27 Nisan 2023 Perşembe

İRFAN’IN PENCERESİ’NDEN - Kırk Bir Yılın Hikâyesi 3 - “Bir kanlı şafakta, bana çil horoz / Yepyeni bir dünya etti hediye”

İRFANIN PENCERESİ’NDEN

Kırk Bir Yılın Hikâyesi 3

Bir kanlı şafakta, bana çil horoz / Yepyeni bir dünya etti hediye” (1)

 

Merhum Necip Fazıl’ın kitaplarıyla karşılaşıp da tasavvufla karşılaşmamak mümkün değildir. Benim için de öyle oldu. Gerek bu ülkede gerekse özellikle Batı Dünyası’nda dünya hayatının her türlü haz ve heyecanlarıyla haşır neşir olan insanların bir türlü dinmek bilmeyen içsel (manevi) boşluklarını doldurmak, sükûnete, dinginliğe, huzura ermek ve ayrıca hayatın anlamı / amacı konusunda kafalarındaki sorulara bir yanıt bulmak için çıktıkları mistik yolculuktaki duraklarından biri olan tasavvuf, benim için sadece son şıkkıyla ilgili idi. Zira henüz delikanlılık çağındaydım, dünya nimetlerine gark olmamıştım, mahrumiyet içinde idim, ilk okuduğum kitaplar ve üniversitedeki tasavvuf ile ilişkili arkadaşlar bu yönelime sebep olmuştu.

Tasavvufla ilgilenince de eteğine yapışılacak, intisap edilecek bir mürşit, bir şeyh aramak için tabiri caizse “demir çarık demir asa” yola koyuldum. Aradan uzun yıllar geçtiği için şimdi hayal meyal hatırladığım çeşitli tasavvufi sohbetlere katıldım, nefsimi terbiye etmek için yeme, içme ve uyku noktasında birtakım kısıtlamalara gittim, girişimlerde bulundum. Bir gün arkadaşlarla konuşurken bu tarikatlardan birine mensup bir arkadaşın anlattığı bir şey tuhafıma gitmişti. Cebinden sık sık şeyhinin fotoğrafını çıkarıp bakan bu kişi, bu şekilde rabıta yaptığını yani şeyhiyle irtibat kurduğunu söylemiş ve eklemişti. Şeyhi geçenlerde rüyasında Hz. Muhammed (sa)’i görmüş ve eteğinden tutup ondan kendisine bağlı müritlerin sorgu suale çekilmeden cennete gireceği konusunda söz almadan bırakmadığını söylemişmiş. Tabii o yıllarda Kur’an filan okumadığımız için Kur’an’la sağlamasını yapacak, bu sözün ne anlama geldiğini analiz edebilecek durumda değildim, sadece yadırgadığımı söyleyebilirim. Zamanla anladım ki, bu nasıl bir şey(h)tir böyle. Tasavvufa mensup olanlar arasında “şeyhi olmayanın şeyhi şeytandır” diye bir söz dolanır durur. Böyle şeyhi olanın şeytana ihtiyacı olmasa gerek, zira müritlerinin önüne düşen bu şeyhin Kur’an’dan haberi olmadığı gibi şaşkın biri olarak şefaati (yardımı, merhameti, bağışlanmayı) Allah’tan değil de kulundan ve son elçisinden istiyor. Hani derler ya imam şey yaparsa, cemaat ne yapmaz.

Nakşibendi tarikatına bağlı İskenderpaşa Cemaati şeyhi Mehmed Zahit Kotku’nun damadı merhum Esad Coşan’a ait Hakyol Vakfı’nın çıkardığı İslâm, İlim ve Sanat dergilerini ayrıca Konya’da yayınlanan Ribat dergisini takip ediyor, çeşitli tasavvufi kitap ve yazılar okuyordum. Esasında manevi bir boşluğum olmadığı gibi birkaç husus dışında gündelik yaşamımda nefsimi ıslah, terbiye ve tezkiye etmem için fazla bir gerekçe de yoktu. Tasavvuf kendime (nefsime) ve dünyaya dair kafamdaki sorulara cevap vermiyor; rüya, keramet, zikir ve menkıbeler vaktimi ve enerjimi tüketiyordu. Aklımı, irademi “gassalın elindeki meyyit” yani ölü yıkayıcının elindeki ölü misali şeyh, mürşit diye adlandırılan birinin eline teslim etmek bana göre değildi. O yüzden seyri süluk (tasavvuf yolculuğu)m fazla sürmedi. O sıralar bir saz edinmiştim ve saz dersleri de alıyordum. Tasavvuf müziğinde ise ney ve def dışında çalgı aletine -hele saz aletine (ki nedense saz bu ülkede ağırlıklı olarak alevi kesimin ilgilendiği bir müzik enstrümanı olmuştur) zinhar sıcak bakılmadığı, hatta müziğin “boş ve faydasız işler” cümlesinden olduğu fikri hâkim olduğundan benim de sazdan soğumama sebep olmuştu. Bu sebepledir ki İslami kesimde ilk müzik daha doğrusu ezgi çalışmaları marş formunda ve def ağırlıklıdır.

Fakültede merhum Said Nursi’nin takipçileri olan ve birçoğunun yaşı bizden büyük abiler vardı. İşin ilginci bu abiler sessiz, sakin ve okudukları nur risalelerinden olacak nur yüzlü idiler. Nur dershaneleri denilen öğrenci evlerinde disiplinli ve her ne kadar Said Nursi “zaman tarikat zamanı değil, belki imanı kurtarma zamanıdır” demişse de aslında yaşantıları tarikatla, tasavvufla büyük ölçüde uyuşuyordu. Yalnız buradaki ritüel; zikir ve tasavvuf büyükleri olan sofilere ait sözler, menkıbeler değil tek bir kişiye yani Said Nursi’ye ait sözler yani “Nur Risaleleri” idi, her gün, her fırsatta okunurdu. Bütün düşünce ve gündelik pratikler onunla ilgili ve ilintili idi. Osmanlıca olan ve herkesin değil bu konuda yıllarca süren eğitimden geçmiş abiler tarafından tercüme ve tefsir edilen metinler topluca okunulur dinlenirdi. Genelde bu eserler iman konuları etrafında döner durur, bilim ile İslam arasındaki ilişkiye dikkat çekilirdi. Bu konuları ele alan Zafer, Sızıntı gibi dergiler revaçta idi.

O sıralar Mısır İhvan-ı Müslimin (Müslüman Kardeşler)’in önde gelenleri olan Hasan El Benna (Risaleler), Seyyid Kutub (Yoldaki İşaretler), Muhammed Kutup (Taklitlerin Çarpışması) gibi isimlerin kitaplarını da okuyor idim. Bir ara elimdeki Said Havva’ya ait İslam isimli kitabı görünce bu abilerden biri “Ne diye bunları okuyorsunuz, bunları okuyup da ne olacak?” demişti. O gün de bugün de bana bir kişiye (velev ki bu kişi allame-i cihan olsun) ait eserleri, çalışmaları, fikirleri üstelik tekrar tekrar okuyup durmak doğru ve anlamlı gelmemiştir. Zira bu tek yönlü bir beslenme, bir tür şartlanma olup beyni (düşünceyi) sağlıklı ve yeterli beslemez, hak ve hakikati arayanlar için handikap teşkil eder. Bu sebeple o sıralar yazar Mehmet Metiner’in arkadaşları ile çıkardığı Girişim ve merhum Yaşar Kaplan’ın tek başına çıkardığı Aylık Dergi isimli dergileri de takip etmeye çalışıyordum.

Yıllar önce Nur (halk arasında Nurcular olarak bilinirler ve farklı alt grupları vardır) cemaatine mensup bir arkadaşın kardeşine sohbet sırasında bir şey söylemiştim. Bu delikanlı Said Nursi’ye ait risaleleri öyle bir ezberlemiş, hatmetmişti ki adeta ağzından çıkan her söz, her cümle sanki Nur külliyatına aitti. Demiştim ki; “İslam alimlerinin, bilginlerinin bütün eserlerinden, çalışmalarından istifade ettiğimiz gibi Said Nursi’nin eserleri ve düşüncelerinden de faydalanılabilir”. O da demişti ki; “Bediüzzaman’ın (takipçileri Said Nursi’yi bu şekilde tanımlar, över, “zamanın harikası, güzelliği, benzersizi” anlamlarına gelir) kitaplarını, düşüncelerini diğerlerininki ile aynı tutamazsınız. Nur Risalelerinde serdedilen fikirler Said Nursi’nin kendi ürettiği, ona ait sözler değil, ona yazdırılan sözlerdir” dedi. “Bu ne demek oluyor, vahiy mi demek istiyorsun?” deyince de “Tam olarak öyle değil, ona ilham edilen, ona dikte edilen, onun dahli olmadan onun kalemine, dimağına süzülen hakikatlerdir” deyince ben de “İşte burada sana katılmıyorum, ayrılıyorum. Vahiy dememek için lafı eğip büküyor, bin dereden su getiriyorsunuz” dedim ve o günden sonra da Nurculuk ve Said Nursi eserlerinden soğudum, uzaklaştım. Nadir de olsa bulunduğum Risale-i Nur sohbetlerinde ise sessiz kalmadım, kafama takılan şeyleri sordum, çelişkili bulduğum noktalara itiraz ettim. (2)

Yeri gelmişken Said Nursî ve Külliyatı (Risaleleri) ile ilgili kanaatimi de belirtmek isterim. Said Nursî, Doğu’nun (ki kendisi Bitlis’in Hizan ilçesine bağlı Nurs köyündedir, Nursî Nurs’lu demektir) medrese ve ulema geleneğinden gelen önemli bir alimdir. Çileli ve meşakkatli bir ömür sürmüş, bildiği ve inandığı yolda mücadele vermiş, bu uğurda sürgün, hapishane gibi nice zorluklara göğüs germiş bir dava adamı olup yaşadığı çağın, ülkenin şartlarında ele alınıp değerlendirilmesi gereken biridir. Fikirleri ve mücadelesi eleştiriye kapalı ve noksanlıktan, hatadan beri değildir. Bir ekol, bir çizgi oluşturmuş, kendisinden sonra da bağlıları (talebeleri, şakirtleri) farklı kollara ayrılsa da onun yolunu (tarikini) sürdürmüşlerdir. Bu ülkede mezar yeri bilinmeyen, bir mezar yeri dahi kendisine çok görülen ender şahsiyetlerden biridir. Bu tür yol ve çığır açıcı insanların ismi ve düşünceleri etrafında, zaman içinde kutsi bir hâle oluşturulup o günün şartlarında ve dünyasında oluşan fikirler, konular ve hadiseler sistemli ve stabil hale getirilip düşüncenin dondurulmasına ve toplumun ayrılıp ayrışmasına zemin hazırlayabilir. Bu durum sadece Nurculuğa has olmayıp bütün ideoloji, din, mezhep, tarikat, cemaat ve fırkalar için de geçerlidir.

Tarihe mal olmuş bu kişiler ve fikirlerini tarihsel koşulları içinde ele alıp onlardan alınacak şeyleri alıp tarihteki yolumuza devam etmezsek, tarihselliğin kurallarını dikkate almazsak bu tür kişi ve fikirler düşüncemize zenginlik katmak şöyle dursun birer engel, ayağımıza pranga olmaya namzettirler. Toplum içindeki fırkalaşmanın, ayrışma ve gruplaşmanın (tefrikanın) birer bileşeni, argümanı olmaktan kendilerini kurtaramazlar. Nitekim bir zamanlar birilerinin susuzluklarını gideren bu ırmak, ilerleyen zaman içinde bulanıklaşabilir, kuruyabilir ya da başkalarının değirmenine su taşır, onlar tarafından birtakım emelleri için kullanılabilirler. Çünkü böyle organize topluluklar, toplumsal baskı grubu oldukları için çok partili sistemde oy deposu olarak görülüp birtakım pazarlıkların konusu da olabilirler, hatta bu ilişki simbiyotik biçimde “al gülüm ver gülüm” çerçevesinde yürür gider. Hatta öyle bir zaman gelir ki, bu cemaat, tarikat ya da aşiret gibi topluluklar iktidarın, devletin tümüne bile talip olabilir, hedefleyebilir, tehlike teşkil edebilir.

Nitekim bunlardan biri olan Nurcu ekolün yeni bir versiyonu o yıllarda fakültede de vardı. Neonurculuk diye de tabir edilen bu ekole mensup arkadaşlar da vardı. (3) Bu arkadaşların kaldıkları öğrenci evlerinde (ki o yıllarda ışık evleri ya da gaybubet evleri tabiri pek yaygın değildi) Nur Risalelerinden daha ziyade “Hocaefendi” diye tanımladıkları Fethullah Gülen’e ait kitaplar okunur, sohbet kasetleri dinlenir, videokasetleri izlenirdi. Tıpkı Nur dershaneleri gibi mütevazi döşenmiş ve disiplinli bu evlerde sorumlu bir abi (kız dershanesi ise bir abla) olurdu. Bu arkadaşlar bizim farklı kitaplar okuduğumuzu, farklı kişilere kulak verdiğimizi ve farklı fikirlere sahip olduğumuzu bildiklerinden bizi eleştirir, radikal takıldığımızdan dem vururlardı. İlaveten parti hareketi ya da devrimci söylemin yanlış olduğunu, sistemin legal (yasal) yoldan ayrılmadan içeriden fethedilebileceğini, bu yöntem çok zaman alsa da devlet içinde her alanda, her kademede eğitimli ve yeterli eleman yetiştirildiğinde, yerleştirildiğinde (paralel devlet yapılanması) sistemin zaten zamanla kuşatılıp ele geçirileceğini, böylece sorunun kendiliğinden halledilmiş olacağını ifade ederlerdi. Son askeri darbe olan 12 Eylül’ün üzerinden daha birkaç yıl geçtiği ve bu hareket (cemaat) henüz yolun başında, emekleme döneminde olduğu için bu sözler bize uzak bir hayal, gerçekleşme şansı olmayan bir düş gibi gelirdi.

