5 Aralık 2020 Cumartesi

İÇ MUHALEFET TARTIŞMASI: MÜSLÜMANLAR ARASINDA MUHALEFETİN İMKANLARI* (VE FİKİR İFADE HÜRRİYETİ)

Muhalefet kavramı, Arapça kökenli bir kelime olup; sözlükte “bir tutuma, bir görüşe, bir davranışa karşı olma durumu, karşıtlık” olarak açıklanmaktadır. İhtilaf kelimesiyle de ilişkili olan muhalefet kelimesi itiraz, zıddiyet ile de akraba sayılır.

Fikir, inanç ve yöntem planında Müslümanlar ve onların oluşturduğu topluluklar (devlet, cemaat, parti, dernek, vakıf, vb.) içinde (hem kendi aralarında hem de birbirleri arasında) muhalefet etme gerekliliği ve imkânı olmalı mıdır diye bir soruya lafı evirip çevirmeden peşinen “evet, kesinlikle” diye olumlu cevap veriyorum. Tersi bir yanıtı da boş, anlamsız ve abesle iştigal olarak görüyorum. Zira gücün (otoritenin, iktidarın) doğasında iyilik, güzellik, hayır, adalet olabileceği gibi aynı zamanda herkesi ve her şeyi kontrol altına alma, boyun eğdirme ile birlikte kontrol edil-e-mediği takdirde suyun sele dönüşüp önüne çıkan her şeyi alıp götürmesi misali bozucu ve yıkıcı olup tahribat (kötülük, şer, zulüm) yapabileceği ihtimalini de unutmamak gerekir. Bu anlamda sadece Müslümanlar değil hiçbir insan (ve insanların oluşturduğu yapılar) hesap vermez ve sorulmaz konumda olamaz. Belki hesap vermek istemeyebilir ya da sorulamayabilir. Kontrol edil-e-meyen güç, yarar değil daha çok zarar vermeye yatkın olduğu için onu da dengeleyecek, sınırlarına çekilip kendisine çeki-düzen vermesini sağlayacak bir karşı gücün (muhalefetin) olması mutlaka gereklidir, şarttır. Zaten tarih ve günümüz dünyası, tabiattaki bu yasanın cari olduğu bir alan olup sayısız olumlu-olumsuz örneklerle doludur.

Peki, bu sorunun hemen akabinde ikinci bir soru olarak, hâlihazırda genelde Müslümanların yaşadığı devletlerde ve özelde bu ülkede Müslümanlar arasında ve cemaatlerde muhalefetin imkân ve ihtimali var mıdır sorusuna ise aynı şekilde rahatlıkla müspet cevap veremiyorum. Zira hem tarihsel hem de konjonktürel nedenlerle bu o kadar da kolay değildir. Sulta (güç, iktidar, otorite) mücadelesinde kendi dindaşına (Cemel savaşı, Sıffin savaşı, vb.) ve hatta kendi evladına, arkadaşına (kardeş katli, siyaseten katl) bile kıyabilen bir atmosferde (devlet geleneğinde) yetişenlerin, her ne kadar zaman içinde ders alıp çıkarmaları mümkün ise de, tarihten ve toplumdan tevarüs eden zihniyet ve pratikleri öyle kolay kolay değiştiremedikleri, dün ve bugün olan bitene bakıldığında rahatlıkla görülebilmektedir. Ve her seferinde bunları izah sadedinde nizam-ı alem, hikmet-i hükümet, devlet aklı, sulh ve sükûnu sağlama, anarşiyi önleme, idare-i maslahat, reel politik, tarihsel şartlar, konjonktür gibi bahane ve gerekçeler ulema, şeyhülislam, müftü, bürokrat, asker, siyasetçi, aydın, akademisyen, tarihçi, gazeteci gibi adı sanı kim olursa olsun birileri tarafından üretilegelmiştir.

Savaşsız, silahsız, kavgasız bir diyalog ve muhalefet imkân ve gerekliliği, Müslüman fertlerin ve onların oluşturdukları yapıların usul, adap ve erkânı haline neden getirilemedi ya da getirilemez mi? Böyle bir gelenek oluşamaz mı? “Medeni, nazik, muhatabının fikrini ifade özgürlüğüne saygılı olmak, kadir kıymet vermek, güzel söz ve hikmetle, merhametle harmanlanmış bir sohbet, müzakere, mütalaa, eleştiri, tartışma yapmak bu kadar zor mudur?” gibi sorular sormak istiyorum.

Bu sorulara cevap aramaya, bu sorular üzerinde kafa yoran birinin verdiği cevapla başlamak istiyorum. O hem bir mütefekkir, hem bir parti lideri ve hem de tarihin gördüğü en acımasız, en asgari insani, ahlaki değerlerden bile yoksun bir ölüm kalım savaşını yönetmiş ve sonrasında da Bosna & Hersek Cumhuriyeti Başkanlığını yapmış biri olarak söyledikleri özel ve ayrı bir öneme sahiptir. Aliya İzzetbegoviç diyor ki; “Ben olsam, Müslüman Doğu’daki tüm mekteplere ‘eleştirel düşünme’ dersleri koyardım. Batı’nın aksine Doğu bu acımasız mektepten geçmemiştir ve birçok zaafının kaynağı budur.” Ve devam ediyor; “Belirli İslam ülkelerinde fedakâr dost veya azılı düşman aramak ve bulmak alışkanlığımız oldu ve bu durumu dış siyaset olarak isimlendirdik. Ne gerçek dost ne de hakiki düşman olmadığını anladığımız ve kendi sorunlarımız için ‘düşmanın felaket planlarını’ değil, kendimizi suçlu gördüğümüz zaman, daha az hayal kırıklığı, sorunların azaldığı, olgunlaşmamızın başladığı bir dönem yaşarız.” Baskıcı rejimler ve gelişme arasındaki ilişki üzerine yaptığı tespitler, Müslümanların yaşadığı ülkelerin neredeyse tamamına yakını baskıcı rejimlerle yönetildiği dikkate alındığında çok önemlidir. “Bu rejimler, özgürlükleri baskı altında tutarak, sağlıklı uzlaşmaları engelleyerek, ideolojik ölçütler koyarak, bunlara karşı durabilecek yetenekli insanları toplumsal çalışmalardan alıkoyup ikinci plana iterler ve her şeyin vasat bir seviyeye indirgenmesini sağlarlar. Sonuç ise özgür ülkelere kaybetmek şeklinde ortaya çıkar.” [1]

Bu sözleri sadece sözde kalmamış, Bosna savaşı sırasında yüzden fazla gazetenin çıktığı Saraybosna’da tek bir muhalif gazete kapatılmamış ve tek bir gazeteci tutuklanmamıştır. “Tarihe Tanıklığım” kitabında bir soruya verdiği cevabı aktarıyor. “Savaş sırasında bile kimseye sansür uygulanmadı… Hiçbir gazeteci yazdıkları dolayısıyla devlet tarafından dava edilmemiş, edilmeyecektir de. Bırakalım, işlerini yapsınlar.

Demokratik bir devlet içinde yalan söylemeye azmetmiş gazetecileri iyileştirmek için yapılabilecek bir şey yoktur, siz ancak insanları bilinçlendirip eğitim seviyesini yükseltebilirsiniz, böylelikle insanlar da doğruyu yanlıştan, iyiyi kötüden kendileri ayırabilir. Bunu da siyaset yoluyla değil, kültür yoluyla yapabilirsiniz. Zor iştir bu, zaman ister, ama tek yol da budur…” [2]

Aynı noktaya bu ülkeden de Ercümend Özkan parmak basıyor ve şunları söylüyor. “Biz, düşünebilen, kendine özgü düşünceler üretebilen, düşünmesini bilen insanlarla kurtulabileceğimizi savunuyor ve bunu, yani düşünebilmeyi öğretmeye çalışıyoruz. Bu önemli noktaya dikkatlerinizi çekerim. Sakın bu noktadan şaşmayınız. Başkalarına da öğütleyiniz böyle yapmalarını.” [3]

İç muhalefet konusunu ele alırken, bu ülkede hem siyasi yapıya (müesses nizam, statüko), hem de fert ve cemaat bazında halktaki İslami anlayışa köklü eleştiriler getiren, muhalif isimlerin en önde gelenlerinden olan Özkan’ın bir derginin “İslam’ın hakim olduğu bir devlette muhalefet bulunacak mıdır? Eğer bulunacaksa konumu ne olacaktır?” sorusuna verdiği cevapla devam edelim.

