[Hem okudum, hemi de yazdım / Yalan
dünya senden bezdim- Bir halk türküsünden]
Okur yazarım okuryazar olmasına da, yazar sıfatına
layık mıyım, kendimi yazar olarak nitelendirmem doğru mu onu bilmiyorum. Çocukluğumdan
ve özellikle yüksek öğrenim yıllarımdan beri onca şeyi okumama rağmen, birkaç
istisna hariç yazı yazma konusu gündemimde olmadı. Kayda değer ilk yazım, 1993
yılında İktibas Dergisi’nde yayınlanan bir kitap tanıtımı daha doğrusu geniş
bir özeti idi. Fakat düzenli bir şekilde yazmaya başlamam, üniversitede öğretim
üyesi iken oldu. Odayı paylaştığım arkadaşın kızkardeşi yerel bir gazeteyi
yönetiyordu. Arkadaş bir gün bana “Sen de yazsana gazetede” dedi. Ben de “Hiç
düşünmedim, yazabilir miyim bilmiyorum” gibisinden cevaplar verdim. Zira
Ercümend Özkan’ın (r.a) da üzerinde önemle durduğu ve sıkça vurguladığı gibi,
toplumun önüne çıkıp bir şeyler yazıp söyleyecek insanların dağarcıklarının
dolması, fikirlerinin oturması, olgunlaşması ve ayaklarının yere basması
gerekirdi. Kanaatime göre yazı yazma işi ciddiyet, birikim, tutarlılık,
sorumluluk, özveri ve devamlılık isterdi. O da “Bunca yıldır birlikte nice
konuda konuşuyor, tartışıyoruz. Bunları yazıya döksene” deyince düşünmek için
biraz zaman istedim. Sonra da “Her işe bir yerden başlamak gerekir, bismillah
deyip bir deneyelim bakalım” dedim ve o günden bu yana da yazı yazma meşgalesi
çeşitli fasılalarla sürüp bugünlere geldi.
‘Şark Yıldızı’ isimli yerel günlük gazetede bir yıla
yakın süre ‘Tefekkür’ isimli köşede muhtelif konularda haftalık yazılar yazdım
(03.2001 tarihinden itibaren tam bir yıl sürdü, toplam 30 yazı). Daha sonra ‘İktibas
Dergisi’nde aylık yazılar yazmaya başladım ( Kasım. 2001, 19. cilt, 275.
sayıdan başlayarak). Bilahare internetin daha ön plana çıkmasıyla ‘www.iktibasdergisi.com'da yazılarıma devam ettim (25.03.2010 tarihinde ‘Merhaba’ diyerek). Ta ki,
2012 yılı sonunda adımın ve yazılarımın tümünün siteden haber bile verilmeden,
ne oluyor demeye kalmadan ve bir teşekkür bile edilmeden bir anda
kaldırılmasına kadar.
İlk yazımdaki iki
paragrafı önemine binaen burada alıntılamak istiyorum.
“Köşe yazarı demek,
yazdığı konularda en geniş birikime, en isabetli görüşlere sahip olan kişi
demek değildir. Kaldı ki bir kişinin bırakın yazdığı birçok konuda, bir konuda
bile en yetkin, en tutarlı tespitleri bulunmayabilir. Köşe yazıları sadece
yazarın ele aldığı konularda taşıdığı fikirlerin bir dışavurumu, sergilenmesi
ve o yazıyı okuyanlara sunumudur. Okur o yazıdaki fikirlerin ya hepsini veya
bir kısmını alır, ya da hiçbirini almaz, olduğu gibi bırakır.
Kişinin bilgi
seviyesi hangi ölçüde olursa olsun yalnızca öğrenen veya yalnızca öğreten
konumda olması genellikle mümkün değildir. Çünkü akıl sadece bize verilmemiştir
ve aynı zamanda her bilenden daha fazla bir bilen muhakkak vardır. Mutlak
anlamda bilen (ilim sahibi, alim) yalnızca Allah’tır. Bu sebeplerle bir yandan
bildiklerimizi, düşündüklerimizi diğer insanlara aktarırken, bir yandan da
bilmediklerimizi öğrenmenin yolunun da açık tutulması gerektiği gün gibi
aşikardır. Ki bunun da en sağlıklı yolu okumaktır, tartışmaktır” (Başlarken,
Şark Yıldızı, 14.03.2001)
[Bana sor sevgili kâri (okuyucu), sana ben söyleyeyim /
Ne hüviyette şu karşında duran eşarım (eski dilde şiirler) / Bir
yığın söz ki, samimiyeti ancak hüneri / Ne tasannu (sanat yapma) bilirim, çünkü, ne
sanatkârım / …- Safahat, Mehmet Akif Ersoy]
Yazı yazmanın ve bunu yayınlayarak başkalarıyla paylaşmanın kendim için ne
anlama geldiğini çok düşündüm. İtiraf edeyim, yazı yazmak benim için sesli
düşünmenin bir başka şekliydi, çevremdeki insanlarla sıkça konuştuğum,
tartıştığım, paylaştığım düşüncelerimin, duygularımın yazıya dökülmesiydi. Yazı
yazmak benim için öfkemin, sevincimin, hayallerimin satırlara dönüşmesi;
okuduğum, duyduğum fikirlerin, haberlerin benim açımdan bir tür
yorumlanmasıydı. Yazı yazmak benim için bir tür kendimi gözden geçirmek,
geçmişimle, bugünümle bir hesaplaşmaktı. Yazılarım için notlar alır,
hazırlıklar yapar, kaynak taraması yaparım. Yazıyı en ince ayrıntısına kadar
-kelime ve dilbilgisi hatası dahil- defalarca gözden geçirir, saatlerce, bazen
günlerce uğraşır, sıkı bir eleştiri süzgecinden geçiririm. Ele almayı
düşündüğüm konuları etrafımdaki insanlarla müzakereye açar, bir nevi belli bir
süre kuluçkaya yatar veya ana rahmindeki çocuk misali büyütür, olgunlaştırır,
bir nevi doğum sancıları çekerim. Bir yazının ele güne karşı çıkabilecek hale
gelmesi elbette belli bir zaman ve emek ister. Bazı konularda hazırlıklarım
olsa da çoğu zaman içimden geldiği gibi, doğaçlama yazmayı seviyorum. Bu yüzden
olsa gerek, çok değişik formatta yazılarım oldu. [İki dost / Kardeşime
mektuplar / Beyin fırtınası / Fazla söze ne hacet, herşey açık ve net / Gülümsetirken
düşün-dürten haber-yorumlar gibi]
Yazılarımda anlaşılır olmaya, sıkıcı olmamaya
özen gösterdim. Gün oldu yazı yazarken içim içime sığmadı bir çocuk sevinciyle,
gün oldu elim kaleme gitmedi, klavye tuşlarına dokunmadı. Hiçbir yazımı içime
sinmedikçe, “işte şu an benden bu kadar” demedikçe yayınlamadım. Okuyacak
kişileri çok ciddiye aldım, onların vaktini aldığımın farkındaydım, “hayra,
iyiye, güzele, doğruya” sevk edeyim derken, -istemeden de olsa- yanlış
bilgilendirebileceğimin, yanıltabileceğimin, şerre vesile olabileceğimin
bilincindeydim. Bu nedenle makalelerimdeki kanaatlerimi hiçbir zaman “hakikat
ancak budur” edasıyla söylemedim, “birlikte düşünelim, alın bu da benden size
acizane bir katkı” edasıyla söyledim. Bir yandan düşünsel içeriği zengin olsun
için uğraşırken, duygu yönünü de ihmal etmedim. Bir yandan günceli yakalamaya
çalışırken, diğer yandan zaman zaman gündemden farklı konularda yazılar yazdım.
Bütün yazılarımın şairin dediği gibi
‘tek hüneri samimiyeti’dir.
[Söz ola kese savaşı / Söz ola
kestire başı / Söz ola ağulu aşı / Bal ile yağ ede bir söz– Yunus Emre]
Düzenli bir şekilde yazı yazmaya başladığımda bu yazıları okuyanlardan bir
şey rica etmiştim. O da, yazılar üzerinde okuyucularla fikir alışverişinde
bulunmak, sağlıklı bir iletişim gerçekleştirmek. Çağımız iletişim ve ulaşım
imkanlarının artmasına karşın, insanların birbiriyle iletişiminin, muhabbetinin
tersine azaldığı bir çağ maalesef. Bu bir ironi ama gerçek. Olumlu veya olumsuz
bir eleştiri, katkı beklerken çoğunlukla koca bir sessizlik çıkıyor karşımıza.
Bazen bu ‘sükut-u hayal’e varan bir sükuta dönüşebiliyor. Anlaşılan “söz
gümüşse sükut altındır”ı fazla ciddiye aldık, onunla amel etmeyi yeğledik. Bir husus öteden beri
hep kafamı kurcalardı. Zaman zaman katıldığım, “Cuma (toplantı) günü” kılınan
namaz öncesi imam-hatiplerin verdiği vaazları ben versem ne söylerdim, ne
anlatırdım cemaate diye? Yüzyıllardır tek yönlü bir iletişim şekline
dönüştürülmüş, katılanların başlarını öne eğerek sessizce dinlediği, zaman
zaman içinde yaşanılan devletin müdahalelerine dahi maruz kalmış, yaşanan
hayattan uzak ve kopuk, katılımcılarına üzerlerine yüklenilen bir “vazife”yi
yapmış olmanın hazzını yaşatan bu hutbeler böyle mi olmalı idi gerçekten? Bu
nedenle haftalık yazılarım bir açıdan “Cuma Yazıları” olarak da değerlendirilebilir
pekala.
Ve sizlerden tek bir dileğim var aziz ve muhterem “okuyucularım”. Eğer bu
yazılara eleştiri veya katkınız, kısaca söyleyeceğiniz bir şey varsa ya yorum
yazın ya da bana e-posta gönderin lütfen.
Nasip olursa yazmaya devam edeceğim gücüm yettiğince ve söyleyecek,
paylaşacak şeylerim olduğu müddetçe. Oniki yıl önceki ilk yazımda da ifade
ettiğim gibi “Eğer
yazılarımdaki keyfiyet azalır, okuyucuya verebilecek bir şeyim kalmaz ve onu
aydınlatabilecek performansdan yoksun kalırsam, yazılarıma öncelikle kendim bir
süre ara vermek veya sonlandırmak isterim”, bunu bilin.
Bu Blog’da haftada bir Cuma
günleri, eski yazılarımın güncellenmiş yeni halleri ve ilk defa kaleme alacağım
yeni yazılarımı paylaşacağım Allah izin verdiği ve yardım ettiği sürece.
Bakarsınız bir gün belki de bu yazılar kitap cesametine erişir, daha kalıcı
olan kitaplaşma imkanına kavuşur, ya nasip.
“Onuncu Köy”e (Blog’uma) hoş
geldiniz, safalar getirdiniz.
MERHABA.