Sağcı zihniyetin teşrihi ve teşhiri’ni yaptıktan
sonra gelelim CHP (Cumhuriyet Halk Partisi) zihniyetinin anatomopatolojik*
tahliline. CHP zihniyetinin tahlili, kelimenin gerçek anlamıyla bu ülkede solcu
zihniyetin analizi anlamına elbette gelmez fakat şu sıralar değişim/ dönüşüm
geçirmekte olan sistemin jakoben/ dayatmacı/ tepeden inmeci yüzünün tahlili
anlamına pekȃla gelir. Yirminci yüzyılın ikinci çeyreğinde devrimci (doğru yanlış
ne varsa yıkıp deviren anlamında) olup, şimdilerde o döneme (1923-1950) ait, elde
avuçta ne varsa onu korumaya ve yeni şartlara uyum sağlamaya çalışan bu zihniyet,
sağcı zihniyeti temsil eden çok sayıda partiden ziyade hȃlȃ sistemin diğer kanadını tek başına temsil etmeye devam ediyor.
Osmanlı İmparatorluğu’nun altı yüzyılı aşkın ömrü
artık son demine gelmiş idi. Canlıların bir ömrü olduğu gibi devletlerin de bir
ömrü vardır elbette. Bir devlet tarih sahnesinden çekilse bile insanlar yine
bir başka devlette (yönetimde, sistemde) yaşamaya devam ederler. Osmanlı zaten
kendi içinde arız olduğu hastalıklardan kurtulmak amacıyla yüzyıla yakın zaman
içinde birçok değişikliği/ tedavi yöntemlerini denemişti. Islahat, Tanzimat,
Meşrutiyet derken İttihat ve Terakki Partisi’nin elinde parçalandı, un ufak
oldu.
Birçok etnisiteyi, birçok din ve mezhebi, birçok
kültürü içinde barındıran Osmanlı, içerden ve dışarıdan uğraşanların elbirliği
ile yıkıldıktan sonra tek etnisiteli, tek din ve mezhepli, tek kültürlü yeni
bir devlet (ulus devlet) ve millet oluşturmak için (on yılda onbeş milyon her
yaştan gencin baştan yaratıldığı (!) hatırlansın lütfen) her türlü yol ve
yöntemi denedi Türkiye Cumhuriyeti (TC).
Üç kıtada, birçok cephede vuruşa vuruşa
Anadolu’ya çekilen Osmanlı’yı, İngilizler ve müttefikleri burada da rahat
bırakmadılar. Onların gazıyla Yunanlıların hayalleri depreşince CHP’nin resmi
tarih kurgusunda ‘Kurtuluş savaşı’ diye isimlendirilen muharebeler yaşandı. Bu
muharebelere Anadolu insanı varıyla yoğuyla, canıyla kanıyla katılmasına rağmen
sonrasında Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa ve onların çizgisini benimseyenler
(CHP) devlet aygıtını ele geçirdi. Diğerlerinin ise bir kısmı canını kaybetti
(Ali Şükrü Bey, Deli Halid Paşa, Mustafa Suphi, İskilipli Atıf Hoca vb), bir
kısmı sürgüne gitti ya da gönderildi (Mehmet Akif Ersoy, 150’likler, vb), bir
kısmı canını zor kurtardı (Kazım Karabekir Paşa, Refet Paşa, Ali Fuad Paşa, vb) ve büyük bir kısmı ise (halkın CHP’li
olmayan ezici çoğunluğu) yeni devletin (rejimin) binbir türlü kötü, acımasız,
gaddar muamelelerine maruz kaldı. Öyle ya devleti CHP zihniyeti kurtarmıştı,
halk da yapılacak inkılaplara ‘paşa paşa’ rıza gösterecekti. Yoksa mazaallah
karşı devrimci, vatan haini, yobaz, gerici ve çağdışı olmak işten bile değildi.
Kurtarıcılar halkı dış tecavüzcülerden kurtarmıştı ya (!?), halk artık mutlu
olabilir, yeni halden zevk alabilirdi. Aslında yeni (!) ve genç TC (CHP)
işgalci ve sömürgeci Batı karşısında bir nevi ‘tecavüzcüsüne aşık aptal kız’
konumunda idi. İçeride Frenkleri taklit ederek halkı onlara benzetmeye
uğraşırken, kendisi de Batı karşısında aşağılık duygularından kurtulmak, onlara
kendini beğendirmek ve onlar nezdinde kabul görmek için takla üstüne takla
atıyor, çılgınlık üstüne çılgınlık yapıyordu. Ne de olsa bu Türkler çılgın
değil mi idi?! Devletlü kesim nasıl olsa halk için neyin iyi, neyin kötü
olduğunu elbette daha iyi bilirdi. Ya bir de bu kahraman kurtarıcılarımız
olmasaydı, hafazanallah yunanlılar nesebimizi bozar, kimse anasını babasını
bilemezdi, camiler ezansız kalırdı (en azından Türkçe bile olsa bir ezan vardı,
buna da şükürdü), kadınların örtüsüne el uzatılır, alfabemizi değiştirmeye
kalkarlar, geçmişimizle ve İslamla bağımızı kesmeye kalkarlardı. O yıllarda
halk süregelen savaşlardan dolayı zaten yoksul, yorgun ve perişandı. Nüfusun
%70-80’i köyde yaşıyordu. İletişim ve ulaşım iptidai şartlarda idi. Üstte yok,
başta yok idi. Üstüne üstlük bir de baskı öylesine yoğundu ki muhalefet nerdeyse
sıfırlanmıştı. Takrir-i Sükun Kanunu, Hıyanet-i Vataniyye Kanunu, İstiklal
Mahkemeleri, Jandarma ve diğer devlet araçlarıyla ülke genelinde terör estiriliyor,
aykırı seslerin nefesi kesiliyor, defteri hemen dürülüveriyordu. Omuz üstünde
baş taşımak öyle her yiğidin harcı değildi. Kimi kime şikayet edeceksindi ki. O
yıllarda yargı bağımsızdı bağımsız olmasına da (!?) insan hak ve hürriyetleri
kavramları filan bilinmiyor, vatandaşın bırakın Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’ne başvurmasını, şehre bile inmesi kolay değildi. Hem öyle devlete
meydan okumak, devleti-devletliyi şikayet etmek, devleti tahkir ve tezyif etmek
kimsenin aklından geçmez, herkes haddini bilir, bilmeyene de itina ile
bildirilir idi. İstiklal Mahkemeleri, siyasi infaz (Osmanlıdaki siyaseten katl)
görevini yürütüyordu. Üyeleri Kamal Atatürk tarafından, hukukçu olmayan CHP
milletvekillerinden seçiliyor ve bizzat ondan direktif alıyorlardı. Muhalif
olan, karşı çıkan herkes bu mahkemeler marifetiyle bertaraf edildi, susturuldu.
Öyle temyiz filan yoktu, hemen oracıkta cezalar kesiliyor, insanlar
darağaçlarında sallandırıyorlardı. Devlet terörü ile bile isteye, planlı
proğramlı korku ortamı yaratılıyor ve bütün toplum sindiriliyordu.
“…Kel Ali
(Elazığ’da kurduğu mahkemede), “CHP ve devrim yandaşı” olmayı reddeden
Ahmet Emin Yalman, Hüseyin Cahit Yalçın, Velid Ebuzziya ve Eşref
Edip Fergan gibi gazetecileri idamla yargılamış, ancak özür dilemeleri ve
sisteme asker yazılmaları karşılığında affetmişti. Ek hatırlatma: Kel Ali’nin
ismi, CHP Yenimahalle Belediyesi tarafından, bir parka verildi.” (Hepimiz
Ahmet Hakan Coşkun mu olalım?, Ahmet Kekeç, Star, 16.05.2011)
TBMM dikensiz gül bahçesine döndürülmüştü. Herkesin
korkudan nutku tutulduğundan, ‘nutuk’ rahat rahat irad edilebiliyordu. Kararlar
oy birliği ile alınıyordu. Ulu Önder'in, Ebedi ve Milli Şefin himayelerinde
Anadolu insanı hamur haline getirilip yeniden şekillendiriliyordu. Tarih,
rejimin ihtiyacına göre yeniden yazılıyor-üretiliyor, gerçekler tersyüz edilip
hain kahraman, kahraman hain ilan ediliyor, geçmiş tu kaka edilip genç beyinler
cumhuriyetin okullarında Başöğretmen’in dediği üzere ‘gökten indirildiği
söylenen sözlerden değil, akıl ve bilimden ilham’ alarak yetişiyorlardı. CHP
zihniyeti (yüzeysel ve deriniyle) devletin tamamına hakimdi. Yani TC CHP, CHP
TC idi. Ayrısı gayrısı yoktu. Bir ve beraberdi. Dostlar çok partili hayatta
görsün kabilinden ve de muvazaa için Terakkiperver Cumhuriyet Partisi ve
Serbest Parti kurduruldu. Kurulmalarıyla kapatılmaları bir oldu. Aslında halk
nezdinde ne CHP’nin ne de devrimlerinin bir kıymet-i harbiyesi yoktu. 1923-1950
arası tam 27 yıl CHP’nin (devletin) astığı astık, kestiği kestikti. TSK, TBMM,
yargı, eğitim, üniversiteler, basın, iş dünyası her şey ama her şey CHP’nin
tasarrufunda, kontrolünde idi. Osmanlı padişahında olmayan güç TC
cumhurbaşkanında, askeri ve sivil bürokratında vardı. Halkın kılık kıyafetinden
(baştan ayağa, ıskarpinden şapkaya kadar ve yüzlerce yurttaşın canına kıyma
pahasına) ağırlık ve uzunluk ölçülerine; kullandığı alfabesinden (ki geçmişle
her türlü bağın kopması ve hafıza kaybı amaçlanıyordu) ezanına kadar hemen
hemen ellenmedik, dokunulmadık alan bırakılmadı. İçeride düşman ilan edilen (iç
tehditler) halk kesimlerinden Kürtlerin (Dersim katliamı vb), dindar
Müslümanların (Menemen, Şeyh Sait ayaklanması filan bahane edilerek sayısız
şeyh, hoca, müderris, alimin katli) ve Sosyalistlerin (Mustafa Suphi ve
arkadaşlarının katli vb) icabına bakıldı. Devrimler denilen şekilcilikten öte
geçmeyen, yüzeysel değişikliklerle gürültü koparılırken, halkın temel
sorunlarının hiç biri doğru dürüst ele alınmadı. Cumhuriyetin sahipleri ülkenin
imkanlarını hem kendileri hem de yandaşları-candaşları ile tepe tepe
kullandılar, makam mevki ve zenginlik adına ne varsa paylaştılar, artan
kırıntıları da halka bıraktılar. Bugün kaybediyoruz-kaybettik dedikleri
cumhuriyet kazanımları da hakimiyetleridir, mal varlıklarıdır, ayrıcalıklarıdır,
makam ve mevkileridir.
İçe kapanan, komşularıyla bağını kesen, sırtını
doğuya, yüzünü batıya dönen, batılılaşma adına halka her türlü eza ve cefayı
reva gören CHP, ilkeler denen oklarını halkın bağrına sapladı. Dış politikada o
günün dünyasının patronu İngiltere’nin çıkarlarına aykırı bir icraat hemen
hemen yoktur. 1917’de Rusya’daki Bolşevik ihtilal, İngiltere’yi ve diğer
sömürgeci ortaklarını telaşlandırmıştır, fakat ‘Anadolu İhtilali!’ her nedense
telaşlandırmamıştır. Zira onları rahatsız eden bir durum yoktu ortada. Hem
Türklere de bir vatan lazımdı, Orta Asya’ya dönecek halleri yoktu ya- hoş
dönecek bir yer de yoktu zaten. Türk-Yunan muharebeleri sonrasında (Lozan’da)
İngiltere ve müttefikleri, TC ile bir şekilde anlaştı, antlaştı. CHP’lilerin
iddia ettiği gibi ortada onlara rağmen bir zafer ve yedi düvele karşı bir savaş
da yoktu aslında.
CHP (TC) memnundu, içerde istediği gibi icraat
yapıyor, yakıp yıkıyor, asıp kesiyordu. İngiltere ve müttefikleri memnundu,
kendilerinin çizgisinde/dümen suyunda ve onların yaptıklarına karışmayan,
sömürülerine engel olmayan, ses çıkarmayan, tekerlerine çomak sokmayan, pişmiş
aşlarına su katmayan, tavuklarına kış demeyen ve hatta yapılan inkılaplarla
ekmeklerine yağ süren küçük, militer, otoriter, faşist, bir çeşit ‘bonapartist
diktatörlük’le yönetilen bir devlet vardı karşılarında. Zaten Avrupa’da da o
yıllarda baskıcı, tek partili, tek adamlı (führer, duçe, vb) faşist yönetimler
ağırlıktaydı. Yani TC sırıtmıyordu, dikkat çekmiyordu, bir uyum vardı.
Fakat halkın ezici çoğunluğu memnun değildi. Ve
CHP dışındaki üçüncü parti denemesinde de önceki denemeler gibi akın akın koştu
yeni kurulan Demokrat Partiye. Yeter ki CHP olmasın da, ne olursa olsundu. 27
yıl boyunca horlanmış, aşağılanmış, itilmiş ve kakılmıştı. Devlet (CHP) her
gece sabahlara kadar içip içip eve gelen, karısına her gün eşşek sudan
gelinceye kadar sopa çeken, bir gün olsun gün güzü göstermeyen, bir tatlı sözü,
bir güler yüzü karısından sirgeyen koca misali idi. İç şartlar ağırlaşmış,
baskı artık dayanılmaz olmuş, kokuşmuşluk her yanı sarmış ve rejim tıkanmış,
artık tek partiyle yürütülemiyordu. Zaten dışarıda da patron değişmişti.
Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) estirdiği demokrasi rüzgarları, Okyanus
ötesinden doğru püfür püfür esiyordu. İngiltere’nin dolayısıyla Avrupa’nın
Türkiye üzerindeki etkisi azalıyor, ABD’nin etkisi artmaya başlıyordu. İç ve
dış şartların zorlamasıyla ister istemez çok partili hayata geçildi.
CHP seçimi kaybetmenin ve devlette az da olsa
kendisine bir kuma gelmesinin faturasını bir on yıl sonra o çok iyi bildiği ve
tezgahladığı oyunlarla (darbe ortamı itinayla hazırlanırdı), silahlı gücü
konumundaki TSK eliyle rejimin diğer sistem içi kanadına pahalıya ödetti. Ve
aynı TSK, NATO’nun güney kanadı olarak soğuk savaşta ABD’nin yanında yer
alacak, 2000’li yılların sonuna kadar da birlikte iş tutacaklardı. Darbe,
muhtıra, bildiri dahil bu ülkenin insanının başına ne kadar çorap örülmüşse, ne
kadar iç çatışma, kışkırtma oluşturulmuşsa, ne kadar fail-i meçhul, karanlık
hadise varsa TSK içinde bir şekilde yer bulacaktı. Ve aynı TSK, CHP’ye her
zaman ayrı bir muhabbet besleyecek, CHP de bunu karşılıksız bırakmayacaktı. Ne
de olsa et ve tırnak gibiydiler. Demokrat Parti’nin Başkanı-Başbakan ve iki
bakanını asarak 1950’deki yenilginin intikamını alacak, gelecekteki itaatkar
olmayabilecek, sözünden çıkabilecek hükümetlere de ibret-i alem olacaktı. 1960
darbesini (idamları) ‘Anayasa ve Hürriyet bayramı’ ilan edip kutlayacak,
kutlatacak kadar da halkla alay edeceklerdi. ‘Alışmış kudurmuştan beterdir’
misali kendileri gibi düşünmeyen sivillere her fırsatta hadlerini
bildireceklerdi. Zaten fiziki olarak da kuşattıkları meclisi konu mankenine
döndüreceklerdi.
“…TBMM'yi kapatmaya Yunan ordusunun
gücü yetmemiştir ama Türk ordusunun bazı subaylarının gücü iki kere yetmiştir…”
(Alternatif meclis kuran asılır!, Engin Ardıç, Sabah, 11.06.2011)
‘Olağanüstü haller, organize işler’ haricinde,
kurulduğundan beri CHP’ye halkın %20-30 küsurluk kesimi dışında (müsaade
ederseniz o kadar da olsun) kimse iltifat etmemiştir. Yaban olan CHP’dir, halk
değil. Halkı ‘terbiye edilmesi gereken’ iç tehdit olarak gören CHP’dir.
Hükümette olmadığı zamanlarda bile TSK, Yargı, Bürokrasi, MİT, TÜSİAD vb eliyle
hükmünü yürüten CHP’dir. Bu kadar günahına, zulmüne rağmen pişkin pişkin
ortalıkta gezinip üste çıkan, müzmin muhaliflik yapan CHP’dir. Halkı, göbeğini
kaşıyan, bidon kafalı, cahil, başına bir bez parçası bağlayan güruh olarak
gören CHP’dir. 2000’li yılların başına kadar laiklikten başka sermayesi
olmayan, mütemadiyen Atatürkçülük pazarlayıp onun bezirganlığını yapan CHP’dir.
Türkiye’nin değiştiğini, dünyanın değiştiğini göremeyecek kadar kör, sessiz
çoğunluğun sesini duyamayacak kadar sağır olan CHP’dir. Düne kadar sırtını
TSK’ya, Anayasa Mahkemesi’ne, yargıya, bürokrasiye, medyaya ve daha bilmem neye
dayayıp siyaset yapan CHP’dir.
CHP gerçekten adındaki iki kelimeyle yani
cumhuriyet ve halkla ilgisi olmayan, çağdışı,
tedavisi mümkün olmayacak kadar hastalıklı, Türkiye ve Dünya
gerçeklerinden kopuk bir partidir. Halka karşı ne kadar darbe, baskı varsa
onaylamış, halkın değil darbecilerin, devletlü kesimin yanında yer almıştır. Ve
ne yazık ki geçen seksen küsur yılda yaptıklarından dolayı halktan bir özür
bile dilememiştir. Hatasını anlamamış, bile isteye hata yapmakta ısrar etmiştir.
Ergenekon örgütünün avukatlığına soyunup iktidarını kaybetmemek için her türlü
numaraya başvurmuştur. Bu zihniyet ile hükümet de olsa bu geçici, arizi bir
durum olacaktır. Çünkü idealizmini kaybetmiş, tutarsız, çelişkili, yaşanan
hayattan kopuk, halkın değerleriyle kavgalı, herkesin geçmişte olan biteni
unuttuğunu sanacak kadar zavallıdır. Sondan bir evvelki genel başkanlarının
zina yaptığı ortaya çıktığında bile onu savunmak ve bu olayı basite indirgemek
için nasıl da cansiperane uğraşmaları hatırlansın lütfen.
CHP’den ve o zihniyetten ne köy olur ne de
kasaba, hatta mezra bile olmaz. Miyadını doldurmuş, son kullanma tarihi
geçmiştir. Bu ülkenin insanlarına travma yaşatmıştır. Hafızasını kaybettirmiş,
kendinden başka her şeye benzetmiştir. O kadar çok insanın canını yakmış, o
kadar çok ah almıştır ki, hasta döşeğinde bile rahat yüzü görmeyecek, kolay can
veremeyecektir. Uzatmaları oynamaktadır. CHP ya baştan ayağa değişecek (ki o
zaman da adı CHP bile olsa başka bir partiden bahsetmek lazım gelir) ya da
parçalanacaktır. O zaman klasik CHP zihniyeti de küçük, marjinal bir parti
olarak siyasi hayatta varlığını –belki- devam ettirebilecektir. İletişimin ve
ulaşımın arttığı, halkın gözünün açıldığı, resmi yalanlara kanmadığı, nüfusun
artık %70-80’inin şehirlerde yaşadığı bir ülkede CHP zihniyeti toplasa toplasa ancak
nal toplar. 21. yüzyılın Türkiye’sine ve dünyasına söyleyebileceği, verebileceği
fazla bir şey yoktur.
Ne hazindir ki Türkler (CHP’li ve MHP’li
olanları) bu yanlışları yapmışken ve aradan bunca yıl geçmişken, olup biten
ortada iken ve bunca bedel ödenmişken, aynı yanlışı bu sefer Kürtlerin bir
kısmı yapmak için uğraşıyor. Ne diyelim Allah akıl fikir versin (heyhat, vermiş
vermesine de gereği gibi kullanan nerde).
“Kapatılan Demokrasi ve Barış Partisi (DBP)
Başkanı ve yazar Yılmaz Çamlıbel, “PKK Kürt sorununu kangrene çevirdi. Kemalistlerin
üniter siyasetini taklit ederek Kürtleri tek ideoloji alanına sıkıştırmak
istiyor” dedi. “PKK, siyasi bir partiden ziyade silahlı bir
organizasyona benzemektedir ve her sözünde bir keramet bulunan, astığı astık
kestiği kestik, kutsal bir kişi tarafından yönetilmektedir… Kürt ulusal
hareketini bloke eden PKK’nin sekter tavırları krizi kangren haline getirdi.
PKK, Kemalistlerin üniter siyasetini taklit ederek Kürtleri tek ideoloji, tek
parti, tek bayrak, tek sınıf, tek dil, tek din ve mezhep alanına sıkıştırmaya
çalışıyor… / … Zana’nın, ‘Öcalan çocuklarımıza öğretmen olacak’ lafı Atatürk’ün
kara tahta başında Türk çocuklarına latin alfabesini öğrettiği resmini bana
hatırlattı. Örgüt ile önderinin Kemalizm hayranlığı boşuna değildir.” (PKK,
Kemalist uygulamaları taklit ediyor; Star, 07.06.2011)
* Anatomopatoloji: Patolojik anatomi olup
hastalıklı organları inceler.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder