“Ankara’da,
Kaleiçi’nde / Bir garip Arif Kaya’yım / Hüseyin’in oğluyum / Tarifsiz kederler
içindeyim” dizelerindeki ‘Orhan Veli’ misali ‘bir garip’ oğlancık idim ama ‘tarifsiz
kederler içinde” değildim henüz. Fakirdim, gariptim belki ama çocukluğumda mutluydum.
Tȃ ki,
lise bitimine kadar.
İşte
o zaman içimde fırtınalar esti, kafam allak bullak oldu. “… Aylarca gezindim,
yıkık ve şaşkın, / Benliğim bir kazan ve aklım kepçe. / Deliler köyünden bir
menzil aşkın, / Her fikir içimde bir çift kelepçe. / … / Akrep, nokta nokta
ruhumu sokmuş, / Mevsimden mevsime girdim böylece. / Gördüm ki, ateşte,
cımbızda yokmuş, / Fikir çilesinden büyük işkence…“ dizelerindeki ‘Necip Fazıl’
misali fikir ‘çile’si çektikten sonra yine onun diliyle “Ensemin örsünde bir
demir balyoz, / Kapandım yatağa son çare diye. / Bir kanlı şafakta, bana çil
horoz, / Yepyeni bir dünya etti hediye…” ve çilem, arayış itibariyle bitti ve
buluş’tan sonra oluş, oluşum, olgunlaşma sürdü geldi ta bugüne kadar.
Ve yarım
asır geride kaldı. Peki bu ‘50 yılda, 50 şey’ gördüm, öğrendim ve anladım mı?
1.
Gördüm ki; elli yıl önce, dünya denilen ‘iki
kapılı hȃne’ye
gözlerimi açmadan ve dahası anamın karnında olmanın öncesinde nasıl ben cisim
olarak yoktuysam, hem ben dünyadan hem de dünyadakiler benden habersiz şekilde dünya
bildik seyrine devam ediyor idiyse, ileride bir gün benim bilmediğim, fakat
Yaradan’ın bildiği-takdir ettiği bir gün, gözlerimi bu dünyaya kapatıp fȃni
vücudum toprak olduktan sonra da hayat sürecek,
dünya yine bildik seyrine devam edecek, sevenlerim dahil
bildik-duyduk-tanıdık herkes “ölenle ölünmez” diyecek, yaşam telaşı devam
edecek. Sonrasında ise belki bir vesile ile hatıramı müspet-menfi yad edenler
olacak. Tek olarak yaratıldığım gibi, yalnız olarak da defnedileceğim. Anadan
üryan geldiğim gibi, muhtemelen kefenle sarılıp toprağın bağrına konulacağım
(Allah-u ȃlem:
Allah bilir).
2.
Öğrendim ki; Dünya’ya gözlerini açmak,
‘varlık alemi’nde olmak; kim ne derse desin ‘tarifi imkansız’ bir güzellik ve
eşsiz bir tecrübe, bir şans, bir bahtiyarlıktır. Sırf bunun için bile “Yaradan”a
ne kadar şükretsek azdır. O’na şükretmek için binbir sebep varken, küfretmek
(nankörlük) için tek bir sebep dȃhi yoktur. Dünya hayatında olmak şans
demişken, bu şansın bir defaya mahsus olduğunu hatırlamamız-hatırlatmamız
gerektiğini düşünüyorum, zira bir ikinci şans olmayacaktır.
3.
Anladım ki; ölüm hiçbir canlıya ayrıcalık
yapmıyorsa, her can ölümü tadacak, ölümle karşılaşacaksa-ki öyle, ölüm bu
dünyadaki her şeyi anlamsızlaştırıyor ve aynı zamanda da anlamlandırıp, yerli yerine
oturtuyor. En sonunda, ȃhiret’te, herkese verilenlerden hesap sorulacağı gibi,
verilmeyenlere de hakları iade edilecek, her şey eşitlenecek, kimseye ‘zerre
miktarı’ haksızlık edilmeyecektir. ‘Külli şey’in alîm’ ve ‘Külli şey’in kȃdir’
(mutlak anlamda her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten) Allah’ın tek söz sahibi
(hakimi) olacağı ‘Mahkeme-i Kübra (Büyük Mahkeme)’da ‘Mutlak Adalet’ tecelli
edecektir. Bu gerçek, bu dünyada adaletin sağlanması için uğraşmaya, zulümle mücadele etmeye, hakk’ın batıl’a
üstün gelmesi için cehd (cihad) etmeye engel değildir; atalete, gevşekliğe ve vurdumduymazlığa
mazeret olamaz. Allah “ahiret, din, hesap günü”nde her yarattığı insanı (kulu),
yapıp yapmadıklarından imtihana çekmese idi, mükafat ve ceza olmasa idi, her
hak sahibine hakkı tastamam iade edilmese idi, işte bu tam bir zulüm olurdu,
Allah inancının ve İslam’ın hiçbir önemi, anlamı ve değeri kalmazdı.
4.
Gördüm ki; işimizi, mesleğimizi, uğraşımızı; olanaklarımız,
gücümüz nispetinde ve en güzel biçimde yaparsak; haklı ve meşru konumumuzu
korursak; o konuda elden gelen ne tedbir varsa alıp sonucu da Allah’a arz eder,
sonucu ondan bekler ve hakkımızda hayırlısı ne ise onu talep edersek, dua ve
niyazda bulunur ve bir de bütün bunların üstüne sabreder, Hakk’tan gelene, bize
isabet edene gönül hoşnutluğu ile razı olursak, ‘Kȃdir-i
Mutlak’ bize hiç beklemediğimiz kişi/kişiler eliyle, ummadığımız bir zamanda ve
şekilde yardımını eriştirir, işimizi kolaylaştırır, sonuca ulaştırır. Ben buna
hayatımda defaatle şahid oldum.
5.
Öğrendim ki; Allah’ı işlerine karıştırmayan,
O’nu bilinmesi gerektiği gibi bilip sevmeyen, O’nu seven ve itaat edenlere her
türlü zulmü reva görenler, bunca zorluğu, sıkıntıyı, tehlikeyi göze alabiliyor,
gece gündüz çalışıyorlarsa; O’ndan hem bu dünyada, hem de ahirette güzellik
(başarı, mükȃfat)
isteyen bizlere ne oluyor ki, onlardan daha fazla, hiç olmazsa onlar kadar
çalışmıyor, tehlikeleri göze almıyoruz. Üstelik biz kafirlerin, müşriklerin,
münafıkların, zalimlerin Allah’tan ummadığını, beklemediğini umuyor,
bekliyoruz. Biz bize düşeni gerektiği gibi (layık-ı vechile) yapalım, O zaten
üzerine düşeni en güzel şekilde yapar, ihmal etmez, imhal eder yani süre tanır,
zamanı gelince gerçekleştirir.
6.