“İslam anlayışında muhalefet ancak, iyinin daha iyi olmasını sağlamaya yönelik bulunması halinde meşruiyet kazanır. Ma’rufu, münkere çevirmeye yönelik düşünce ve davranış asla muhalefetin konusu olarak algılanmamalıdır. Zira insanı daha doğruya götürücü olmayan, bugününü dününden daha kötü hale getirmeye yönelik düşünce ve davranışlar asla muvafakat edilmemesi gereken münkerlerdir. Arzın ifsadına yönelik düşünce ve davranışların asla meşru olmaması gerekir. Bu muhalefet boyutları itibariyle kişinin toplumu ve herhangi bir ferdi ifsad edemeyeceği sınırlara kadar uzanır ve belki ferdin derununa kadar uzanamaz. İslami düzen, uygulamaları ile ister ki bir fert dahi bozulmasın, kendine yazık edenlerden olmasın. Bu kendine yazık ediş hem fert hem de toplum için bir yitiktir ki, İslam, bir ferdini bile yitirmeye, Allah’ın kullarından bir kulun bile kaybına razı olmamaktadır. Zira İslam, herkesi kapsayan ma’rufun bir diğer adıdır. Öyle ki kendi iyiliğini istemeyenin bile iyiliğini istemenin adıdır. İslam’ın Allah’ı, iyi olmaya yönelmiş her insandan sadır olacak en küçük bir pişmanlığın bile bağışlayıcılıkla karşılayıcısı olan bir Allah’tır. O gafûrdur, rahîmdir.”

Muhalefet, haktan sapmaya yönelik düşünce ve davranışlara karşı yükselmesi gereken sesin adına denilmeli ve alternatifsiz kabullenilmelidir. Karşı çıkılması, muhalefet edilmesi gerekenin batıl olduğunu kabullenenlerin dinine İslam denildiğine göre, hakka muhalefetin hak olabilmesini İslam mümkün görmemektedir. Bu itibarla batıl lehinde çıkarılacak sesin muhalefet olarak adlandırılması demek, haktan vazgeçmek demektir ki bu ne lügat, ne de ıstılahta cevabı bulunmayan şeydir.” [4]

Bu ülkenin belki de en eski, en kıdemli, en radikal İslamcısı ve benim de “rahle-i tedris”inden geçip çok şey öğrendiğim rahmetli Ercümend ağabeyin bu konudaki fikirlerine temelde katılmakla birlikte, bu noktada Müslümanların tarihini ve günümüzdeki “manzara-i umumiye”yi dikkate aldığımızda karşımıza ciddi bir soru(n) çıkmaktadır. Hangi düşünce ve davranışlar; “ma’rufu, münkere çevirmeye yönelik”, “arzın ifsadına yönelik”, “haktan sapma”, “batıl”, “hakka muhalefet”, “batıl lehinde çıkarılacak ses” olarak değerlendirilecek ve buna kim karar-hüküm verecektir? Zira bugüne kadar Müslümanlar arasından iktidara gelmiş kişi, grup ve devletlerin kahir ekseriyeti (ezici çoğunluğu) hemen her türlü muhalefeti hoş karşılamamış, her türlü yol ve yöntemle sindirmeyi, susturmayı yeğlemiştir. Bu konuda karnemiz hiç de iyi değildir. İnsanların rahatlıkla tekfir edilip dindışı (mürted) ilan edilerek hayatına (hatta malına, ırzına) kastedilebildiği (katl-i vacip), rahatlıkla boyunların vurulup kellelerinin alınabildiği bir zihniyet dünyasında muhalif kişi ve topluluklar kendilerini nasıl emniyette hissedebilecekler, can, mal, ırz, inanç (dünya görüşü) hakları noktasında nasıl garanti sahibi olabileceklerdir? Onları iktidarların gazabından, öfkesinden kim ve nasıl koruyabilecektir? Maalesef bu can alıcı sorunun binlerce üzücü ve can yakıcı yaşanmış örnekleri olduğu için, rahatsız edici de olsa bu soruları sormak zorundayız. Laiklik- Demokrasi-Liberalizm diyenleri duyar gibi oluyorum, evet baskıcı rejimlere nispeten daha iyi ve olumlu bir vasata kavuşulsa da gelin görün ki bu durum da yaşadığımız bu ülkede ve bu ideolojinin hâkim olduğu dünya genelinde endişeleri, kaygıları bertaraf etmeye yetmiyor. Egemenlik ve çıkar ilişkileri söz konusu olduğunda ne ilkeler-değerler, ne de ideoloji (din) kalıyor. Bir diğer husus da, her ne kadar “muhalefetsiz olmaz, muhalefet de İslami görevimizdir” denilse de, “muhalefetin ikiye ayrıldığı; birinin doğru, olumlu, yapıcı, haklı muhalefet; diğerinin de yanlış, olumsuz, yıkıcı ve haksız muhalefet” olduğu konusudur. [5]

Biraz önce belirttiğim gibi burada da ister istemez aynı soru akla gelecektir. Hangi muhalefetin doğru, olumlu, yapıcı ve haklı; hangisinin de yanlış, olumsuz, yıkıcı ve olumsuz muhalefet olduğuna kim karar verecek ve hangi kriterler esas alınarak karar verilecektir? İktidar, otorite dersek bu sorunun doğru cevabı olmayacaktır. Hiçbir iktidar kolay kolay “ayranım ekşi” demez, yaptığı yanlışları ve başarısızlığını ikrar edip kabule yanaşmaz. Yargı derseniz, o da ya iktidarın kontrolü, denetimi altındadır ya da bir parçası, ortağı konumundadır. Geriye bir halk kalıyor ki, bugünün sermaye ve iletişim dünyasında halkın önüne güç odaklarının arzu ettiği seçeneklerin konulması ve bu yönde medya yoluyla zihinlerin yönlendirilip manipüle edilmesi gayet sofistike yöntemlerle kolaylıkla başarılabilmektedir.

Müslümanların tarihine “muhalefet açısından” Allah’ın son elçisinden başlayarak kısaca bir göz atarsak; Hz. Muhammed (s.a.v) hayatta iken iç muhalefet noktasında fazla bir sorun yaşanmadı dersek mübalağa etmiş olmayız. Zira Allah’a itaat, O’nun elçisi ile de doğrudan ilişkili idi. Ve bu durum vahiy söz konusu olduğunda kayıtsız şartsız; Hz. Peygamber’in (s.a.v) kendi görüşü olduğunda da istişare anlamında sahabenin kendi görüşlerini arz edip son kararı ona bırakmaları şeklinde cereyan etmişti. Asıl sorunlar son elçinin vefatı ile başladı ya da iyice gün yüzüne çıktı. Farklı yöntemlerle seçilen ilk “halifeler”, hem Allah Rasûlü’nün (s.a.v) talim ve terbiyesinden geçtikleri ve hem de onlar gibi aynı donanım ve hassasiyete sahip bir topluluk (ümmet) olduğu için, çıkan sorunlar cesaret ve dirayetle halledildi. Hesap veren ve hesap soran bir yöneten-yönetilen ilişkisi karşılıklı bir uzlaşı kültürü ve denetim mekanizmasının da oluşmasını sağladı. Hz. Ömer’in (r.a) “şayet
haktan saparsam” sözüne, “gerekirse kılıçlarımızla düzeltiriz” cevabını veren bir cemaat ne yazık ki, üçüncü halifenin dönemindeki aksaklık ve yanlışları sakin ve yumuşak biçimde çözmek yerine kılıçlarına davrandı. Akabinde fitne ve fesadı ve sonuçları bugüne kadar uzanan ayrılıkları, ihtilafları, düşmanlıkları beraberinde getirdi. Araplar ve Arap olmayan kavimler, İslam öncesi cahiliye zamanında olduğu gibi kavim kabile, soy sop esasına dayalı (Emevi, Abbasi, Selçuklu, Osmanlı) bir iktidar aktarımı ile devam edip geldiler.

Arapların çoğunda hâlâ süren hanedanlık, Arap olmayanlarda bilhassa Türklerde yirminci yüzyılda soy esasıyla değil farklı dinamiklerle belirlenmeye başlandı. Osmanlı Devleti’nin geniş bir coğrafyada hüküm sürmesi ve yıkılışının uzun sürmesi hem devlet içinde hem de çeşitli halk kesimleri içerisinde çözüm yollarının arayışı için harekete geçilmesine yol açmıştır. İttihat ve Terakki Partisi’nin Almancı kanadının birinci emperyalistler arası paylaşım savaşından yenik çıkıp tasfiye edilmesi ile birlikte diğer kanat yeni rejimin kurulmasında söz sahibi olmuştur. Yeni rejimin ayakları yere basıp bütün gücü elinde toplamasından sonra, hızla eski rejimle ilişkili gördüğü İslam’ı hayatın her alanında etkili ve görünür olmaktan çıkarması, bu konuda elinden geleni ardına koymadan tasfiyeye girişmesi, kendini İslam’a nispet eden, İslami duyarlılığı olan dindar kesimlerin kendi aralarındaki iç muhalefet tartışmalarını bitirmiştir. Hemen herkes yeni rejime karşı hem içe kapanıp eldekileri koruma ve savunma konumuna geçmiş, hem de değişik yol ve yöntemlerle sistemle mücadele etmeye çaba sarf etmiştir.

Dindar kesimler (Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Said-i Nursi Cemaati, Süleyman Hilmi Tunahan Cemaati, Nakşibendî Tarikatı, vb.) hem kurucu sistem tarafından takibata uğramış hem de bilahare özellikle Demokrat Parti’den başlayarak sağcı (milliyetçi-muhafazakâr-mukaddesatçı) partilerle işbirliği yapmış; oy, güç ve kadro devşirme açısından kullanışlı hale gelmişlerdir. Vakıf, dernek, cemaat, parti ve birtakım adlar altında organize olan ve teşkilatlanan bu yapılar, sistemde yer edinme ve güç kazanma peşinde olduklarından sağ partiler zamanında işbirliği; darbeler ve sol partiler zamanlarında da yine işbirliği ve pozisyonlarını koruma yoluna gidip sistem açısından hepsi sakıncalı addedildikleri için birbirleri ile pek uğraşmamışlardır.

Türkiye’de cumhuriyet dönemini ele alırsak; batı ülkelerinde ağırlıklı bir biçimde hâkim olan laik-demokratik-kapitalist sistemin bu ülkeye özgü formu olan Kemalizm (Atatürkçülük, Türk Ulusalcılığı) karşısında dini duyarlılığı olan kesimler genel olarak üç ana grupta mütalaa edilebilir. İlki; çok partili hayatta Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası ile başlayıp, DP, AP, MNP & MSP, ANAP & DYP ve en son “Milli Görüş” gömleğini çıkardıktan sonra da Türkiye’nin son on beş yılına damga vuran AKP ile devam edegelen parti yoluyla sistem içinde mücadele etmeye çalışanlardır. İkinci olarak da; gerek parti/ler içinde, gerekse de parti dışı yani bir nevi sivil toplum örgütü gibi faaliyet gösteren kesimlerdir. Bunlar vakıf, dernek, cemaat gibi parti dışı ama sistem içinde hareket eden bütün oluşumlardır. Said Nursi, Süleyman Hilmi Tunahan, Hüseyin Hilmi Işık ve Nakşibendîler başta olmak üzere muhtelif tarikatların müntesiplerinin oluşturduğu cemaat yapılarıdır. Son grup da; sistem dışı hareket etmeye çalışan ve bütün bu saydığım grupların dışında kalan kişi, grup, dergi, yayınevi, vakıf, dernek ve diğer tüm oluşumlardır. Gerek sistem içi ve gerekse de sistem dışı hareket etmeye çalışan bütün bu grup/örgüt/cemaatler, hem yürürlükteki sistemle hem de kendi aralarında silahsız, kavgasız bir muhalefet daha doğrusu tavır ve tutum içindedirler. Kuruluş ve yapıları tartışmalı, sayıları çok az da olsa İbda-c ve Hizbullah’ı silahlı mücadele biçimini benimseyen örgütler içinde zikredebiliriz. Gerek sistem içi parti yoluyla gerekse de parti dışı yollarla faaliyet gösterip mensuplarını ve güçlerini arttırıp birtakım sonuçlara ulaşmaya çalışan grup/cemaat/tarikat/örgüt’lerin her birinin sistem içinde konumlanışları ve farklı faaliyet alanları vardır. Bu yapılarda bırakın diğer gruplarla düşünsel platformda muhalefet ve mücadeleyi, kendi içlerinde bile bu imkân dışıdır.

Özellikle Türklerde “ya devlet başa, ya kuzgun leşe” söylemi ile tarif edilebilecek kutsanmış bir devlet geleneği varken; bu hâl imparatorluk döneminde kul, tebaa iken, cumhuriyet döneminde de yurttaş, vatandaş tanımına evrilse de, “Allah devletimize, milletimize zeval vermesin, başımızdan eksik etmesin” anlayışı yerleşik ve yaygındır. “Baş başa, baş da Padişah’a bağlı” anlayışı devlet, parti, cemaat vb. bütün yapılara sinmiştir ve genelde bu yapılarda örgütlenme ve hiyerarşi, yukarıdan aşağıya ve tavandan tabana doğrudur.

Belki bir yere kadar devletlerin ve devletlerarası yapıların herkesi ve her şeyi belirleme, biçim verme ve kontrol etme niyet ve gayretlerinin olması doğal karşılanabilir. Fakat üzücü ve düşündürücü olan, “devlet dışı” yapıların da bundan çok farklı olmadıkları gerçeğidir. ABD’li sanatçı ve yazar George Charlin’in tespitindeki gibi “Devletler, eleştirel düşünebilen, iyi derecede bilgili, iyi eğitimli vatandaşlar istemezler. Bu, onların çıkarlarına karşıdır. Onlar, itaatkâr işçiler isterler; makineleri kullanabilecek ve evrak işini yapabilecek kadar akıllı, ancak buna itiraz etmeden yaşamayı kabul edecek kadar aptal kişiler isterler.”

