20 Temmuz 2013 Cumartesi

SÖZÜN KAR ETMEDİĞİ YERDE...

Buyrun size bir demet fıkra, hem de iftariyelik türünden.

 “İddialı bir profesör, ‘aslanla kuzunun aynı kafeste barış içinde birlikte yaşayacağını’ ileri sürerek, bu tezini kanıtlamak için bir hayvanat bahçesinde denemek istemiş. Herkes itiraz etmiş, ‘-Olamaz, aslan kuzuyu yer’ demişler. Profesör ısrar etmiş, ‘-Ben başaracağım’ demiş. Sonunda profesör deneyini başlatmış. Bir hafta sonra deneye itiraz edenler hayvanat bahçesine geldiklerinde bir de ne görsünler; aslanla kuzu aynı kafeste sakin sakin duruyorlarmış. Adamlar şaşırmış, ‘-Bunu nasıl başardınız’ diye sormuşlar. Profesör gayet sakin yanıtlamış: “Her gün kafese yeni bir kuzu koyuyoruz”.

“Bektaşi’ye sormuşlar: “-Gelişmemiş ülkelerde devlet yönetimi neye benzer” diye. Baba erenler: “-Hintyağına” demiş. “-Neden?”. “-Kim tadına baksa, ya hemen altına etmeye başlıyor ya da ülkenin içine...”

“Padişah İncili Çavuş’u çağırıp bir at vermiş. ‘-Bu atı al, iyi bak. Sana her ay bir kese altın. Ama ata iyi bakmazsan, öldü dersen kellen gider’ demiş. İncili Çavuş atı alıp mahalleye gelince komşuları, ‘-Yahu niye aldın bu atı, yarın nasıl olsa ölecek, kellen gidecek’ demişler. Birkaç ay işler iyi gitmiş. Bir gün at yatmış, kalkmamış. İncili Çavuş varmış padişahın huzuruna. Padişah, ‘-At nasıl İncili?’ diye sormuş. ‘-At çok iyi padişahım. Boylu boyunca yerde yatıyor. Ayaklarını hiç oynatmıyor. Kafası kalkmıyor. Kuyruk da sallamıyor. Gözleri de kapandı. Karnı da yukarı çıkıp inmiyor’ deyince padişah ‘-Öyleyse bu at öldü’ diye bağırmış. İncili, ‘-Ben demedim, sen dedin padişahım’ karşılığını vermiş.”

“Osmanlı döneminde yolsuzlukları ile ünlü Karakuşi adında bir kadı varmış. Bir gün Karakuşi Kadı, bir fırının önünden geçerken burnuna güzel bir koku gelmiş. Vitrinde güveç içinde nar gibi kızarmış sahibini bekleyen nefis bir ördek var... Karakuşi Kadı, fırıncıya: - 'Ben bunu aldım' demiş. Kadıya itiraz edilir mi? Fırıncı hemen ördeği paket yapıp vermiş. Az sonra ördeğin asıl sahibi gelmiş: - 'Hani bizim ördek?' Fırıncı boynunu büküp: -  'Uçtu' deyince iş kavgaya dönüşmüş. Kavga sırasında fırıncı, araya giren bir gayrimüslim müşterinin gözünü çıkarınca korkup kaçmaya başlamış...  Gayrimüslim de peşinde kovalamış.. Bir duvardan atlarken, bilmeden duvarın öteki tarafındaki hamile bir kadının üstüne düşmüş. Kadın, çocuğunu düşürdüğü için, kadının kocası da fırıncının peşine düşmüş. Can havliyle kaçan fırıncının çarpıp devirdiği Yahudi bir vatandaş da kızıp peşlerine takılmış... Sonunda duruma müdahale eden zaptiyeler hepsini yakalayarak Karakuşi Kadı'nın karşısına çıkarmışlar. Kadı sırayla sormuş... Ördeğin sahibi, - 'Bu adam ördeğimi hiç etti' diye şikayet etmiş. Karakuşi Kadı, fırıncıya sormuş: - 'Ne yaptın bu adamın ördeğini?' Fırıncı - 'Uçtu' demiş. Kadı, kara kaplı defterini açmış: - 'Ördeğin karşısında tayyar yazılı. Tayyar 'Uçar' anlamına gelir. O halde ördeğin uçması suç değil' diyerek, fırıncının ördek işinden beraatına karar vermiş. Gözü çıkan gayrimüslim vatandaşa  sormuş. Onun şikayetine de kara kaplı defterden bir madde bulmuş: - 'Her kim, gayrimüslimin iki gözünü çıkara, o müslimin de tek gözü çıkarıla... Davacı: - 'Benim tek gözüm çıktı. Şimdi ne olacak?' diye sorunca Karakuşi Kadı, - 'Şimdi' demiş, 'Fırıncı senin öbür gözünü de çıkaracak, biz de onun tek gözünü çıkaracağız. Tabii gayrimüslim şikayetinden hemen vazgeçmiş, fırıncı bu davadan da beraat etmiş. Çocuğunu düşüren kadının kocasına da Karakuşi Kadı: - 'Tamam' demiş, 'Karını vereceksin, bu adam yerine yeni çocuk koyacak.'  Böyle olunca adam da şikayetini anında geri almış, fırıncı bu davadan da kurtulmuş. Kadı dönmüş Yahudi'ye: - 'Senin şikayetin nedir bre?'… Yahudi bir süre düşündükten sonra ellerini açmış, - 'Ne diyeyim kadı efendi' demiş, 'Adaletinle bin yaşa sen, e mi’. Kıssadan hisse: - Ananı "öpen" kadı ise, kimi kime şikayet edeceksin?..”

