Ercümend Özkan
“Resulullah(s.a.)’da
Mekke Dönemi’n de yalnızca inanca önem vermiş, yalnızca Allah’a dayanmıştır.
Arkadaşlarına (Sahabesi) ileride lazım olur diye silahlanma öğüdü vermemiş,
«kılıçlarınızı, ok ve yaylarınızı hazırlayınız olur ki lazım olur» dememiştir.
Bu hususta bize intikal eden hiçbir rivayet yoktur. Mekke’de yalnızca Emr-i
Bi’l Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l Münker yapılmış, daha açık bir ifade ile insanlara
İslâm güzel bir dil ve hal ile açıklanmıştır (Tebliğ). İnananlar, inançlarının
gereğini yerine getirmeye çalışmış, disiplinli bir şekilde hareket edilmiş,
zaman zaman sıkışıp kendilerine yapılan zulme karşı koymak karşılığında bir
şeyler yapmak için Resulullah’a müracaat eden arkadaşlarına Peygamber izin vermemiş,
onları teşvik etmemiştir.”
Hicret’i romantik veya dramatik bir olay olarak görmek ona etkinliğini
kaybettirir. Hicr (Ayrılık)le aynı kökten olan Hicret insanın bir yerden bir
başka yere genellikle de normal olarak ayrılıp gitmesidir. Giderken malından,
eşyasından götürebildiklerini de alıp götürebildiği yolculuğa (ayrılığa)
deniyor Hicret. İş için, kadın için, kazanç veya başka sebebler için insan
yerleşik bulunduğu bir yeri terkeder oradan ayrılır. Ve normal halde de ne için
ayrıldı ise, yani ne için gitti ise gittiği yere, oradan ayrılışına sebep olan
şeye kavuşur. Zira zaten bunun için ayrılıp gitmiştir bulunduğu yerden.
Bu
ayrılış bazen normaldir, sıkıcı değildir, ayrılır geri dönersiniz. Geldiğiniz
yer, ayrıldığınız yerden daha iyi de olsa bir takım alışkanlıklar, içgüdüsel
alışkanlıklar insanı hep ayrıldığı yere -ki buraya genellikle vatan/yurt
deniyor- hasretle dolu tutar. Bazen de ayrılmak, kaçmaya benzer nitelik taşır.
Her ne kadar yaşadığınız, yerde yaşayıp duruyor iseniz de artık orada yaşamak
sizin için her geçen gün zorlaşmaktadır. Sizi saran çember daralmakta ve
nefesinizi kesmektedir sanki. Bir insanın her geçen gün yaşamasının zorlaştığı,
giderek de imkan dışına çıkma istidadı gösterdiği bir yerden ayrılması ise öyle
keyfi, ya da her hangi bir seyahat benzeri ayrılma değildir. Bir bakıma canını,
onu tehdid eden yerden, emin gördüğü yere atmadır.
Muhacir, üzerinde hayatını
yaşadığı toprağa, komşularına, akrabalarına, görmeye alıştığı manzaralara hemen
herşeye uzak kalmıştır. Bir bakıma silbaştan yapmıştır. Yeni bir hayata başlamaktadır.
O güne kadar yaşadıkları bir yana yeni bir hayatın başındadır. İnsan için
böylesi önemli olaylar unutulmazlar. Hayatlarındaki en koyu çizgiyi
oluştururlar. Muhacir’de doğup büyüdüğü yerleri bir özleme vardır. Zaman zaman
burnunda tüter vatanı. Medine’deki muhacirlerin de Mekke’yi özlediklerini
biliyoruz. Hatta Ensar’ın yıllar sonra, yani yıllarca kendileriyle kaldıktan
sonra Mekke’nin fethini takiben Havazîn ile yapılan muharebeden sonra tekrar
Mekke’ye yerleşeceğini sandıklarını Peygamber (s.)’e işittirdiklerini de
biliyoruz. Resulullah onlara «… Size Resulullah’ı yanınıza alıp Medine’ye
birlikte dönmek daha hayırlı değil mi?» diyerek onları teskin etmiş ve
Peygamberlerin asıl vatanlarının Hicret ettikleri yer olduğunu vurgulamıştır.