Cumhuriyet tarihi boyunca müesses nizam tarafından dinle ilgili, ilintili, iltisaklı herkes, hepimiz “irtica, gericilik, yobazlık tehdidi” ile tanımlandığı, kodlandığı için bu tür sözler dikkatimizi çekmezdi, umursamazdık. Tabir-i caizse karşımızda ortak bir düşman mevcuttu. Sağ sol çatışmasının, anarşi ve terörün sonlandığı, sonlandırıldığı bir vasatta, soğuk savaşın hüküm sürdüğü iki kutuplu bir dünyada de(a)politize bir gençliğin ve ülkemizi de kapsayan “yeşil kuşak” projesinin yürürlüğe konulduğunu duymuştuk duymasına da ne olduğu konusunda fazla bir bilgimiz yoktu. Devletin, sistemin, rejimin işlerine aklımız ermez, sırrına (istihbaratına, kapalı kapılar ardında, gizli karanlık mahfillerde olan bitene) vakıf değildik. Saf (saftirik) ama samimi, bir o kadar da aklı bir karış havada zavallı gençlerdik. İlk ve ortaöğretimde bizi ideolojisine göre formatlayan, beynimizi dizayn eden devlet bunu bile yeterli görmemiş olsa gerek, üniversite ilk yıllarında hatta Tıbbiyede bile Türkçe ve İnkılap Tarihi & Atatürkçülük dersi okutulan bir nesildik. Biz bilmeyiz devletin sahibi büyüklerimiz bilirdi. Huylu huyundan kolay kolay vazgeçmez derler, cumhuriyetin yüzüncü yılında bile esasta değişen bir şey olmadığını düşünüyorum.

Cumhura, halka, millete, ülkeye inen, indirilen son darbenin üzerinden fazla geçmediği için fakültenin morfoloji binasının duvarlarındaki yazılar ve sloganların üzerini kapatan boya badana izleri bile hâlâ duruyordu. Fakültede ve ders gruplarında kendilerini sol, sosyalist olarak tanımlayan arkadaşlar vardı. Onlar almış oldukları ideolojik birikim nedeniyle iyi kötü dinle diyanetle ilgili olan bizlere  biraz istihza, gırgır geçme kabilinden çeşitli sorular sorar, sorgularlardı. Her ne kadar askeri darbe üzerlerinden silindir gibi geçip süngülerini düşürse de hâlâ kuyruğu dik tutmaya çalışıyorlar, bir arada durmaya çalışıyorlardı. Büyük bir kısmı henüz kapitalizme ve Atatürkçülüğe doğru yelken açmamışlardı. Şunu açık yüreklilikle itiraf edeyim ki, okumamın çeşitlenmesi ve motivasyonunda sağ ya da dindar arkadaşların etkisinden ziyade onların katkısı daha fazla oldu diyebilirim. Sağcı ve dindar kesime mensup olanlarda soru sorma, sorgulama ve araştırma filan fazla hatta bazılarında hiç yoktu. Kendilerini o kadar hak ve hakikat üzerinde görüyorlardı ki sanki bütün meseleleri halletmişler, unlarını elemişler, eleklerini duvara asmışlardı. Sağcıların hapisteki lideri Alparslan Türkeş bile darbe sonrası “kendilerinin içeride fikirlerinin iktidarda” olduğunu söylememiş miydi? Sırtlarını dayadıkları, uğruna can alıp can verdikleri, onlar nezdinde tek gerçeklik olan kutsal devletin varlık ve bekası sağlansın, “vatan sağ olsun” yeterdi. 

Hiçbir zaman milliyetçiliği bir ideoloji, bir dünya görüşü, bir yaşam tarzı olarak görmemişimdir. Milliyetçiliğin içine doğulan toplumu, toprağı, kültürü, inancı benimsemek ve mensup olmak dışında bir şey olduğunu düşünmüyorum.  Hatta daha da öte o milliyete, etnisiteye mensup olmayanlar için bir tehlike oluşturabileceğine, kâbusa dönüşebileceğine, rahatlıkla faşizme kayabileceğini, insanların tarih boyunca yaşadığı acılardan, yıkımlardan, soykırımlardan büyük ölçüde sorumlu olduğu kanaatindeyim. Mutluluk için bir ırk, etnisite ya da milliyete mensup olmak şart olmadığı gibi hiçbir ülke tümüyle bir ırka, etnisite ya da milliyete ait olamaz. Olmuşsa orada sürgün vardır, katliam vardır, tehcir & tenkil & tedipten oluşan etnik arındırma, saflaştırma politikaları vardır, bin bir türlü karanlık olay vardır. Eğer bu ırkçı ve milliyetçiler -haşa- Tanrı olsalardı, tek tip insan yaratırlardı, insanlık bahçesi tek çiçek, tek renk, tek çeşitle kaplanırdı. Şükürler olsun ki hayatımın hiçbir döneminde ırkçı, milliyetçi ve ulusalcı olmadım, bu saatten sonra da ol-a-mam. (4)

Fakültedeki arkadaşların bazıları yakındaki Altındağ ilçesi Samanpazarı semti’nde bulunan Hekimler Birliği Vakfı (Hekim-Bir) Yurdu’nda kalıyordu. Sağlık alanında üniversitelerde öğrenim gören Millî Görüş’e mensup olanlar ağırlıktaydı. Zaman zaman yurtta tefsir (özellikle Seyyid Kutub’un Fîzılâl’il Kur’an – Kur’an’ın Gölgesinde) dersleri ve konferanslar olurdu, katılmaya çalışırdık. Aynı zamanda TEKDAV (Türkiye Ekonomik, Kültürel ve Dayanışma Vakfı)’nın da başkanı olan Doç. Dr. Hikmet Akgül, fakültemizde Genel Cerrahi Anabilim Dalı’ndaki hocalarımızdan biri idi. Rivayete göre 12 Eylül darbesi öncesi merhum Erbakan’ın yanında olan Hikmet Hoca, darbe sonrası Mamak Askeri Cezaevi’nde Akıncılar davası nedeniyle hapis yatmış, işkence görmüş, yargılanmış ve sonunda beraat etmiş. Hikmet Hocamla yıllar sonra İstanbul’da birkaç kez yüz yüze görüştük. Fakülte yıllarımdan tanıdığım / tanıştığım tek hoca olup çalışkan, nitelikli, çok yönlü ve özel bir insandır. Gerek o yurtta gerekse diğer dindar gruplardaki arkadaşların kaldıkları evlerde az yemeklerini yemedik, az çaylarını içmedik. Hatta bir keresinde Hekim-Bir olarak Ankara Akyurt civarında piknik bile yaptık. O yıllarda bir iktidar ve paylaşım kavgası da olmadığından, her şey dostane ve candan idi. Hiç kavga, ağız dalaşı, birbiri aleyhinde ileri geri konuşma hatırlamıyorum. 

Fakülteye ve yeni çevreme alışmaya çalışırken, o güne kadar Ankara dışına adımımı atmamış olan biri olarak ilk defa fakülte ikinci sınıf bitiminde tatilde tren yoluyla kız kardeşimle birlikte Manisa’da veteriner olarak görev yapmakta olan bir akrabamızın yanına ziyarete gittik. Bu vesileyle Manisa’yı ve günübirlik İzmir’i gezdik. Akrabalar içinde biz hariç üniversite okuyan tek kişi olan Aydın ağabeyin kütüphanesini karıştırırken bir derginin nüshaları elime geçti. İncelediğimde hayli dikkatimi çekti. “Basın Haber Ajansı yayın organı” ve “Süreli yayınlar tarama dergisi” olan “İktibas” isimli derginin Ercümend Özkan imzalı yazıları o güne kadar karşılaşmadığım bir tarz ve bakış açısı içeriyordu. Ankara’ya dönüşte gazete bayilerinden bulup bir süre takip ettim. Ve bir gün çekingen, utangaç, içine kapanık bir yapım olmasına rağmen bütün cesaretimi toplayıp Kızılay’ın Mithatpaşa ve Tuna caddelerinin kesiştiği yerde bulunan apartmanın üçüncü katında olan bürosunun kapısını çaldım. Tanışma faslından sonra kafama takılan soruları sordum. Samimiyetle ve açık yüreklilikle cevap verdi. Soruların hepsini değilse de bir tanesini bu günkü gibi hatırlıyorum. “Tasavvuf’un İslam’la ilişkisi nedir? Yazılarınızdan karşı olduğunuz anlaşılıyor. Gerçekten öyle mi düşünüyorsunuz?” dedim. Açık seçik ve net olarak “Tasavvvufla İslam’ın ayrı şeyler olduğunu, İslam’da yeri olmadığını” söyledi. O zaman için keskin ve abartılı bulmuştum, ama bu teze karşı verecek bir cevabım da yoktu. Ve sonraki zamanlarda o adres, sıklıkla ve her fırsatta uğradığım bir adres olacaktı. “Allah dostunu gördüm, bundan 38 yıl evvel / Bir gündüzdü ki, zaman donacak kadar güzel.” (1)