            “Vaktiyle bir padişahın çok değer verdiği, zaman zaman gidip hal hatır sorduğu, devlet işleri ile ilgili danışmalarda bulunduğu bir hocası varmış. Fakat padişahın bir özelliği de birlikte çalıştığı ve devlet hizmetine aldığı kişileri bir süre sonra çeşitli bahanelerle görevden azletmesi imiş. Günlerden bir gün, padişah yine hem ziyaretinde bulunmak hem de ilminden, basiret ve ferasetinden istifade etmek için hocasının yanına uğramış. Hoş beşten sonra bir ara hocasına demiş ki; “Hocam, sizin görüşleriniz benim için değerli. Sizi böyle ara sıra değil de hep yanımıza, devlet hizmetine alsak da her an yanımızda olup bize yol gösterseniz”. Bunun üzerine alim zat demiş ki; “Bu teklifinizden ziyadesiyle memnun oldum. Fakat kabul edemem. Şu önünüzdeki meyve tabağındakiler renk, koku, tat yönünden sizi cezp ediyor.  Fakat siz onu içinize aldığınızda uzun bir yol katedip def-i hacet ile çıkardığınızda bir daha onu görmek bile istemiyorsunuz değil mi? Dilerseniz, biz yine böyle kalalım, olmaz mı?” demiş.”

            “Eski Sadrazam, yeni Sadrazama görev devrederken kapalı üç zarf bırakmış. “Başın sıkışırsa birinci zarfı… Biraz daha sıkışırsan ikinci zarfı… Çok sıkışırsan da üçüncü zarfı açarsın” demiş. Yeni Sadrazam bir süre uğraşmış, didinmiş, işleri düzene koyamamış! Her şey daha kötüye gidince aklına eski Sadrazamın kendisine bıraktığı zarflar gelmiş. Birincisini açmış. Mektupta; “Senden öncekileri kötüle” diye yazılı. Başlamış kötülemeye… Gidene demediğini bırakmamış, ama faydası da olmamış. Bu kez ikinci zarfı açmış; “Etrafını kötüle” O da bunu yapmış, çevresi için demediğini bırakmamış, ama işler yine berbat. Bu sefer son çare olarak üçüncü zarfı açmış. Zarftan çıkan pusulada şunlar yazılı imiş: “Sen de üç zarf hazırla”
  
“Yaz sıcağında baba ve oğul karınca çalışıyor, ağustos böceği de karşılarında yatıyormuş. Oğul karınca ‘-Baba biz çalışıyoruz, o niye yatıyor’ demiş. Baba karınca da ‘-Oğlum kış gelince o kapımıza gelip bizden yiyecek dilenecek’ demiş. Kış gelmiş, kapı çalınmış bir gün. Baba karınca kapıyı açmış, bir de ne görsün! Ağustos böceği altında son model lüks bir kırmızı araba, içinde kızlarla gelmiş. Ve demiş ki, ‘-Ben tatile İsviçre Alpleri’ne gidiyorum, bir isteğiniz var mı?’ demiş. Baba karınca, ‘-Yok’ demiş ve sinirlenip kapıyı kapatmış. Yine yaz gelmiş. Yine baba ve oğul karınca yaz sıcağında kan ter içinde çalışırken, ağustos böceği karşılarında yatıp saz çalıp türkü söylüyormuş. Oğul karınca yine demiş ki, ‘-Niye biz çalışıyoruz da o yatıyor’. Baba karınca ise yine ‘-Oğlum kış gelince o kapımıza gelip bizden yiyecek dilenecek’ demiş. Yine kış gelmiş, yine günlerden bir gün kapı çalınmış. Baba karınca kapıyı açmış. Ağustos böceği yine başka bir son model siyah bir araba içinde, bir sürü kız dolu olduğu halde durmuyor mu imiş. ‘-Ben tatil için Fransa’nın güney sahillerine gidiyorum. Bir isteğiniz, bir söyleyeceğiniz var mı’ diye sormuş. Baba karınca ‘-Var’ demiş. “-O La Fonten’in anasına benden selam söyle!”.

“Genç adam, göz alabildiğine uzanan sahillere vurmuş deniz yıldızlarını tekrar okyanusa atmak için kan ter içinde uğraşıp duruyordu. Onun bu telaşını gören yaşlı bir adam, bir süre onu izledikten sonra yanına yaklaşarak, ne yaptığını sormuş. Genç adam: ‘-Dün gece fırtına vardı. Dalgalar deniz yıldızlarını karaya savurmuş. Onları ölmeden tekrar okyanusa atıyorum.’ Yaşlı adam gülümseyerek: ‘-Ama evlat. Sahil kilometrelerce uzun, deniz yıldızları ise sayısız denecek kadar fazla. Sonunda ne farkedecek ki?’ Genç adam, ayaklarının dibinden alıp okyanusun serin sularına fırlattığı bir deniz yıldızını işaret ederek demiş ki: ‘-Bunun için çok şey farkedecek”.

Yine de son bir söz;

         Kaybedeceğini bile bile neden mücadele ediyorsun” dedi, öleceğini bile bile yaşadığını unutmuştu o an... Bozmadım.”  


Özdemir Asaf