17 Aralık 2022 Cumartesi

ÖZGÜR DÜŞÜNCELER - X - Bir Rejimi Değiştirmenin Yol ve Yöntemleri

ÖZGÜR DÜŞÜNCELER

X.

Bir Rejimi Değiştirmenin Yol ve Yöntemleri


Tarih boyunca bir ülkede, devlette yürürlükteki (cari) sistemi, rejimi, düzeni değiştirmenin temel olarak iki yolu olagelmiştir.

İlki dışardan yani uluslararası sistemi yöneten güç ya da güçlerin (direkt müdahale, içerdeki işbirlikçileri ile müdahale, ambargo, tecrit, vs) harekete geçmesi ve/veya bir komşusunun, komşularının onun üzerine musallat edilmesi ile olur.

Dünyadaki kurulu düzen (statüko) yirminci yüzyılda üç defa büyük değişime uğramıştır. Birinci ve ikinci emperyalistler arası savaş (paylaşım) kavgası, bir de Sosyalist Bloğun dağılması. Son “Arap Baharı’nda ise rejimler değişmemiş, yönetici (çiftliğin kahyası) değiştirilmiş ya da direnen ülkeler ikiye, üçe bölünmüş, yıkıma uğratılmıştır.

İkinci değişim-değiştirme yolu yöntemi ise içerdendir.

Elbette ulusal ve uluslararası sistemlerin birbirleriyle karşılıklı münasebet ve mücadeleleri de açık ve gizli sürer gider. Uluslararası sistemde oyun kurucu, başat güçleri kurdukları düzenin devamı için her türlü hazırlık ve atraksiyonları yeri geldikçe sahneye koyarlar. Yani sizi, size bırakmazlar, mutlaka öyle veya böyle kapınıza gelir dayanırlar, size çıkarları doğrultusunda şekil şemail, çeki düzen, ayar verirler, vermeye çalışırlar.

Yaşadığımız ülkeden bir örnek verip uluslararası kısmını geçmek istiyorum. Osmanlı İmparatorluğu ilk emperyalistler arası savaş sonrası (öncesi de dahil) dağılıp parçalandığında irili ufaklı yaklaşık 60 kadar ulus devlet kurulmuştu. Bugün bu ulus devletlerin çoğunun kuruluş (kurtuluş), bağımsızlık ve milli günleri, Osmanlı ya da Osmanlı sonrası (öncesi de dahil) oralara hâkim olan İngiliz, Fransız, İtalyan, Belçika, Hollanda gibi mütegallibe güçlere karşı verdikleri mücadelelerin tarihi ile ilgilidir. İmparatorluk sonrası bu devletlerden biri ve İmparatorluğun asıl unsuru olanı Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğu 1923 yılı sonrasındaki yüz yılda olan biteni dahi dünyadaki yani uluslararası sistemden ayrı ve bağımsız ele alamayız. Şeflik sistemi, çok partili hayata geçiş, iki kutuplu dünyanın kurumları olan BM ve NATO paktına dahil olma, askeri darbeler ve daha birçok şey. Ülke içindeki her olan bitenin, her değişim dönüşümün öyle veya böyle bir dış dünya bağı, bağlantısı, etkisi ve tepkileri oldu, olmaya da devam ediyor.

Biz gelelim esas olarak sistemin değişim ve dönüşümünün iç dinamiklerine.

O toplumu oluşturan etnik, ideolojik, dini, mezhebi ve coğrafi farklılıklar bir zenginlik olabildiği gibi aynı zamanda bir zafiyet, kaşınabilecek bir yara ya da depreme yol açabilecek fay hatları olarak da görülebilir.

Sistemi elinde bulundurup vaziyet edenler, dışardan gelebilecek tehditleri dış düşman, içerden gelişebilecek tehditleri de iç düşmanlar olarak tanımlar ve milli (ulusal) güvenliğe tehdit olarak görürler.

Sistemin, devletin üzerinde yükseldiği omurgayı esas alıp geri kalan her şeyi ve herkesi “öteki, diğeri, başkası” olarak görüp “devletin bekası” açısından yok edilecek ya da kontrol altında tutulması gereken halk kesimleri olarak kategorize ederler.