Bu konuda iki örnek daha vermek konunun daha da iyi anlaşılmasına katkıda bulunacaktır sanırım. Filistin asıllı düşünür Edward Said diyor ki; “Gözünüz haminizin üstündeyken bir entelektüel gibi düşünemezsiniz. Sadece bir mürit gibi düşünebilirsiniz. Aklınızın bir köşesinde bir yerlerde onu memnun etmeniz, keyfini kaçırmamanız gerektiği düşüncesi vardır.” Yine Adolf Hitler’in Propaganda Bakanı Goebbels der ki, “Önemli olan halkın aydın kesimini kandırmak değildir. Onları fazla önemsemeyin. Onları kandırmak zordur ve zamanı boşa harcamış olursunuz. Sizin asıl hedefiniz cahil ve okumamış kitlelerdir. Onları kandırmak çok daha kolaydır. Eğer belli bir konuda hedefinizde dindar kesimler varsa, onlara Tanrı’dan ve peygamberden söz edip inançları doğrultusunda kolaylıkla kandırabilirsiniz. Bu amaçla kilise cemaatini kullanmakta yarar vardır.”

Ailede, okulda, askerlikte, cemaatlerde, dergahta, partide ve başka ortamlarda “devlete ve büyüklere” yani otorite sahiplerine bir çeşit kayıtsız şartsız itaat kültürüyle yetiştirilmiş; siyasi, kültürel ve ekonomik açıdan yeterli ve donanımlı, kendi ayakları üstünde durabilen, bağımsız ve bağlantısız bir kişilik oluştur-a-mamış fertlerin (Müslümanım diyenler dâhil) kendi aralarında ve cemaatlerde hayır diyebilme, muhalefet etme imkân ve ihtimali çok azdır ya da yoktur.

Müslümanım diyenlerin toplanma alanlarında devlet memuru haline getirilmiş imam, hatip ve vaizlerin, oralarda toplananların (cemaat) aykırı ve muhalif bir fikir, görüş, kanaat beyan etme olanak ve olasılığı var mıdır diye faraza bir soru soralım. Camide bırakın konuşmayı, soru sormayı, “kazara konuşan olursa, konuşana sus diyene bile sus demek caiz değildir” düsturu kafalara mıh gibi çakılmıştır. Parti ve cemaatlerde de durum bundan çok da farklı değildir. Kendi içlerinde eleştiri, tenkit kültürünü yerleştir-e-memiş olanların devlete veya başka yapılara muhalefeti de anlamsızdır, temelden yoksundur. Tecrübe ile sabit olmuştur ki, kendileri gibi düşünmeyenlere pek de hoşgörü ve müsamaha göstermemişlerdir. Kendileri dışındakilerin her türlü eleştiri, muhalefet ve tenkidini kötülük, art niyet ve bozgunculuk olarak görüp, kendi içlerinde farklı düşünenleri de dışlamış, etkisizleştirmiş ve bir şekilde tasfiye etmişlerdir. Öyle bir fasid dairedir ki bu hâlâ bir türlü kırılamamıştır. “Halkanın dışında isen, söylediklerinin onların nezdinde hiçbir itibarı yoktur; halkanın içinde isen de iktidar sahiplerini, amir, yönetici, patron pozisyonundakileri rahatsız edici, üzücü ve zor duruma düşürücü şeyler söylemeyecek ve yapmayacaksın, susacak ve en fazla “efendim, zatı âlileriniz nasıl emir ve tensip buyurdu ise öyledir” diyeceksin. Yeryüzü egosu şişkin, iktidar şehvetine kapılmış makro ve mikro o kadar çok sahte ilahlarla dolu ki, bunlar tarih içinde Tanrı adına hükmettiklerini, onun yeryüzündeki iradesi, gölgesi ve eli olduklarını bile utanmadan, korkmadan iddia edebilmişlerdir. İktidara gelmeden, iktidarı ele geçirmeden önce de bu kesimlerde özeleştiri, tartışma ve muhalefete kulak verme gibi bir terbiye, yöntem ve gelenek hemen hemen hiç oluşmadı. Bütün yanlışları, kötülükleri, olumsuzlukları kendi toplulukları dışında, diğerinde, ötekinde, başkasında aradılar. Düşünür Francis Bacon’un dediği gibi; “Yalanlamak ve reddetmek için; İnanmak ve kabullenmek için; Konuşmak ve nutuk çekmek için araştırdılar, okudular, konuştular, yazıp çizdiler; tartmak, kıyaslamak ve düşünmek için değil.”