Anladım ki; Allah kullarına doğru ve yanlış
yolu gösteren vahyi verdiği gibi, aklı da vermiş, dağıtmıştır. Akletmez,
düşünmez, çalışmaz, insanı ve insan dışındaki dünyayı (evreni) bilmeye,
araştırmaya, anlamaya çalışmaz ve biz de katkı sunmazsak; hep başkalarının
çalışmalarından, araştırmalarından, ürünlerinden faydalanmakla yetinir, ezik,
mahcup ve boynubükük oluruz. Bunu gidermek için inkar etmeler, yapılanları küçümsemeler,
yok saymalar, önce biz bulmuştuk demeler, bunların hepsi aslında ‘Kur’an’da ve
Sünnet’te bildirilmişti’ gibi trajikomik durumlara düşeriz, kendimize ve
başkalarının bize olan güvenini sarsarız. İlim (bilim) kapısı, erkek kadın,
müslim gayrimüslim, türk kürt, beyaz siyah yani aklı, alȃkası
ve azmi olan herkese, her insana açıktır.
7.
Gördüm ki; ömrümüz ne kadar uzun olursa olsun
her yeri gezmek, her şeyi görmek, her şeyi tatmak ve her şeyi tecrübe etmek imkȃnı
yoktur. İlla da ‘ölmeden önce görmemiz, yapmamız, tatmamız, seyretmemiz gereken
bilmem şu kadar şey’ diye bir şey yoktur. Buna ne ömür, ne zaman ve ne de maddi
imkȃnlar
yeter. Bu dünyada helal ve temiz olanlar nefsin keyfine, istek ve arzuların
tatminine, dünya nimetlerine olan susuzluğu gidermeye kȃfidir.
Ondan ötesi (haramlar) ise, ne kadar süre oyalar ve avutursa avutsun, sonu
hüsrandır, bozulmadır, dağılmadır, tuzlu su içmişçesine susuzluktan yanmadır.
Haramlar çekici, hoş, baştan ve yoldan çıkartan şeyler olsa da, bu şeytanın bir
kandırmacasıdır, aldatmacasıdır.
8.
Öğrendim ki; Cennet’te Adem ve eşini,
Allah’ın açık ve net uyarısına rağmen, emre karşı gelmeye ikna eden içimizdeki
ve dışımızdaki şeytan(lar), Adem’in evlatlarını da dört bir taraftan, binbir türlü
şekillerde yaklaşıp “sırat-ı mustakîm- dosdoğru yol-İslam”dan ayırmaya, uzaklaştırmaya
kıyamete kadar ara vermeden, pes etmeden devam edecektir. İyi, doğru, güzel,
adalet, Hakk, Tevhid, İslam ile kötü, yanlış, çirkin, zulüm, Batıl, Şirk, Küfür
mücadelesi dünya kurulalı başladığı gibi dünya hayatı sonlanıncaya kadar
sürecektir. İnsanlardan bir kısmı Allah ve dostlarının yanında, diğer kısmı ise
şeytan ve dostlarının tarafında saf tutacaklardır. Mücadeleyi Allah’tan yana
olanlar bu dünyada ve/veya ȃhirde, ahirette yani eninde sonunda mutlaka ama mutlaka
kazanacaktır. Dönem dönem zahiren başka şekillerde görülse, gözükse de bu durum
geçicidir, yanıltıcıdır.
9.
Anladım ki; ortada yolunda gitmeyen bir
şeyler, sıkıntılar, sorunlar varsa öncelikle kendimizin, içinde olduğumuz
topluluğun özeleştiri yapması, baştan ayağa kendini gözden geçirmesi, aksayan, yolunda
gitmeyen şeylerin nedenleri ve çözümleri üzerinde tek tek ve birlikte kafa
yormaları, tefekkür ve tezekkür etmeleri kaçınılmazdır, mecburidir. Bizim
sorunlarımızı başkalarının gelip el atıp çözmesini beklemek ham hayȃldir.
Çekinmeden, cesaretle sorunların, sıkıntıların üzerine gitmek; kısa, orta ve
uzun vadeli çözümler üretmek durumundayız. Avantaj ve dezavantajlarımızın, imkȃn ve
mahrumiyetlerimizin farkında olursak, ne tür problem olursa olsun, üstesinden
gelmek zor olmasa gerektir. Böyle yapmayıp da bütün sorunların kaynağını,
müsebbibini, sorumlusunu mütemadiyen ve sadece dışarıda, başka yerlerde arar
isek; kabahati başka kişi/kişilere yükler isek; dönüp dönüp aynı yanlışları yapar,
vakit kaybederiz. Hedef şaşırarak-şaşırtarak hem başkalarını sorunların tek ya
da en büyük sorumlusu gibi görüp göstermek, hem de onların bizim halimize niçin
acıyıp yardım etmediklerini dillendirmek, tam bir acziyet halidir.
10. Gördüm
ki; en küçük birimiyle aile başta olmak üzere bütün topluluklarda ve
devletlerde, yönetimi ellerinde bulunduran insanlar, yönetim işinin bir emanet
olduğunu ve topluluğun bütün üyelerine adalet ve merhametle davranıp mümkün
mertebe rızalarını alma, memnun etme yönünde gayret göstermelidir. Mensuplarının
ve sorumluluğunu üstlendiği topluluğun, hem dünyevi hem de uhrevi saadet ve
huzurunu düşünmeyen, çalışmayan bir yönetim varlık sebebini, anlamını ve
meşruiyetini yitirmiştir. Meşru yollarla ıslah edilinceye kadar ya da ıslahı
imkȃnsız
ise daha iyisi ile değiştirilinceye kadar cehd edilmelidir. İslam’daki “meşru
gayeye meşru vasıtalarla ulaşılır” ilkesinden asla taviz verilmemelidir.
11. Öğrendim
ki; İslam “güzel ahlȃk”tan ibarettir. Ahlȃken güzel, iyi, doğru ve hayırlı olan ne
varsa bünyesinde barındırmaktadır. O güzel ahlȃk; devlet, siyaset, ekonomi,
eğitim, edebiyat gibi hayatın her alanına dair ne varsa barındırır. İslam’da
devlet yok, iktidar talebi yok demek; Kur’an’ı ve Allah’ın son elçisini, bütün
elçilerini ve bugüne kadar gelen Müslümanların pratiğini, tarihini reddetme
anlamına gelir, hayatın gerçekleriyle de bağdaşmaz. Devlet (sulta, güç, otorite,
iktidar) olmazsa, kimi neden koruyacak, kimin hakkını kimden alıp da kime iade
edecek ve kime neyin hesabını soracaksınız? Korunması gerekli değerleri (can,
mal, ırz, nesil, inanç-fikir, vb.) kim koruyacak? Hadi bir coğrafi sınırlar
(ulusal devlet) içerisinde korudunuz, ya bütün dünyada kim koruyacak ve
savunacak? Bütün eksik, yanlış ve hatalarına rağmen Osmanlı Devleti, bir
coğrafyayı, bir medeniyeti, bir topluluğu (ümmeti) bir arada tutuyor ve kurda
kuşa yem etmiyordu. Osmanlı güçten kuvvetten düşüp hele de yıkıldıktan bu güne
değin 150-200 yıldır olup bitene bir bakın, ne demek istediğim rahatlıkla
anlaşılabilir. Bugün Müslümanları bir araya getiren, onları temsil eden,
savunan, koruyup kollayan bir devlet olsa; ne Filistin Siyonist Yahudi işgaline
uğrardı, ne Irak’da, Libya’da, Suriye’de, Afganistan’da Hıristiyan-kapitalist-demokratik-emperyalist
Batı (ABD-AB)’nin terör saldırıları olurdu, ne Sırplar Bosna’da müslümanların
canlarına kıyıp namuslarına musallat
olabilirdi, ne Rusya Çeçenya’da, ne de Çin Doğu Türkistan’da katliam
yapabilirdi. İslam devleti/devletleri olmazsa ve mazlum devletler bir araya
gelmezse, kim ezici çoğunluğu müslüman olan mazlumları, mahrumları, mağdurları
koruyup kollayacak? Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği, İslam Konferansı
Teşkilatı, Arap Birliği Teşkilatı, Şanghay Beşlisi, G-20, Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi, Uluslararası Adalet Divanı, filan veya falan ulusal devlet vb. demeyin
sakın ve de güldürmeyin Allah aşkına? Öncelikle yaşadığımız ülkede, bölgede,
coğrafyada sonra da bütün dünyada adil, insani, islami ve ahlaki bir güce,
otoriteye, devlete ihtiyaç vardır. Bunu da İslam’dan başka sağlayacak din(dünya
görüşü, ideoloji) yoktur, olmayacaktır da.
12. Anladım
ki; yeryüzü bir bütündür ve Mülk (güç, hakimiyet, egemenlik, otorite, iktidar)
Allah’ındır. Ulusal devletler, krallıklar, emirlikler, sınırlar, bayraklar,
marşlar filan egemenlerin, güç ve otorite sahiplerinin belirlediği, dayattığı
ve kutsallaştırdığı?! sun’i, ayrımcı, bölücü şeylerdir. Sınırların kalktığı ya
da sembolik hale geldiği; kula kulluğun olmadığı; Allah’tan başka bütün
hakimiyet odaklarının bertaraf edildiği; dünya-ahiret, din-ideoloji gibi yapay
ayrım, ayrılık ve aykırılıkların kalktığı; Tevhid’in, Adalet’in, Barış’ın,
Huzur’un her alanı kuşattığı, kapladığı bir dünya için herkes ne kadar uğraşsa,
çabalasa, yorulsa yeridir ve ne yapılsa azdır.
13. Gördüm
ki; her konuda bir gerçek ve bir de ideal vardır. Bize düşen gerçeklerden
kopmadan, gerçekleri görmemezlikten gelmeden onlarla yüzleşmek, mücadele etmek
ve eldeki olanaklar dahilinde en iyiye, en güzele yani ideale erişmeye
çalışmaktır. Çıta hep yüksek olmalı ve yükseltilmeli ki, tembellik ve gevşeme
olmasın, ortada hep bir hedef, amaç olsun. Herkes bir işin ucundan tutsun, bir
şeyle meşgul olsun ki, işler yürüsün ve de insanlar boş, zararlı ve kötü
şeylerle ȃlȃkadar
olmasın.
14. Öğrendim
ki; İslam’ı okullarda din bilgisi diye herhangi bir din olarak okutmak ve
üstüne üstlük diğer bütün derslerde İslam’la taban tabana zıt ‘din-dünya
görüşleri’nin anlayışını, felsefesini öğretmek akla ziyan bir durumdur.
İslam’ı, ‘Hayat Bilgisi’ adı altında okutmak daha doğru olup, hayatın dışında
ve ona aykırı bir İslam anlayışı yoktur. İslam, tahrif edilmiş, özünden
saptırılmış Hırıstiyanlık-Yahudilik gibi inançlardan, dünyadaki diğer din,
ideoloji ve felsefelerden tümüyle başka, ayrı bir dünya görüşü (din), felsefe,
yaşam tarzıdır. İlahiyat, teoloji, dini ilimler gibi başlıklar altında
okutulanlar, tarih içinde üretilen bilgidir, görüşlerdir, kanaatlerdir,
yorumlardır.
15. Anladım
ki; İslam’ın kȃinata,
insana ve tabiata bakışı tamamıyla kendine özgüdür, özgündür, başka
din-ideolojilerle benzer görüşler olması aynı olduğu anlamına gelmez. İslam
tezdir, onun dışındakiler tümüyle antitezdir. Bu konudaki sentez de, doğru ile
yanlışın bir araya getirilmesi çabasıdır ki, makbul ve meşru değildir (Arap İslam’ı,
Türk İslam’ı, Avrupa (Euro) İslam’ı vb). İnsanlık; inkar (ateizm),
bilin-e-mezcilik, (agnostisizm), laisizm (daha geniş anlamıyla sekülarizm,
dünyevileşme) ile dünya yönünde ve ruhbanlık (mistisizm, tasavvuf) ile ahiret
yönünde aşırılığa varan; dengeyi, ölçüyü, ahengi bozan ve özellikle dünyanın
Batı tarafındaki Allah’ın kulları ellerindeki muharref (bozulmuş, sapmış)
dinler de derman olma bir yana dert üretince, çareyi faşizm, kapitalizm,
emperyalizm, siyonizm, sosyalizm, liberalizm gibi onlarca çözüm üretmekte
buldu. Fakat çare diye sarıldıkları çare olmadığı gibi, yeni yepyeni sorunlar
ürettiler, iki defa dünyayı kana buladılar, yağmaladılar. Ellerinde İslam gibi
bir imkȃn
(çözüm, silah, çare) olanlar da birbirleriyle uğraşıp kendi sorunları içinde
boğuşurken, Batı (ve Doğu) üçüncü dünya savaşına sessiz sedasız var gücüyle
devam etmektedir. Bu düşman artık farklı isimlerle de tanımlansa, ılımlı da,
radikal de olsa İslam’dır. Ve bu konuda Hıristiyan-Yahudi (Haçlı-Siyonist)
ittifak her türlü yol ve yönteme (terör, işbirlikçiler üretme, medya, psikolojik
harp teknikleri, savaş, hile, darbe vb) başvurmaktan kaçınmamaktadırlar. Ve bu
savaş gittikçe daha da şiddetlenerek, artarak devam edecektir.
16. Gördüm
ki; bu milletin, ümmetin ve bütün dünyanın sorunları, sıkıntıları, dertleri ‘Allah’tan
(açıkta, gizlide) korkan, kul’dan utanan; helȃl-harama riayet eden;
Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i iyi bilen ve kavrayan; düşünce davranışta ifrat ve
tefritten uzak; kendisiyle, etrafıyla ve ‘Mevla’sıyla barışık; İslam ahlȃkının
bütün temel niteliklerini kendisinde toplamış; İslamî kişilik-kimlik sahibi;
aklını asla kimseye ipotek ettirmemiş, iradesini teslim etmemiş; okuduklarını,
görüp duyduklarını kritik edebilen; kendisini devamlı yenileyebilen, diri
tutan; basiret ve feraset sahibi insanlarla çözülecektir. Böyle güzel örneklere ihtiyacımız çoktur, hem
de mebzul miktarda. Olur olmaz çekişmelerle, ceviz kabuğunu doldurmayan
tartışmalarla, asıl meselelerden uzak yaklaşımlarla ya yerimizde sayar, ya da çözümün
fersah fersah uzağında dolanır, dururuz.
17. Öğrendim
ki; İslam çöldeki bedevinin, dağdaki çobanın, üniversitedeki akademisyenin,
okuldaki öğretmenin, fabrikadaki işçinin, varoşlardaki çöplerden geri dönüşüm
malzemesi toplayanın velhasıl her türlü anlayış ve kavrayış düzeyindeki insana
hitap eder. Yeter ki, biz onu zorlaştırmayalım, kolaylaştıralım; nefret
ettirmeyelim, sevdirelim. İnsandan, hayattan, gerçeklerden koparmayalım. Kadının
cinsel meta haline getirilip bedeninin sömürülmesi, uyuşturucu kullanımı, sokak
çocukları, kadın cinayetleri, emekçi sorunları, taşeronlaştırma, yolsuzluk,
rüşvet, kamu malının yağmalanması, çevrenin tahribatı gibi güncel sorunlara
sırtımızı dönmeyelim, çözüm üretme noktasında kafa ve kolumuzu yoralım, ‘İslam
gelecek, dertler bitecek’ gibi basit, ucuz ve sloganik ifadelere başvurmayalım.
Tarihin her döneminde, her yerde, her ahval ve şeraitte (durum ve şartlarda)
yaşanabilir olduğunu bilelim, bildirelim. Özü, esprisi, ruhu ihmal edilip geri
planda bırakılarak şekil ve şartlar ön plana çıkmasın; tören, ayin ve
ritüellere boğulmasın-boğdurulmasın. Sade, pratik, kolay, esnek ve samimi bir
yaklaşım esas alınsın. Heyecan, enerji, duygu, nezaket, nezafet, zarafet,
incelik, hikmet kaybolmasın, yitip gitmesin. Yasaklar arızi, (zaten eşyada asıl
olan ) mübahlar asıl olsun. İnsanımıza güvenelim, aleyhine delil aramayalım,
insanların ayıbını, kusurunu, günahını arama yerine örtelim, biz kendimize
bakalım, başkalarıyla menfi anlamda uğraşıp da vakit kaybetmeyelim, hayır hasenȃt
adına, çözümler bulmak için plan-proje-fikir üretelim.
18. Anladım
ki; akıl ondan mahrum kalanlar dışında bütün insanlara az çok verilmiştir.
Herkesin aklından (bilgi ve tecrübesinden) faydalanmanın yolu da danışmaktır.
Akıllı kişi, en güçlü ve yenilmez olan Allah’ın yanında saf tutar. Zira yalnız
o “düşmez kalkmaz”dır, mükemmel ve kusursuzdur. Yine akıllı kişi, bütün
yatırımını bu dünyada kalacak, bırakacak şekilde değil, ahirette de ürününden,
sonucundan faydalanacak şekilde yapar. Dünyayı ahiretin tarlası bilip, helal ve
meşru dairede bu dünyadan nasibini aldığı gibi, asıl yatırımını ahirete yapar.
Zira bilir ki, buradakiler geçici, tükenici ve usandırıcı iken; ötedekiler
kalıcı, devamlı ve bıkıp usandırmayıcıdır. Kur’an’ın tabiriyle Allah rızası
gözetilerek yapılan bir hayrın karşılığı bu dünyada birkaç katı geçmezken,
Allah yolunda mallarını harcayanların halini Kur’an temsilen “ yedi
başak veren, her başağında
yüz tanesi bulunan bir tek
tohumun hâline” benzetmektedir. Varın gerisini siz hesap edin gayrı.
19. Gördüm
ki; her işimizde Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu gözetir ve amaçlarsak;
niyetimizi halis, güzel, tertemiz tutarsak Allah ummadığımız, bizim bile
aklımıza gelmeyen vesilelerle işlerimizi kolaylaştırır, başarıya ulaştırır,
bereketlendirir. Elli yılda çalışmamın, gayretimin karşılığını kat be kat
aldığım gibi, inanılmaz yardım ve lütuflara mazhar oldum. Benim hakkımda
hayırlı diye düşündüğüm ve o an için olmadı diye üzülüp hayıflandığım şeylerin
zamanla öyle olmadığını, olumsuz diye düşündüğüm bazı şeylerin de zaman içinde
benim için hayırlı sonuçlara yol açtığını gördüm. Elden gelen bütün çabayı
sarfetmek, sabretmek ve O’ndan “hakkında hayırlısını istemek” tutulacak en
güzel yoldur, aksi beyhude bir tavırdır.
20. Öğrendim
ki; insan suretinde, özelliklerinde dünyaya gelmek bir vakıa iken, “insan
olmak” yıllar alan ve son nefese kadar devam eden bir ‘süreç’tir. Akıldan
yoksun olmak bir mazeret iken, akıl nimeti bahşedildiği halde onu yeteri ve
gereği gibi kullanmamak vebȃldir, sorumluluktur. Çevremizdeki bir çok insan
suretindeki mahlȗk, davar gibi olmaktan rahatsız olmuyor ve yine bir çoğu
da tımarhanede olması gerekirken dışarıda elini kolunu sallayarak geziyor.
Kötülük, zulüm, ahlaksızlık peşinde ömrünü tüketerek sefillerin sefili halde
veya hayvandan da aşağı bir vaziyette insan görünümündeki çok sayıda mahlȗk içimizde
bolca mevcuttur.
21. Anladım
ki; Allah istemeden ve dilemeden, insan/lar istese ve dilese bile o şey
gerçekleşmez. Allah’ın izni olmadan yaprak düşmez, insan ölmez. İnsanların
değil de O’nun rızası ve sevgisini kazanmaya çalışırsak, O insanların
sevgisini, teveccühünü de bize yöneltir, aksi halde Allah’ın da, kullarının da
ilgi ve sevgisinden mahrum kalırız, kaybedenlerden oluruz. Allah’a ma’siyette
(karşı çıkmada, isyanda) kula itaat olamaz. Bütün duygu, düşünce ve
hareketlerimizi Allah’ın sevgisini, rızasını kazanacak yönde planlamak,
ayarlamak ve icra etmek durumundayız. O dostumuzsa bütün insanlar bize karşı
çıksa ne olur, O bize sırtını çevirirse bütün insanlar yanımızda, arkamızda
olsa ne çıkar. Yȃr ve yardımcı olarak O yeter.
22. Gördüm
ki; akıl insana verilmiş ve onu diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli nimet
iken, onunla birlikte ya da ondan sonra en önemli diğer nimet vahiydir. Akıldan
mahrum insan vahye, teklife, sorumluluğa muhatap değilken; vahyi kabul etmeyen
veya dosdoğru anlamayan bir insan da denizde pusulasız kalmış bir yolcu
gibidir. Aklını, istek ve arzularını ilah (tek ölçü) edinmesi işten bile
değildir, bir yerde kaçınılmazdır.
23. Öğrendim
ki; Allah’ın dilediği zaman, mekan ve şartlarda doğan insan; zaman içinde
çevresinden öğrendikleri ve kendi gayretiyle ayakta durabilecek, kendi başının
çaresine bakabilecek, kendi başına karar alabilecek ve seçimler yapabilecek
hale geliyor. Bu noktadan itibaren her insan ölünceye kadar, aklı başında
olmadıkça ve hür iradesi elinden alınmadıkça, bütün söz ve fiillerinden
sorumludur. Meşru mazereti olmadıkça, yapması gerekirken yapmadıkları,
yapmaması gerekirken yaptıkları nedeniyle sorumludur. Hiçbir insan, kendi
seçimi ve dahli olmayan özellikler nedeniyle ne kınanabilir, ne övülebilir ve
ne de sorumlu tutulabilir.