Milli Güvenlik Siyaseti’ne göre bu ülke Osmanlı’dan beri hep bölünme ve parçalanma korkusu (travması) yaşadığından devamlı tetiktedir. Devlete karşı çıkabilecek bütün yapıları ya yok eder (askeri operasyon), ya bölüp parçalar zaafa uğratır (içlerine girer, eleman yerleştirir, o yapılardan eleman devşirir, yapıyı kriminalize eder, fasonlarını kurup piyasaya sürer, vs) ya da birbiriyle çatıştırıp güçten düşürür, hizaya sokar, gerekirse saf dışı eder.

Sistem yüzyıllar boyu süren bir tecrübeye sahip olduğundan, her kesimden kullanılabilecek eleman sıkıntısı çekmediğinden, ülkenin bütün kaynakları (insan, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, vs) elinde olduğundan ve en büyük işveren de olduğundan her zaman en avantajlı konumda olmuştur, olmaya da devam etmektedir.

Sistemi, devleti, rejimi değiştirip dönüştürmeye çalışan her ideoloji ve inançtan insan topluluklarının önünde esas olarak legal (açık) ve illegal (gizli) olmak üzere iki yol vardır.

Ben şahsen uzak ve yakın tarihe baktığımda illegal yapıların hiç şansının olmadığını düşünüyorum. Ve tek bir örnek bile bulamıyorum. Zira bu topraklarda devlet, iktidar hep öncelenmiş ve kutsanmıştır. Gerçek anlamda sivil bir yapı asla olmamıştır, hala da yoktur. Sivil toplum kuruluşları olarak kendilerini lanse edenler bile bir yerde sivil devlet kuruluşudur.

Devleti elinde bulunduranlar “ya devlet başa ya kuzgun leşe” sözünü halka belletmişler, ezberletmişler, “Allah devletimize, milletimize zeval vermesin” diye dua bile ettirmişlerdir. Din bile devletin kontrolünde ve yedeğinde bir yapı olmaktan öteye geç-e-memiştir. Devletin (iktidarın) bekası, dirliği ve düzenliği için babasını, evlatlarını (beşiktekiler hatta cariyelerin karnındakiler dahil) bile gözünü kırpmadan cellatlara teslim edip boğduran, öldürten bir zihniyetin, halka acıması, kıymaması söz konusu bile olmaz, olamaz, zaten olmamış da.

İllegal yollar, devlet içinde (özellikle ordu içinde- cunta) ve halkın içinde (gizli örgütler) yönetimden memnun olmayanların kurduğu yapılanmalar olup kurulu düzen, hemen her zaman kendi iktidarları açısından bu tehlikeleri bertaraf etmiştir. Bazen zaten var olan ve yaklaşan tehlikenin önünü almak için kendisi bir örgüt kurdurur ya da kurulmasına göz yumar, Sonra o örgütle mücadele için başka bir örgüt kurar ve de halkın bir kesimini silahlandırır. Kendine yakın gördüğü halk kesimlerini resmi güvenlik güçlerinin kadrolarında istihdam eder, hatta mafya yapılanmalarını bile bu yolda kullanır.

Bir diğer sistem değiştirme yöntemi de halk ihtilali ya da devrimdir. Bu ülkede Osmanlı sonrası Anadolu’daki Millî Mücadele’ye hemen herkes katılmışken, yeni devletin (cumhuriyetin) kuruluşunda kendi aralarında zorlu mücadeleler vermişlerdir. Bu mücadeleden galip çıkan yapı, yeni sistemi şekillendirmiştir. Her ne kadar bu süreç devrim (inkılap) olarak nitelense de işin içinde halktan ziyade Osmanlı askeri, mülki ve ulema yapılanması vardır. Toplumun (halkın) kendisini değiştirdikten sonra sistemin değişeceğini savunanlar (sananlar) ise fena halde yanılıyorlar zira bu coğrafyada ve özellikle sünni dünyada (Türkler dahil) hiçbir zaman bir halk ihtilali/devrimi vaki olmamıştır ve olmayacaktır da.

Legal yol olarak geriye sistemi içeriden fetih ve siyasi parti yolları kalıyor. Cumhuriyet tarihi boyunca sistemi, bütün kurum ve kuruluşları ile içeriden ele geçirme, teslim alma yöntemini en başarılı ve organize biçimde uygulamaya koyan, Gülen cemaati (örgütü) & paralel devlet yapılanması olmuştur. Altmışlı yıllardan başlayarak faaliyete geçen örgüt, 2010’lu yılların başında gücünün zirvesine ulaştı. Sonrasında onun dışındaki devlet unsurları harekete geçti ve bu çatışma özellikle 2016 ve sonrasında örgütün tasfiyesi ile sonuçlandı. İlginç ve düşün-dürtücü olan da onu devletin diğer unsurları ile birlikte tasfiye eden gücün, dindar muhafazakâr bir siyasi parti olması idi. Milliyetçi muhafazakâr mukaddesatçı diye tanımlanan sağcı çizgi (ki bir açıdan ilk meclisteki ikinci grup olarak da bakılabilir), sistem içinde dini-dinci (İslamcı) ayrışmasını ilk defa Milli Nizam Partisi deneyimi ile başlattı. Sonrasında Milli Selamet Partisi, Refah Partisi ve en son Adalet ve Kalkınma Partisi ile nihayete erdirdi, zirveye taşıdı. Bu hareket ülkenin son yirmi yılına da damgasını vurdu.

Yüz yıllık bir cumhuriyet tecrübesinden sonra bugün etnik, milliyetçi, faşist, sosyalist, atatürkçü (kemalist), ulusalcı, dinci-islamcı veya mezhepçi yapılanmaların, kesimlerin kendi ideoloji ve inançlarını topluma zorla dayatmalarının, kendileri dışındaki toplum kesimleri üzerinde tahakküm kurmalarının akıl & bilim dışı olduğu ve gerçekçi olmadığı kanaatindeyim.

Toplumun bütün kesimlerini kuşatan, hiçbir kesimi dışlamayan, yok saymayan, özgürlükçü, çoğulcu, laik demokratik sosyal bir hukuk devletinin tek çözüm olduğu kanaatindeyim. Bu da legal, açık ve örgütlü (siyasi parti) mücadele yoluyla olur.

Aksi halde ne mi olur? Cumhuriyetin ikinci yüzyılında da bir türlü çözülmeyen eski sorunlarla, sağ sol, alevi sünni, laik dindar, türk kürt, laik anti-laik vb kavgalarla, birbirimize hayatı zehredip enerjimizi tüketmeye devam ederiz.

Bu arada hayatın ve çağın dışına atılıp dünyadaki gelişmeleri kaçırdığımız gibi içerisinde can, mal ve ırzımızın güvende olmadığı ve yarınlara dair ümit duymadığımız bu ülkede kamplaşmaya, birbirimizi yemeye, sonu gelmez kavgalarla tükenmeye ayrıca da dünyadaki büyük güçler yanında daha küçük başka devletlerin bile oyuncağı olmaya devam ederiz. 




4 yorum:

  1. Baya uzun ama akıcı..iyi bir analiz olmuştur.

    YanıtlaSil
  2. Katılıyorum iyi bir analiz olmuş kalemine sağlık

    YanıtlaSil
  3. “Özgürlükçü, çoğulcu, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devleti” tanımı, bu 6 kavramın tamamının “ideolojik bagajı” olduğundan dolayı, tavzihe muhtaç bence hocam. Eğer yaygın bilinen anlamıyla kullanıyorsanız, benim naçizane itirazım olur bu tercihinize. Ama “meram/maksat önemli” diyorsanız, buna sadece söylem yönünden karşı çıkabilirim, tıpkı Şeriati’nin “özgürlük” kavramını, Mevdudi’nin “teo-demokrasi” terimini kullanış biçimine karşı çıktığım gibi. “Açık, örgütlü siyasi parti” önerinize gelince, “devlet geleneği”nin güçlü olduğu toplumlarda bu seçeneği göz ardı etmemek gerekebilir, “toplumsal dönüşüm” şartını ihmal etmemek kaydıyla. Çünkü aksi takdirde, siyasal parti ile toplum arasında sağlıklı herhangi bir “köprü”yü kurmak zorlaşıyor, yakın tarihte somut örneğini gördüğümüz gibi. Selamlarımla...

    YanıtlaSil
  4. katkı için teşekkürler, müslümanların tarih içinde ve günümüzde yaşadığı siyasal ve sosyal tecrübeleri devlet konusunu baz alarak kısaca açıklamaya çalıştım, gerek bu ülkenin gerekse dünyadaki meselelere karşı sihirli, müthiş ve herkesin sıcak bakabileceği bir formül, öneri, reçetem yok, acizane okuyup gözlemleyip düşündüklerimi kaleme alıyorum, kavramsal ideolojik tartışmaya girmedim, bu mecrada girmeyi de doğru bulmuyorum

    YanıtlaSil