“Dersim’de görev yapan uzman çavuş Enes KG’in
aracında yapılan aramada 12 kilo 600 gram uyuşturucu madde ele geçirildi. 2 ay
önce Dersim'e tayini çıkan G’nin, 26 Ekim'de Dersim'de kiraladığı araçla önce
Erzurum, ardından ise Batman ve Diyarbakır’a gittiği, burada bir süre kaldığı
belirtildi. Ardından tekrar Dersim’e dönen G, 28 Ekim'de ailesini de yanına
alarak Kayseri'ye doğru yola çıktı. Kayseri'de
durdurulan araçta yapılan aramada 12 kilogram 600 gram uyuşturucu bulundu. Gözaltına
alınan G, eşi ve yanlarında bulunan bir kişi daha 29 Ekim'de çıkarıldıkları
mahkemece tutuklandı.” (1)
Anı
Doksanlı yıllar ülkemizin doğusunda can
pazarının yaşandığı, kanın gövdeyi götürdüğü, onulmaz acıların yaşandığı
yıllardı. O yılların ikinci yarısında Van’da idim. Van denilince uyuşturucu da
gündeme gelirdi. Yüksek yoğunluklu savaşın hüküm sürdüğü Afganistan’da üretilen
uyuşturucunun düşük yoğunluklu savaşın sürdüğü Doğu’da özellikle Van üzerinden
İstanbul’a oradan da Avrupa ve ABD pazarlarına sevk edildiği hemen herkesin bildiği,
konuştuğu bir şeydi. Uyuşturucu imalatının özellikle Başkale ilçesinde yapıldığı,
bu konuda bilgisi becerisi olmayan kıza talip bile olunmadığı rivayeti kulağımıza
kadar gelirdi. Uyuşturucu işiyle uğraşan isimler, servetleri, hikayeleri
dillerde idi. Turizm olmayan bölgede otellerin, otobüs firmalarının (‘bir kilo
toz, bir otobos lafı’ meşhurdu), kara mersedeslerin bolluğu genellikle kara
para aklama ile ilişkilendirilirdi. Gün geçmezdi ki uyuşturucu yakalanması ile
ilgili haberler yerel ve ulusal basında yer almasın. Yakalanan ya da ihbar
edilen uyuşturucudan (ki buna yemleme ya da perdeleme denirdi) daha fazlasının
kat be katının ilgili yerlere ulaştırıldığı söylenirdi.
Hiç unutmuyorum Doğu’da “at izinin it
izine karıştığı”, “kurtların sevdiği puslu havanın” olduğu o yıllarda uçak
seyahatlerimin birisinde tanıştığım bir polis bana öyle şeyler anlatmıştı ki,
şaşırıp kalmıştım. PKK ve uyuşturucu ilişkisi bilindik bir şeyken uyuşturucu
sevkiyatında özel harekatçıların kullandığı akrep isimli zırhlı personel
taşıyıcılarının da kullanıldığını belirtmiş ve bunun o dönem Emniyet Müdürlüğü
de yapan birinin bilgisi dahilinde olduğunu da eklemişti. Sonraları askeri
helikopterlerin de kullanıldığı bilgisi basında yer almıştı. Asker polis dahil
güvenlik güçleri ve sivil devlet görevlilerinden bazı kişilerin büyük miktarda
paraların döndüğü bu işlerden pay alabilmek için bu işlere bulaştıkları
iddiaları gırla gidiyordu. Aynı polis o dönem iç işleri bakanı olan kişinin Ankara
Ulus’taki Stad otelinin bir katında hafta sonları genç kızlarla birlikte
olduğunu ve bu sırada da kapısında polislerin beklediğini de ilave etmişti.
Doğu, uyuşturucu ve uzman çavuş
kelimeleri geçince doksanlı yıllara gidiverdim ve aklıma bu anılar üşüşüverdi.
O yıllara göre Doğu uzun yıllardır sakin ve huzurlu, belki de bu yüzden bu
çirkin ve ahlaksız işi yapan güvenlik görevlisi yakayı ele verdi. Zira asayişin
bozulduğu, karanlığın çöktüğü ve kimin ne halt yediğinin belli olmayıp kimsenin
kimseden hesap sor(a)madığı zamanlarda her türlü suç, cürüm rahatlıkla
işlenebilirken, tersinde bu işlere tevessül edenler yakayı ele verebilmektedirler.
Dilerim bu memleket bir daha “Doğu’daki doksanlı yıllar” gibi bir zaman dilimi yaşamasın,
uyuşturucu ile uyuşturulmayıp hayatı karartılmasın.
Merhaba, bu yazım bu yıl Akademik Akıl sitesindeki ikinci yazım ve bugün meslek hayatımın 36. Yılının bitip 37. Yıla adım attığım gündür. Bu yıldönümünde bir yıldır üzerinde çalıştığım ve uyguladığım bir konuyu, vakayı da sizinle paylaşmak istedim. Bakalım ilginç bulup beğenecek misiniz?
"Damacana Sendromu - Prof.Dr. İrfan Yalçınkaya - Akademik Akıl"
TUNA,
VLTAVA VE ELBE NEHİRLERİNİN ETRAFINDA DOLAŞIRKEN (Orta Avrupa İzlenimleri)
“Çok
okuyan mı yoksa çok gezen mi bilir” derler ya öteden beri. Neden illa birini
seçmek zorunda kalalım diye düşünmüşümdür. Çok okuyan ama ona nispetle az gezen
biri olarak böyle bir münazaraya girmek istemem. Zira bilmek için ikisi de
önemlidir, değerlidir, yerleri ayrıdır, birini diğerine tercih etmek gerekmez.
“Hem okudum hemi de yazdım” türküsünden hareketle insan “hem okumalı hemi de
gezmeli”, elbette maddi olanakları, vakti ve koşulları elverdiği ölçüde.
Okumak,
gezmek dedim de yurtdışına yaptığım gezileri hem kendim ve hem de meraklısı
için kaleme almaya çalışıyorum, en son geçen yıl İspanya turu izlenimlerimde
olduğu gibi. (1) Sadece gezdiğim yerleri yazmaya çalışmakla kalmayıp
seyahatlerini kitaplaştıran başkalarının yazdıklarını da okudum, okumaya da
devam ediyorum. (2)
Geçen
yıl eşime nasipse her yıl bir yurtdışı geziye çıkmaya söz vermiştim. Geçen yıl
olduğu gibi bu yıl da gidilecek tur programını o araştırıp belirledi. Aynı
turizm firmasının bu sefer Büyük Orta Avrupa Turu (Salzburg konaklamalı)’nda
karar kılınıp 24 Nisan’da birlikte gidip ödemeyi yapıp kesinleştirdik. Dört
kişi için (3. ve 4. oğlanlarla birlikte) 2 696 Euro (91 250 TL, 1 Euro: 35 küsur
TL) ödedim.
Geçen
yıl olduğu gibi yurtdışı seyahat sağlık sigorta poliçesini uğraşmamak için
ödemeyi yaparken firma aracılığı ile yaptırmıştım. Fakat sonra en büyük oğlan
pahalı olduğunu, normal bir sigorta acentesinde daha ucuza yaptırabileceğimi
söyleyince iptal ettirip paramı iade aldım ve kendi sigortacıma yaptırdım. Kişi
başına 7.5 Euro öderken firma benden bunun 3.5 katını tahsil etmişti. Ayrıntı
ve ilgisiz gibi görünen bazı hususları özellikle not düşüyorum ki, yurtdışı
gezisine çıkacak olan bazı kişilere bir nebzecik de olsa ışık tutup yardımcı
olmak istiyorum.
Yine
yurtdışında iken önemli konulardan biri de iletişim olup geçen yılki gezide yurtdışında
internet paketi alarak halletmiş ve bu da oldukça pahalıya gelmişti. Bu yıl
herkese yurtdışına çıkmadan önce kullandığımız GSM operatöründen haftalık
internet paketi satın aldık. Whatsapp üzerinden yazışıp arama yaparak birbirimizle
ve yurtiçindekilerle haberleşmemizi sağladık. GSM operatörümüzle anlaşması
olmayan iki ülkede sorun yaşamamıza rağmen çok sıkıntı çekmedik. Konakladığımız
otellerde kablosuz internet ağı olduğu için zaten problem yoktu.
Bu
ülkedeki tuhaflıklardan biri de yurtdışına çıkış harcı diye bir şeyin
olmasıdır. “Bu uygulama ilk olarak
1 Ağustos 2001'de başlamış. O tarihte harç bedeli 50 Amerikan doları karşılığı
Türk lirasıymış. Harç bedeli 1 Nisan 2007'de 15 Türk lirası, 1 Ağustos 2019'da
50 Türk lirası, 18 Mart 2022'de 150 Türk lirası iken” yolculuk hazırlıklarımız
sürerken bu konuda sosyal medyada artış söylentileri aldı yürüdü. (3) Harca
büyük bir zam yapılacağı, 1500 TL hatta 3000 TL bile olabileceği telaffuz
edildi. Zira ekonomi çok kötü ve enflasyon Aralık 2021’den beri üç haneli
rakamlarda idi. İğneden ipliğe her şeye ve vergilere yüzde yüzü aşan zamlar
yapılırken bu kalemi elbette unutmazlardı. Sonunda “ölümü gösterip sıtmaya razı
etme” politikası uyarınca memur, emekli maaşları ve asgari ücretlere zam
yaparken TÜİK verilerini dikkate aldığını belirten hükümet, kendi yaptığı zam
ve vergilerde kendi kurumunun verilerini dikkate almadığını bu konuda da
gösterdi, %233 oranında bir zamla 500 TL yapıverdi. Allah’tan bu zam gezi
sonrası yapıldığı için gezi öncesi her an zam gelebilir diye alelacele (zira geçerlilik
süresi 1 ayla sınırlı) eski rakamdan ödeyip en azından bu seferlik kurtulduk. Bu
harçla ve zamla hükümet sanki “ülke dışına çıkma vatandaş, oturun evinizde be
kardeşim, dövizi yurtdışına çıkarmayın” demek istiyor herhalde.
Bavullar,
çantalar hazırlandı; yeşil pasaportlar ve yurtdışındaki harcamalar için daha
önce tedarik ettiğim 1605 Euro devamlı gözümün önündeki asılı duran küçük
çantaya konuldu, ‘check in’ler yapıldı, kedimiz komşuya emanet edildi. Sabah
kahvaltı etmeyip sandviçler hazırlanıp taksiye binip metroya, oradan da Sabiha
Gökçen Havalimanına vasıl olduk. Biz uçak saatini beklerken oğlanlar Lounge’de
vakit geçirdi. Vakti saati gelince Pegasus Havayollarının Amsterdam uçağı ile 8
Haziran 2024 Cuma saat 12’ye doğru havalandık. İki saat süren yolculuk sonrası
uçağın tekerlekleri piste değdi.
Budapeşte
Ferihegy havalimanında pasaport kontrollerinden geçtikten sonra bile ayrıca
kolları dövmeli bir bayan memur tarafından bütün bavullar açtırılıp kontrol
edildiği gibi el çantalarımız hatta dövizlere kadar tekrar kontrol edildi.
Rahatsız oldum ama bilahare rehberimiz bunun zaman zaman bazı yolculara hatta
Budapeşte’de oturmasına ve çifte vatandaş olmasına rağmen kendisine bile
uygulandığını belirtince anladım.
Rehberimiz
Yaşar Bey elinde turumuzu belirten pankart ile bizi bekliyordu. Grubumuzda
bizimle 38 kişi mevcuttu. Rehberimizin kısa bir selamlama ve bilgilendirmesinden
sonra tur otobüsümüze bindik ve şehre doğru hareket ettik.
İlk önce Budapeşte’nin hatta Macaristan’ın en
büyük ve en ünlü meydanlarından biri olan Kahramanlar Meydanı denilen bir yerde
durduk. Meydanın ortasında büyük bir sütun, arkasında da üzerinde toplamda ondört tane
heykelin bulunduğu iki kanat vardı. Macarlar, tarihlerindeki önemli
liderlerin heykellerini meydana dikmişler ve her ismin heykelinin altında,
yaşamından bir kesiti anlatan rölyefler bulunmakta idi. Rehberimizin anlatımında
bir rölyef dikkatimi çekti ve yakından baktım. Bu rölyefte Macarlarla Osmanlılar
savaş halinde olup en üstte hilal ve haçla bu sembolize edilmişti. Aslında
tarihe bakılırsa Orta Asya’dan batıya doğru göç eden Türkler’in bir kısmı
(Attila komutasındaki Hunlar) Karadeniz’in kuzeyinden Avrupa’ya ulaşırken (ki
Macarlar kendilerini Attila’nın torunları olarak görürler) ve Şamanizm inancına
sahip iken Hrıstiyanlaştırılırken, bir kısmı da (Alp Arslan, Süleyman Şah,
Ertuğrul Gazi, Osman Gazi …) Horasan, Semerkant ve İran üzerinden Karadeniz
güneyinden Anadolu ve Mezopotamya’ya ulaşırken ve Şaman inancına sahip iken
İslamlaşmışlardır. Selçuklular ve sonrasında Osmanlıların Balkanlar üzerinden
Avrupa içlerine yürüyüşü ile iki topluluk karşı karşıya gelmişlerdir. Uzun
yıllar Osmanlı, Macaristan’ı egemenliği altında tutmuştur. Meydanın tam
ortasında, anıtın önündeki demir bir kafes içindeki mezar da ismi bilinmeyen (meçhul)
askerin mezarı imiş. Bu sembolik anıt mezar, Macaristan’ın bağımsızlık
mücadelesinde hayatlarını kaybeden askerlerin anısına yapılmış. Resmî törenler
ve kutlamalar burada yapılıyormuş. Biz orda iken anıt mezarın üzerinde
Azerbaycan’ın çelengi duruyordu. Yine meydanın önemli kısımlarından biri de tam
ortasında yer alan ikonik milenyum anıtıdır. 36 metrelik sütun üzerinde baş
melek Cebrail bir elinde Hristiyanlığın kutsal haçı diğer elinde ise
Macaristan’ın ilk kralı Aziz Stephen’in tacını tutmakta imiş. Bu anıt, Macar
devletinin temellerinin atılmasının 1000’inci yılı anısına yapılmış. Sütunun
tabanını da Macar Krallığı’nın ilk hanedanlığından kurucu Árpád (ki
Attila’nın torunlarından biridir) ve diğer6 kabilenin liderleri çevreliyormuş.
Bu bilgilerden anlaşılacağı üzere Macarlar bu meydanda adeta bütün tarihlerini,
önemli isimlerini ve değerlerini yansıtmaya çalışmışlar. Bu meydan, anıtlar ve
heykellerin bizde neye karşılık geldiğini sorarsanız kısmen Anıtkabir
diyebilirim (orda bile yalnızca iki isme yer verilmiştir). Kısmen diyorum zira
Cumhuriyet Türkiye’si Türklerin tarihinin küçük bir bölümü ve son bir yüzyılı
iken onlar tarihlerinin sadece bir bölümünü değil adeta hepsini, bin yılı
tanımlamaya ve anlatmaya çalışmışlar. Hep söylerim, yine söylüyorum, mazimizle
bağımızı koparıp sırtımızı döndüğümüz gün hafıza kaybına uğrayan bir nesil
olduk, o günden beri de sorularımız, sorunlarımız bitmek bilmiyor. Binlerce
yıllık tarihimizi bir yüzyıla indirgememeli, maziden aldığımız dersler ve güç
ile bugünümüzde çalışıp çabalayıp değerlendirerek geleceğe bakabilmeliyiz.
Akabinde kısa bir panoramik
şehir turundan sonra Tuna nehri kıyısının Peşte tarafındaki otelimize
yerleştik. Gezi boyunca genelde 3 ya da 4 yıldızlı otellerde kaldık. Hele en
son kaldığımız Prag’daki otel öğrenci yurdundan bozma, dönüştürme bir otele
benziyordu ve muhtemelen Sovyetler Birliği döneminden kalma idi. Budapeşte’deki
otel temizdi, fakat son otel hariç hiçbirinde mini bir buzdolabı bile yoktu.
Kaldığımız odanın penceresinin sol yanından nehir görülebiliyordu. Hemen
karşıdaki sokağın başında muhtemelen evsiz biri yemiş içmiş sızmış yatıyordu. Otele
yakın küçük marketten su, içecek filan aldık. Zira suyun beşyüz ml’si (hatta
vücuttan tahliyesi bile) bir Euro idi. Büyük sular markette daha hesaplı idi.
Otellerdeki şehir şebekelerinin sularının içilmemesi tembihleniyordu. Marketten
aldığımız sular bile yavan, tatsız idi. Adamlar soda, mineralli su ve daha çok
bira tercih ediyorlarmış. Domuz eti, yağı ve mamulleri birçok gıdaya
karıştırıldığı için daha çok tavuk eti tercih ettik, şüphelendiğimiz zaman da
sorup öğrendik. Kahvaltı kültürleri de bizimki ile pek uyuşmuyordu. Çay
olmadığı gibi bizdeki sıradan bir kahvaltıda bulunabilen şeyler bile yoktu. Daha
çok kahve, kruvasan, kek, müsli, meyveli yoğurt gibi şeyler ağırlıkta idi. Kahvaltı
ve yemek kültüründe açık ara önde olduğumuzu, dünyadaki sayılı mutfaklardan biri
olduğumuzu rahatlıkla söyleyebilirim.
Otele yerleştikten sonra
katılmak istediğimiz ekstra turların parasını ödedim. Macar Çigan, Prag Çek
gecelerine ve Prag Vltava Nehri tekne turuna katılmadık. Ekstra turların beş
tanesine kişi başı 220 Euro ödedim. Ayrıca Budapeşte Tuna Nehri gece tekne turu
için de toplam 100 Euro verdim.
Ertesi sabah kahvaltı sonrası otobüsümüze
binip nehir üzerindeki Erszebet Köprüsü’nden geçip Budin tarafındaki kaleye
yürüyerek çıktık. Yol üzerinde Gellert Tepesi’nde elinde büyük bir haç tutan
Saint (St., Aziz) Gellert’in büyük bir heykeli görülüyordu. Bu papaz, şaman
olan Macarları büyük gayret göstererek hristiyanlaştırmış. Sonunda bir kısım Macar
buna kızıp papazı çivili fıçıya koyup tepeden aşağı yuvarlayıp ölümüne sebep
olmuşlar. Bu nedenle aziz ilan edilerek tepeye adı verilip heykeli dikilmiş. Kalenin
içinde St. Mathias Katedrali’ni, Balıkçılar Kulesini ve diğer tarihi yapıları
gezdik. Kale şehre, nehre ve Peşte yakasına hâkim bir tepede idi. Karşıda yapımına
büyük paralar harcanan Macaristan Parlamento binası muhteşem mimarisi ile arzı
endam ediyordu. Gecesi ve gündüzü ile Budapeşte nehrin iki yakasındaki tarihi
yapıları ile harika idi. Tuna nehrinin iki yakasına kurulmuş Budapeşte’ye
hayran kaldığımı ifade edeyim. “Kaleden iniş m’olur?” demeyin, yürüyerek indik,
tur otobüsümüze bindik. Bu arada Budapeşte’nin üniversitelerinin ve özellikle
teknik üniversitelerinin meşhur olduğunu not edeyim. Bu üniversitelerde ders
veren birçok isim çeşitli dallarda farklı tarihlerde Nobel ödülleri almış. Ha
bu arada Macarca’dan Türkçe’ye geçen kelimelerden biri de varoş’muş. Varoş, (Macarca: város) bir kalenin, şehrin, kentin ya da
kasabanın yani merkezin dışında, uzağında kalan mahalle, dış mahalleleri
tanımlamak için kullanılan tabirmiş. Benim de çocukluğum ve gençliğim
Ankara’nın varoşlarından Etlik Ayvalı’da geçti.
Sonra ver elini Estergon. Budapeşte’nin
kuzeyinde kalan Macar ve Türk tarihinde önemli stratejik öneme sahip olan
Estergon kalesine yaklaştığımızda mehter marşı ile değil ama rehberimizin cep
telefonundan açtığı rahmetli sanatçımız Barış Manço’nun Kurtalan Ekspres ile
çıkardığı 45’liğinde düzenlemesini yapıp seslendirdiği o meşhur Estergon Kalesi
çalışmasını dinleyerek girdik. Şarkıda “Estergon, Estergon / Yedi krala saray olan Estergon / Biz seni Nemçe (Avusturya) illerine Allah emaneti edip
verdik / Ve işte şimdi geri almaya geldik” diyor ama biz almaya değil gezmeye
gelmiştik. (4) Kanuni Sultan Süleyman döneminde 1526 yılında Mohaç Ovası’nda
Osmanlı ile Macar ordusu karşı karşıya geldi. Dünya tarihinin en kısa (iki
saat) süren meydan savaşında Macar ordusu darmadağın oldu, Macaristan Osmanlı
hakimiyetine girdi, Kanuni Budin’e geldi, Estergon kalesi de bu kesin
yenilgiden sonra bir ok bile atmadan teslim olmuş. Mohaç meydan muharebesi o
kadar Macarların belleklerine kazınmış ki, kötü bir durumla karşılaştıklarında
“Mohaç’tan daha kötü ne olabilir ki?” deyimi dillerine yerleşmiş. Macaristan’ın
ele geçirilmesinden sonra Osmanlı Avrupa’daki en önemli güçlerden biri olmuş ve
Osmanlı hâkimiyeti 150 yıldan fazla sürmüş. Macaristan Osmanlı’dan sonra
Avusturya, sonra da Sovyetler Birliği egemenliğine girmiş. Sovyetler dağılınca
da özgür kalmış olup hâlihazırda Avrupa Birliği üyesidir. Yakın tarihte Sovyet egemenliğine karşı ayaklanan Macarların başlattığı Büyük
Macar İhtilali’nin kanlı bir şekilde bastırıldığını da hatırlatayım. (5)
Otobüsten inip de kaleye doğru yürürken sağ tarafta Katolik Kilise’nin okulu
vardı, bir tünelden geçip kale yoluna saptığımızda bizi, 1945'ten 1973'e kadar
Esztergom (Estergon) Bazilikası Başpiskoposu ve Macaristan'daki Katolik Kilisesi'nin
lideri olarak görev yapan Katolik Kilisesi'nin Macar bir kardinali olan József
Mindszenty’nin barış için dua eden heykeli karşıladı. Kaleye çıkarken muhtelif
büyüklükte kilise çanları yol üzerinde sergileniyordu. Kalenin içinde Osmanlı
döneminde cami varmış ve Budin fethi sonrası Sultan 1. Süleyman maiyetiyle burada
namaz kılmış. Ondokuzuncu yılda bu caminin bulunduğu alana Macaristan’ın en
büyük kilisesini inşa etmişler. Şunu not düşeyim ki, gezi boyunca Osmanlı’ya
ait bir tane bile tarihi eser görmedik, muhtemelen geçen zaman içinde Osmanlı
izlerini ya biz görmedik ya sildiler ya da zamanla silindi. Estergon bazilikası
da diğer bazilika, katedral, kiliseler gibi adeta bir “dini resim ve heykel
müzesi” şeklinde idi. Hristiyanların özellikle Katoliklerin İsa (as)’ın haça
gerilmesini dinlerinin en temel sembolü yapıp bu acının travmasını iki bin
yıldır atlatamadıklarını düşünüyorum. Baba-oğul-kutsal ruh (teslis-üçleme)
arasına sıkıştıklarını, bu açmaz-çıkmaz’dan kurtulamadıkları kanaatindeyim. Laf
aramızda ne zaman bir baba ve oğlunu görsem “ben de kutsal ruh” diyerek soğuk
bir espri de yaparım. Baba-oğula bir de anneyi (Hz. Meryem’i) ilave edersek çık
işin içinden çıkabilirsen. İsa ve havarilerinden sonra öyle bir din (özellikle Aziz
Pavlus kotardı bu işi), dini ritüeller ve dini hiyerarşi icat ettiler ki, Hz.
İsa (onlar göklerdeki babamız diyorlar) göklerden dönüp gelse (ki inançlarında böyle
bir mesih inancı da var) dünyada iken anlatıp (Yeni Ahid-İncil) yaşayarak
gösterdiklerini (Sünnet’ini) kendi bile tanıyamaz eminim. (Kur’an, Maide, 116.
Ayet)
Estergon kalesinin tam ortasındaki
bazilikadan çıkıp da kale burçlarına özellikle Tuna kıyısına gidip baktığınızda
karşıda Slovakya’yı ve Macaristan’ı Slovakya’ya bağlayan köprüyü (sınır tam da köprünün
ortası) görebiliyorsunuz. Tam bu noktaya devasa bir papanın bir krala taç
giydirmesi-kutsaması heykeli duruyordu. Bütün Orta Çağ boyunca bu ikili (Kral-
Kilise, Din-Siyaset) Avrupa’nın ve Avrupalı’nın ve dünyanın canına (vemalına)
okudu, mahvetti. Muhtemelen bizim Tuna’ya baktığımız yerden ecdadımız Kanuni ve
Osmanlı askerleri de bakmıştır. Mohaç savaşından sonra Macaristan tahtına
oturan János Szapolyai 1528'de Habsburglara karşı Osmanlı İmparatorluğu'ndan destek istedi ve bu durum I. Viyana Kuşatması'na yol açtı. Estergon kalesini rehberimiz eşliğinde ve
onun anlatımı ile gezerken sözün burasında Macar kralına tacı giydirenin Kanuni’nin
Veziri Azamı Pargalı İbrahim Paşa olduğunu söyledi. Sonrasında bir ara rehbere
dedim ki; “Şu aralar tekrar ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisini izliyorum. Mohaç ve
Macaristan seferleri bölümlerini izledim. Dizide ilkinde öyle bir konu geçse de
sonradan Osmanlıların Balkanlar’daki Akıncı Beylerinden Malkoçoğlu Bali Bey’in
giydirmesine karar veriliyor. Biraz araştırınca hem rehberimizin hem de
dizideki bilgilerin faklı olduğunu gördüm. Macaristan tümüyle Osmanlı
egemenliğine girip de krala taç giydirme söz konusu olduğunda tacı Padişah
yerine ikinci sınıf bir Yeniçeri zabiti Sekbanbaşı vermiş. Bu sırada av
partisinde bulunan Kanuni Sultan Süleyman, bu hareketiyle Zapolya'ya sıradan
bir Osmanlı valisi olduğunu ve krallığının ancak Padişah'ın iki dudağı arasında
olduğunu gösteriyordu. (6)Macar Janos
Zapolya ölünce geriye karısı ve bebeği kalır.Süleyman kadına şöyle söyler;"Budin'e
oğlun yiğit oluncaya dek ben Türk askeri korum, zirâ (oğlun) Budin'i korumağa
kadir değildir, düşmanı çokdur, biz iki üç aylık yolda bulunuruz, gelip erişmek
kâbil olmaz...". Atalarımızın tarihte kurduğu en uzun ömürlü ve en büyük
devlet (imparatorluk) olan Osmanlı’nın Avrupa’da izlerini takip ederken hem
gurur duydum hem düşündüm hem de hüzünlendim.
Estergon’dan
sonra Macaristan doğasının en güzel bölgesi olan Tuna boylarındaki Visegrad bölgesinde
Macar köylerinden geçerek Szentendere Artistler Kasabası’nda mola verdik.
Osmanlı’dan kaçan Yunan ve Sırpların kurduğu dar dolambaçlı sokaklarda dolaştık.
Hediyelik eşya, Macar acı biber sosu filan aldık, dar bir sokaktan girerek
küçük bir dükkânda langos yedik. Bir tür Macar sokak lezzeti olan lángos, küçük parçalara ayrılan mayalı hamu
kızartılarak yapılan bir tür düz ekmekmiş ve genellikle üzerine bir tabaka ekşi
krema ve peynirlerle kaplanıp üzerine doğranmış soğan veya doğranmış domates
serpilen popüler bir otantik Macar atıştırması imiş. Ben hamurunu Antalya’nın
bir köyünde oturan kayınanamın bayram arefesinde yaptığı ve bayramda da
çocuklara dağıtılan pişi denilen bol yağda kızartılmış hamura benzettim.
Daha
sonra otobüsümüze binip Budapeşte’ye döndük ve şehirde serbest dolaşım için
zaman tanındı. Biz de otele dönüp biraz dinlendik. Sonra Peşte bölgesinde ve
Tuna kıyısında biraz dolaştık. Macarların meşhur gulaş yemeğinden yedik. Meğer
Macar milli yemeği gulaş (kulaşı) da Osmanlı yadigarı değil miymiş? (5) Akşam
tur ekibi olarak bir yerde buluşup Tuna nehri tekne turunun yapılacağı yere
yürüdük. Tur teknesine binip Türkçe anlatım kanalından verilen bilgileri dinleyip
Tuna’da gece gezintisi yaptık. Gece Tuna kıyıları başka bir güzeldi.
Anlatılanları dinlerken bir nokta dikkatimi çekti. Macarlar ülkeyi ele
geçirmelerini fetih olarak nitelerken, Osmanlı ve diğer Macar olmayan
toplulukların yaptıklarını işgal olarak niteliyordu. Bu da fetih ile işgal
arasında ince bir çizgi olduğunu, kavramın göreceli olduğunu, kime ve neye göre
değişebileceğini düşündürttü. Tuna, Budapeşte ve Slovakya’da bulanık ve
çamurumsu bir renkte akıyor, Viyana’da biraz berraklaşıyordu. Almanya'nın
güneyinde Karaormanlar bölgesinde Breg ve Brigach nehirlerinin 678 metre
yükseklikteki Donaueschingen'de birleşmesiyle meydana gelen, Romanya’da
Karadeniz’e dökülen, Avrupa’nın en büyük ikinci nehri olan ve on ülkenin
topraklarından geçen Tuna (Duna, Danube) nehrini ilk defa
Bulgaristan gezimiz sırasında Silistre şehrinde görmüştük. Yine Tuna deyince
aklımıza Bulgaristan sınırları içinde bulunan Plevne şehri ve meşhur marşı da
gelir. “Tuna nehri akmam diyor / Etrafımı yıkmam diyor / Ünü büyük Osman Paşa /
Plevne’den çıkmam diyor”. (6)
Budapeşte’de
geçirdiğimiz ikinci gecenin sabahında kahvaltı sonrası yola revan olup
Slovakya’ya başkent Bratislava’ya eriştik. Bratislava’nın tarihi yapılarının
bulunduğu eski şehrin Tuna nehri kıyısında gezdik. Sovyetler Birliği döneminde
dinin yasak oluşundan dolayı mabet dışı amaçlarla kullanılan kiliseler, muhtemelen
halkın zamanla Hıristiyanlıktan soğuması nedeniyle sonrasında da birçoğu resim
heykel müzesi, tiyatro, konser salonu, kütüphane gibi amaçlarla kullanılıyormuş.
Pazar günü olduğu için ayin yapılan bir kilisenin içine girip biraz seyrettik.
Gerek Macaristan gerek Çek-o-Slovakya başşehirlerinde komünist döneme ait
estetikten yoksun, işçiler için yapılmış toplu konutlar şehrin belirli
bölgelerinde göze çarpıyordu. Metrekare olarak oldukça küçük, şanslı olanın
balkonlu olduğu bu site ya da apartman tarzı konutlar evet barınak ihtiyacını
gidermiş gidermesine de muhtemelen ömür törpüsü de olmuştur.
Bratislava’nın
eski şehir merkezinde meydana yakın köprünün yanında Nazi dönemi Almanya’sında aralarında
Yahudilerin de uğradığı mezalimi tablolarla anlatan bir açık hava sergisi-müzesi
vardı. Yahudiler dünya çapında medya, sinema, akademi ve iktisadi alanlarda
güçlü olduklarından Nazi Almanyası döneminde Avrupa’da sadece kendileri zulme
uğramış gibi bugüne kadar dünyaya lanse ettiler, kendileri dışında zulme
uğrayan toplulukları anmaya bile değer bulmadılar, kendilerininkini bile biri
bin yaptılar, hayali film senaryoları, abartılı hikâyelerle insanların
kendilerine acımalarını temin edip mazlum ve mağdur rolüne büründüler. Ta ki
Gazze Filistin Soykırımı’na kadar. Fakat bunu bile çarpıtıp yine kendilerini
mazlum ve mağdur göstermeye çalıştılar, çalışıyorlar.O görsellerden bir tanesi güncel ve dikkat
çekiciydi. O görselde HAMAS’ın 7 Ekim 2023’teki Aksa Tufanı Operasyonu’nda
rehin alınıp Gazze’ye götürülenlerin (yerleşimci diye masum gösterilmeye
çalışılan aslında işgalci Yahudilerin) resimleri yer alıyor ve altında “HAMAS
tarafından kaçırıldılar” yazıyordu. Yine otobüsümüzle Budapeşte’nin Tuna nehri
kıyısında yol alırken rehberimiz nehir kıyısındaki ayakkabılara dikkat çekti ve
dedi ki; “Bu ayakkabılar Nazi döneminde Tuna nehrine atılıp öldürülen
Yahudilere aittir, onların anısına sergilenmektedir”. Avusturya’nın Hallstatt
şehrinde de eski şehir merkezine yakın bir yerde Bratislava’dakine benzer
Yahudi Soykırımı (Holokost)’nı anlatan küçük bir açık hava sergisi-müzesi
mevcuttu. Prag’da eski şehir merkezinin hemen yanında da Yahudi mahallesi
vardı. Burada Avrupa’nın en eski sinagogu varmış. Bütün ünlü Yahudi iş adamlarının
da sahibi olduğu giyim markalarının mağazaları bu mahallenin olduğu caddede
idi. Yahudi geleneksel-dini kıyafetleri içinde her yaştan erkeği güle oynaya
mahalleye doğru yürürken gördüm. Gazze Filistin Soykırımı öncesi bizim full
aksesuar sarık şalvar cübbe sakal gezen tarikatçılar gibi gülümseyerek müstehzi
şekilde bakarken yahudilere artık sempati ile bak-a-mıyorum, bu şapkalı,
kippalı, cübbeli herifleri görmek bile istemiyorum.
Faşist,
nasyonal sosyalist, ırkçı Nazi Almanya’sında sadece Yahudiler değil Alman
olmayanlar hatta sağlıklı olmayan (ruhsal ya da genetik hastalığı olan)
Almanlar dahi toplama kamplarında tutulmuş, yüzbinlercesi yok edilmiştir.
Yahudiler bu mezalimi iki yönden çok iyi kullanmışlardır. İlki, Siyonist
Yahudilerin bir kısmı Avrupa’daki bu baskıyı Nazilerle iş birliği yaparak
Yahudilerin Filistin’e göç ettirilmesi için kullanmışlardır. "Topraksız bir halk,
halksız bir toprak" ifadesi, on dokuzuncuasırda Siyonist ideolojiyi inşaedenler ile Avrupalı destekçileri tarafındanYahudilerin Filistin'i "yurt"haline getirmesinin meşruiyet zemininiyaratmak için kullanılmış idi. İlave olarak Avrupalı
sömürgecilerin kullandığı argümanı da benimsemişler, Filistin’e medeniyet getirdiklerini,
çölü imar etmeye geldiklerini iddia etmişlerdi. Geçenlerde itrail’in dinci
faşist siyonist maliye bakanı yüz yılı aşkın bir zaman sonra bile “Filistin
Devleti kurulamaz çünkü Filistin halkı diye bir şey yoktur” dedi. Zihniyet aynı
zihniyet, nato kafa nato mermer. Gemilere binen-bindirilen Yahudiler
(meşhur Struma gemisi gibi) Filistin kıyılarına gelip Filistinlilere “Avrupa’da
soykırıma, zulme uğradık, bizi kabul eder misiniz” demiş, onlar da evlerini, sofralarını,
yurtlarını açınca da ilk fırsatta Filistinlileri kovup evlerine yurtlarına el
koymuş, işgal etmişlerdir. İkincisi de, ikinci dünya savaşı sonrası bütün
dünyada hâkim oldukları medya, sinema (Hollywood), akademi ve diğer vasıtalarla
Yahudi acılarını istismar etmişler, bir ‘Soykırım Endüstrisi’ (bu tabir
Siyonist olmayan Yahudi akademisyen Finkelstein’e aittir) oluşturarak
Filistin’in işgalini perdeleyip Filistin’de yaptıkları terör, vahşet ve
mezalimi mazur göstererek (aslında vatanlarını savunan Filistinlilere
-teröristlere!- karşı) kendilerini savunma hakkı olarak bütün dünyaya lanse
edebilmişlerdir. Halbuki herkes bilir ki işgalcinin kendisini savunma hakkı
yoktur, 7 Ekim sonrasında da yoktu. Ondokuzuncu yılın sonlarına doğru
Filistin’e gelmeye başlayan Siyonistler, 1917’de Osmanlı’nın Birinci Dünya
Harbi’nde Filistin’i İngiltere’ye bırakmak zorunda kalmasından sonra
İngilizlerin hamiliğinde ve desteğinde dünyanın dört bir yanından akın akın Filistin’e
gelmişlerdir. Kurdukları Haganah, Stern ve Lehi gibi terör örgütleri ile yerli
halkı terörize edip korkutarak Filistin’i terketmeye zorlamışlar, toprakları
dahil her şeylerine el koymaya başlamışlardır. Avrupa’da özellikle Naziler
eliyle Yahudilere karşı da işlenen cürümler, demin bahsettiğim gibi onların bir
taşla iki kuş vurmasına yol açmış, savaş sonrası bu sefer de ABD hamiliği ve
desteğinde Siyonizmin Babası Theodor Herlz’in hayali olan Yahudi Devletini,
Filistin’in işgal edilmiş kısmında ilan etmişlerdir. ABD’nin hakimiyetindeki BM
eliyle de işgal iyice büyütülüp resmileştirilmiştir. İngiltere ve ABD ile
simbiyotik (al gülüm ver gülüm – al emperyalizm ver siyonizm)) bir ilişki kuran
Siyonistler, özellikle bu iki emperyal gücün desteği ile bugüne kadar adım adım
Filistin’in işgalini sürdürüp derinleştirmişlerdir. Zalim iken mazlum rolü oynamışlar,
devamlı her bahaneyle “mağduruz da mağduruz” diyerek şımarık ve küstahça bütün
dünyayı kandırıp adi emellerine alet etmişlerdir. Türkü'de dediği gibi
"Yılana bak, bak yılana (siyoniste), Mağdurum diye ölür, Yalana bak,
bak yalana".
Filistin’in
tamamen işgaline ramak kalmış, Doğu Kudüs (Kudüs zaten başkent ilan edilmişti)
ve paramparça edilip yeni işgal alanları oluşturulan Batı Şeria her an ilhak
edilme ile karşı karşıya idi. Onbeş yılı aşkındır boğucu bir işgal ve kuşatma
altında olan Gazze’de, halkın kuvayi milliyesi (islamiyesi) HAMAS huruç
(kuşatmayı yarma) harekâtı yaparak 7 Ekim’de bütün oyun ve planları bozuverdi.
Devlet görünümlü terör örgütü olan (ki itrail’i ve ordusunu kuran terör
örgütlerinin isimlerini az önce saydım), Batı (ABD ve Avrupa)’nın Ortadoğu’daki
uzantısı, partneri, hava ve deniz askeri üssü, uçak gemisi, kolordusu,
karakolu, eyaleti pozisyonundaki itrail’i tanımaya Türkiye ve Mısır’dan sonra
diğer Arap ülkeleri de resmen tanıyıp sıra Saudi Amerika’ya gelecekken 7 Ekim
bütün ihanet planlarını bozuverdi. İtrail ordusu, iç ve dış istihbaratı adeta
şok oldu, itrail bugüne kadar ki en büyük kaybını verdi, var/yok olma
endişesine kapıldı. ABD, İngiltere ve AB alelacele imdadına koşarken, onların
siyasi, askeri ve lojistik desteği ile Gazze’de intikam için soykırıma dönüşen
katliam, vahşet ve yıkıma başladı. Gazze’ye hava hariç her türlü lojistik
(gıda, su, ilaç, yakıt vs) destek kesildi, yüzlerce savaş uçağı ile aylardır 80
bin tonu aşkın bomba atılıp tüm Gazze harabeye döndürülüp tekrar işgal edildi.
50 bine yakın Gazze’li Filistin’li katledildi, 100 bini aşın Filistinli
yaralandı, sakat bırakıldı. Hitler dönemi Nazi Almanya’sında yapılmayan vahşet,
kötülük ve soykırım Gazze ve tüm Filistin’de uygulandı ve halen de bütün
hızıyla sürüyor. İtrail hapishaneleri Filistinlilerle ağzına kadar dolu ve
hayatlarını orda işkenceler altında kaybediyorlar. Ve bu durumdan itrail
halkının %99’u sorumludur. Bu soykırımın suçunu Neonazi Neohitler Netenyahu ve fanatik
dinci, ırkçı, faşist Soykırımcı kabinesine atmak yahudilerin tabiri ile günah
keçisi bulmaktır. Bu soykırımdan ve Filistin’in işgalinden birinci derecede yeni
sömürgeci ABD ve eski sömürgeci İngiltere, ikinci derecede AB ve Özellikle
Almanya sorumludur. Gazze ve Filistin’i cehenneme çeviren, taş üstünde taş,
omuz üstünde baş bırakmayan, Gazze Siyonist Neonazilerin bir Filistinli
Müslüman toplama kampı ve açık hava hapishanesi iken 7 Ekim sonrası bir
viraneye, bir kabristana döndüren itrial’in silahlarını ve mühimmatının %70’ini
tedarik eden ABD, %29’unu Almanya ve %1’ini de diğer ülkelerdir. İkinci dünya
savaşı sonrası Almanya, Yahudilere ve özellikle itrail’e tazminat ödemiş,
ödemeye ve her türlü silah ve mali yardıma da devam etmektedir. Rehberimizin
dediğine göre o günden beri Almanya’da herkesten itrail için 10 Euro tahsil
edilip gönderilmekte imiş. Boşuna Ortadoğu’daki iki demokrasiden! biri olan
itrail (biliyorsunuz diğeri de Türkiye, kargalar gülmesin de ne yapsın) refah
içinde yaşamıyor, kişi başına milli geliri 60 bin dolar olmuyor.
Konuyu
daha fazla uzatmamak için (yeri elbette burası değil ama değinmeden geçemedim
zira bir insan bir Müslüman olarak ciğerim yanıyor) son sözler olarak şunları
da söyleyip bu bahsi kapatayım. Yahudiler ve özellikle Siyonist olanları
bulundukları ülkelerde tıpkı vücuda giren virüsler gibi medyayı ve ekonomiyi
bir şekilde ele geçirip kontrol altına alıyorlar. Hem o ülkede lobi faaliyeti
ile yönetimde etkili oluyorlar, hem de itrail’e istihbari, mali ve siyasi destek
ve koruma sağlıyorlar. Hatta 7 Ekim sonrası hemen itrail dışında Yahudilerin
büyük kısmı hemen uçaklara binip itrail’e geldiler, orduya katılıp Gazze’de
katliam, yıkım ve soykırıma katkıda bulundular, bulunmaya da devam ediyorlar.
Hatta Türkiye’den bile çifte vatandaş olan binlerce yahudi Filistin Gazze’de
soykırım yapmak için itrail’e gitmiş, hatta ülkeleri Rus işgali altında bulunan
Ukrayna’daki Yahudiler bile itrail’e koşup Gazze’deki soykırıma katılıp bir de
yaptıkları cinayet ve vahşetleri sosyal medyadan yayınlama cüretinde
bulunmuşlardır. Başta Bratislava olmak üzere gezdiğimiz orta Avrupa ve tüm
dünyada bu öteden beri, tarih boyunca böyledir. Bratislava’da “HAMAS tarafından
kaçırıldılar” diye propaganda yapan Yahudi diasporası bilmez mi Filistin’de ne
halt yediklerini, 7 Ekim sonrası da başta Gazze olmak üzere tüm Filistin’in
Filistinliler için cehenneme döndürülüp soykırım uyguladıklarını, bilirler
bilirler ama bu adi alçaklar anlatmazlar, susarlar, saklarlar. Sanki HAMAS
durup dururken bu operasyona kalkıştı, yerleşimci deyip masum gibi gösterilen siyonist
işgalcileri rehin alıp kaçırdı? Fakat gerek Bratislava’daki Yahudi olmayan insanların
gerekse tüm Avrupa hatta tüm Dünyadaki insanların çoğunun bu acı ve yakıcı
gerçekler neden umurunda olsun ki, Filistin’deki işgal ve soykırım onları neden
ilgilendirsin ki? Herkes kendi aleminde, kendi geçim derdinde, şu üç günlük
dünya hayatını olabildiğince rahat ve zevkli yaşama derdinde, üstelik
gerçekleri öğrenme imkanları o ülkelerde ve dünyada (sosyali dahil) medyayı ve
sistemi elinde tutan Yahudilerin kontrolünde iken. Üstüne üstlük büyük
çoğunluğu Hıristiyan olan Avrupa bir tarafa (ki Kur’an’ın şehadetiyle
Hristiyanlar ve Yahudiler birbirlerinin dostudurlar)Türkiye’de bile HAMAS’a terörist örgüt,
itrail’e de devlet diyen etkili ve yetkili onca zavallı varken, sokaktaki
sıradan insanlara fazla bir şey de diyemiyorum. Sadece belki zaman içinde
ayıkırlar, uyanırlar inşallah diyorum, ölmeden önce uyanmayanlar için de iyi ki
ahiret var, hesap var, cehennem var diyorum.
Bratislava’da
gezerken ünlü porselen markalarının satıldığı mağazalardan da gördük. Özellikle
el yapımı porselen yemek takımları ve hediyelik eşyalar oldukça pahalı imiş. Dünyanın en iyi porselen markası olarak
kabul edilen Herend Porselenleri, 200 yıla yakın bir süredir el yapımı olarak
üretiliyormuş ve Macaristan’ın Herend kasabasından dünyaya açılmış. Hazır
porselenden söz açılmışken rehberimizin anlattığı bir anıyı da zikredeyim. Yine
böyle bir Orta Avrupa Turu’nda bu porselenler de dahil çokca alışveriş yapan
bir bayanı kocası bir önceki ziyaret yerinde bırakmış. Daha sonra durum
düzeltilmiş ama koca diyesiymiş ki; “Ben onu otobüsün arkasında uyuyor
zannettim, o yüzden herkes otobüsteki yerini aldı mı deyince evet dedim.
Unutulduğu da iyi oldu zira nakit param kalmadığı gibi kredi kartlarımın limiti
de onun alışverişleri yüzünden bitti”. Otobüstekileri bir gülme aldı. On yıldır
tur rehberliği yapan rehberimiz daha bu ve buna benzer çokça hatırası olduğunu
ve bir gün fırsat bulduğunda yazmak istediğini söyledi. Yanımda getirdiğim ve
hekimlik anılarımı yazdığım kitabımdan bir adet ona vermiştim ve ilaveten
yazmak istediği vakit yardım edebileceğimi de söyledim. Zira bir tur rehberinin
anıları da okuyucu için ilginç olabilirdi.
Öğlen
13.30’da Bratislava’dan hareket edip bir süre sonra Avusturya (Nemçe) sınırına Viyana
önlerine avdet eyledik. Atalarımız Sultan 1. Süleyman gibi 1. Viyana
Kuşatması’na ve Merzifonlu Kara Mustafa Paşa gibi 2. Viyana Kuşatması’na gerek
kalmadan ve onlar gibi topla tüfekle değil, sadece pasaportlarımızı göstererek
Viyana’ya girdik. Viyana’ya girdiğimiz tarafta petro kimya tesisleri vardı. Rehberimizin
anlatımına göre OPEC’in toplantı merkezi Viyana’da ve petrol gelirlerinin %80’i
de Viyana bankalarının kasalarında imiş. Ham petrol Ortadoğu’da olsa da petrol
ve doğalgazın kaymağını bir şekilde başta ABD ve İngiltere olmak üzere
Batılılar yiyor, kuyu bekçisi konumundaki ülkelerin mütegallibeleri de
nemalanıyor ve halklarına da biraz koklatıyorlar. Tıpkı dünyadaki kara paranın
ve diktatör yöneticilerinin ve etrafının halklarından çaldıkları gayri meşru
servetlerinin İsviçre bankalarında gizli hesaplarda tutulması misali İsviçre de
zenginliğini büyük ölçüde bu hırsızlığa, soyguna, sömürüye aracılık yapmaya
borçludur. Viyana’yı otobüsle dolaşırken doğrusu Budapeşte kadar hoşuma gitmedi,
çok havalı ve cafcaflı desem yeridir.
Fakat saray,
opera, üniversite, parlamento binası, tiyatro ve müzeler bölgesi gezisi
güzeldi. Viyana’nın millet bahçesi denilen bir yerden geçerken güllerle kaplı
olduğunu gördük. İzin alarak kendi adınıza gül dikebiliyormuşsunuz. Viyana’da
serbest zamanda etrafı dolaştık. Dolaşırken de birkaç defa sağanak yağmur
yağdı, yaz sıcağında serinledik doğrusu. Zira Macaristan’da sıcaklık gündüzleri
biraz bunaltmıştı. Daha sonra akşam yemeği için Viyana’nın o meşhur şinitzelini
yemek için tarihi (kuruluş 1435) bir lokantaya gittik (wiener küche
Lindenkeller restaurant), ne yalan söyleyeyim şinitzel açısından ben Türkiye’dekinden
fazla bir fark görmedim, tatlının da fazla bir özelliği yoktu. Kişi başı 25
Euro ödedik. Türkiye’de olsa bu fiyata öyle bir yerde yemek bile Aralık
2021’den sonra (döviz bir anda ikiye katlanmıştı, döviz alıp başını gittiği
gibi enflasyon da o günden beri %100’ün üzerinde seyrediyor) mümkün olmaktan
çıktı. Günün sonunda sabah öğle ve akşam olmak üzere bir günde üç ülke ve üç
başşehir gezmiş olduk.
Sabah
kahvaltısının ardından Viyana’da kaldığımız otelden ayrıldık. Viyana’nın
dışında Göller Bölgesi’ndeki turumuzda bölgenin kendine has mimarisi ve eşsiz
doğasını birleştiren kasabalarından köylerinden geçtik. Ormanlar içinde
ilerleyen yollar çok geniş değil ama kaliteli idi. Türkiye’deki ucuz sıcak
asfalt değil, pahalı olan soğuk asfalt kullanılıyormuş. Yolların kenarında
kilometrelerce bisiklet yolu yapılmış. Bisikletinize binin, doğanın içinde
kaybolun gidin. Köyler kasabalar şehirlerden bile güzel. Derken Avusturya’nın
en güzel köylerinden biri olan Hallstatt’a ulaştık. Bir dağın yamacında ve
gölün kenarında kurulmuş köy bir doğa harikası ve cennetten bir köşe adeta.
İklim ve coğrafya Karadeniz’i andırıyor ama ondan daha temiz, bakımlı ve estetik.
Zamanında köyün kadınları erkeklerin çoğunun savaşta olmasından ve ölmesinden
dolayı dağın yamacındaki tuz madenlerinde çalışmış. Sırtlarında sepetleri ile
çıkıp beyaz altın denen kaya tuzunu çıkarıp aşağı iniyorlarmış. Köyün yukarısında
şelaleye benzeyen bir su var ve bu su köyün içinden geçip göle ulaşıyor. Köyü
bir baştan bir başa dolaştık. Evler, sokaklar güzeldi. Fakat yoğun turist
akınından dolayı köyün sakinleri artık yakınıyorlar ve hatta eylem
yapıyorlarmış. Bazı yerlerde gürültü yapılmamasına dair uyarılar yer alıyordu.
Pek de haksız değiller hani. Köyün içinde dolaşırken ilk defa bir kedi gördüm.
Muhtemelen bir evin içinden çıktı, zira sokaklarda sahipsiz köpek olmadığı gibi
kedi de yoktu. Bir ara köyün kilisesine girip gezdim, mezarlık ilgimi çekti, tek
tek mezarları inceledim, her biri bir kişiye ya da aileye ait mezarlar tek tek
süslenmiş, bezenmişti. Hallstatt’ı dünya gözüyle görmüş olmak bana göre bir
ayrıcalıktı.
Salzburg’a
varışımızı takiben rehberimiz eşliğinde şehirde yürüyüşe çıkıp Mirabell Sarayı’nın
barok bahçesinde dolaştık. Saray Medici Sülalesi’nden Prens piskopos Wolf Dietrich Raitenau tarafından 1606’da metresi
Salome Alt için yaptırılmış. Prens 1612’de tahttan indirilince Alt ve ailesi
saraydan kovulmuştur. 1710’da saray mimar Johann Lukas von Hildebrandt
tarafından Barok tarzda yeniden inşa edilmiş. Sarayı
takiben Salzach Nehri’inin ikiye böldüğü ve tarihi yapıların olduğu şehir
meydanında gezindik. Klasik müziğin büyük ismi Mozart’ın doğduğu şehir olan
Salzburg (ki Tuz Kalesi demekmiş)’da onun evi ve bir heykeli olduğu gibi onun
adıyla satılan çikolatalar ve hediyelik eşyalar da vardı. Hayatta iken kıymeti
bilinmeyen, yoksulluk içinde ölüp kimsesizler mezarlığına defnedilen Mozart’ın
değeri de öldükten çok sonra anlaşılmış, başka birçok kişi gibi. Salzburg
köprüsüne sevgililer isimlerini yazdıkları asma kilitleri takmışlar. Köprü
korkulukları kilitle dolu olup adeta boş yer yoktu. Avrupa Futbol
Şampiyonası’nın büyük ekrandan verildiği bir bahçenin kenarındaki lokantada
dört peynirli pizza yedik, zira domuz katkısından dolayı et ürünlerine
güvenemezdik.
Salzburg’tan
sonra yol boyunca Avusturya Alplerini izleyerek yol aldık. Yolumuz üzerinde
Hitler’in zaman zaman dinlenmek için tercih ettiği ve “kartal yuvası” denilen
yerin bu dağlardan birinin tepesinde yer aldığını öğrendik. Salzburg’tan 25 km
uzaklıkta Alplerin hemen karşısında Golling an der Salzach’da Golling pazar
meydanında tarihi bir hanın otele dönüştürüldüğü bir binada konakladık. Odamıza
yerleştikten sonra etrafı biraz gezdik. Yakındaki bir kilisenin bahçesindeki
büyük mezarlığı gezdik. Ormanın hemen kenarındaki bu mezarlık aynı
Hallstatt’daki gibi harika idi. Muhtemelen cenazeleri yakıp küllerini ya küçük
mezara ya da duvardaki kapalı ve kilitli bölmeye koyuyorlardı. Mezarlığı
gezerken hava kararmaya ve yağmur yağmaya başladı, otele doğru koşup kendimizi
zar zor odamıza atabildik. Bardaktan boşanırcasına yağmur yağdı. Bu arada
Türkiye’de iken şarj sorunu yaşadığım cep telefonumun şarjı bitip kapandıktan
sonra bir daha şarj olmadı ve kapandı. Yurt dışında cep telefonsuz bir halde
kalakaldım. Resim & video çekme ve iletişim dışında belki de iyi oldu.