Gelecek yazımda “Benim Yolum” kitabımı ithaf ettiğim “özel ve güzel” insanlardan biri olan Ercümend Özkan ile geçen 10 yılı ve vefatını takiben geçen 28 yılı önemli notları ve satırbaşlarıyla son bir kez daha “yine yeni yeniden” ele almak istiyorum.

 

Kaynaklar:

1.      Çile, Necip Fazıl Kısakürek, Çile, Bütün Eserleri 4, Büyük Doğu Yayınları

2.      https://www.akademikakil.com/orda-kimse-var-mi/irfanyalcinkaya/

3.      https://medyascope.tv/2017/04/03/atasoy-muftuoglu-ile-soylesi-turkiyede-ve-dunyada-islamcilik/

4.      İki Dost-3, Rahman’ın ayetleri karşısında…, http://arifkaya06.blogspot.com/2013/11/iki-dost-3.html



18 Nisan 2023 Salı

İRFAN’IN PENCERESİ’NDEN - Kırk Bir Yılın Hikâyesi 2 - “Çile”

İRFANIN PENCERESİ’NDEN

Kırk Bir Yılın Hikâyesi 2

“Çile”

 

Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş; Fikir çilesinden büyük işkence.” (1)
Böyle der merhum şair Necip Fazıl Kısakürek, bütün şiirlerini topladığı ve kitaba da adını veren Çile isimli şiirinde. Bu şiir, liseyi bitirmiş, canını dişine takıp can havliyle çalışıp üniversiteyi kazanmış genç bir delikanlı olarak yeni bir dönemin eşiğinde olan beni, halet-i ruhiyemi en iyi anlatan şiirdir diyebilirim. Artık bir öğrenci değil yine onun tabiriyle “beyni zonk zonk sızlayanlardan biri”ydim, “aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın; benliğim bir kazan ve aklım kepçe” olup, “deliler köyünden bir menzil aşkın” mesafede, her fikir içimde bir çift kelepçe” idi, “başım çığlıklı bir çocuk, onu nasıl avutsam?” bilmiyordum, hatta “kazanda su kaynasa sanki ben pişiyor(d)um; bir kuş bir kuş öldürse ben can çekişiyor(d)um...”
 
Kitaplarının bir kısmını okuduğum Necip Fazıl’la hiç karşılaşmadım, zaten üniversiteye başladığımın ertesi senesinde (1983) yılında hayata veda etti. O yıllarda Türk Edebiyatı dergisi devamlı okuduğum dergiler arasında idi. Dergide şairle ilgili yazılar ve vefatını takiben de anısına bir özel sayı yayınlandı. Necip Fazıl’ın ilk okuduğum kitabı “Çile” ve “Son Devrin Din Mazlumları”ndan sonra dört beş kitabını daha okudum. “Çöle İnen Nur” şairin, şairane bir dille ve tasavvufi bakış açısıyla Hz. Peygamber (as)’in hayatını kaleme alması idi. İlmi ve akademik bir yönü yoktu. “Veliler Ordusundan 333 – Halkadan Pırıltılar” ve “Başbuğ Velilerden 33 – Altın Silsile” ise tasavvufa meyletmesi (şeyh Abdulhakim Arvasi’ye intisabı) ve mensubiyeti sonrası yazdığı kitaplar olup mutasavvıfların hayat ve kerametlerinden, menkıbelerinden örneklerle doludur. Belki de fikir ürünü olarak zikredilebilecek birkaç eserinden biri olan “İdeolocya Örgüsü” kanaatimce bütün hayatı çalkantılı, iniş çıkışlarla, çelişkilerle, mahkemelerde, hapishanelerde, memleketin durmadan değişen siyasi atmosferinde geçmiş (2) bir edebiyatçının, bir şairin, bir hatibin, bir eylem adamının ülkenin ve dünyanın o anki verili koşullarında ürettiği çözüm önerilerini içeren bir ideolojik örgü, öneri ve reçetesi idi. O yıllarda dahi, daha fikirleri henüz filizlenmeye, oluşmaya çalışan bir genç adam olarak benim bile gayretli samimi ama ciddi ve kayda değer bulmadığım bir çalışma idi. Bugün ise tarihi değeri olan bir çözüm teklifi girişimi olarak gördüğümü söyleyebilirim. 
 
Bu ülkede Nazım Hikmet nasıl sol, sosyalist, komünist çizginin sembol şairi ise, Necip Fazıl da milliyetçi muhafazakâr mukaddesatçı (sağ) çizginin sembol ismidir. İkisi de bir döneme damga vurmuş, iyi şairlerdir. Ama kanaatimce ideolog, mütefekkir değillerdir. Seçtikleri yoldaki mücadeleleri, çektikleri sıkıntılar (ki Ankara Ulucanlar Cezaevi’nin Müze haline getirilmiş halini gezerken Necip Fazıl’ın koğuşunu, merhum Osman Yüksel Serdengeçti ile avluda volta atarken ki fotoğraflarını görmüştüm) onları aksiyon adamı yapar ama mütefekkir yapmaz. Bu nedenle bir dünya görüşünün, fikir akımının rehberi, mimarı olamazlar. Bu konudaki görüşümü yıllar önce şair yazar İsmet Özel’le ilgili kaleme aldığım bir makalede dile getirmiştim. (3)
 
İki yıl önce İstanbul Fatih Belediyesi Kültür Sanat Merkezi'nde merhum Aliya İzzetbegoviç'i anma toplantısına katılmıştım. Konuşmacılardan biri konuşması boyunca Necip Fazıl ve Aliya’yı karşılaştırıp ikisinin de mütefekkir olduğundan dem vurdu. İki saatin sonunda da salondaki dinleyicilere soru ve katkı fırsatı bile vermeden birbirlerini kutlayıp kalktılar. Ben de konuşmacılar dağılırken Aliya ile Necip Fazıl'ı karşılaştırıp denk gören kişiye itirazımı, Aliya’nın bir düşünür ve devlet adamı, Necip Fazıl’ın ise şair (edebiyatçı) ve aksiyon adamı olduğunu ilettim. Hoşuna gitmedi, hatta kızdı. Ama ne yapalım ki, “Hakkın hatırı âlidir, hiçbir hatıra feda edilemez”.
 
Burada bir parantez açıp bir paragraf ile de olsa Cumhuriyetin yüz yıllık tarihinde kısa, hızlı bir yolculuk ve değerlendirme yapmak istiyorum. Zira akabinde Necip Fazıl ve 2000’li yılların siyaset dili ve tarzı ile ilişkisi konusunda bir şeyler söylemek istiyorum.
 