İnsanların doğup büyüdükleri bir yeri bırakıp gitmeleri kolay bir olay
değildir. Hele geri dönmeleri ihtimali zayıfsa, hele hasretlerini gidermek için
ziyaret imkanları da bırakılmamışsa kendisi için, daha zordur bu şartlarda
vatanından ayrılmak. Eşyalarını, çoluk-çocuğunu ve alıştığı şeylerin, yerlerin
bir parçası olan şeyleri alıp götürme imkanları da bırakılmamışsa büsbütün
zordur. Bu tür ayrılmaların (Hicret) en anlamlısı mutlaka inancı için
yapılanıdır. Dünyevî bir muhtevası olmayan ayrılmadır çünkü bu ayrılış.
Yalnızca inandıkları için, inandıklarına uygun yaşayabilmek için yapılanıdır.
Belki imtihanların en çetinidir. İnsan için bir ölçü olarak kullanılabilir.
Onun kişiliği, fikri kimliği, güvenilebilirliği açısından gerçekten bir
imtihandır. Bunu başarı ile yapabilenlere ne mutlu.
Bu tür bir hicreti
Muhacirin adı ile anılan ve Kur’an’da da yaptıklarından dolayı övülen ilk
Müslümanlar yapmışlardır. İslâm kendisini kabul edenleri yücelten, onlara
kişilik kazandıran bir dünya görüşü, inanç ve yaşam sistemi olduğu için yine
kendisini kabullenenlere aynı seviyede üstünlükler kazandıracaktır. İlk
Muhacirlerden sonrakilere de bunu kazandırmıştır. Filistin, Afganistan, Suriye,
Eritre, Filipinler, Endonezya (Açe) ve İran Müslümanları ve tabiî dünyanın
diğer ülkelerinde, belki doğup büyüdükleri vatanlarında garib oluşları bir ayrı
olaydır ve İslâmî niteliklidir. Otoritesini yitirmiş, bundan önce de gerçek
İslâm’ı yitirmiş, ondan uzak kaldığı için gücünü de yitirmiş Müslümanların
bugün başlarında esen rüzgarlar elbette birgün gelip dinecektir. Lakin mutlaka
kendilerinden önceki kavimlerin başlarına gelenler, kendilerinden öncekilerin
çektikleri sıkıntıları kendileri de görüp, geçirdikten sonra kurtulacaklardır.
Zira Sünnetullah budur.
İranlı Müslümanların yaptıkları bütün dünyanın
dikkatlerini üzerine çekti, Müslüman-kafir herkes onunla ilgileniyor. Zira bir
sonuç elde edilmiştir. Hem de hiç kimsenin böyle bir şeyi ummadığı bir zamanda
ve ülkede… Zira süper güçlerin bütün dünyanın üzerine kabus gibi çöktüğü,
teknik gelişmelerdeki başarılarını da avantajlarına katarak nerede ise 5 milyar
insanın nefes alışlarını, hatta içlerinden geçirdiklerini bile bilecek güçte
oldukları hususu ve süper güçlülükleri hemen bütün dünyanın insanı üzerinde bir
caydırıcılık etkisi bırakıyor ve bunlara rağmen birşey yapılamaz dedirtiyordu.
Şah’ın elinde son model silahlarla mücehhez 500 bin kişilik ordusu, dünyanın en
çok mevcutlu ve hepsi 180 cm. boyun üstünde, tek başına bir bütün niteliğinde
teçhiz edilmiş Muhafız Alayı, Bütün İran ekonomisini elinde bulunduran Pehlevî
Vakfı ve Petrol gelirlerinin bizim gibi ülkeler için astronomik denilecek
boyutlarda bulunmasına rağmen İran’ın Müslümanı, yalnızca Allah’a dayanmış,
yalnızca O’na güvenmiş ve bütün bu güce karşı tek bir silahla, evet kendisinden
daha güçlü bir silahın henüz icad edilmediği, edilemeyeceği de bir tek silahla
Devrimi başarmıştır. Bu silah Allah-u Ekber’dir. Bu sözün kendisinden çıktığı
Kur’an’dır. Kalaşnikoflar, M-16’lar bu silaha karşı etkisiz kalmıştır ve daha
niceleri de etkisiz kalacaklardır. Bir Batılının da gayet yerinde bir ifade ile
«öyle görünüyor ki Tanrı Kelamı makinalı tüfeklerden daha güçlüdür. Bunu kimse
kestiremedi.»(1) şeklinde belirttiği gibi gerçekten Kur’an ayetleri makinalı
tüfek kurşunlarından daha etkilidir. Müslümanlar gerçekten Kur’an ayetlerinin
makinalı tüfek kurşunlarından daha etkili silah olduğunu kavramadıkça ne
İslâm’ı ne de eşyanın gerçeğini kavrayamazlar kanaatini taşıyoruz. Bu
kanaatimiz değişecek de değildir. Zira Sünnetullah’da bir değişiklik yoktur.
Resulullah(s.a.)’da Mekke Dönemi’nde yalnızca inanca önem vermiş, yalnızca
Allah’a dayanmıştır. Arkadaşlarına (Sahabesi) ileride lazım olur diye
silahlanma öğüdü vermemiş, «kılıçlarınızı, ok ve yaylarınızı hazırlayınız olur
ki lazım olur» dememiştir. Bu hususta bize intikal eden hiçbir rivayet yoktur.
Mekke’de yalnızca Emr-i Bi’l Ma’ruf ve Nehy-i Ani’l Münker yapılmış, daha açık
bir ifade ile insanlara İslâm güzel bir dil ve hal ile açıklanmıştır (Tebliğ).
İnananlar, inançlarının gereğini yerine getirmeye çalışmış, disiplinli bir
şekilde hareket edilmiş, zaman zaman sıkışıp kendilerine yapılan zulme karşı
koymak karşılığında birşeyler yapmak için Resulullah’a müracaat eden
arkadaşlarına Peygamber izin vermemiş, onları teşvik etmemiştir. Hatta
sıkıntılarını Resulullah’a arzeden Müslümanlara Peygamberin daralıp bir cevap
bulamaması karşısında vahiy gelerek «Sizden önce gelenlerin durumu sizin
başınıza gelmeden cennete gireceğinizi mi zannettiniz? Peygamber ve O’nunla
beraber mü’minler: “Allah’ın yardımı ne zaman?” diyecek kadar darlığa ve
zorluğa uğramışlar ve sarsılmışlardı; İyi bilin ki Allah’ın yardımı şüphesiz
yakındır.» (2 Bakara 214) ayeti ile sabırla Sünnetullah’a uymaları gerektiği
onlara (inananlara) bildirilmiştir.
Allah’ın elçileri elbette ki kendilerine
gelen vahye göre hareket eden kimselerdi ve öyle yapacaklardı. Peygamberimiz de
öyle yaptı. Kendisinden birşey istendiği zaman, bir hüküm istendiği zaman
susardı. Zira istenilen hususta bir hüküm yoksa elçilere Rabb’lerinden gelecek
vahyi beklemek düşer. O da böyle yapıyor ve daralmasına rağmen bekliyor,
sabrediyordu. Zaten «Ve tevâ sav bi’l-Hakk ve tevâ sav bi’s-Sabr» hakkı ve
sabrı tavsiye etmek önce kendi nefsine, sonra da Allah katından getirdiklerine
inananlara söylenecek tek şeydi. Resulullah da böyle yapıyordu. Hakkı tavsiye
ettiklerine sabrı da tavsiye ediyordu. Zira İslâm gerçekten Hakk’tır ve tebliği
(tavsiyesi) gerekirken, diğer yandan ‘Sabır da Hakk’ın ayrılmaz bir parçasıdır,
bu yüzden gösterilmesi gerekir. Hakk tavsiye edilir, sabır tavsiye edilmezse
Hakk’ın Hakk olduğu kanısı tavsiye edilende ve belki edende zayıflayacak,
karşılaşılan güçlükler onu ufaltacak, yok edip gidecektir. Hakk korunması
gereken birşey ise, sabır da onu en iyi koruyan, bozulmadan, karakteristiğini
kaybettirmeyen, Hakk’ın tabiatına en uygun bir ambalajdır. Hakk’la birlikte
sabır Sünnetullahtandır. Allah herşeyi bir ecel ile yaratmıştır ki bu ecel
(süre) ancak sabır ile dolmaktadır. Bir meyvenin olgunlaşmasından, dünyanın
güneş çevresindeki devrini tamamlamasına kadar herşey mutlaka bir ecele
tabidir. İşlevini görmesi ecele bağlı iken, bir gün gelip yok olması da (Kendi
Zatından başkasının) yine bir başka ecele bağlı kılınmıştır. Önemli olan şurada
veya burada Müslümanım diyenlerin gerçek İslâm üzerinde bulunmasıdır. Yaptığı
mücadelenin, çektiği sıkıntıların Allah rızası getirici olabilmesi ancak buna
bağlıdır. En hayatî görülen anda bile Allah Rızasını kazandırıcı tavır (amel)
Müslümanı bağlayıcıdır. Zira O’nun belirlediklerinin dışında hiçbir şey Allah
katında mazeret değildir. Örneğin ölecek derecede aç ve susuz kalan birisinin
yalnızca açlık ve susuzluğunu yeniden birşey bulabilme ümidi doğana kadar domuz
eti ve şarapla giderebilmesi mazeret olarak O’nun tarafından açıklanmış ve buna
izin verilmişken, yine kendisi ve çocukları aç kalan bir kadına bir öğünlük
olsun yiyecek temin etmek için zina edebilmesi mazeret olarak kabul
edilmemiştir, böyle birşeye izin verilmemiştir.
Müslümanların İran’da veya bir
başka diyarda gerek İslâmî Yaşamı getirmek için uğraşıları sırasında gerekse
İslâm’ı getirdikten sonra hiçbir hareketleri ne Emîr’in ne de bir neferin
Allah’ın izin vermediği bir işi yapmasına cevaz yoktur. Elbette ki Allah
bağışlayıcıdır, affedicidir. Lakin bilinmelidir ki O’nun ‘Gafuru’r-Rahîm’ oluşu
bizler için bir özel teminat değildir. Ve amellerimizi O’nun sıfatının verdiği
güven içinde değil, her amel için biçilmiş haram-helal ölçüleri içinde
gerçekleştirmek durumundayız. Bir bakıma şunu demek istiyoruz: Bir Müslüman
İnanç (iman) ve amelini öylesine Allah’ın bildirdiği ölçülere uydurmak
zorundadır ki yalnızca bu ölçüleri tutturmasıyla Allah’ın rızasına kavuşacak ve
va’dedilen mükafaata erecektir. Yani bu sonuca ulaşmada (haşa) O’nun Afv’ının
bir rolü olmayacaktır. Afv’ın sağlayacağı avantajı düşünmeden inanmak ve amel
etmek durumundayız. Bu ömrü böyle bitirmeye aklımızı takmalıyız. Lakin O’nun
afv’ına da mazhar olursak -ki elbette muhtacız- ne nimettir Onun Afv’ı. Bütün
işlerimizi böyle tuttuktan sonradır ki O’nun Avf’ını ummanın imkanı doğuyor
demektir. İnanç ve amellerinde O’nun tebligat ve talimatına uymayı ihmal edip,
yalnızca O’nun Afv’ına sığınmakla, bu Afv’a mazhar olunabileceğine inanmamıza
manidir Kur’an’ın talimatı.
İnsan her düşüncesinde ve her amelinde Kitab’ın
talimatı ve bu talimatın en iyi uygulaması olan Resulullah’ın Sünneti’nde
görülenleri esas almalıdır. Bu konuda yapılan yanlışlar, bilerek ya da bilmeden
düşülen sapmalar ister istemez insanı ve bu işle uğraşan toplumu iki taraflı
memnuniyetsizliğe götürür. Ayrıca bu tür gelişmeler gerçek bir başarı sağlamazlar.
Dünyevî sonuç bakımından ele alınabilecek birşeyler meydana çıkarsa da
Huzurullah’a, O’nu razı edecek işler genellikle az olacaktır. Zira birtakım
sapmalarla oraya varılmış, bilgisizlik, ya da yanlış bilgi doğru sanılmış;
gerekli araştırma yapılmamış, «akledilmemiş»tir. Bir hareket henüz
başlangıcında mutlaka düşünce ve metodunu açık seçik ortaya koymalıdır.
Anlaşılır bir şekilde onu açıklayabilmeli, delillendirmeli, ikna kabiliyetine
(bilenleri) haiz olmalıdır. Bilmeyenlerin ikna olması veya olmaması önemli
değildir. Düşünmeyenlerin ikna edilmesi diye bir sorun olmadığından
bahsediyoruz. Bilinmelidir ki bir hareketin en büyük yanlışlarının başında
düşüncelerinin ve metodunun belirsizliği gelir. Bir takım düşünceleriniz belli
olsa da bunları en yakınlarınızdan başlayarak kamuoyundan saklamak, giderek bu
fikirlerinizin gerçekleştirilmesi imkanlarına kavuştuğunuzda, hem de tam
zamanıdır dediğiniz zamanda hiç uygulama imkanınız bulunmadığını göreceksiniz
demektir. Zira en yakınlarınız olsun, kamuoyu olsun öyle bir şeyden haberdar
değildir.
Statik kültür üzerine oturttuğunuz hareket ise, bu kültür çok
karışık, çoğu kez de doğru bulunmadığı için, ulaşacağınız sonuç tekrarı
istenmeyen birşey olacaktır. Zira statik kültür, hele günümüzde şamanist kalıntılardan,
hıristiyanî karışmalara, eski yunan sofizminin hakimiyetinden, budist
serpintilere ve çoğunu İsrailliyyatın oluşturduğu ve pek azını da
Peygamberimizin Allah katından getirdiği dine ait sadece doğruluğu var sanılan
düzme-takma bilgilerden oluşmaktadır. Mevcudun (statik kültürün) restorasyona
tabi tutulması zarurettir. Bilindiği gibi restorasyon iki şeyi kapsamaktadır:
Birincisi aslında var iken zamanla zayi olmuş unsurları, aslî ölçülerine göre
kaynaklardan (Kitab ve Sahih Sünnet) çıkarıp yerine koymak, ikincisi ise
aslında yok iken sonradan ve kaynaklarla ilişkisiz olarak asla katılmış yabancı
unsurları ondan temizlemekle mümkündür. Her iki ameliye yapılırken kaçınılmaz
olarak Kitab ve Sahih Sünnet iyi araştırılmalı, bilinmelidir. Ki yapılacak işin
temelini bu bilgi oluşturacaktır, yapılacak şeyler bu konudaki doğru verilere
dayandırılacaktır.
Bugün gençler arasında dikkatleri çekecek derecedeki
gelişmeler anlaşılmaya muhtaçtır. Toplum asırlardır üzerinde bulunduğu halini
bozmaya başlamıştır. Bu bozulma (süregelen halini bozma) bizce iyiye
alametlerle doludur. Bir bakıma konuyu şöyle değerlendiriyoruz: Bugün görülen
değişiklikler sanki şöyle bir görüntü sergiliyor. Düşününüz ki üzümleri
çiğnediniz, şıra oldu ve çörü-çöpü ile küplere doldurdunuz. Bu hal durup
durursa, yani şıra halini korursa bu endişe edilmesi gereken bir şeydir. Zira
bu hale getirilmiş üzüm diyelim ki mis gibi sirke olsun diyedir. Bir süre sonra
bu şıra rengini, tadını, kokusunu değiştirmeye başlıyorsa -ki şu anda
Müslümanların, bilhassa gençlerin durumu budur- bu iyiye alamettir. Zira
şıranın sirke olabilmesi için önce şıralığını yitirmesi gerekmektedir.
Şıralıktan çıkmalıdır önce ki onu takiben bir başka şey olabilsin. Bu
bozulmanın verdiği rahatsızlıklar görüyoruz. Kokusunun pisliği, görüntüsünün
çirkinliği ve tadının bozukluğu insanı rahatsız edicidir. Lakin bilinmelidir ki
her yeni oluşum, mevcudun bozulmasından sonra gelen safhadır. Biz bu üzümlerin
sirke olmasını istiyorsak, bir diğer ifade ile şaraplaşmamasını istiyorsak bu
takdirde şıramızın sirke olması için tuzuna dikkat etmemiz mi gerekiyor, o
halde kokusunun bozukluğuna, görüntüsünün çirkinliğine, tadının da kerihliğine
bakmadan ne kadar küp ve küpecikte şıramız var ise hepsini dolaşarak tuzunun
ayarını sağlamaya, sirkeleşmesi için gerekeni yapmaya mecburuz. Bu iş
sıkıntılıdır. Zira koku hoş değildir, tad bozuktur, görüntü iç açıcı değildir.
Amma her şıra sirke olurken bu safhalardan geçmektedir. Bizim şıramız için de
durum başka türlü olacak değildir. Eşyanın tabiatı böyledir, sünnetullah
böyledir. Yapılacak iş sabırla, tahammül ile ve bütün bunları yalnızca Allah
için yapmak suretiyle bu küplere, küpeciklere yanaşmak ve her türlü rahatsızlık
verici hallerine rağmen bunlara elimizdeki tuzdan katmak ve tuzlarını iyi bir
sirke elde edebilmek için ne nisbette gerekiyorsa o nisbette atarak bunca
bozulan şıranın şaraplaşmaması için çalışmaktır. Şıra bizimse bu işin derdi de
bizimdir. Her türlü sıkıntısına rağmen bu işle uğraşmak başkasına değil bize
farzdır, Müslümanım diyene ve elinde tuz bulunana farzdır. Madem ki şu anda bu
bozulma herkesin farkedeceği düzeye tarihinde ilk defa gelmiştir, oluşum
gittikçe hızlanarak devam etmektedir; şıraya düşen bozulmaksa, şıranın sahibine
düşen de elbette şıranın şaraplaşmamasını sağlamaya çalışmak, bunun gereğini
yerine getirmektir.