24. Anladım
ki; biz gücümüzün yetmeyeceği, takatimizi aşan tekliflerden, yükümlülüklerden
(illȃ
vus’ahȃ)
uzağız. Elbette bir yere kadar sınırları zorlayabilir insan, ama asla istiap
haddini (taşıma kapasitesini) aşamaz. Biz herkesi, her şeyi değiştiremeyebilir,
düzeltemeyebiliriz ama kendimizi düzeltebilir, değiştirebiliriz. Son tahlilde
sözümüz sadece kendimize geçer. Bu anlamda kendimiz dışında en yakınımızdan
bile, bir yere kadar mes’ulüz ama her yönüyle sorumlu değiliz.
25. Gördüm
ki; küçük şeylerle yetinmek, mutlu olmak; diğer hemcinslerine ve tabiata zarar
vermeden kendinle, kendi dışındaki varlıklarla ve “En Yüce Varlık”la barışık ve
dostça bir ömür sürmek mutluluğu tamamlayıcı ve huzuru, dinginliği, sükȗneti
sağlayıcıdır. Kalp (akıl)lar, ancak ve sadece Allah’ı anmakla, zikretmekle,
O’na kulak verip güvenip dayanmakla huzur, sükunet bulur, yatışır, dinginleşir.
26. Öğrendim
ki; can’ı, ten’de konuk görmek; ‘dünya hayatı’nı altında bir süreliğine
gölgelenilen, eğlenip dinlenilen bir ağaç misali kabul etmek; sahip olduğumuzu
zannettiğimiz her şeyin, aslında sahibi değil emanetçisi konumunda olduğumuzu
unutmamak; dünya denilen hane’de kalıcı değil geçici, ev sahibi değil asıl ‘Ev
Sahibi’nin misafiri olarak yaşadığımızı unutmamak; yanılmaktan ve sapmaktan
koruyucudur.
27. Anladım
ki; kendimiz ve sevdiklerimiz için her neyi istiyorsak, dünyadaki herkes için
de istisnasız aynısını istemeli; bizi bulmasını arzu etmediğimiz kötülüklerden
başkalarının da ırak olmasını arzu etmeliyiz.
28. Gördüm
ki; yeryüzündeki bütün insanları ya din (dünya görüşü, ideoloji) ya da fıtratta
(yaratılışta, insan olması hasebiyle) kardeş bilmek lazımdır. Bütün varlıklar,
canlı yahut cansız olsun o “En Yüce Varlık”ın meydana getirdiği, can verdiği
mahluklar (yaratıklar)dır. Hiçbir insan, hiçbir canlı veya cansız varlık, boş,
anlamsız ve gereksiz olmayıp, hepsi bir hikmete binaen halk edilmişlerdir.
Hikmetinden sual olunmayacak tek varlık “Allah”tır.
29. Öğrendim
ki; insan için emeğinden, çalışmasından (illȃ mȃ se’ȃ) başkası yoktur ve imkȃnları-gücü
nispetinde elinden gelen dışında hiçbir şey daha değerli değildir. Mülk
(yeryüzü ve içindeki her şey ve elbette tüm Kainat) O’nun mülküdür. Biz O’nun
dileği ve izni ile bu Evren’de intifa (faydalanma) hakkına sahip olduk. Bu
hakkı helal-haram ölçülerine ve başkalarının da hakkına riayet ederek, onları
da düşünüp faydalandırarak kullanmak durumundayız.
30. Gördüm
ki; yeryüzü kaynakları sınırlı, ama ‘ham, ıslah edilmemiş, terbiye olunmamış’
insan istek ve arzuları sınırsızdır. Örneğin ‘deniz kenarında bile olsak, suyu
yeteri ve gereği kadar kullanmalı’; yeryüzünü bir ibadetgȃh
bilmeli ve kirletmemeye özen göstermek durumundayız. Bizden sonrası tufan
değildir ve gelecek kuşakların da hakkı vardır.
31. Öğrendim
ki; laiklik (sekülerizm, dünyevileşme) ve ruhbanlık (mistisizm) ifrat ve tefrit
olup ikisi de fuhşiyattır, aşırılıktır, yoldan sapmadır. Bütün yeryüzü mescid
(secde edilen yer), cȃmi (toplanma mahalli) olup din adamı, ruhban diye ayrı
bir sınıf, meslek yoktur, olamaz. ‘Her konuda bir bilenden daha fazla bir bilen
vardır” düsturu gereğince İslam’ın da bilenleri, öğretmenleri, alimleri,
bilginleri elbette vardır ve Allah’tan gereğince korkup sakınanlar (takva
sahipleri) da, (elbette ilmiyle amîl) ilim sahipleridir. Din yani İslam,
kesinlikle bir kişinin, bir zümrenin, bir meslek grubunun tekelinde değildir,
onların geçim sağladığı ve istismar edebileceği bir alan değildir, olamaz da.
32. Anladım
ki; İnsanın fıtratı kadar eşyanın tabiatı da Allah’ın bir kaderidir,
takdiridir. Allah’ın eşyaya yani tüm Kainata verdiği özellikler, koyduğu yasalar
(Sünnetullah) mü’min, münafık, kafir herkesi bağlayıcıdır, hiçbir canlı ve
cansız mahluk bunun dışında değildir. Bu nedenle kendi nefsimizi (enfüs) ve
kendi dışımızdaki dünyayı (ȃfak) bilmeye, öğrenmeye ve anlamaya çalışmak (ilim,
bilim) vaciptir, farzdır.
33. Gördüm
ki; Allah’a ibadet (kulluk), sadece belirli ibadet biçimleri (ritüelleri) ile
sınırlı olmayıp bütün bir hayatı kapsayıcı ve kuşatıcıdır. İbadet, Kur’an’da
açıkça belirtilen helal ve haramlara (azaltmadan, arttırmadan) riayetle, ifrat
ve tefrite vardırmadan hayata dair her alanla ilgilenmek, dolu dolu ve capcanlı
bir ömür sürmektir. Aynı zamanda hayatın, insanların içinde, tüm sorunlarla,
konularla yüzleşmek, uğraşmak, emek sarfetmek, farkında olmak, farkındalık
yaratmak ve farklı olabilmektir. İbadet bu canlılık, performans, dinamizm ve olabildiğince
geniş bir perspektiften anlaşılmazsa, heyecanını ve kalitesini zamanla yitirir,
sıradanlaşır, donuklaşır, ölgünleşir, solgunlaşır, cılızlaşır ve
(maazallah-Allah korusun) kaybolabilir.
34. Anladım
ki; yüzyıllardır nafile ibadetten yalnızca namazı, orucu, yüzeyinden anlamadan
Kur’an okumayı anlayanlar; hayatın her alanıyla ilgili okumak, araştırma
yapmak; insana ve hayata dair güzel, faydalı, iyi şeylerle uğraşmak; yeryüzünün
imarı ve daha adaletli, daha yaşanabilir, daha müreffeh bir yer haline gelmesi
için didinmek; Allah’tan başka kimseye boyun eğilmediği ve tüm boyunların
(insanların) açık ve gizli kölelikten, sömürüden kurtulduğu bir dünya için cehd
etmek (cihad) farzıyla uğraşsalardı (ki, bin nafile, bir farza eşit değildir
aslında) nafileye vakitleri bile kalmazdı. İşte o zaman bütün dünyadaki
insanlar İslam ile olması gerektiği gibi muhatap olur, kararını ona göre verip
tercihini daha sağlıklı yapma imkanına kavuşurdu. Yeryüzü zulümle, sömürüyle, haksızlıkla
bu kadar dolmaz; müslümanlar kendi topraklarında, yaşadıkları yerlerde iç ve
dış sömürgecilerin, işbirlikçilerin işgal, yıkım, hırsızlık, rüşvet, soygun ve
talanına uğramaz; işsizlik, iç ve dış borç, eğitimsizlik, fahiş zam ve
vergilerle bunaltılmaz, yaşadıkları yerleri ölümü göze alma pahasına bırakıp üstelik
de asıl soyguncuların, sömürücülerin yaşadığı yerlere gitmek zorunda
kalmazlardı.
35. Gördüm
ki; Müslüman’ın, mü’min’in en doğru tanımlarından biri “velev ki müslüman,
mü’min olmasın, bütün insanların canından, malından, ırzından emin olduğu kişi”
tarifidir. ‘Eline, diline, beline sahip’ olan müslüman, mü’min; bir kişinin
bile kaybına, gözden çıkarılmasına, telef edilmesine, kendine yazık etmesine,
zarar vermesine gönlü razı gelmez-gelemez. Bu anlamda “kimsesizlerin kimsesi”
Devlet’tir ve özellikle ‘İslam Devleti’dir. Devlet, sorumlu olduğu her bir
ferdin; madden-manen mutlu ve huzurlu, geleceğe güvenle bakan ve kendini her
yönden geliştirmesine-tekȃmülüne imkȃn hazırlamakla sorumludur, mecburdur.
36. Öğrendim
ki; kim olursa olsun ‘zalime karşı ve mazlumun yanında’ olmak durumundayız.
“Velev ki zalim de olsa, sultana-yöneticiye itaat vaciptir-zorunludur”
diyenlere kulak verilmez, itibar edilmez. Her topluluğun, yapının, teşekkülün
başında olan herkes, aynı diğer fertler gibi bu görevin geçici ve emanet
olduğunu bilmek ve herkes gibi hakk’a-hukuk’a (şeriat’e), helal-haram’a uymak
zorundadır. Elbette sorumluluğu ve yükümlülüğü büyük olanların ecirleri ve mükȃfatları
da büyük olacaktır. Bu anlamda ahirette, Cennnet ve Cehennemde de aynı şekilde
farklı dereceler, katmanlar, bölümler olduğu zannındayım.
37. Anladım
ki; İslam Topluluğu’nun (Ümmet, Millet, Cemaat) sıkıntılarının, sorunlarının
asıl nedeni harici değil dahilidir. Her başarısızlığı, yenilgiyi, olumsuzluğu
başkalarına, özellikle İslam olmayanlara bağlamak ve atmak çözüm getirmediği
gibi topluluğun başındaki sorumluluk mevkiindekilerin işine gelmekte,
başarısızlık ve beceriksizliklerini gizlemekte, işledikleri cürümleri
kapatabilmektedirler. Topluluğun insan ve ekonomik kaynaklarını hem kendileri
gasp etmekte, zimmetlerine geçirmekte hem de dahili ve harici işbirlikçileriyle
paylaşmaktadırlar. Topluluklar, bu tağuti-hegemonik güçler ve özellikle topluma
vaziyet eden saygınlığı olan kişiler (aydın, akademisyen, molla, hoca efendi,
diyanet görevlileri, dede, şeyh, ilahiyatçılar vb.) marifetiyle yanıltılıp
avutulmakta, uyutulmakta, uyuşturulmakta, etkisizleştirilmekte ve sömürülmektedir.
38. Gördüm
ki; dün olduğu gibi bugün ve yarın da (kıyamete kadar) İslam’dan başka doğru
yol, çıkış, çözüm ve felȃha erme imkȃnı yoktur, olmayacaktır da. Çözüm diye
insanlığın önüne konan her beşeri ideoloji (ulusalcılık, milliyetçilik, demokrasi,
liberalizm, vb.) yeni açmazlar, yeni
çıkmazlar, yeni sorunlar üretip insanın ve yeryüzünün ifsadına (bozulmasına) ve
daha çok kan dökülmesine yol açmaktan başka bir sonuç üret-e-meyeceklerdir.
Kur’an’ın tek rehber, Allah’ın son elçisi’nin tek önder (güzel örnek) oluşu
değişmeyecektir. Dünyada, geçmişte ve günümüzde var olmuş tüm dünya
görüşlerinde parça parça da olsa güzellikler, doğrular bulunmasına karşın bütün
güzellikleri, doğruları tümüyle içerisinde barındıran sadece ve sadece
İslam’dır. Zamanı ve mekanı kuşatamayan, sınırlı olan, kendi bedenine bile
hükmedemeyen, en küçük bir canlıyı (örneğin sivrisinek) dahi yaratmaktan aciz
insan, kim oluyor ki Allah’ı unutup, elçilerine kulak vermeyip, İslam’a (tek
doğru yol) itibar etmeden, ȃleme nizam verecek, yeryüzünde adaleti, hürriyeti,
kardeşliği, barışı, esenliği ve huzuru sağlayacak. Güneş olmadan, su olmadan,
hava olmadan yeryüzünde yaşam nasıl mümkün değilse, buna da imkȃn ve
ihtimal yoktur.
39. Öğrendim
ki; Allah’ın varlığı, birliği dahil her şey ama her şey konuşulabilir,
tartışılabilir. Bir an için şöyle düşünmek lazım, İslam olmasa idi ne olurdu,
neleri kazanır, neleri kaybederdik. İslam bize ne katıyor, ne kaybettiriyor.
Allah, mesajında “Kur’an’ı güçlük çıkartmak, zahmete sokmak için değil;
karanlıklardan çıkarıp aydınlığa kavuşturmak, üzerimizdeki ağırlıkları azaltmak
ve kalbimizi (aklımızı) inşirah ettirmek (ferahlatmak) için” bize ilettiğini
söylediğine göre, İslam’ın vaȃd ettiklerini ve kattıklarını bir düşünelim istiyorum.
Hangi şey iyi, güzel, doğru, hayırlı, yararlı da İslam onu men etmiş; hangi şey
zararlı, kötü, çirkin ve yanlış da İslam onu tavsiye etmiş. Bir tane örnek
gösterebileceğimizi zannetmiyorum.
40. Anladım
ki; Allah, taa ilk insanlardan beri sadece elçilerini (ya da rivayete göre on
kişiyi: aşere-i mübeşşire) değil, onlar vasıtasıyla tüm insanları sahih iman ve
salih amel sahibi oldukları takdirde cennetle müjdelemiş, cehennemle de
uyarmıştır. İslam herkese, insan yeryüzünde var olduğundan beri bilaistisna tüm
insanlara açıktır, hiç kimseye üvey muamelesi yapmadığı gibi hariç de
tutmamıştır. Dileyen, isteyen herkes İslam’ın mensubu, müntesibi olabilir.
Dileyen Rahman’ın kulu; dileyen de heva ve hevesinin veya başka canlı ve cansız
varlıkların kulu olabilir; isteyen Allah’ın hizbi (taraftarı, bağlısı), dileyen
de Şeytan’ın hizbi olabilir, izinden gidebilir. Cehennem ve Cennet, dileyen
herkesi alacak genişliktedir. Kimse kimseyi (şeytan dahil) zorla Cehennem’e
sokamaz, itemez; zorla da Cennet’e dahil edemez.
41. Gördüm
ki; Fırka-i Naciye’den (kurtulacak topluluk’dan) olmak için, yalnız ve yalnız
Allah’a hiçbir sıfatıyla eş koşmadan ve İslam’ı yalnızca Allah’a has kılarak,
İslam’dan başka hiçbir dünya görüşü, din, felsefe, yaşam tarzına itibar
etmeden, prim vermeden sahih (dosdoğru, yalnız Kur’an’ı esas alan) bir iman ve
salih (güzel, faydalı, iyi, doğru) amel (davranış, pratik) sahibi bir mü’min,
müslüman olmak yeterlidir. Samimiyet, kanaatkarlık, mütevazilik bu mü’minlerin
vasfıdır. Bu mü’minlerin bir vasfı olan “mȃ’ruf’u (helal, iyi, güzel, doğru,
hayırlı her şey) emretme (öğütleme, tavsiye etme) ve münker’den (günah, kötü, çirkin,
yanlış, şerli her şey) nehyetme (sakındırma, vazgeçirme)” konusunu biraz açmak
gerekir. Farz olan ve her daim, her an yapılması gereken işlerden olan bu iki
hal, yalnız emirlerle, direktiflerle, yasaklarla, kaba kuvvetle, baskı ve
zorlama ile yapıl-a-maz. Aynı İslami tebliğde olduğu gibi güzel söz ve
hikmetle, güzel ahlakla, güzel örneklerle, yalnız lafla değil işle, hȃl
dili ile de yapılmalıdır. Yasaklar, kısıtlamalar, cezalar elbette olacak ama
onlar son çare olarak düşünülmeli ve arızi, istisnai olmalıdır. Allah insanlara
akıl ve irade vermiş, seçme ve karar verme hürriyeti tanımış, hata ve günah
işleme imkȃnı
tanımışken bize ne oluyor ki, yeryüzünün bir cennet ve burada yaşayanların da melekler
olduğu zehabına kapılıyoruz. Bu konu ‘kıldan ince, kılıçtan keskin’ ve hassas
bir konudur ki, ‘anlayan anladı, anlamayan, anlamak istemeyen de yolda kaldı’
sözüyle iktifa edelim, yetinelim.
42. Öğrendim
ki; İslam’da akletmek, fikir üretmek, farklı fikirlere (mezhep, yol, ekol)
sahip olmak ve bunları ifade etmek asıldır, vaciptir. Milyarlarca insan,
milyarlarca dünya, milyarlarca alem, milyarlarca duygu ve düşünce olabilir
demektir. Eleştirinin, muhalefetin, farklı bakış açılarının olmadığı
topluluklar cemaat (toplum) değil, cemadat’tırlar (cansız, ölü varlıklardır).
Bir kişinin ve topluluğun hayat belirtisi; fikir yürütebilmesi, üretebilmesi,
muhakeme ve mukayese yapabilmesi, içtihad edebilmesindedir. Tabu ve dogmalar
oluşturulur, aykırı ve sıra dışı fikirler, bakışlar yasaklanır, engellenir ve
susturulursa, daha doğru düşünebilmek ve kendimizi gözden geçirme, düzeltme imkȃnından
da mahrum kalırız. Kendi dünya görüşüne, fikirlerine güvenemeyen, ürkek ve
korkak kişiler; baskılarla, yasaklarla, cezalandırmalarla bu açıklarını,
yetersizliklerini ve hatalarını kapatma, örtbas etme yoluna giderler.
43. Anladım
ki; düşünebilen, iradesine ipotek konmamış, kendi başına karar verebilen ve
tercih yapabilen, aklını hiç ama hiç kimseye teslim etmemiş fertlerle sağlıklı,
kaliteli, keyfiyetli topluluklar (cemaat, örgüt, parti, ümmet, millet, halk)
oluşabilir, oluşturulabilir. Kişilerin vazgeçilmez, yeri doldurulamaz
addedildiği, her sözünde ve amelinde hikmet arandığı topluluklar kemmiyet itibarıyla
(sayıca) üstün gözükseler de, gerçekte sağlam, sağlıklı ve İslami olmayan bir
zemine oturmaktadırlar. Bu cemaatlerde rahmet değil sadece çokluk, çoklukla
öğünme, avunma (tekȃsür) vardır. Üyelerini, bağlılarını, müntesiplerini
olumlu yönde geliştirmedikleri gibi, o topluluk da birbirine ayna olma, uyarma
ve kontrol etme mekanizmaları yoktur. Bilgili, bilinçli, ahlaklı, özgüveni olan
fertlerin oluşturduğu cemaatlerde fert cemaate güç katar, cemaat de fert/lerden
güç aldığı gibi onları organize eder, kişilik ve kimliklerini yok etmez,
geliştirmesine olanak verir.
44. Gördüm
ki; her insanın bir ömrü, eceli, süresi, zayıf ve kuvvetli dönemleri olduğu
gibi topluluklar da, devletler de, medeniyetler de aynı kurala tabidir.
Allah’tan başka hiçbir varlık, ebedi değildir ve olamaz. Yalnız Allah fȃni
değil, Bȃki’dir.
Her ‘yaratılmış’ın zayıf, kusurlu, eksik bir-birçok tarafı, yönü vardır.
İnsandan hata, günah, aşırılık sadır olabilir. Allah ise Mükemmel’dir,
Kusursuz’dur, Eksiksiz’dir. O Mutlak Galip’tir. Kainatta hiçbir şey, O’nunla
boy ölçüşemez, O’nu aciz bırakamaz. Gözler O’nu göremez ama bütün gözleri ve o
gözlerin gördüğünü görür. Hiçbir kimse O’nu gereği gibi takdir edemez, yalnız O
her şeyi takdir eder (kader belirler, her şeye özelliklerini verir). Bir şeyin
olabilmesi için O’nun dilemesi yeterlidir.