Millî Mücadele sırasında kurulan TBMM’nde, mücadele kazanıldıktan sonra yeni sistemin nasıl bir şekil alacağı konusunda görüş farklılıkları olan iki farklı ana grup oluşmuş ve bilahare bu gruplardan biri (CHP) devlet yönetiminde egemen ve tek söz sahibi olmuştur. Diğer grup muhalefet şansı bile bulamamıştır. DP’nin kuruluşuna kadar geçen sürede bir ikinci partinin var olma şansı bir türlü ol-a-mamış, açıp kapanma-kapatılmaları bir olmuştur. Demokrat Parti ile başlayan çok partili yeni siyasi süreçte, sistem içi mücadelede sol diye bilinen kesim (burada sağ sol deyimleri bilindik meşhur şekliyle kullanılmıştır) genelde birkaç farklı isimde parti olsa bile genelde CHP ismiyle yoluna devam ederken, sağ diye bilinen diğer kesim sistemin baskısı sonucu (tıpkı bugün ağırlıklı olarak Kürt kesimin partisinin farklı isimlerle devam etmek zorunda kalması misali) farklı partilerle yolculuğunu sürdürmek zorunda kalmıştır. Ve sonunda 21 yıl önce kurulan AKP ile sistem içi (MNP ile başlayıp RP ile devam eden) İslamcı çizgi, merkeze doğru hareket ederek adeta ilk TBMM’deki saf dışı edilen grubun yerini almasına benzer uzun bir iktidar sürecine adım atmış, zaman içinde (özellikle MHP ile ittifak yaptıktan sonra) nerede ise sağcı bilinen çizgiyi tümüyle içine alıp temsil eder konuma gelmiştir. Yaklaşan seçimler öncesi bütün bu farklılıklar, tarihi seyir alt üst olmuş, sağ sol birbirine iyice karışmıştır. Cumhur (hadi sağ diyelim) İttifak’ında YRP, DSP yer aldığı, alabildiği gibi Millet İttifakı’nda da (hadi sol diyelim) AKP’den kopan Gelecek ve DEVA, eski RP olan Saadet, MHP’den kopan İYİP ve en ilginci de DP yer alabilmiştir. Tabir-i caizse bütün ezberler bozulmuş, her şey tepetaklak olmuş, kartlar yeniden karılmıştır. Yine bu süreçte beni en çok şaşırtan ve dehşete düşüren şey de DSP genel başkanı olan kişinin sağ! ittifaka dahil olur olmaz karşı ittifakı “küffar” olarak nitelemesidir ki, bu tam da akla ziyan, “Allah’ım aklıma mukayyet ol” ve “Oynatmaya az kaldı, doktorum nerde?” denilecek bir ahval ve şeraittir. (4) Bir ülkede muhalefeti “zillet ittifakı” diye tahkir ve tezyif etmenin de ötesinde siyaset seviyesi nasıl bu kadar dip yapabilir, insaf, edep ve ahlak sınırlarını aşıp nasıl bu kadar acınacak, ağlanacak hale gelebilir, artık aklım havsalam almıyor. “Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete” deyimi bu olsa gerektir.
 
Parantezi kapatıp bu kısa tarih analiziyle bağlantılı olarak Necip Fazıl fikriyatı ile son yirmi yılın ilişkisi hakkında iki yazıyı dikkatlerinize sunmak ve bir saptamada bulunmak istiyorum. (5, 6) 
 
 “Necip Fazıl, hiçbir zaman bu son on yılda olduğu kadar yüceltilmedi ve bir “mürşid” gibi ön plana çıkarılmadı… Kuşkusuz bu gelişmede AKP iktidarının, özellikle de Başbakan (ve Cumhurbaşkanı) Erdoğan’ın rolü belirleyici olmuştur.” (5) Hatta onun tarafından “rehber” olduğu bile dillendirildi. (7) Adına 2014’ten beri Kültür Bakanlığı desteği ve siyasi iktidarın en üst ve en geniş katılımı ile ödüller verilmektedir. (8) Cumhuriyetin ilanı sonrası gözlerden ırak ve göz hapsinde tutulan şair Mehmet Akif Ersoy bile Necip Fazıl kadar öne çıkarılmamış, adı verilmiş bir üniversite tarafından 2016’dan sonra adına, (ilkini bir kenara bırakırsak çoğu zaman kamuoyunun bile haberi olmayan) ödüller verilmiştir. (9) Kuşkusuz bu konuda ilgili yazarın Üstatla (Necip Fazıl) Akif arasındaki derin ahlak ve karakter farkını bir yana bırakırsak, fikrî ayrılıkları İslâmcılık anlayışlarında yoğunlaşıyordu. Akif geleneği sorgulayan; aklı, bilimi ve çağın gerçeklerini dikkate alan, menfaatine göre yön değiştirmeyen erdemli Müslüman hasretiyle kıvranırken; Üstat, duyguları ve heyecanları coşturan, popülist, gelenekçi ve reaksiyoner İslamcılık edebiyatı yapıyordu. Akif’in ve o nesilden İslamcıların telkin ettikleri dindarlık, kendini sorgulatan, başarısızlıkların sebeplerini önce kendi cahillik, tembellik ve erdemsizliğinde aratan dindarlıktı. Necip Fazıl, Kadir Mısıroğlu ve benzerleri ise izleyenlerini kendi kusurlarını saklamaya, başkalarını suçlamaya yönelten; hınç, öfke ve kin yükleyen, rövanşist, intikamcı bir İslamcılık telkin ettiler. Bu ikincisi nefislere daha çekici ve “faydalı” geldiği için birincisini bastırdı” tespitlerine aynen katılıyorum. (6) Son yirmi yılda siyasi iktidar tarafından Mehmet Akif’ten ziyade Necip Fazıl’ın daha çok öne çıkarılıp çizgisinin takip edilmesinde, Necip Fazıl’ın Mehmet Akif’i beğenmeyip tahkir ve tezyif nitelikli sözler sarf etmesi bir yana Necip Fazıl’ın siyasi iktidarın öne çıkardığı, adını bazı yerlere yere verip diziler yaptırdığı Osmanlı Sultanı II. Abdülhamid’e Mehmet Akif gibi muhalif olmayıp onu öven kitap ve makaleler yazması da etkilidir. (10) Halbuki tarih söz konusu olduğunda övgücü ve sövgücü tarafgir yaklaşımlardan uzak olmak doğru olan yaklaşımdır. Yeri gelmişken bu bağlamda okuyup beğendiğim ve kendisi de bir şair olan Metin Önal Mengüşoğlu’na ait olan Müstesnâ Şair Mehmed Akif ve Mağrur Öfke Necip Fazıl kitaplarını da meraklılarına tavsiye ederim. (11, 12)
 

İşte demin antrparantez cumhuriyetin ilk yüzyılının kısa analizinde dile getirdiğim milliyetçi muhafazakâr mukaddesatçı hatta ılımlı İslamcılıkla karışık sağ çizgi,  tek parti döneminde ve sonrasında derin devletin ulusalcı kanadı tarafından zaman zaman (1960 darbesi, 28 Şubat Süreci gibi) devletten ve imkanlarından diğerlerine kıyasla büyük ölçüde mahrum bırakıldıkları, itilip kakıldıkları, Necip Fazıl’ın deyimiyle “Öz vatanında garip, öz vatanında parya” oldukları hissine kaptırıldıkları için son yirmi yıllık ve özellikle son on yılda Necip Fazıl şahsında onun hayatı boyunca verdiği mücadelede, dile getirdiği fikriyatta kendilerini buldular. Halbuki Necip Fazıl’ın yaşadığı dönem ve şartlar hem ülkede hem de dünyada farklı idi. Ve Necip Fazıl o yıllarda mücadelesinde, kitaplarında ve hiciv şiirlerinde dile getirdiği eleştirilerinde bir yere kadar haklıydı. Vefat ettiğinde bile ülkede yeni bir darbe olalı henüz çok olmamıştı. Fakat 2000’li yılların başında iktidara geldiklerinde-getirildiklerinde haklı olan dindar muhafazakâr cenah, aradan 20 yılı aşkın zaman geçtikten sonra bugün için haklılıklarını büyük ölçüde yitirmişler, o vakitler mağdur mazlum mahrumken bugün mamur ve mağrur hale gelmişlerdir. Acı ve hüzünlü olanı da siyasette Necip Fazıl dili, anlayışı ve çizgisi ‘rehber’ edinilince yazarın dediği gibi ülkede Sonuçta bireyi ve toplumu arıtıcı, yüceltici sahih dinî bilginin, bilim ve tefekkürün meyvesi olan makul ve üretken birleştiriciliğin yerini, ideoloji ve duygusallığın ürettiği kontrolsüz tepkisellik ve ayrıştırıcılık aldı.” (6)

Sadece tepkisellik, ayrıştırıcılık, polemikçilik, çatışmacılık, tarafgirlik, öfke (nefret) dilinin hâkim olup zaman zaman tahkir ve tezyife vardırılması değil vaktiyle bu çizgiden Salih Mirzabeyoğlu (Salih İzzet Erdiş) isimli biri ve bağlıları tarafından İslami Büyük Doğu Akıncılar Cephesi (İBDA-C) adı altında bir örgüt peydahlanarak tedhiş ve terör yöntemleri dahi devreye girebilmiştir. Banka soygunlarından kişilere şiddet uygulamaya hatta silahlı saldırılara kadar vardırılmıştır. Yıllar önce İslamcı bir gazetede bu kişiye ait şöyle bir ifadeye rastladığımı, şaşırıp dehşete düştüğümü hatırlıyorum. “Vakti saati geldiğinde defterler dürülecek, kelleler koparılacaktır”. Çok geçmeden bu ülkede şiddetten uzak, görüş ve kanaatlerini İktibas Dergisi’nde kamuoyu ile paylaşan yazar Ercümend Özkan’ın Ankara Sıhhiye’deki bürosuna İBDA-C’li biri tarafından bombalı paket bırakıldı. Allah’tan patlamadan fark edildi ve tesirsiz hale getirildi. Kendileri gibi düşünmeyenleri, inanmayanları bir zamanların Kürt Hizbullah’ı gibi katletmek istemeyen bu güruhtan ilgili teröristi olay yeri tatbikatı ve yüzleşmek için getirdiklerinde merhum Ercümend Özkan, bu zavallı ve gafil teröriste demiş ki; “Hadi beni öldürmeyi kafanıza koydunuz. Peki neden bombalı paket gibi bir yolu tercih edip o sırada bu büroda ve binada bulunan insanlardan ne istediniz? Ben kendi hesabıma hakkımı helal ediyorum ama onların hakkını helal edemem, o hak onlara aittir.” Bu vesileyle kanaatimce bu ülkede İslam’ı en iyi anlayan ve kavrayan öncü isimlerden biri (bana göre birincisi) olan Ercümend ağabeyimi sevgi, saygı ve rahmetle bir kere daha anıyorum. Bu vesileyle Ercümend Özkan’ın Necip Fazıl’la olan ilişkisini, anılarını ve düşüncelerini öğrenmek isteyenler için de bir kitap tavsiye etmek isterim. (13) Ercümend ağabey bu kitapta yer almayan bir anısında, gençliğinde Necip Fazıl’ın da bulunduğu bir sohbette onun “Kur’an Arapça değil Rabça’dır” demesi üzerine itiraz ettiğini, bunun üzerine onun da kendisine oldukça kızdığını dinlemiştim. Zira Necip Fazıl’ın Türk milliyetçisi olmasından hareketle takipçilerine din tahripçileri gözüyle baktığı Mısır’lı, Pakistan’lı ve Hindistan’lı İslamcı düşünürlerin kitaplarını okumaktan men ettiği bilenlerin malûmudur.

İşte bu ve benzeri sebeplerle “Bu üstat (Necip Fazıl gibi) ve abilerin çevresinde yetişen günümüz yazar, çizer, edebiyatçı, şair pek çok isimde de aynı muhafazakâr zihniyet, enaniyet ve kibri görmek mümkündür. Miras aynı şekilde geliyor. İstisnalar şüphesiz var, onlara saygı duyuyoruz. Ancak kâhir ekseriyetinin Özal, Refah Yol ya da AKP döneminin milletvekili, bakan ve bürokratlarını oluşturmaları ve özellikle son dönemde muhafazakâr demokrat anlayışla kucaklaşmaları sebepsiz değildir. Kitap yakan ve yasaklayan Kemalist -sol- batıcı bir zihinle, kitap yasaklayan muhafazakâr demokrat zihin arasında yasakçılık konusunda ne fark vardır? Aslında her ikisinin de yasakçılığı muhafazakâr olmalarından ve kendilerine güvensizlikten ileri gelmektedir. Kendi düşüncesine, inancına, paradigmasına güvenen bir zihin, farklılığı yasaklar ve ortadan kaldırmaya çalışabilir mi? Muhafazakâr statükocudur, saltanatçıdır, devletçidir. Taşlaşmış bir zihne, defolu bir akla sahiptir…” (14)

Birkaç yıl önce İstanbul’un bir ilçesindeki bir kitap fuarını ziyaretimde Büyük Doğu Yayınları standındaki satış temsilcisi arkadaşa da dediğim gibi “Necip Fazıl’ın kitaplarını dileyen ve isteyen herkes elbette okuyabilir. Hele yakın tarih sağcılığı, İslamcılığı konusunda okuma ve araştırma yapanlar bu çizgiyi öğrenmek için elbette okumalılar. Fakat benim kanaatime göre Necip Fazıl’ın okunabilecek ve tavsiye edebileceğim tek kitabı bütün şiirlerini topladığı Çile isimli şiir kitabıdır, tek kelimeyle harikadır. Çile’yi okumak, Necip Fazıl’ı, şiirini, düşüncesini anlamak için yeterlidir, şarttır. Çile’yi okumamak bir eksikliktir, kayıptır. Çile’nin (ve elbette Kaldırımlar ve Sakarya Türküsü’nün) şairini, yakın tarihe hitabeti, konferansları, hazır cevaplılığı ve mücadelesiyle damga vurmuş Necip Fazıl Kısakürek’i rahmetle anıyorum.

Rahmetli babamın mezar taşına Yunus Emre’nin “Yalancı dünya konup göçenler” şiirinden birkaç dize yazdırmıştım. “Toprağa gark olmuş nazik tenleri / Söylemeden kalmış tatlı dilleri / Gelin duadan unutman bunları / Ne söylerler ne bir haber verirler”. Manevi vasiyetimde ise mezar taşıma Necip Fazıl’ın “Biter” isimli şiirinden şu dizelerin yazılmasını arzu ediyorum. “Ölüm... O geldi mi ne var korkacak? Korkular biter / Fikir, açmaz artık beyinde kuyu; Burgular biter / Unuturuz hayat adlı uykuyu, Uykular biter”.