Tutucular için en iyi hal elde bulunan hal olduğundan ve
başka hal düşünmeye kadir olmadıklarından mevcut bozulma en çok onları rahatsız
edecektir, etmektedir de. Bu sebeble bütün güçleriyle bu değişmeye karşı koymaya
çalışacaklardır, çalışmaktadırlar da. Yunan sufizmini, vahdet-i vücudu,
budizmin tayy-i mekanını, şamanizmin çaput bağlamaları ve kurganlarını(2),
Hıristiyanlığın mum yakmaları, günler düzenlemeleri ve daha nelerini,
kuruntularıyla karıştırıp kendilerine din edinenler üzerlerine de Allah’ın
dininin isminin levhasını asmaktadırlar ve kendilerine Müslüman demektedirler.
Üstelik de gerçekten hiç bir şey ifade etmeyen zann’larıyla Allah’a eş
koşmaktan, O’nun gönderdiği dini tağyir etmeye kadar her işin adını İslâm
koymaktadırlar. İşte günümüzde, asırlardır olmayan şeyler olmakta ve süregelen
durum bozulmaktadır. Çevrenizde olup bitenler, yer yer gelen kokular, tad
bozuklukları bu halin değişmeye başladığının alametleri olarak
algılanılmalıdır. Ki gerçek de budur. Bu tutucu takım, gerçekten gerici takım
toplumda yaygın düşünce seviyesinin düşüklüğünden de yararlanarak bu düzelmeye
yönelik bozulmadan en çok rahatsızlık duyanlardır. Değişmeye en çok karşı
çıkanlar, etkisiz kılmak için bütün yedeklerini harcayanlar olarak karşımıza
çıkmaktadırlar. Gerekçeleri ise; «ya bu bozulma sirke değil de şaraba dönüşme
olarak gerçekleşirse» endişeleridir. Aslında bu endişe görünüşü itibariyle
sağlıklı gibi görünüyorsa da temelindeki saik tektir ve asırlardır süregelen
tutuculuğun, bağnazlığın masum görünen ifadesinden başka bir şey değildir.
Yenilikçilik her zaman mutlaka yeni bir şey getirmek değildir. Peygamberimiz de
yenilikçidir ve getirdikleri ile içinde bulunduğu toplum tarafından ‘hiç
kimseden duymadıkları şeyleri söyleyen birisi’ olarak itham olunmuş ve bu
sebeble de nifak ve fitne çıkarmakla suçlanmıştır. Lakin Resulullah (s.a.)
kendisinden önce gelen Peygamberlerin tebliğ ettiği dini esası itibariyle
tebliğe memur olduğunu tekrar edip durmuş, gelip geçen diğer Peygamberleri red
değil bilakis kabul ettiğini belirtmiştir. Bir doğrunun açıklanması,
kendisinden önce o doğruyu bütünü veya bir kısmı ile de olsa söyleyenleri
reddetmeyi gerektirmez. Peygamberler de böyle yapmışlar, kendilerinden önce
gönderilenlerin söylediklerini tasdik etmişlerdir. Doğruları söyleyenler
birbirlerinin kardeşi olduklarından Peygamberimiz de kendisinden önce
gönderilen peygamberlerin kardeşleri olduğunu defaatle bildirmiştir.
Değişme
alametleri gün geçtikçe artmaktadır. Değişiklik her geçen gün daha çok insanı
içine alarak büyümektedir. Bu gidişin önüne geçmek mümkün görünmemektedir. Bunu
durdurmaya da kimselerin gücü yetmeyecektir. Zira Allah böyle dilemektedir.