Genelde bu yapılarda muhalefet eden kişi veya kişiler hizip, klik gibi nitelemelerle hoş karşılanmaz; itirazları tefrika, fitne çıkarmak olarak değerlendirilir. Sofistike usullerle düşmanlaştırılıp susturulur ya da dışlanırlar. Kişilikleri, kusurları, zaafları devreye sokulur. Üslubundan tutun da aleyhinde kullanılabilecek her şey bulunup devreye sokulur. Savcılar göreve davet edilir, büyük ölçüde kontrol altında olan yazılı-görsel medya ve hatta troller sahaya çıkarılıp sosyal medya devreye sokulur. Bozgunculuk, karışıklık çıkarma, başkalarının ekmeğine yağ sürmekle suçlanırlar. Makam-mevki ve işini kaybetme tehdidi, akademik-ticari-sosyal itibarını kaybetme tehdidi, iftira atma, marjinalleştirme, etrafını boşaltıp yalnızlaştırma gibi türlü türlü yöntemler uygulanır. Kişinin kendisi olmazsa ailesi ve akrabaları kullanılarak köşeye sıkıştırılmaya çalışılır. Mükemmel ve kusursuz kişi olmadığı için ağızlarından çıkacak talihsiz, maksadını aşan, yanlış anlaşılmaya müsait tek bir söz veya bir davranış sebebiyle hedef haline getirilip linç kampanyası oluşturulur, bir yerlere hedef gösterilirler. Mümkünse tövbe edip tekrar saflardaki yerlerini almaya davet edilirler. Sakıncalı ve tehlikeli ilan edilen kişi veya gruplar saf dışı edilip muhalefeti etkisizleştirilinceye kadar bu mücadele sürdürülür.

Elbette muhalefet “çarşı, her şeye karşı” anlayışı ile yapılmamalı, “müzmin muhaliflik” hastalığına yakalanmamak için dikkatli olunmalı, her konuda hak ve hakikat arayışı, kaygısı hedef olmalıdır. Bir şeye hangi gerekçe ile karşı çıkıldığı ve neden farklı düşünüldüğü açık seçik belirtilmeli, varsa o konunun doğrusu ya da çözümü ortaya konabilmelidir. Nâmık Kemâl’in meşhur sözlerinden “Bârika-i hakikat, müsâdeme-i efkârdan doğar – Fikirlerin çatışmasından, hakikat güneşi doğar” sözünü de bu arada hatırlatmak isterim.

Tez ile antitezin, iktidar ile muhalefetin, farklı fikir ve yaklaşımların olmadığı bir yerde akıl ya donmuş, ya devre dışı kalmış, ya da birine teslim edilmiş, kiralanmış, satılmıştır. Akıl muhakeme ve mukayese aracı ise fikir de onun ürünüdür. Sadece aklı olmayanın fikri, sorumluluğu ve de dünya görüşü (dini) yoktur. O nedenle Müslümanlar kendi aralarında ve cemaatler arasında ve hatta farklı din sahiplerinin de muhalefet edebilmelerine, düşüncelerini rahatça ifade etme özgürlüklerini en ufak bir endişe ve korkuya kapılmadan kullanabilmelerine ve organize olmalarına, örgütlenmelerine izin vermek bir yana böyle bir vasatı, ortamı sağlamakla yükümlüdürler. Eğer başkalarından çekinecek, korkacak bir saklımız, gizlimiz, suçumuz, günahımız yoksa ve dinimize (dünya görüşümüze) güveniyorsak neden çekinelim, niçin etrafımızı yasaklarla donatalım ki? Kendisine, düşüncesine ve topluluğuna güvenemeyenler, herkesi susturma ve muhalefetsiz bir ortam yani bir nevi dikensiz bir gül bahçesi oluşturmaya çalışırlar. Her türlü fikrin rahatça, korkusuzca ifade edilemediği topluluklarda ve devletlerde bir canlılık, gelişim ve değişim olmadığı gün gibi aşikârdır. Ne zamana kadar farklı düşünen insanları susturup muhalefeti sür git kapalı mekânlara ve yer altına itebilirsiniz. Gerçeklerin, doğruların günü geldiğinde ortaya çıkmak gibi bir özelliği vardır. Fikre fikirle, silaha silahla karşılık verilir. Bir fikir kendini rahatlıkla ve korkusuzca ifade etme, örgütlenip başkalarına arz etme imkânı bulabildiği halde başkalarını cebren ve şiddetle (silahla, terörle) ikna yoluna gidip tahakküm kurmaya kalkıyorsa o zaman hukuk içinde gereken yapılır.

Değilse her türlü fikrin alabildiğince ve olabildiğince ifade edilebilmesine azami riayet etmek şarttır. Allah, kullarından akletmeyenleri “davarlar” olarak nitelerken ve kulunun aklından geçip fiiliyata dökülmeyenlerinin fiiliyata dökülmese bile iyi, helâl olanlarına sevap yazıp kötü, haram olanlarından da sorumlu tutmazken biz Müslüman kullarına ne oluyor ki, aklın ürünü olan fikirlerin ifadesine, dile getirilmesine dahi türlü türlü yasaklar getirip engeller çıkarıyoruz. Allah yoktan yaratıp yeryüzünde imtihan için “belirli bir süre verdiği” insanın olumsuz, kötü özelliklerine vurgu yapan meleklere diğer yani olumlu, iyi yönlerini de hatırlatıyor ve “siz bir şeyin sadece bir yönünü görüyorsunuz ama sizin gördüğünüz ve göremediğiniz-göremeyeceğiniz her yönünü görürüm, bilirim” diyor. O yüzden kendimize ve dinimiz (dünya görüşümüz, yaşam tarzımız) İslam’a güvenmek zorundayız. Şayet güvenimiz yoksa ve “çiğ yiyip de karnımız ağrımıyorsa” yani duyulmasını, konuşulmasını istemediğimiz, hesabını başkalarına veremeyeceğimiz işler de yapmamışsak ne diye başka fikirlerden korkup çekinelim ki? Taş gibi, kaya gibi sapasağlam bir kulp (urvetu’l-vuska) ve ipe (hablullah) yani Kur’an’a tutunan bir Müslümanın neden ve niçin bir korkusu olsun ki? Tıpkı düşünmenin farz olduğu gibi, insanların bilinçlenip seviyelerinin, kalitelerinin artması için de hiçbir şeyi yedeğe bırakmadan bütün olanakların seferber edilmesi farzdır. Merhum İzzetbegoviç’in dediği gibi “İslâm en iyisi, ama biz en iyisi değiliz”. Bildiğimizi tahkim eder, zenginleştiririz, bilmediğimizi de araştırır, gerekirse bilenlere sorup öğreniriz.

Her bilenden daha fazla bir bilen vardır. Hiçbir insan -Allah’ın elçileri hariç- mutlak bilgiye, hakikate, doğruya ulaştığını iddia edemez. Mutlak hakikat ve bilginin sahibi yalnız Allah’tır. Ne kadar doğru, iyi, isabetli, kaliteli fikre sahip olursa olsun peygamberler (vahiy) hariç hiç kimseye düşüncesini ve dolayısıyla davranışını onaylayan bir uyarı, ikaz gelmemiştir, gelmeyecektir de. Bir insanın herhangi bir konudaki fikri, görüşü, kanaati onun “zann-ı galibi”, “hâkim görüşü, kanaati”dir. Bu nedenle herkese muhalefet hakkı yine herkesindir. Bu anlamda Allah’a ve elçisine iman ve itaat bile deyim yerindeyse, iki kapak arasına alınmış ve “ilerisine geçemeyeceğimiz, gerisine gidemeyeceğimiz” Kur’an’la kayıtlı ve elçinin sünneti ile sınırlıdır. Akıl ve nakil, birbirinin zıddı değil biri olmadan diğeri olmaz iki nimettir ki bunu yalnız selim akıl sahipleri anlayabilir ve şükredebilir. Eşyanın hakikatini ve insanın fıtratını anlamaya çalışmadan; son elçiye gelen vahiyleri toplayan Kitabı ve kâinat kitabını birlikte okumadan insan ne kendini ne de kendi dışındaki dünyayı anlayabilir. Her şeyin en doğrusunu Allah bilir.

Kaynaklar:

[1]. Oğur, Yıldıray. “Doğu ve Batı Arasında…” Karar, November 1, 2017.
http://www.karar.com/yazarlar/yildiray-ogur/dogu-ve-bati-arasinda-
5340#.
[2]. İzzetbegoviç, Aliya. Tarihe Tanıklığım. İstanbul: Klasik Yayınları, 2015.
[3]. Özkan, Ercümend. Selam İle 2. Ankara: Anlam Yayınları, 2002.
[4]. Özkan, Ercümend. Selam İle 1. Ankara: Anlam Yayınları, 1997.
[5]. Demircan, Ali R. “Muhâlefet de İslâmî Görevimizdir.” Accessed
February 19, 2018. http://www.alirizademircan.net/muhalefet-de-islami-
gorevimizdir-5-316h.html. Eygi, Mehmed Ş. “Muhalefet.” Milli Gazete,
October 26, 2017. http://www.milligazete.com.tr/makale/1279187/
mehmed-sevket-eygi/muhalefet.

* İç Muhalefet Tartışması: Müslümanlar Arasında Muhalefetin İmkânları, Arif Kaya, Nasihat ve Bozgunculuk Arasında Muhalefet (Ortak Çalışma), Editör: Levent Çavuş, Tashih Yayınları, 2018, İstanbul, Sh. 184-199.






Hiç yorum yok:

Yorum Gönder