Üniversiteye adım attıktan sonra fakültede tanıştığım kişiler ve gruplarla ilişkilerimi, fikir ve hareket sürecimin nasıl etkilenip şekillendiğine ise bir sonraki bölümde devam edelim inşallah.

 

Kaynaklar:

1.     Çile, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları; Şair-Yazar Metin Önal Mengüşoğlu’ndan, Necip Fazıl’ın ‘Çile’ isimli şiiri- https://www.youtube.com/watch?v=bQkbmqH2f3c&t=61s

2.     https://tr.wikipedia.org/wiki/Necip_Faz%C4%B1l_K%C4%B1sak%C3%BCrek

3.     Bir “Özel” Vaka Münasebetiyle, Arif Kaya, İktibas Dergisi, 299. Sayı, Kasım 2003; https://drive.google.com/drive/folders/1ng8edBxk2S1Tm10tfrclir0lSrI9oUGc

4.     https://onedio.com/haber/dsp-genel-baskani-onder-aksakal-insallah-14-mayis-ta-vatanimizi-kuffara-teslim-etmeyecegiz-1140982

5.     https://dunyalilar.org/necip-fazil-ve-akp.html/

6.     https://www.karar.com/yazarlar/mustafa-cagrici/ideoloji-insani-olarak-necip-fazil-12783

7.     https://www.yenisafak.com/gundem/cumhurbaskani-erdogan-necip-fazil-odulleri-sanat-zorbalarina-karsi-acilmis-bir-bayraktir-3727502

8.     https://www.necipfazilodulleri.com/

9.     https://akifodulleri.mehmetakif.edu.tr/

10.  Ulu Hakan II. Abdulhamid Han, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yayınları

11.  Müstesnâ Şair Mehmed Akif, Metin Önal Mengüşoğlu, Okur Kitaplığı, 6. Basım, 2016, İstanbul

12.  Mağrur Öfke: Necip Fazıl, Metin Önal Mengüşoğlu, Okur Kitaplığı, 5. Basım, 2019, İstanbul

13.  Ercümend Özkan ile İslami Hareket Üzerine (Söyleşi), A. Burak Bircan & M. Kürşad Atalar, Anlam Yayınları, 2. Basım, 2017, Ankara

14.  Muhafazakâr Zihin / Toplum, Talip Özçelik, 17.04.2023, https://islamianaliz.com/makale/14774178/talip-ozcelik/muhafazakar-zihintoplum



13 Nisan 2023 Perşembe

İRFAN’IN PENCERESİ’NDEN - Kırk Bir Yılın Hikâyesi 1 - “Seksenler”de Bir Üniversiteli

İRFANIN PENCERESİ’NDEN

Kırk Bir Yılın Hikâyesi 1

“Seksenler”de Bir Üniversiteli

 

“Akıl, olmazların zoru içinde / Üst üste sorular soru içinde” iken, “Eski esvaplarım, tutun elimden / Aynalar, söyleyin bana, ben kimim?” (1) diyeli aradan tam 41 yıl geçmiş. Artık bu süreci sonuçları, tespitleri, gözlemleri, anıları ile ve özellikle son yirmi beş yılı da dikkate alarak ele alıp irdelemenin, muhasebe yapmanın zamanı geldi. Bu durum değerlendirmesini kısa bölümler şeklinde uzun bir yazı dizisi olarak planladım. Bu hikâye bir yerde şahsıma ait hususi olmakla birlikte birçok yönden bir kuşağın umumi öyküsü olarak da görülebilir.

Her ne kadar ilgili yazıda (2) yaş itibariyle X kuşağına dahil olarak tasnif olsam da kendimi tanımlamak istersem “Seksen Kuşağı” ifadesini tercih ederim. X kuşağı tanımına “kurallara uyumlu, sadık ve çalışkanlığa önem veren bir kuşak” yönüyle uysam da “paraya fazla odaklanmış olan bu kuşakta bireycilik ve rekabetçilik gibi olgular biraz daha önem kazanma” yönüyle hiç uymuyorum. Zira o yıllarda bende para ne gezerdi ve de hani meşhur tabiri ile “fakir ama onurlu” gençlerden biri idim. Paraya pula odaklanmadığım gibi bireycilik ve rekabetçilik de karakterimde yoktu. Kişilik ve kimliğimin gelişmesi, şekillenmesi büyük ölçüde 80’li yıllarda olduğu için beni en iyi tanımlayan ifade “seksen kuşağına mensup biri” olmamdır.

Hikâyenin başlangıcı olarak üniversiteye başladığım 1982 yılını nirengi noktası alsam da bu ilk bölümde bu tarih öncesindeki hayatımdan da düşünce oluşumu yönüyle yazı dizisine giriş mahiyetinde kısaca bahsetmek istiyorum.

İlk ve orta öğrenim hayatım boyunca hayata, ülke ve dünya gündemine dair fikirlerim ortalama bir yurdum insanından farklı değildi. Sağ sol çatışmasının memleketi kasıp kavurduğu bir zaman diliminde bile, o günlerin yine meşhur tabiri ile ‘ne sağcı ne de solcu’ idim ama mahallede arkadaşlarla oynamama rağmen ‘futbolcu’ da değildim. Başşehir Ankara’nın varoşlarında, bir gecekondu semtinde okul-ev-sokak üçgeninde günlerim geçip gidiyordu.

Evimiz sağcıların hâkim olduğu mahallenin sınırında olduğu için ana yola bakan duvarına sırayla sağcı ve solcu sloganlar yazılıyordu. Gecenin bir yarısında yazı yazanların konuşmalarını duyuyorduk ama sesimizi çıkar-a-mıyor, susuyorduk. Bu halin olumlu tarafı o duvarı boyamamıza gerek bile kalmıyordu. Geceleri yer yer silah sesleri duyuyorduk hatta bir keresinde gündüz vakti babamla bahçede çalışırken birden çatışma başlamıştı. Biz de hemen duvarın arkasına siperlendik. Yakınımızdaki ‘İyi Su Durağı Üstü Camisi’nin (yeni ismi Kudüs) girişine sağcılar (ülkücüler) tarafından makinalı tüfek yerleştirilmiş ve karşı tepelerde evler arasında koşup korunmaya çalışan ve ateş eden tabancalı solculara yaylım ateşi açılmıştı. Çatışma başladığında yoldan geçen polis otoları ortadan kaybolur, bittiğinde görünürlerdi. Ortaokula gidip gelirken yolda iki grubun birbirine taşlı saldırısı ortasında kaldığımız ve evimizin önünde oynarken küçük yaştaki çocukların bile bana “sen necisin?” diye sorup taciz ettikleri bir ortam söz konusu idi. Sağcılar “Genç Osman” türküsünü söylerken, solcular da “Aldırma Gönül” şarkısı ile cevap verirdi. O yıllara ait anımsadığım en trajik hadise merhum babamın ve benim de gittiğimiz berber ve çırağının işyerinde silahlı saldırı sonucu öldürülmeleriydi. Menfur olaydan sonra eşinin hamile olduğunu ve kısa bir süre sonra da baba olacağını öğrendiğim berberimizin o gülen yüzü ve hoş sohbeti hâlâ hafızamın derinliklerindedir. Bu olaydan sonra cinayeti telin yürüyüşü yapılmış ve kısa bir süre sonra da karşı solcu mahallede bir kahvehanenin silahla tarandığını ve ölenler olduğunu işitmiştik. Hani askeri darbeden sonra paşaların dengeyi (ve adaleti!) sağlamak adına bir sağdan bir soldan adam asmaları misali belki de aynı tabancadan çıkan kurşunlarla karanlık emeller uğruna kanlı eller tarafından sağlı sollu katliamlar kaos oluşturma adına misilleme tarzında sürüp gidiyordu. Rahmetli babam büyükşehir belediyesindeki işine sabah vardiyasına gitmek için sabah ezanları okunurken vızır vızır kurşun sesleri arasında evden çıkardı, akşama dönüp dönmeyeceği konusu nedense aklımıza bile gelmez, uyumaya devam ederdik. Herhalde bütün bu cinnetvari, akla ziyan hadiseler hepimiz tarafından kanıksanmıştı.