Yalnız yapılacak bir ve çok önemli bir iş vardır: Bu değişikliğin sonucunun
sirkeye dönüşmesini sağlamak için çalışmaktır. Ola ki bir kısmı bu arada
şaraplaşacak ve atılacaktır. Fakat inanıyoruz ki büyük bir kısmı ‘mis gibi
sirke’ olacaktır. Uğraşmak gerekmektedir. Çalışmak gerekmektedir. Allah’ın
Kitabı ve Resulünün sahih sünneti bilinmeye çalışılmalı, karşılaştırmalar
yapılmalı. Sünnet, sünnet ile ve sünnet Kitab ile karşılaştırılmalı,
mukayeseler yapılmalı, doğru düşünce sahiplerinin günümüzde de geçerliğini
koruyan düşüncelerine itibar olunmalı ve aklımıza akıl katarak bu iş becerilmeye,
başarılmaya çalışılmalıdır. Ve elbette Allah’a tevekkül edilmelidir. Zira
biliyoruz ki çalışmak bizden, yardım Allah’tandır, inanıyoruz ki Allah dinini
yeniden yüceltecektir.
Allah Peygamberimizle gönderdiği dini (sonradan oluşmuş
ne idüğü belirsiz dini değil) din edinenleri iki cihanda aziz edecektir. Bu
O’nun va’adidir. O’nun vaad ettiği ise mutlaka gerçekleşir. Biz Allah’a yardım
edersek Allah’a da bize yardım etmek vacib olur. Bu gerçek, O’nun sünnetinin
gereğidir.
Diyoruz ki özetle bilhassa gençler (ki gelişmeye en çok müsait olan,
kafaları kireçlenmemiş olanları kasdediyoruz gençler derken) Kur’an’ı
ellerinden düşürmemecesine okusunlar. Peygamberin hayatını da öyle… Çeşitli
kaynaklardan okusunlar, okurken notlar alsınlar. Anladıkları ya da anlamadıkları
yerleri tesbit edip, bu işlerle uğraşan kardeşleriyle tartışsınlar,
konuşsunlar, öyle mi anlamak gerek, başka türlü mü diye muhakeme etsinler,
mukayese etsinler. Tartıştıkları konular kendileri için yeni olmakla birlikte
kendilerinden önce gelenler için de varit olduğundan onların da neyi nasıl
düşündüklerine baksınlar, bu işi iş edinmişlerin ictihadlarına, muhakeme
tarzlarına, mukayese biçimlerine baksınlar. Ölçüp biçip tartışsınlar ve bu işi
yeniden yeniden yapsınlar. Göreceklerdir ki uğraştıkça, kendilerini konuların
içinde bulacaklar ve İslâm ile haşır-neşir olacaklardır. Allah’a, anlayışlarını
açması için sığınmayı ise hiç mi hiç terketmesinler. Allah onlara elbette bir
yol gösterecektir. Okurken, araştırırken, tartışırken ilk elde ettikleri sonuçları
hemen kafalarının demirbaş hanesine kaydetmesinler. Zira yaz-boz yeri
olmamalıdır kafalar. Azmettikten, gerekeni yaptıktan sonra elde edilen
doğrularla amel ederlerken, bunlara bir daha dönüp tartışılmaz doğrular olarak
bakmasınlar. Ola ki gün gelir aynı konuda daha isabetli olan, seviyesi üstün
bir doğru ile karşılaşırlar. Bu takdirde bunu alıp, öncekini terketmeleri
gerekir ki bağnazlığa düşmesinler ve hep daha doğruların talibi olsunlar.
Bilsinler ki uğraştıkları iş Allah’ın sahibi bulunduğu iştir ve yardımcıları
Allah’tır. O’nun gibi güzel ve akla gelmez yardımlar yapmaya Kadir bir yardımcı
da bulunmaz. Allah’ın işi ise yalnızca Allah için yapılır, yalnızca O’ndan
yardım ve ecir beklenilerek yapılır. Bu unutulmamalı, insanların
levmetmelerinden çekinilmemelidir. Allah’ın yardımı ise ancak hak edenlere;
«Hakkı ve sabrı tavsiye edenler»e ulaşacaktır. Allah’ın en çok önem verdiği ve
kullarından birinci derecede beklediği şey Tevhid İnancı’na gölge
düşürülmemesidir. Kendisinin Birliği; eşi, ortağı bulunmamasına titizlenmesinin
üzerinde titizlendiği husus yoktur dersek, Kur’an’a bakarak söylediğimiz
anlaşılmalıdır.
Hemen herkesin okuyup durduğu Kureyş’in putları Allah’a ortak
koşar duruma gelen tutumlarının aynısı bugün çok az bir değişiklikle yaygın
vaziyette görülmektedir. Kureyş’in müşriklerinin Peygamber’e söylediklerine
baktığımızda onlara Allah «onlara, “kim gökten suyu indirip de, ölmüş olanları
onunla diriltti” diye sorsan. ‘Allah’ derler.» (29 Ankebût 63) buyuruyor.
«Allah’ı bırakıp da O’na yakınlık peyda etmek için….. » (46 Ahkaf 28) «O’nu
bırakıp da putlardan dost edinenler: “Onlara, bizi Allah’a yaklaştırsınlar diye
kulluk ediyoruz derler.» (39 Zümer 3), «… O tanrıların şefaati bana fayda
vermez, beni kurtaramazlar» (36 Yâsin 23) demesini Resulullah ve bizlere
öğütleyen Allah-u Teala’nın kelamının ortaya koyduğu mana ile bugün yaygın bir
şekilde en yakın çevremizde bile görüverdiğimiz olup bitenlere bakalım: «Filan
zat ile rabıta kuracaksınız, ona yakınlığı bulunan o zat sizin için O’nun
nezdinde şefaat edebilsin» anlayışındaki motifler ile Kureyş’in ya da putlara
kendilerini Allah’a yaklaştırsın diye tapan başkalarının hali arasında çok
büyük mü farklar vardır dersiniz? Belki tek farkları bugünkülerin Kureyş
kabilesinden olmayışları ve o günkülerden farklı olarak canlıları (bir takım
insanları) o günkü cansız putların yerine koymalarından ibaret değil midir?
Aynı mantık, aynı yapı ve aynı esassız düşünce tarzı o günkülere olduğu gibi
bugünkülere de hakim değil midir? Aslolan Rabb’liği yalnızca Allah’a hasretmek,
kulluğu da yine O’nun için yapmak iken, hangi farklılık ile olursa olsun bir
insan Allah ile kendi arasına birisini, birşeyi koyuyorsa işte bu insan
Kur’an’da bolca örnek verilen ‘Ortak Koşanlar’dan biri durumuna geliyor
demektir. Bir Müslüman ne kadar Allah’a yakın olursa olsun, ne derecede veli
(Allah’ı razı eder halde) olursa olsun kesinlikle Allah ile bir başka kulun
arasında ne aracı, ne ricacı, ne de şefaaçı olabilir. Allah’ı iman ve iyi
işlerde razı edenler velidirler.
Örneğin Allah’ın Resulü hem Resul, hem de
O’nun bir velisi idi. Ve kızına diyordu ki: «Kızım Fatıma! Sakın babam
Peygamber diye güvenme!..». Bu ikazını sık sık tekrarladığını hadis kitapları
tekrar tekrar naklediyorlar. İnancımıza göre Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Ali
de veli idiler. Fakat zamanlarında kimseler bu velilerle Rabıta kurarak,
bunların simalarını gözlerinin önüne getirerek Allah’la yakınlık kurmaya
çalışmamış ve kimse bunların herhangi birinden şefaat (yardım) talebinde
bulunmamıştır, her Müslüman, her mü’min yalnızca Allah’tan şefaat (yardım)
isteğinde bulunmuştur. Zira Resulullah (s.a.)’da onlara bunu öğütlüyordu.
Bilinmelidir ki Allah yalnızca ‘iman eden ve salih amel işleyenler’den razı
olacaktır. İmanlarını Allah’ın bildirdiği usûl ile teşekkül ettirenler ve
amellerini de Salih Amel olarak bildirilen amellerden oluşturanlar Allah’ın
kendilerinden razı olacağı kimselerdir. Bu gibiler Rabblerinden razıdır,
Rabbleri de bu gibilerden razıdır. Rabbimizden razıyız. O’nun da bizden razı
olmasını umuyoruz.
(1) İktibas Dergisi, Yıl 1981, Sayı: 4, Sh. 12.
(2)
Orta Asya Kültüründe Türklerin, ileri gelenleri (Ulu)nin ölüleri için evimsi
kapalı Mezarlar yaptıkları, tazim ettikleri ve bu mezarlara «KURGAN»
dediklerini biliyoruz. İslâm Kültürüne geçtikten sonra da. Şamanist kültürün
kalıntısı bazı şeylerin yaşamaya devam ettiği gibi bu “Kurganlar”ın da
«Kümbet»leşerek (Selçuklular dönemi) daha sonra ise “türbe”leştiklerini ve
el’an bu cahiliyye adetininyaşadığını biliyoruz. Resulullah’ın en iyi kabir
yerle bir olandır demesine rağmen.
Kaynak: http://www.iktibasdergisi.com/mucadele-sabir-ve-hicret/