Ertesi
gün Avusturya’yı terk edip “Çekoslovakyalılaştıramadıklarımızdan mısınız?”
esprisine istinaden kavgasız silahsız anlaşma yolu ile Slovakya ile yollarını
ayıran Çek Cumhuriyeti’ne (Çekya) doğru yola çıktık. Ve Prag’a varmadan önce
Vltava nehrinin kıvrımları arasındaki tarihi kentlerden biri olan Cesky
Kurumlov’a uğradık. Tarihi kalesi, yapıları, evleri, nehri, sokakları ile
büyüleyici bir atmosfere sahip Orta Çağ kentini çok beğendim. Tarihi dokusu,
doğası çok iyi korunmuş bu kente tarihi kaleden girdik. Kalenin çıkışında
alttaki bir bölmede kaleyi yapan hanedanlığın simgesi olarak yıllardır beslenip
korunan bir çift ayı gördük. Sonra nehir üzerindeki köprüyü gezip kentin
sokaklarında gezdik. Kentin içini ve etrafını çeviren nehirde küçük teknelerle
rafting yapanlar vardı. Tam nehre yaklaşmışken suda iki tane kunduza benzeyen
hayvan gördüm zannettim, meğer yanılmışım bunlar dev sıçanlarmış. Ürkmedik
desem yalan olur. Türkiye’de başıboş köpekleri ne yapmalı tartışmaları
hararetle sürüp gidedursun öteden beri Avrupa’da bir tane bile başıboş sahipsiz
köpek göremezsiniz. Fakat bu gezide köpeğe ilaveten kedi de olmadığını hayretle
müşahede ettim. Tüm gezi boyunca biri Hallstatt’ta, diğeri de otobüste yol
alırken kırsal kesimde bir evin bahçesinde olmak üzere sadece iki adet kedi
gördüm, Tabi kedi olmayınca sıçanlar da bu kadar büyük boyutlara
ulaşabilmişler. Bir zamanlar (Orta Çağ Avrupası) Papa Hazretlerinin biri (Papa IX. Gregory) kedileri -bilhassa
kara kedileri- şeytanla ve Şeytan'la birlik içinde olmakla kınayan Vox
in Rama'yı ilan etmesini müteakip kedi katliamı başlamış, kedi
nüfusu iyice düşmüş. (7) Allah’ın bu sessiz ve garip mahlûkatına bu zulmü
yapanlar zaman içinde bela(veba)larını bulmakta gecikmediler. Küçük bir alanda
yaşayan ve kimseciklere zararı olmayan kedilerin olmadığı bir Avrupa’yı bu
yönüyle hiç ama hiç beğenmedim, sevmedim. Kedileri seviyorum ve onların evde ya
da dışarda insanlarla birlikte özgürce yaşamalarından yanayım. Sokak köpekleri
için ise durum kedilerden elbette çok farklı, zira onlar insanlara saldırabilir
ve hastalık (kuduz, hidatik kist vb) yayabilirler. Bu konuda da şehir
sakinlerine ve belediyelere büyük sorumluluk düşüyor. İnsanlara saldırabilecek
büyüklükte köpekler asla sahipsiz ve başıboş olamaz. Hele pitbull, doberman, kurt
köpeği gibi vahşi köpeklerin şehirlerde olması asla kabul edilemez. Sahipsiz
köpek ol-a-mayacağı gibi köpeğin sorumluluğu da sahibine aittir. Köpeklerle
ilgili düzenleme yaparken tıbbi, insani, ahlaki, ananevi ve İslam yönlerini
unutmadan önlem almak ve davranmakla yükümlüyüz kanaatindeyim.
Büyüleyici bir tablo gibi olan Cesky
Kurumlov’dan ayrıldıktan sonra Prag’a vardık ve panoramik şehir turundan sonra
üzerinde birçok heykel ve sanat eseri olan ünlü Charles (Karl) Köprüsü
yakınlarında otobüsten inip hemen köprünün öte yakasındaki şehrin tarihi
bölümünü gezdik. Meydan’da tarihi saat kulesi, heykeller ve kiliseler vardı. Kilisenin
birinin önünde değişik boyanmış taşlar vardı, meğer bunlar farklı bir mezhebe
bağlı olduklarıı için günahkar ve sapık sayılan din adamlarının kafalarının
kesilmesinin anısına öyle imiş. Meydanın bir ucunda iki ayrı yerde odun
ateşinde kebap yapar gibi domuz eti kızartıp satıyorlardı. Tarihi evleri
barındıran ve cıvıl cıvıl insan dolu sokaklarda dolaştık. Tam geri dönüyorduk
ki, saat başı çan çalınan saat kulesindeki heykel ve figürlerin hareketini
izlemek için toplanmış kalabalığı gördük. Durduk ve biz de izledik. Daha sonra
üç gece kalacağımız otele gittik ve yerleştik.
Sabah kahvaltı sonrası Karlovy Vary
kasabasına hareket ettik. Şehrin büyükelçiliklerin bulunduğu kısmından geçerken
Türkiye’nin Prag Büyükelçiliği’nin konutunun önünden geçtik. Prag Büyükelçisi 2019
yılından beri Egemen Bağış imiş. Bu ismi nerden mi hatırlıyoruz. 17-25 Aralık 2013
yolsuzluk ve rüşvet soruşturması kapsamında
“rüşvet ve nüfuz ticareti" suçlarını işlediği iddiasıyla" hakkında
soruşturma açılan dört bakan arasında yer alanlardan biri olup o tarihte Avrupa
Bakanlığı görevinden alınmış fakat TBMM’nde Yüce Divan'a gönderilmesine dair
önerge reddedilmişti (8). Şahsen o dört bakandan biriyle bir yerde
karşılaşmış ve işin aslını faslını öğrenmiştim. (9)
Her
neyse bir süre yolculuk ettikten sonra ormanlık bir bölgede çukurumsu ve
içinden nehir geçen bir alandaki Karlovy Vary (Kralın Banyosu demek olup eski
ismi Karlsbad imiş) termal kasabasına vardık. Otobüsümüz bir noktada park etti.
Oradan da yine ring otobüsü ile kasabanın bir ucuna varıp indik. Rehberimiz
eşliğinde nehir boyunca yürüdük. Hemen başta Atatürk’ün bir zamanlar (1918)
tedavi için bir süre kaldığı bina önünde durduk, duvarda ‘Kemal Atatürk’
tabelası vardı. Atatürk bu termalden (kaplıca) o kadar etkilenmiş ki daha sonra
Yalova termal tesisinin kurulmasını istemiş. (10) Yıllar önce Yalova termali
gezmiştik. Güzeldi ve Karlovy’i andıran kısımlar vardı ama Karlovy bir harika.
Konumu, tarihi evleri, nehri ve diğer yönleriyle farklı bir yer. Karlovy’yi
farklı kılan bir yönü de burada uluslararası bir film festivalinin her yıl
düzenleniyor olması imiş. Doğrusu bu festivali duymadım ama bu yıl 58.’si
düzenleniyormuş ve biz de tam da festival zamanına denk geldik. Festivalin
sponsoru BMW’nin lüks araçları etrafta vızır vızır dolaşıyor, bazı noktalarda
TV’ler için sokak röportajları yapılıyordu. Kasabanın diğer ucunda film
festivalinin yapılacağı bina ve sahne vardı. Sahnenin önünde iki yanda iki
çırılçıplak kadın heykeli dünyayı tutuyordu. Avrupa’nın kadın olsun erkek olsun
her alanda bu teşhirci tutumundan hep rahatsız oldum. Sanat adına kiliselerine
varana dek her yerde her vesileyle insan bedeninin en ince detaylarına
varıncaya kadar insanın gözlerinin içine sokacak kadar sergilenmesinin nahoş ve
mahremiyete aykırı olduğu kanaatindeyim. Mahremiyetin tükenişi ise bütün
insanlık için bir felakettir. Bu durum zamanla sokaktaki insana da yansıyor.
Son yıllarda özellikle bayanlarda taytın yaygınlaşmasıyla zirveye vardırılan bu
rahatsız edici hal ortada iken, Budapeşte’de Tuna nehri kıyısında gezerken
gördüğüm bir şey bana oha dedirtti. Bir kadın üzerine ince bir siyah tül almış,
iç çamaşırları ile sokakta arzı endam ediyordu, bunun bir adım sonrası da ancak
çıplaklar kampında anadan üryan gezmektir. Özellikle ikinci dünya savaşından
sonra bütün ahlaki kayıtlardan kurtulup “savaşma seviş” sloganı ile cinsel
özgürlük rüzgarlarına kapılan Avrupa, eskiye nazaran biraz durulmuşsa da pek düzeleceğe
benzemiyor, üstüne üstlük bir de kendisine hayran ve takipçisi konumundaki
gençler başta olmak üzere başka toplumları da ifsat ediyor, olumsuz yönde
etkiliyor.
Seks shop’ların her yerde yaygın
olduğunu biliyordum da (ki artık uzun yıllardır Türkiye’de de mevcut) bu
gidişimde “Cannabis shop” adıyla uyuşturucu mamüllerin de artık her köşede
mantar gibi bittiğini gözlemledim. Su yerine bira içen, her tür alkollü içkiyi
her yerde ve her bahaneyle tüketen bu toplumları anlaşılan alkollü içecekler de
kesmemiş olacak ki, güzel! ve dumanlı bir kafa için uyuşturucuya sarılmışlar.
Meşhur hedonist (zevkperest, hazcı) felsefeyi benimsediklerini, “İç bade, güzel
sev var ise aklı şuurun, dünya var imiş yoğ imiş olmasın umurun” modunda
yaşadıklarını biliyordum fakat artık iş uyuşturucuya kadar gelmişse sona da
gelinmiş demektir. Hayatımızda aklımızı, irademizi örten o kadar çok uyuşturucu
alışkanlık varken bu işin madde bağımlılığına kadar varması ve yaygınlaşması
vahim ve trajiktir. Allah boşuna söylemiyor son sözlerinin (ahdinin) yer aldığı
Kur’an’da “Kalpler (akıllar, ruhlar, nefs) ancak ve ancak Allah’ın
anmakla-zikirle (Allah’a kulak verip teslim olmakla, yaşamakla) huzur bulur,
dinginleşir, doyuma-tatmine ulaşıp sükunete erer” diye. (Kur’an, Ra’d suresi,
28 ayet)
Bir
zamanlar Prag denilince akla baharı da gelirdi; baskıya, esarete, diktatörlüğe
meydan okuyan Prag halkı bu uğurda bedel de ödemiş, kaybetse de “galip sayılır
bu yolda mağlup olan” misali özgürlük ve bağımsızlık adına adından söz
ettirmişti. (11) Her ne kadar bahar denilse de emperyalistler ve diktatör uşakları
tarafından hızla kışa döndürülebilmektedir, tıpkı yakın zamanda Arap baharının
da kışa döndürülüp sadece despotların isimlerinin değişmesi dışında fazla bir
işe yaramaması gibi.
Prag’da
ikinci günümüzde Dresden Turu için yola koyulduk. Dresden, Almanya’nın Saksonya
eyaletinin başkenti olup ikinci dünya savaşında ABD ve müttefikleri tarafından
üç gün boyunca havadan bombalanmışmış. 7 Ekim 2023’den şu ana kadar Gazze’ye üç
gün değil üç yüz gündür Siyonist Soykırımcı itrail tarafından atılan bomba
miktarı 81 bin tondan fazla olup bu ikinci dünya savaşında Dresden, Hamburg ve
Londra’ya atılan bombalardan daha fazla imiş, hatta yıkım etkisi yönünden
Hiroşima ve Nagazaki’ye atılan atom bombaları ile kıyaslayanlar bile var. Ve
Dresden’in bir şehri olduğu Almanya bu yıkım ve soykırımda itrail denen
canavarın silahlarının %30’unu sağlamaktan haya etmedi, utanmadı. Büyük bir
yıkıma uğrayan Dresden şehri, erkeklerinin çoğu savaşta öldüğü ve esir olduğu
için kadınlar tarafından uğraşıp didinilerek tekrar toparlanmış, ayağa
kaldırılmış ve tarihi eserleri yeniden restore edilmiştir. Elbe nehri içinden
geçtiği için de “Elbe’nin Floransa’sı” diye de anılıyormuş. Şehrin tarihi
kısmı, meydanı ve etrafında yer alan eserleri gezdik, dolaştık. Sonra şehrin
içlerine, caddelerine doğru gidip alışveriş merkezlerinden herkes bir şeyler
aldı. Zira ürün bol ve Türkiye’ye göre daha ucuzdu diyebilirim. İstanbul
lokantası denilen yerde yemeklerimizi yedik, namazımızı kıldık. Kendimi ilk
defa dönüşe yakın memleketimde gibi hissettim. Garsona “bana şöyle karışık bir
pide yap kardeş” dedim, kaç günden sonra ilk defa çay ve ayran içtim.
Prag
gerçekten çok güzel bir şehir. Vltava nehri içinden geçiyor ve şehre ayrı bir
güzellik katıyor. Nehir turları da yapılıyor ama biz katılmadık. Nehrin bir
tarafında tarihi kalesi varken diğer tarafında tarihi meydanı, büyük kilise, saat
kulesi, heykeller ve diğer şeyler yer alıyor. Sokaklarda gezerken bir sürü
yerde sıcak sıcak yapılıp içine değişik şeyler konulup satılan bir tatlı türü
gördük ve alıp denedik. Biraz ağır bir tatlı ama özellikle dondurma ile güzel
gidiyor. Geleneksel bir Slovak
böreği olan Trdelnik, toz şeker, fındık veya tarçın tozu ile kaplanarak
genellikle sıcak servis ediliyor. Bu nefis lezzet, hamurun bir tahta yardımıyla
veya metal çubuğun etrafına sarılarak açık ateş üzerinde kavraması ve kaplaması
sağlanarak meydana getiriliyor.
Orta
Avrupa Turumuzun ve Prag’daki son günümüzde Prag kalesine çıktık, kaleyi
gezdik, kaleden şehri seyrettik, Prag Cumhurbaşkanı’nın kaledeki çalışma
ofisini gördük. O sırada askerlerin nöbet devir teslim törenine şahit olduk.
Tam olmasa da bizim Dolmabahçe Sarayındaki nöbet devir teslimini andırıyordu.
Daha sonra kaleden yürüyerek şehrin tarihi meydanına gidip biraz daha gezip
Prag’la vedalaştık. Sonra tur otobüsümüze inip Prag havalimanına vardık. Dönüş
işlemleri sırasında son kontrolde bizim x ray cihazından geçmemize izin
verilirken muhtemelen eşim baş örtülü olduğu için ayrıca bayan bir görevli
tarafından didik didik arandı hatta ayakkabısı çıkarılıp altına bakıldı. Baş
örtülü olmayanlara bu uygulama yapılmadı. Aynı çirkin muamele İtalya Roma
Havalimanında da yapılmıştı. Batı’da özellikle ırkçıların ve Siyonist Yahudi
medyasının yayıp kışkırttığı İslam’ı terörle, şiddetle özdeşleştirme
çabalarının sonuçlarından biri de budur. Halbuki ne yaparlarsa yapsınlar
müslümanlar terörde, katliamda, soykırımda hristiyan ve yahudilerin eline su
bile dökemez. Daha yeni 10 aydır dünyanın gözü önünde tarihin en büyük
soykırımlarından biri Gazze Filistin’de yaşanıyor ama Avrupa’nın bazı
ülkelerinin -bir kısım halk dışında- bu soykırım umurlarında bile değil, hatta
başta Almanya olmak üzere ülkeler destek veriyorlar. Maalesef halkların büyük
kısmı da medya marifetiyle nasıl enforme ediliyorlarsa artık, cahilce ve
zavallıca dün olduğu gibi bugün de ön yargılı biçimde davranmaya ne yazık ki devam
ediyorlar.
Biliyorum
biraz uzattım, sabrınızı zorladım, bir iki genel değerlendirme yapıp
bitiriyorum. Her ne kadar 7 günde 3 nehrin etrafında kurulmuş beş ülkenin dört
başkentini gezmiş olsak da kanaatimce Budapeşte, Viyana ve Prag olmak üzere üç
şehir bir hafta süreyle yakındaki gezilip görülecek yerlerle birlikte birer
hafta olmak üzere kalınıp gezilebilir. Orta Avrupa Turu’nda birçok şehir ve yer
gördük ama bu kadar sürede tur, ister istemez koşturmaca şeklinde oluyor. Doya
doya sindirircesine bu üç şehir ayrıntılı olarak gezilebilir ve sokaklarında
kaybolunabilir. Bu üç şehir buna değer.
Genel
olarak tur acentasından, programından ve özellikle tur rehberimizden memnun
kaldık diyebiliriz. Rehberimiz ilgili, bilgili ve hoş sohbet idi. Tur otobüsü
şoförümüz olan Macar delikanlı da tur boyunca otobüsü dikkatli ve güzel
kullandı. Tur boyunca bir kere o da öndeki araç nedeniyle kaza riski atlattık.
Tur sonunda memnuniyetimizi ifade için şoföre herkes kişi başı beş Euro bahşiş
verdi.
Turun
bize maliyeti hakkında da bir fikir vermek gerekirse; şahsi harcamalar dahil
yaklaşık 4550 Euro (154 000 TL); kişi başı ise 1138 Euro (38 500 TL) tuttu.
Gezi
sırasında Orta Avrupa’daki ülkeleri, şehirleri, kasabaları, köyleri, nehirleri
gezerken sosyal medyamda bir paylaşım yapmıştım. Onu aynen alıntılayarak gezi
izlenimlerime nokta koyuyorum.
Ülkesini, vatanını, toprağını sevmek ne demek;
O ülke insanının ülkesini yaşanabilir hale getirmek
için imkanlar dahilinde elinden geleni yapması demek,
Sadece evini, arabasını temiz tutmak, güzel kılmak
değil ülkenin her karışını temiz tutmak, güzelleştirip yeşillendirmeye çalışmak
demek,
Görüntü (çöp gibi) ve ses kirliliğinden (korna gibi)
uzak durmak, trafikte yayalara saygı duymak demek,
Ülkenin her yanını o yerin ihtiyaç ve şartlarını da
dikkate alarak bir plan program dahilinde geliştirip kalkındırıp zenginleştirmek
demek,
İnsanların can, mal ve ırz güvenliği için konulmuş
kurallara uymak demek,
Her yerde ve zamanda kendisine ait görevleri en iyi
şekilde yapıp sorumlulukları taşımak demek,
Devamlı herkes ve her şeyden yakınıp durmak yerine
yapabileceklerini yapıp sorunların üzerine gitmek demek,
Her konuda sorun, sıkıntı üretmek yerine varsa çözüm
odaklı hareket etmek demek,
Başkalarını ve yaptıkları hakkında mazeret üretmek
yerine biz ne yapabilirize odaklanmak demek,
Kim ve ne olursa olsun doğruya doğru, yanlışa yanlış
demek, mazlumdan yana zalime karşı olmak demek,
Başkalarından önce kendimize çeki düzen vermek demek,
Birbirimize karşı sakin, hoş görülü, hak ve hukukuna
karşı saygılı olmak demek…
Ezcümle vatan (ülke, memleket) yalnızca uğrunda
ölünecek, kan dökülecek (gerektiğinde yani can, mal ve ırzımız tehlikeye
girmişse elbette seve seve canımız feda) bir yer olmadığı, öncelikle ve
özellikle ne yapıp edip yaşanmaya, yaşanılmaya değer bir yer haline getirilip
huzurlu, mutlu ve gelecekten umutlu bir yer olması gerektiğini bu geziden sonra
bir kere daha anladım. Ve bunu yapacak, yapabilecek ve yapmak durumunda
olanların öncelikle ve özellikle başkaları değil bu ülkede yaşayan bizlerin
olduğunu asla akıldan çıkarmayalım.
NOT:
Avusturya Salzburg’da konakladığımız otelde cep telefonum bozulduğu için ondan
sonraki gezi ile ilgili fotoğraf ve videoları eşimden aldım. Kendisine teşekkür
ediyorum. Orta Avrupa Turu ile ilgili bir videoklip hazırlayıp YouTube’a
koydum. Yazıyı okuduktan sonra (ki 12.5 dk) seyredebilirseniz bütünleyici ve
güzel olur kanatindeyim. Ayrıca kıymetli eşim Arife Hanımefendi, bu gezi ile
ilgili instagram sayfası “maksat_fotograf” sayfasında reel videolar hazırladı.
Onlara da göz atmanızı tavsiye ederim.
Filistinlilere göre Nekbe (Felaket), Siyonist Yahudilere göre de İsrail Devleti'nin Kuruluş Günü'nün 76. Yıldönümü
1917'ye kadar Osmanlı'nın hakimiyetinde iken Birinci Dünya Savaşı sırasında İngilizlerin hakimiyetine geçen Filistin'de, İngilizlerin yahudilere devlet vaadi gereğince (Balfour Deklarasyonu), İngilizlerin Ortadoğu Projesi uyarınca ve yahudilere büyük desteği ile dünyanın dört bir tarafından gelen-getirtilen siyonist yahudilerin İkinci Dünya Savaşı sonrasında da yeni emperyalist efendi ABD'nin kurduğu BM eliyle Filistin ikiye bölündü, İsrail Devleti ilan edilir edilmez de tanındı (1948). Bunun sonucu da Filistinliler yaşadıkları yerleri terketmek, ya komşu veya uzak ülkelere iltica etmek, ya itrail boyunduruğunda yaşamak ya da kendi topraklarında mülteci kamplarında yaşamak zorunda bırakıldılar. Ve sonrasında da savaşlar, katliamlar, terör, hapisler, işkenceler, sürgünler, ... devam etti durdu. Filistinliler o günden beri rahat yüzü görmediler, topraklarına bir daha geri dönemediler, mülteci kamplarında doğup öldüler. İki devletli çözüm diye de ağızlarına bir parmak bal çalınıp mütemadiyen aldatıldılar. Devlet görünümlü itrail ise o günden beri işgal ettiği Filistin topraklarını her geçen gün her vesileyle büyüttü, genişletti. Yerleşimci denilen işgalci fanatik yahudiler de bu konuda büyük rol oynadı, itraili çevreleyen kukla ve işbirlikçi arap rejimleri de bu itrail'e büyük katkı verdi. Türkiye dahil halkından çoğu müslüman ülkelerin çoğu da itrail'i tanıdı ve onunla her türlü ilişkiye girdi. ABD, İngiltere ve AB bugüne kadar itrail'i korudu kolladı, destekledi ve halen de destekliyor. Sekizinci ayına giren Gazze Soykırımı'nda da itrail'e en büyük desteği yine onlar veriyorlar.
İşte bu gün ve bu vesileyle bundan 16 yıl önce İktibas Dergisi'nde yine bu konu ile ilgili bir habere yaptığım bir yorumu aynen alıntılamak istiyorum. O dönem okuduğum bazı haberlerden hareketle okuyanlarını 'gülümsetirken düşün-dürtmek' istemiştim. 2005 Şubat'ından 2008 Nisan'ına kadar bu başlık altında 8 yazı kaleme almış, 32 habere kısa ya da uzun yorum yapmıştım. Bunlardan 7'sini muhtelif tarihlerde bu blogumda bir vesileyle tekrar yayınlamış, diğerlerini yayınlamamış idim. İşte şimdi bir zamanlar yayınladığım "Gülümsetirken Düşün-dürten Haber Yorumlar VII"deki iki haber yorumdan ikincisini sizlerle tekrar paylaşmak istiyorum. Umarım beğenir ve istifade edersiniz.
HABER
Bush:
Filistin devlet olacak. İsrail'in 60'ıncı kuruluş yıldönümü için bu ülkeye 3
günlük bir ziyarette bulunan ABD başkanı George W. Bush Masada çöl bölgesindeki
tarihi siteyi İsrail Başbakanı Ehud Olmert'le gezdi. İsrail Parlamentosu'nda
yaptığı konuşmada ise "120'nci kuruluş yıldönümünüzde Filistinlilerin de
kendine ait bir devleti olacak. Hamas, El Kaide ve Hizbullah yenilgiye
uğrayacak. İsrail komşularıyla sıkı dost olacak. Ortadoğuya barış gelecek"
dedi. [Sabah; 16/05/2008]
YORUM
Yahu dostlar, içim bir açıldı, bir ferahladım
ki sormayın. Hayır, sevineceğim sevinmesine de yine de içimde bir kuşku var. Acaba
bu süper müjdeli haberi veren teksaslı kovboy; süperman mi, spiderman mi,
batman mi, yoksam iron man midir, hangi sıfatla ve de nasıl bir kafayla böyle söylüyor
bilemiyorum?
“Gençlik yıllarında alkol problemi yaşayan ABD
başkanı George W. Bush'un yeniden alkol almaya başladığı iddia edildi.“ (Sabah;
23.05.2005) Eğer ayıksa ve aklı da başındaysa güpegündüz, hiç
gereği yokken nerden çıktı bu bol keseden Filistin insanına devlet bahşetmek?
Bu bonkörlük, bu alicenaplık nerden icap etti?
Pis kokular geliyor burnuma,
ABD’nin işgal ettiği diğer yerlerden geldiği gibi. Ama ne bileyim çok mu
karamsarım ve de kötümserim. Sakın Bush olsun, Olmert olsun ve de onların
işbirlikçi dostları olsun, Filistinlilerin iyiliğini isteyip geleceklerini
düşünüyor olmasın? “Bu dünyanın yaşanacak nesi var, üç günlük dünya işte,
yaşayacaksın da ne olacak, bir şeylerin oldukça hep daha fazlasını
isteyeceksin, bunun sonu yok, iyisi mi yol yakınken dönün Rabbinize, daha evladır”
deyip kadını, erkeği, doğmamış ya da doğmuş kundaktaki bebeği kurşunlarla ve
dahi füzelerle bir evi, hatta bir apartmanı tümden vurup –önceki katliamları
bir kenara bırakacak olursak- 60 yıldır yani İsrail kuruldu kurulalı yardımseverliklerini
sergilemiyorlar mı!?
Özgür ve de laik-demokratik-kapitalist dünya da ellerine
almış cipslerini, patlamış mısırlarını ve de biralarını, koltuklarına rahatça
gömülmüş biçimde seyretmiyorlar mı bu olan biteni? İsrail hapishanelerinde
onyıllarca tutulan onbinlerce Filistinliden başka Gazze, Kudüs ve Batı
Şeria’daki milyonlarca Filistinli açık hava hapishanesine (Nazilerin yahudi
toplama kampları değil elbette) döndürülen topraklarında 1967’den beri en zor
şartlarda yaşamaya çalışıyorlarmış kime ne? Her an İsrail tanklarının,
buldozerlerinin ve de insanlı-insansız uçaklarının menzilinde ölümle, sakat
kalmakla, açlıkla, susuzlukla, ilaçsızlıkla, karanlıkla iç içe imişler kimin
umurunda?
Ay ne kötü idi Hitler, Mussolini filan. Avrupa’nın göbeğinde mülteci –pardon
toplama kampları kurup öldürmediler mi bu seçilmiş ve necip Yahudi kavmini. Aslına
bakarsanız ne gamalı haç’ın sion yıldızından, ne Filistin mülteci kamplarının
Yahudi toplama kamplarından, ne de Theodor Herlz ve dünden bugüne diğer bütün Siyonist
İsrail yöneticilerinin Hitler, Mussolini ve adamlarından farkı yoktur.
Ve yine
aslına bakarsanız, ilginçtir hepsinin de mazereti var, mazurlar(!). Zira “Bencil diktatörler genlerinin esiri oluyor. İsrailli bilim adamları
neden bazı insanların diğerlerine göre daha acımasız olduklarını araştırdı.
Buna göre, “AVPR-1” genini taşıyanlar, bencil ve zalim davrandıklarında büyük
haz alıyorlar. Araştırmaya
göre, “AVPR-1” adlı gen ile bencil ve acımasız davranışlar arasında bir bağ
bulunuyor. Bir başka deyişle, “acımasızlık” insanların genlerinde saklı. (www.ntvmsnbc.com;
07.04.2008). Demek ki neymiş bu Siyonistlerde
de tıpkı Almanlarda olduğu gibi “AVPR-1” geni mebzul miktarda imiş(!). O yüzden
genlerinin esiri olup bencil, zalim ve de acımasız olduklarından acayip haz
alıyorlar olmalılar yaptıkları zulümlerden.
Ve yine demek istiyorlar ki “Siz Alman’lar,
İtalyan’lar, 1939’dan 1945’e kadar Avrupa’da bize reva görürseniz o zulümleri,
biz de bunları yanınıza(!) bırakmayız, 1948’den 2008’e Arapları Filistin’de acı
ve gözyaşına boğarız. Onların kısılmış sesini kardeşleri bile duymazken, bizim
sesimizi uluslar arası toplumun kuruluşları, liderleri, medyası ve Hollywood
yedi düvele duyurur.” “Hayat güzeldir, Schindler’in listesi, Piyanist, Ghetto vb.”
filmlerinde bugün dahi o gün ölenlere ağıtlar yakılırken, Filistin’de ölenler kim
ki onlara ağıt yakılsın, gözyaşı dökülsün? Onlar terörist, cani, eli kanlı
fundamentalistler değil mi?
Valla bu Bush büyük adam? Adam, kendini kendi
Tanrısının –ki onun inandığı tanrı benim tanrım olamaz kesinlikle- yeryüzündeki
temsilcisi, oğlu ve belki de aynen kendisi gibi görüyor olsa gerek. İsrail’in
–ki 60 yıl önce yoktu- 60 sene sonra hala var olacağını ve de 120. yılı
kutladıklarında bir de yanlarında Filistin devleti olacağını söylüyor. 60 yıl
sonra ne olur ben bilemem, Allah bilir elbette.
Fakat bu haddini bilmez kovboy, fütursuzca,
işkembe-i kübradan konuşabiliyor. Filistin’in mücadele eden, boyun eğmeyen
kanadı olan Hamas’ın, el-Kaide’nin ve de Lübnan’ı ABD’ye, Fransa’ya ve de
İsrail’e dar eden Hizbullah’ın yenileceğini söylüyor.
Gönlünden de geçen bu
olabilir, arzu edebilir ve İsrail komşularıyla dost(!) da olabilir. Hoş, zaten
komşuları da İsraille dost olmak ve daha daha İsraille komşularının arasını
yapmak için can atıyor baksanıza. “İsrail ve Suriye
arasında Türkiye arabuluculuğunda gerçekleşecek barış görüşmelerinin gelecek
hafta, yine İstanbul’da gerçekleştirileceği duyuruldu. İsrail heyetinde yine,
Başbakan Ehud Olmert’in danışmanları Yoram Turbovitz ve Şalom Turjeman’ın yer
alması, Suriye heyetine ise Dışişleri Bakanlığı danışmanı Riyad Davudi’nin
başkanlık etmesi bekleniyor. Yüz yüze görüşmeyecek olan iki ülke temsilcilerine
Başbakanlık Başdanışmanı Ahmet Davutoğlu ve Dışişleri Bakanlığı Müsteşar
Yardımcısı Büyükelçi Feridun Sinirlioğlu aracılık yapacak. Görüşmelerde,
İsrail’in Golan Tepeleri’nden çekilmesi, Suriye’nin Hamas ve Hizbullah’la
bağlarını kesmesi ve Taberiye Gölü’nden gelen suyun paylaşımı gibi konuların ele
alınacağı belirtiliyor.” (www.ntvmsnbc.com; 05.06.2008). Diyeceksiniz ki
“Davutoğlu”nun “Davud’un oğulları(!)na” yardım etmek için cehd etmesi gayet
normaldir. Ben de valla “Stratejik derinlik” böyleyse, “stratejik yüzeysellik”
nasıldır kimbilir derim? Bush ve Olmert böylesi dostlara sahip olduğu için ne
kadar sevinseler azdır.
Artık onların şerefine Gazze, Kudüs ya da Batı Şeria’da
bir mülteci kampında bir eve, bir arabaya ya da herhangi bir hedefe füze
atabilir, tanklarla, buldozerlerle girip evlerini başlarına göçürebilir, bir
miktar Filistinli terörist(!) avlayabilir? Filistinli birinin canı, kanı, malı
ve de ırzının ne ehemmiyeti, ne kıymet-i harbiyesi olabilir ki? Vur bitsin, yak
gitsin. Nasıl olsa bu dünyada ne yapsan yanına kar kalıyor, hesabı sorulmuyor,
kimsecikler duymuyor.
ABD, Fransa, İsrail ve özgür dünyanın efendileri lütfedip
de Filistin de devlet olduğunda, onun da başı göğe erecek diğer arap ve arap
olmayan devletler gibi. Bütün olan biten unutulacak, tarihin tozlu sayfalarına
gömülecek, Ortadoğu’ya barış gelecek(!).
Amerikan barışı sayesinde kurt kuzuyla, siyonist müslümanla(!) dost olacak.
Filistinlilerin
tek dostu Bush değil elbette, Sarkozy ne güne duruyor. “Barış ancak bağımsız
bir Filistin devletiyle sağlanabilir” diyor ve gerekçesini “bakla çıkarır gibi”
dilinin altından çıkarıveriyor. “Filistinlilerin dostu olduğunu (breh breh,
böyle dostları olanların herhalde düşmana ihtiyacı olmasa gerek) vurgulayan
Fransa Cumhurbaşkanı Nikolas Sarkozy, Filistin devlet başkanı Mahmud Abbas ile
yaptığı görüşmede, Filistinlilerin şiddetten uzak durmaları gerektiğini
belirtip ‘İsrailin güvenliği’nin (lütfen dikkat, sihirli kelime bu) modern,
demokratik ve yaşayabilir bir Filistin devletinin kurulmasına bağlı olduğu
yolundaki sözlerini yineledi.” (www.samanyoluhaber.com; 25.06.2008)
Bir gün önce de, “Eşi Carla ve 450 kişilik dev bir heyetle İsraile giden
Sarkozy, Yad Vashem soykırım müzesini ziyaretinde kippasını da taktı. İsrail
Parlamentosunda konuşan Fransa lideri, İran’ın nükleer tehditine vurgu yaparak
“İsraili yok etmeye çalışanlar bizi karşılarında bulacak. Sizi asla yalnız
bırakmayacağız” (www.sabah.com.tr,
24.06.2008) diyen de aynı kişidir.
Kurulduğundan beri İsrail’i koruyup
kollayan, özellikle bulunduğu bölgede tanınmasını, komşularıyla problemsizce(!)
yaşamasını isteyenler şimdi Filistinlilere “bağımsız(!) ve yaşayabilir(!)” bir
devlet bahşetme yarışındalar. Nasıl olsa gerek Filistin’de gerekse de Müslümanların
yaşadıkları “bağımsız(!) devletlerde işbirliği yapabilecekleri yığınla dostları
da mevcutken. Onların türlü türlü hesapları var ve çekinmeden de bunu açıkça
dillendiriyorlar her fırsatta.
Elbette Allah’ın da bir hesabı var. Ve elbette
hesabını Allah’la tutturmaya çalışanlar, yalnız O’na dayanıp güvenenler,
çalışıp çabalayıp başlarına gelenlere sabredenler bütün bu oyunları
bozabilirler. Yarın ne olacağını kim bilebilir Allah’tan gayri. Yüz yılı
aşkındır Filistin’de nice zulümlere imza atanlara, gün gelecek “ne yer ne de
gök ağlayacak” tıpkı tarihte helak edilen diğer topluluklar gibi. Yeter ki
Filistin’deki ve dünyanın diğer yerlerindeki muvahhid mü’minler, dün Musa’nın
(a.s) bugünse Muhammed’in (a.s) izinden peşi sıra gidip ayrılmasınlar, fırka
fırka olmasınlar. Arz-ı mevud (vaat edilmiş arz-yeryüzü) Allah’ın tüm muvahhid
kullarına yöneliktir dün olduğu gibi bugün de. Bu böyle biline.