, akşama
dönüp dönmeyeceği konusu nedense aklımıza bile gelmez, uyumaya devam ederdik.
Herhalde bütün bu cinnetvari, akla ziyan hadiseler hepimiz tarafından
kanıksanmıştı.
Ortaokul sonunda ülkedeki anarşi ve kargaşa ortamından
kurtulmak, eğitim hayatıma güvenli bir şekilde, kaliteli disiplinli bir ortamda
devam edebilmek için ve ayrıca üniformanın albenisini, ikbal ve istikbal
olanaklarını da ilâve edersek askeri lise imtihanlarına kıt kanaat
hazırlandım. Bu şiddet, dehşet (terör) ortamında başıma gelen en ciddi hadise
askeri lise sınav sonuçlarına bakmak için sol yayın organı olarak bilinen Günaydın
gazetesini alıp evden oldukça uzakta sağcı bölgesinde inmem sırasında vuku
buldu. Eve doğru yürürken yolun kenarındaki bir gruptan durmam konusunda uyarı
geldi. Büyükler küçükleri önümü kesmem için gönderdi. Fakat cebimdeki gazete
nedeniyle cezalandırılacağımı bildiğimden adımlarımı hızlandırıp onlar önümü
kesmeden kaçıp kurtulmak için tabana kuvvet koşmaya başladım. Arkamdan epey taş
attılar, biri kafamı sıyırıp geçse bile hiçbiri isabet etmedi. Onlardan uzaklaşınca
karşıt görüşlü bir grup karşıdan geliyordu, o yüzden takibi bıraktılar. Gazeteye
baktığımda sınavı kazandığımı gördüm, çok sevindim fakat sağlık muayenesinde
(gözde miyop başlangıcı) elenince nasip olmadı, çok üzüldüm. O sıra ne
yapacağımı şaşırmış halde iken Ulus’taki Ankara Ticaret Lisesi giriş sınavına katıldım
ve ikinci sırada kazandım. Sınava girdiğim sınıfın karatahtasında yazan şu
yazıyı hâlâ hatırlıyorum. “Ne ezan sesleri ne kilise çanları / Kurtaramadı
yoksul çalışanları”. Artık okula egemen olan yapıyı siz tahmin edin. İkamet
ettiğimiz Etlik’de gitmem gereken lisede, olaylar ve boykot nedeniyle eğitim
yapıl-a-mıyordu. O okulda başıma neler gelebileceğini tahmin etmekte zorlanmıyordum
zira okuduğum ortaokul bile okul dışında her şeye benziyordu. O vasatta bile
etliye sütlüye karışmadan ve de içime kapanarak ortamın ve zamanın olumsuz
etkilerinden kendimce korunmaya çalışıyordum. Allah’tan mahalledeki bir
arkadaşımın babası oğlunun yanına beni yol arkadaşı olarak düşündüğü için
Sıhhiye’deki Ankara Atatürk Lisesi’ne kaydımın yapılmasını sağladı.
Lise yıllarında pek sorun yaşamadım. Çünkü ilk yıl olaylar
devam etse bile okul koridorlarında ve sınıf kapılarında jandarma beklediği
için dersleri işleyebildik. Okul çıkışı koridorlarda sloganlar atılır, sıklıkla
son derste çıkmadan önce bir öğrenci kapıyı tutar, bir başka öğrenci siyasi bildiri
okurdu. Ara sıra bazı öğrenciler yakındaki jandarma okuluna götürülür, s
harfini orak şeklinde yazanlar disipline gidebilirdi. Okula giderken çantayı
hangi elle taşımanız bile sağcı veya solcu olduğunuzun kanıtı sayılırdı. Lise
2’ye başlamadan evvel “Eylül’de Gel” şarkısındaki gibi askeri darbe geldi,
düdük çalındı, oyun bitti, silahlar sustu, anarşi ve terör gitti. Memleketimin
insanları bu anarşi ve terör sürecinde birileri tarafından yapılan teşbihle
“iti ite kırdırmak” kabilinden birbirine kırdırıldı, dışarıda ayrıştırılıp
kapıştırılan sağ ve sol, içeride (cezaevinde) “karıştır barıştır” yöntemiyle
kaynaştırılmaya çalışıldı. Sorgulama ve işkence tezgâhlarından geçirilerek “memleketi kurtarmaya kalkmanın bedeli”
fazlasıyla ödetildi. Okulda bile bizim ve herkesin bildiği öğrenci elebaşları
hızla okuldan uzaklaştırıldı, demek ki her şey istihbari açıdan kayıtlı kuyutlu
ve de kontrol altında idi. Lisemiz, eğitim açısından köklü ve kaliteli bir
lise, öğretmenleri de ilgili ve bilgili idi. Dershaneye bile gitmeye gerek
kalmadan ilk başvuruda rahatlıkla üniversiteyi kazandım. (3)
Resmi eğitimin ideolojik angajmanından, endoktrinasyonundan
(4), kıskacından kurtulunca, zihnim rahatladı, özgürleşti, soru sormaya,
sorgulamaya başladım. Orta öğretim yıllarında coğrafya dersinde ülkemizin üç
tarafının denizlerle çevrili olduğunu; dışarıya tarım ürünleri ihraç edip
dışarıdan makine ve elektronik ürünler aldığımızı; milli güvenlik dersinde bir
arkadaşımızın dikkat komutuyla gelen subaydan dinlediğimiz milli güvenlik
dersinde dahili tehditlerin bölücülük ve irtica, harici tehditlerin de
komünizm olduğunu; tarih dersinde de komşumuz Yunanistan’ın “megalo idea”
isimli “Büyük Yunanistan” hayali olduğunu öğrendik. Ama her ne hikmetse
İsrail’in de “Arz-ı Mev’ud” adı altında “Vaad Edilmiş Topraklar” hayalinin
olduğunu ve bunun da bayraklarındaki mavi şeritlerdeki Dicle ve Fırat arası
olduğunu, hatta ülkemizin Güneydoğusunu da kapsadığını; Emperyalizmin bir
kanadı Komünizm ise diğer kanadının da Kapitalizm olduğunu öğrenemedik. Zira o
zamanlar bize ikinci dünya (emperyalistler arası paylaşım) savaşı sonrası
Tahran, Potsdam ve Yalta’daki anlaşmalar sonucu oluşturulan iki kutuplu dünyada
yani soğuk savaş döneminde ABD ve NATO’nun payına, kontrolüne düştüğümüz, onun
güney doğu kanadını oluşturduğumuz, ülkemizdeki olan biten her şeyin bununla
ilişkili olduğu öğretilmedi. Henüz Gladio, Kontrgerilla, Susurluk, Derin Devlet
gibi kavramlar literatürümüze girmemişti. Cumhuriyet rejiminin kurucu unsuru ve
bekçisi askerler rejimi koruma ve kollama adına, devletin bekası için her şeye
vaziyet ediyor, açık gizli iktidarlarını sürdürüyorlardı ama biz bundan da habersizdik.
On sekiz yaşında, yüksek öğrenimin eşiğinde ve belli bir
mesleğin formasyonunu almaya hak kazanmış bir genç insandım. Bir yandan da sınırlı
olanaklarımla elime ne geçerse okumaya çalışıyordum. Mahallenin genç ve dinamik
imam-hatibi Rahmi abinin kütüphanesinden ödünç kitaplar alıp okumaya da başlamıştım.
Geçtiğimiz yıllarda onun da bulunduğu eskisinin yerine yenisi yapılan caminin
yaptırma ve yaşatma derneğinin toplantı salonunda sohbet sırasında orada
bulunan hazirûna dönüp dedi ki; “bu bizim doktor var ya, ben bile çoğunu
okumamışken kütüphanemdeki bütün kitapları alıp okudu”. Evet gerçekten o öğrenme
açlığı ve arayış içinde kitap namına ne bulsam okuyordum. Okuduğum şeyler
içerik olarak zayıf, hamasi idi ama o yıllarda ve o yaşta beni duygusal yönden
de olsa etkiliyor, motive ediyordu. Hekimoğlu İsmail, Ahmet Günbay Yıldız gibi
yazarların bir nevi hidayet romanı sayılabilecek kitaplarını okurken, merhum
Şule Yüksel Şenler’in artık yerli klasikler arasına girmiş “Huzur Sokağı”
romanını okurken içim huzurla doluyor ama mesela roman kahramanı Bilal’in bir
kış günü sokaktaki çocuklara yaptıkları kardan adamın bir nevi put olduğunu söyleyip,
Allah’ın son elçisinin Kâbe’nin içindeki ve dışındaki putları kırması
misali onlarla birlikte parçalamasını “ne alâka kardeşim” deyip tuhaf bulup
sorgulayacak durumda olmadığımı da söyleyebilirim. O sıralar şair ve eylem (aksiyon)
adamı Necip Fazıl Kısakürek’in kitapları ile karşılaştım. Mesela onun “Son Devrin
Din Mazlumları” adlı kitabını bugün bilimsel ve akademik yönden ciddiye almasam
da o güne kadar resmi tarih öğretisi (tezi) dışında bir malumata sahip olmayan
biri olan benim için beynimde bir işaret fişeği, bir soru işareti oluşturması
açısından faydalı oldu. Yazar kitabını muhtemelen bir şiirindeki “İnanmıyorum, bana öğretilen tarihe! / Sebep ne, mezardansa bu hayatı
tercihe?” dizesini temellendirmek ve örneklendirmek için yazmıştı.
(5)
Bu yazı dizimin ilk bölümünü daha fazla uzatıp sabrınızı
zorlamadan burada kesmek ve şairin aynı şiirinden bir dize ile bitirmek
istiyorum. “…Ayırıp o genç adam,
uzansa yatağına / Yerleştirse başını, iki diz kapağına / Soruverse: Ben neyim ve bu hal
neyin nesi? / Yetiş, yetiş, hey sonsuz
varlık muhasebesi...”
Bir sonraki bölümde nasipse Necip Fazıl Kısakürek kitapları
ve düşüncesinden başlayarak yazı dizimize devam edelim inşallah.
Kaynaklar:
1.
Zindandan Mehmed’e mektup & Çile –
Necip Fazıl Kısakürek
2.
http://www.yarimadagazetesi.com/yazi/x-y-z-68-ve-78-kusaklari/
3.
Köye bir haber geldi (Tababet san’atının
icrası ile geçen 33 yıl / anı 1); https://www.akademikakil.com/koye-bir-haber-geldi-tababet-sanatinin-icrasi-ile-gecen-33-yil-ani-1/irfanyalcinkaya/
4.
https://tr.wikipedia.org/wiki/Endoktrinasyon
5.
Muhasebe - Necip Fazıl Kısakürek
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder