19 Aralık 2013 Perşembe

BEYİN FIRTINASI - 2 - Zulmü İfşa & Yaman Çelişki

Zulmü İfşa

        Birkaç ay önce e-posta kutusuna bir slayt sunusu gelmişti. Bedevi isimli bu sunuda anlatılan öyküyü okuduğumda beni hayli düşündürmüştü. Size de aktarıp paylaşmak istiyorum izninizle.

        Çölde devesinin üzerinde yol almakta olan bir bedevi, güçlükle yürüyen ve susuzluktan dudakları kurumuş bir adama rastlamış. Adam onu görünce su istemiş. Bedevi devesinden inmiş ve adama su vermiş. Suyu içen adam susuzluğunu giderip biraz kendine gelince, birden bedeviyi kenara iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış. Bedevi arkasından bağırmış. “Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı kimseye anlatma!”. Bu isteği tuhaf bulan hırsız biraz duraklayıp, merak ederek nedenini sormuş. Bedevi demiş ki: “Eğer bu olayı başkalarına anlatırsan, kulaktan kulağa yayılır ve insanlar bir daha çölde yardıma muhtaç birini gördüklerinde yardım etmezler”.

        Öyküyü anlatan sonuna küçük bir şerh koymayı da ihmal etmemiş. “Bedevi gibi derdimiz deve değil de, kötülüğün yayılmaması olsaydı, millet olarak şimdiye dek çok şeyi halletmiş olacaktık”.

        Geçenlerde, yıllardır mutad olduğu üzre, her sabah namazı sonrası Kur’an’dan bir miktar okurken Nisa 148. ayeti okuduğumda bu öykü aklıma geliverdi. Yıllarca bu ayeti defalarca okuyup geçmiştim, fakat bu anlama gelebileceği doğrusu hiç aklıma gelmemişti. Bahse konu olan ayette “La yühibbullahülcehre bissu’i minel kavli illa men zulime, ve kanallahü semiy’an ‘aliymen – Allah zulme uğrayan kimseden başkasının, kötü sözü açıklamasını sevmez. Allah işitendir, bilendir” deniliyordu. Ayetin dipnotunda da “kötü bir söz ya da eylemin bizzat zarar gören tarafın dışında ifşa edilmesi kargaşaya yol açacağından, ayette sözü edilen ilkeye uygun hareket etmek gerekir” şeklinde bir de açıklama vardı. (Kur’an-ı Kerim Türkçe Anlamı, Şaban Piriş, İlkbahar yay., 2002, İstanbul)

        Öncelikle öyküde bahsedilen bedevinin gerek yardımseverliği ve gerekse de hikmetle birebir örtüşen bakış açısının, bedeviliğin değil de medeniliğin, İslami edep ve terbiyenin, İslam ahlakının göstergesi olduğunu not düşeyim. Ve yine öyküdeki bedevinin tutum ve davranışı, “Bedevilik” kavramının tarifinde yer alan “İslam’ın yetiştirmek istediği nezaket sahibi, aşırılıklardan kaçınan, haddini bilen, edep denilen ahlaki sınırlara riayetkarlığın kendisine çok yakıştığı İslam cemiyetine aykırı düşen bir tutum ve davranışlar yumağı”ndan olmayıp tam aksi istikamettedir. Öyküdeki bedevinin sadece ismi bedevi (çölde çadırda yaşayan göçebe arap) olup, düşünce ve davranışı medeni(İslami)dir. Adam diye bahsedilen kişinin ise iyiliğe kötülükle karşılık vermesi hasebiyle sadece ismi adam (adem) olup aslında insan müsveddesi demek daha doğrudur. Gelelim esas meseleye, öykünün en can alıcı noktasına, kıssadan hisseye.

        Günümüzde bahsini ettiğim öykünün gönderilme vasıtası olan internet dahil mevcut bütün iletişim ve haberleşme araçları, ma’ruf (iyi, güzel, yararlı, helal) şeyleri tedavülden ziyade ne yazık ki ağırlıklı olarak münker’i (çirkin, kötü, zararlı, haram), fuhşiyyatı (aşırılığı, hayasızlığı) ve mefsedeti (ifsad eden, bozan, çürüten, kokutan şeyleri) insanların gündemine, dikkatine, duyularına sunmakta; tedavüle sokmakta, dağıtımını ve pazarlamasını yapmaktadırlar. Kötü, çirkin, hayasız söz ve fiilleri haber konusu yaparken de allayıp pullayarak, albenili hale getirerek savunmasız çocuklara; arzu, istek ve hayalleri yoğun, düşüncelerinden ziyade duyguları ön planda olan, merak ve ilgileri canlı olan gençlere; ciddi bir birikimi ve ahlaki altyapısı olmayan erişkin insanlara arz etmekte, servis yapmaktadırlar. Arz talep diyerek, insanları ikaz ve ihtar anlamında ibret olur diyerek masum, iyi niyetli görüntüyle olsa bile kötülüğün ifşası, yayılması, yaşadığımız topluma ve dünya geneline bakıldığında hayır değil şer getiriyor. Kötülüğün, kötülerin teşhiri, tasviri genel ve ideolojik boyuttan uzak bir şekilde ele alınırsa, ferdi ve toplumu daha ahlaklı, daha iyi, daha duyarlı kılmıyor. Hatta batılın (kötülüğün) tasviri yani ayrıntılı ve özenilecek, özendirecek tarzda anlatımı safi (saf, temiz) zihinleri ifsad ediyor, bozup kirletiyor. Zihni karmakarışık olmuş, kirlenmiş biri iyiliğe, güzelliğe, hayra yönelir mi? Mütemadiyen kötülüğün dillendirilmesi, yaygınlaştırılması, insanları birbirine iyilik etmede, yardımlaşmada ürkek, korkak, isteksiz ve edilgen yapmaz mı? Büyükşehirler başta olmak üzere bugün yaşadığımız tam da bu hal değil mi? Kötülüklerin, çirkinliklerin bombardımanına maruz kalan insanlar herkese ve her şeye şüpheci yaklaşıp uzak, kenar durmayı tercih etmiyor mu? İnsanlar yolda kalmış birini başına bir şey gelebilir endişesiyle arabasına almamakta, ihtiyacı olup da dilenenlere ‘meslek edinmiştir, varlıklı olduğu halde dileniyor olabilir’ diyerek üç kuruş yardımı esirgemekte, zor durumda ve etrafından yardım isteyen, yardıma muhtaç birine kayıtsız kalabilmekte ve daha nice nice komplocu, kuşkucu yaklaşım örnekleri sergilenebilmektedir. Yıllar önce bir büyük şehirde, bir bayram günü şeker toplamaya çıkmış ikisi kız üç çocuk kaybolmuştu. Yaklaşık bir yıl kadar bu olay aydınlatılamamış, sonrasında özel bir polis ekibi olayı çözmüş, çocukların cesedi bir başka şehirdeki bir barajın kıyısında bulunmuştu. Meğer o üç masum sabi, evlerinin bulunduğu sokağa yakın bir sokakta şeker toplamaya çıktıklarında, o evlerden birindeki bir cani tarafından tecavüz edilip öldürülmüştü. Medyada günlerce yer alan bu olayı duyduğumda “eyvah, şimdi bu ülkede çocuklar bayram günü şeker toplamaya çık-a-mayacak artık” demiştim. Zulmün, kötülüğün, ahlaksızlığın sürgit her vesileyle gündemde tutulması, birtakım tehlikelere dikkat çekip uyanık olmanın ötesine geçip tam zıt istikamette kötülüklerin her yeri kapladığı zehabına kapılınmasına, kötülüklerle ve kötülerle başa çıkmanın neredeyse imkansız olduğu düşüncesine sebebiyet verebilir. Ayrıca kötülüklerin olağan görülüp kanıksanmasına yol açabilir, duyarsızlaş-tır-ma gerçekleşebilir, birtakım zihinlerde ilgi, merak uyandırıp tabir-i caizse “eşeğin aklına karpuz kabuğu düşürebilir”. Yine bu arada kötü, çirkin, ahlaksız söz ve fiillerin reklamı, propagandası yapılıp gündemi meşgul etmesi sağlanmış olur. Ferdi ve toplumu birtakım tehlikelere karşı uyanık tutmak için, zaman zaman birtakım vesilelerle uyarı, hatırlatma gerekebilir. Fakat kötülüğü her fırsatta gündeme getirmek, gündemde tutmak, herkesin haberdar olmasını sağlamak, insanların iğrendiği, tiksindiği bir pisliği alıp her yere bulaştırmakla, yaymakla eşdeğerdir. Nasıl ki bir hastalık odağını, bir kanalizasyon atığını, bir çöpü, bir leşi alıp herkese gösterip her yere yaymayı düşünmüyorsak, kötülük konusunda da aynı tavrı sergilemek daha evla değil mi?

Ya hayır konuşalım, ya da susalım. Ağzımızı (kulağımızı) hayra açalım. Batılın değil Hakk’ın galebe çalması, kötülüğün ve kötülüklerin değil, iyilik ve iyilerin sayıca ve nitelikçe artması, yeryüzünde şirkin değil de tevhid bayrağının her yerde dalgalanması için uğraş vermesi (cihad etmesi) gereken ve iyiliğin, güzelliğin, hayrın timsali olması gereken mü’minlere de bu yakışır.  

Yaman Çelişki

        Öğrencilik yıllarımda yaz tatillerinin bir kısmını, Anadolu bozkırının kerpiç duvarlı, toprak damlı evlerinden müteşekkil, doğduğum ve ailecek bir yaşında iken terk ettiğimiz köyde geçirirdim. Köyden erkenden ayrılıp orda yaşamış olmasam da, sorulduğunda kendini oraya nispet eden, harmanı hasadıyla, at arabası döveniyle, sapı samanıyla, değirmeni bulguruyla, bağı bahçesiyle köy hayatını kısmen yaşayan son kuşaklardan biriyim. Çoğu zaman yılda bir kez olsun gidip görmesem de, köydeki dedemgilin evi artık virane hale gelmiş ve köyün mezarlığındakiler çoğalırken köyde beni tanıyan/tanıdığım hısım akraba, insanlar bir elin parmakları kadar olsa da o köy hȃlȃ benim köyüm.

Her neyse uzatmayayım. Çocukluk çağından çıkıp delikanlılığa adım attığım yıllardı. Bir gün benimle yaşıt dayımla köyün hemen yakınındaki bahçelere doğru yürüyüşe çıkmıştık. Dolaşırken karşımıza bahçenin birinde tek göz odalı bir bağ evi çıktı. Dayım laf arasında önceki gece burada ȃlem yapıldığını söyledi. Kapının kilidi açıktı. İçeri girdiğimizde ağır bir alkol kokusu geldi burnumuza. Sedirlerin altında çok sayıda boş rakı şişesi ve elma çuvalları mevcuttu. Dayım, arkadaşlarından işittiğine göre yalnızca içki içilmediğini, çalgı çalınıp kadın oynatıldığını ve hatta ȃleme katılanların o kadınlarla birlikte olduklarını da sözlerine ekledi. Ertesi gün, günlerden Cuma idi. Köyün camisine gittik. Dayım namaz sırasında müezzinlik yapan kişinin geçen gün bağ evindeki içki ve kadın ȃlemine katılanlardan biri olduğunu söyledi. Şaşırdım kaldım doğrusu. Hani, köyün bekar kız ve erkeklerinin ağzına pelesenk ettiği bir tekerlemeyi sıkça duyardım. “Çayırda kıldım namaz, o da Hakk’a yaramaz, gençlikte yaptığımı, Kadir Mevlam aramaz”. Fakat bu durum ona da uymuyordu. Zira bağ evinde sarhoş ve zinakar, Allah’ın evinde ise müezzin olan o kişi genç, bekar biri de değil, evli barklı, çoluk çocuk sahibi bir yetişkindi.

        Hadi bu olay yıllar önce idi. Ve bu kişi/kişiler köyde yaşayan ve doğru dürüst okuma yazması bile olmayan kişilerdi. Ya şuna ne demeli. Anlatayım. Bir arkadaşım üç-dört yıl önce anlatmıştı. Taşradaki üniversitelerden birinde profesör olan bu zat, yanında eşi de olduğu halde bir firmanın sponsorluğunda gittiği Çin’den uçakla dönüyormuş. Uçakta kendisine ikram edilen alkollü içkileri aldığı gibi hanımına gelenleri de içtikten sonra çakırkeyf olmuş. Hosteslere şaka yollu da olsa laf atmaktan, sözlü tacizden de geri durmuyormuş. Derken yemek servisi başlamış. Bu zat (zerzevat mı demeliydim yoksa) kendisine ikram edilen menüdeki domuz eti ihtiva eden yemeği görünce basmış yaygarayı. “Ben müslümanım, bana nasıl domuz eti olan bir menü getirirsiniz, olmaz böyle şey” diyerek ortalığı birbirine katmış.

        Yüzde bilmem kaçı Müslüman diye bilir bilmez herkesin konuştuğu bu ülkede genci yaşlısı, okumuşu cahili (lafın gelişi), köylüsü şehirlisi, çiftçisi profesörü ezici çoğunluk böyle ne yazık ki. Anadolu İslamı ya da Türk İslamı böyle bir şey mi acep diye insan kendini düşünmeden alamıyor. “Bir elde kadeh, bir elde Kur’an; Bir helaldir işimiz, bir haram; Şu yarım yamalak dünyada; Ne tam kafiriz, ne tam Müslüman” (Ömer Hayyam). Bu dörtlük, halimizi dört dörtlük tasvir ediyor mu ne, fazla söze hacet bırakmadan. Bir kez, Müslüman olarak kendini tanımlayan bir anne ve babadan doğduysanız ve üstelik de Müslümanım diyenlerin kahir ekseriyeti teşkil ettiği bir toplumda yaşıyorsanız, artık ne yapsanız bu Müslüman kimliğini üzerinizden atamazsınız ve ona bir şeycikler de olmaz. Ne yapsanız gider, yaşarken İslam tarağınızda beziniz olmasa bile aksi bir vasiyetiniz yoksa ‘merhumu iyi bilirdik’ denilip kefen bezine sarılarak bile defnedilirsiniz. Hatta imam herkes dağılıp gittikten sonra bile, size kabirde edilecek(!) sualler ve cevaplarını, kabrinizin başında kulağınıza fısıldayıverir. Bu konuda birbirinin kopyası gibi olan bu toplumun ferdi olarak, hocadan aldığınız bu son kopya ile işiniz iştir(!). Şaka bir yana bu toplumun ve genelde ümmetin ahvali cidden tam da böyle. Evde başka, kamusal alanda başka; namazda başka gündelik hayatta başkayız. Kişisel ibadetlerimizde Kur’an ve Sünneti kriter olarak alırken, konu ekonomik, sosyal, hukuki ve siyasi ibadetlere gelince laik-demokratik-kapitalist dünya görüşünü esas almaya başlıyoruz. Hele hele gitgide, laik-demokratik-kapitalist yaşam tarzına doğru yol aldıkça dünyevileşme yaygınlaşıp içselleşmekte ve ferdiyetçilik, bencillik, çıkarcılık alabildiğine özendirilip kışkırtılmakta. “İç bade güzel sev var ise akl-i şuurun, Dünya var imiş yoğ imiş olmasın umurun” (Ömer Hayyam) denilerek zevk, haz eksenli bir anlayış, yaşam tarzı serpilip gelişmekte. İnsan (human), “bu benim hayatım, dünyaya bir kere geldim, dinsel, cinsel ve siyasal tercihlerime kimse karışamaz, kime ne” diyerek ve tanrı dahil hiç kimseyi hayatına karıştırmayarak istek ve arzularını ilahlaştırdı, kendisini hem tapan, hem tapılan, hem abd hem de mabud haline getirdi. Bunu yaparken de eğer Müslüman olarak kendini tavsif ediyorsa ne yardan ne serden geçmeden, ne şiş yansın ne kebap diyerek İslamla diğer dinleri (dünya görüşlerini) telif etmeye çalıştı, türlü çelişkilerle zihnini ve hayatını doldurma pahasına.

        Bu çelişkilerin giderilmesi, zihnin Kur’an’a göre yeniden inşasıyla ve zihni diğer dünya görüşlerine ait şeylerden arındırmakla mümkündür. Fıtraten İslam olarak doğsak bile, yüzde yüzlere yakın bir çoğunluğun kendini Müslüman olarak tanımladığı bu ülkede taklitten vazgeçip tahkike, cehlimizi ilme, geleneksel olarak aldığımız şeyleri bilince, farkında oluşa çevirmek, yöneltmek durumundayız. Tabii ki İslam olma (teslim olma) iddiamızda samimi ve kararlı isek. Aksi halde fert ve toplum (ümmet, millet) olarak her türlü yaman çelişkilerden kurtulabilmemiz mümkün olmadığı gibi, ölümden sonra da diriltilip hesaba çekildiğimiz günde “Müslümanlardanım” iddiasını kanıtlamak, ispat sadedinde sözler sarf etmek mümkün olmaz ne yazık ki.


1 yorum:

  1. selamun aleykum.
    işte bende internette bu slaytı arıyorum ve bulamıyorum.lütfen bana gönderir misiniz çok acil.

    YanıtlaSil