45. Öğrendim
ki; Onun nezdinde İslam’dan başka din (ideoloji, dünya görüşü, felsefe, yaşam
tarzı) yoktur. Dünyada insan hayatı başlayalı, taa Adem babamızdan-atamızdan
beri bu böyledir. Adem ve eşi müslüman-mü’min-muvahhid-mücahid-muttaki olduğu
gibi, Nuh, İbrahim, Yakup, Yusuf, İshak, İsmail, Davut, Süleyman, Musa, İsa ve
son elçi Muhammed de Adem gibi idi. Hepsi aynı yolun (İslam’ın) yolcuları olup Allah’a
çağırmış, O’nun bildirdiklerini O’nun kullarına iletmişlerdir. Son elçi ile o
güne kadar olan her şey aslına irca edilmiş, tekrar rayına oturtulmuştur. Ve
ezberle yazıyla olsun en azından metin olarak ne bir eksik ne bir fazla zapt-u
rapt altına alınmıştır. Artık kıyamete kadar bütün insanların muhatabı Kur’an;
rol modeli, güzel örneği (usvet’ul hasene) Muhammed’dir. Son elçiden daha
dindar, daha razı olunan bir kul olunamayacağı gibi, bir insan olduğu
unutulmadan yani İsa’ya-Musa’ya yapılanları yapmadan sevmeli, dinlemeli ve “müslümanların
tarihi”nde bugüne kadar yaşananlardan dersler çıkarmalıyız.
46. Gördüm
ki; her topluluğun başındaki kişi-kişiler o topluluğun içindekilerden biri gibi
olmak, onlarla varlığı yokluğu, tasayı kıvancı paylaşmak ve sorumlu
olduklarının yönetimini bir ayrıcalık, bir üstünlük olarak değil de bir emanet
olarak görmek durumundadır. Ehliyet ve liyakatli olması gerektiği gibi,
İçlerinden en iyilerinden biri olmalı belki ama illa da en iyisi
olmayabileceğini bilmelidir. İnsana akıl verilmiştir, ama başka insanlara da
akıl verilmiştir. Her konuda bilgi ve tecrübesi olma imkanı olmadığı için
bilenlerle istişare (şura, meşveret, danışma) kaçınılmazdır, şarttır,
gerekliliktir. Yüke birlikte omuz verildiği gibi karşılıklı olarak biri
diğerini, sürekli kontrol şarttır. Şeffaf, hesap verilebilirlik ve
denetlenebilirlik elzemdir. Yönetim belirli bir süreliğine ve o topluluğun
bütün üyelerine açık olmalıdır.
47. Anladım
ki; insan olma ortak paydası yanında belirleyici, ayırt edici vasfım,
kişiliğim-kimliğim İslam olmadır, müslüman, mü’min olmadır. İslam’ın
bağlısıyım, taraftarıyım, müntesibiyim. Allah’ın Kur’an’da bildirdiklerine
inandım (iman ettim, emin oldum), O’na aklederek, araştırarak, tahkik ederek,
bilerek, isteyerek, hiçbir baskı ve zor olmadan, kendi hür irademle teslim
oldum. Sünni, Şii, Alevi, Harici, Selefi filan değilim. Hz. Peygamber (a.s)
sonrası tarihi seyir içinde oluşan-oluşturulan isimlere, tanımlamalara itibar
etmiyorum. İtikadda mezhebim olmadığı gibi, davranışlarımda (amellerimde)
bilinen, bildiğim mezheplere (hak dört mezhep diye bir takıntım yok) ait
görüşlerle hareket ediyorum. Allah’tan başka Kutsal tanımadığım gibi, muhafaza
edilmesi gerekenler dışında muhafazakȃr değilim. Kavmiyet olarak da Türk’üm
ama Türkçü, Milliyetçi değilim.
48. Gördüm
ki; herkesin bir rüyası, hayali, ütopyası olur-olmalı, benimki de müslüman
olarak yeryüzündeki bütün insanların (müslüman olsun olmasın, fark etmez)
korunması gerekli değerlerinin korunduğu; adaletin ve barışın hȃkim
olduğu; Hakk’ın Batıl’a gȃ’lip (üstün) geldiği; kötülüğün, zulmün, ahlaksızlığın,
sömürünün asgari ve minimum olduğu, bütün güzelliklerin, iyiliklerin azami ve
bolca olduğu; kısacası ‘Cahit Sıtkı”dan ilhamla “öyle bir memleket (dünya) isterim
ki, kardeş kavgasına bir nihayet olduğu,
kış günü herkesin evi barkı, ekmeği suyu olduğu, olursa bir şikayet ölümden
olduğu” bir dünyadır. Böyle bir dünya için cehd (cihad, uğraş, gayret, didinme)
etmeye değer ve de hayali bile güzeldir.
49. Öğrendim
ki; ne kadar bilirsek bilelim, ne kadar tecrübe sahibi olursak olalım, yeni
şeyler öğrenmeye ve bildiklerimizi gerektikçe tekrar tekrar gözden geçirmeye
mecburuz. Tabu, dogma, tartışılması yasak olan hiçbir konu olmaz-olamaz.
İlkeli, tutarlı bir insan olarak bizi biz yapan doğrularımız, sabitelerimiz,
muhafaza ettiğimiz şeyler olması gerektiği-olabileceği gibi mütemadiyen her
fırsatta, her vesile ile kendimizi otokontrol ve otokritik yapmaktan
alıkoymamalı, özeleştiri hanemizi hep açık tutmak zorundayız. ‘Analarımızın
karnından hiçbir şey bilmez şekilde’, sadece içgüdülerimizle doğduktan sonra
yaş ilerledikçe hem öğrenci, hem de öğretici konumuna bürünürüz. Ölmeden önceki
an, en bilgili ve tecrübeli olduğumuz andır. Ne kadar bilirsek bilelim her zaman
bir fazla bilen vardır ve ‘En fazla Bilen’ de Allah’tır. Her şeyin en doğrusunu
da O bilir.
50. Anladım
ki; 50 yılda hayatımın anlam ve amacı (rahmetli Necip Fazıl’dan ilhamla) “Sahih
iman ve salih amel sahibi bir müslüman-mü’min olarak Allah’ı razı etmekmiş /
Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış”.
“… Rabbimiz, unutur ya da yanılırsak
bizi sorumlu tutma! … Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlamızsın
…”
YAŞ VE EDEBİYAT İLİŞKİSİ
YanıtlaSil"Bu iş, 'sittin sene' olmaz" sözünü öteden beri farkında olmadan kullanırken gün geldi, 'sittin sene' ifadesinin 'altmış sene' demek olduğunu farkettim, meğer araplarda ortalama ömür altmış seneye takabül ettiği için "bu iş, hayatta yani ömrü billah olmaz" anlamına geliyormuş. Türkçe'de ise "yaş yetmiş, iş bitmiş" diye bir deyim var. Şair Cahit Sıtkı Tarancı da belki bu deyimden hareketle "Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder" demek istemiştir "Otuz Beş Yaş" şiirinde. Öyle demiş demesine de şair 46 yaşında hayata gözlerini yummuş. Aşık Ruhsati de "Daha Senden Gayri" türküsünde "Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor, Gel de bu rüyayı yor deli gönül" demiş. Yine bir başka şair olan Ümit Yaşar Oğuzcan da belki de bu türküden hareketle yolun yarısının günümüzde artık 50 yıl olduğunu düşünmüş olmalı ki, yaşı 50'ye vardığında bir durup düşünmüş, "50 Yaş" şiirini yazıp "Ne zaman baksam çevreme elli yıl sonra" demiştir. (https://www.youtube.com/watch?v=2KUTuPX6hFM) Ne dersiniz? Yolun yarısı artık elli mi? Elbette doğrusunu Allah Bilir (Allah'ul Alem).