Ortaokul sonunda ülkedeki anarşi ve kargaşa ortamından kurtulmak, eğitim hayatıma güvenli bir şekilde, kaliteli disiplinli bir ortamda devam edebilmek için ve ayrıca üniformanın albenisini, ikbal ve istikbal olanaklarını da ilâve edersek askeri lise imtihanlarına kıt kanaat hazırlandım. Bu şiddet, dehşet (terör) ortamında başıma gelen en ciddi hadise askeri lise sınav sonuçlarına bakmak için sol yayın organı olarak bilinen Günaydın gazetesini alıp evden oldukça uzakta sağcı bölgesinde inmem sırasında vuku buldu. Eve doğru yürürken yolun kenarındaki bir gruptan durmam konusunda uyarı geldi. Büyükler küçükleri önümü kesmem için gönderdi. Fakat cebimdeki gazete nedeniyle cezalandırılacağımı bildiğimden adımlarımı hızlandırıp onlar önümü kesmeden kaçıp kurtulmak için tabana kuvvet koşmaya başladım. Arkamdan epey taş attılar, biri kafamı sıyırıp geçse bile hiçbiri isabet etmedi. Onlardan uzaklaşınca karşıt görüşlü bir grup karşıdan geliyordu, o yüzden takibi bıraktılar. Gazeteye baktığımda sınavı kazandığımı gördüm, çok sevindim fakat sağlık muayenesinde (gözde miyop başlangıcı) elenince nasip olmadı, çok üzüldüm. O sıra ne yapacağımı şaşırmış halde iken Ulus’taki Ankara Ticaret Lisesi giriş sınavına katıldım ve ikinci sırada kazandım. Sınava girdiğim sınıfın karatahtasında yazan şu yazıyı hâlâ hatırlıyorum. “Ne ezan sesleri ne kilise çanları / Kurtaramadı yoksul çalışanları”. Artık okula egemen olan yapıyı siz tahmin edin. İkamet ettiğimiz Etlik’de gitmem gereken lisede, olaylar ve boykot nedeniyle eğitim yapıl-a-mıyordu. O okulda başıma neler gelebileceğini tahmin etmekte zorlanmıyordum zira okuduğum ortaokul bile okul dışında her şeye benziyordu. O vasatta bile etliye sütlüye karışmadan ve de içime kapanarak ortamın ve zamanın olumsuz etkilerinden kendimce korunmaya çalışıyordum. Allah’tan mahalledeki bir arkadaşımın babası oğlunun yanına beni yol arkadaşı olarak düşündüğü için Sıhhiye’deki Ankara Atatürk Lisesi’ne kaydımın yapılmasını sağladı.

Lise yıllarında pek sorun yaşamadım. Çünkü ilk yıl olaylar devam etse bile okul koridorlarında ve sınıf kapılarında jandarma beklediği için dersleri işleyebildik. Okul çıkışı koridorlarda sloganlar atılır, sıklıkla son derste çıkmadan önce bir öğrenci kapıyı tutar, bir başka öğrenci siyasi bildiri okurdu. Ara sıra bazı öğrenciler yakındaki jandarma okuluna götürülür, s harfini orak şeklinde yazanlar disipline gidebilirdi. Okula giderken çantayı hangi elle taşımanız bile sağcı veya solcu olduğunuzun kanıtı sayılırdı. Lise 2’ye başlamadan evvel “Eylül’de Gel” şarkısındaki gibi askeri darbe geldi, düdük çalındı, oyun bitti, silahlar sustu, anarşi ve terör gitti. Memleketimin insanları bu anarşi ve terör sürecinde birileri tarafından yapılan teşbihle “iti ite kırdırmak” kabilinden birbirine kırdırıldı, dışarıda ayrıştırılıp kapıştırılan sağ ve sol, içeride (cezaevinde) “karıştır barıştır” yöntemiyle kaynaştırılmaya çalışıldı. Sorgulama ve işkence tezgâhlarından geçirilerek “memleketi kurtarmaya kalkmanın bedeli” fazlasıyla ödetildi. Okulda bile bizim ve herkesin bildiği öğrenci elebaşları hızla okuldan uzaklaştırıldı, demek ki her şey istihbari açıdan kayıtlı kuyutlu ve de kontrol altında idi. Lisemiz, eğitim açısından köklü ve kaliteli bir lise, öğretmenleri de ilgili ve bilgili idi. Dershaneye bile gitmeye gerek kalmadan ilk başvuruda rahatlıkla üniversiteyi kazandım. (3)

Resmi eğitimin ideolojik angajmanından, endoktrinasyonundan (4), kıskacından kurtulunca, zihnim rahatladı, özgürleşti, soru sormaya, sorgulamaya başladım. Orta öğretim yıllarında coğrafya dersinde ülkemizin üç tarafının denizlerle çevrili olduğunu; dışarıya tarım ürünleri ihraç edip dışarıdan makine ve elektronik ürünler aldığımızı; milli güvenlik dersinde bir arkadaşımızın dikkat komutuyla gelen subaydan dinlediğimiz milli güvenlik dersinde dahili tehditlerin bölücülük ve irtica, harici tehditlerin de komünizm olduğunu; tarih dersinde de komşumuz Yunanistan’ın “megalo idea” isimli “Büyük Yunanistan” hayali olduğunu öğrendik. Ama her ne hikmetse İsrail’in de “Arz-ı Mev’ud” adı altında “Vaad Edilmiş Topraklar” hayalinin olduğunu ve bunun da bayraklarındaki mavi şeritlerdeki Dicle ve Fırat arası olduğunu, hatta ülkemizin Güneydoğusunu da kapsadığını; Emperyalizmin bir kanadı Komünizm ise diğer kanadının da Kapitalizm olduğunu öğrenemedik. Zira o zamanlar bize ikinci dünya (emperyalistler arası paylaşım) savaşı sonrası Tahran, Potsdam ve Yalta’daki anlaşmalar sonucu oluşturulan iki kutuplu dünyada yani soğuk savaş döneminde ABD ve NATO’nun payına, kontrolüne düştüğümüz, onun güney doğu kanadını oluşturduğumuz, ülkemizdeki olan biten her şeyin bununla ilişkili olduğu öğretilmedi. Henüz Gladio, Kontrgerilla, Susurluk, Derin Devlet gibi kavramlar literatürümüze girmemişti. Cumhuriyet rejiminin kurucu unsuru ve bekçisi askerler rejimi koruma ve kollama adına, devletin bekası için her şeye vaziyet ediyor, açık gizli iktidarlarını sürdürüyorlardı ama biz bundan da habersizdik.

On sekiz yaşında, yüksek öğrenimin eşiğinde ve belli bir mesleğin formasyonunu almaya hak kazanmış bir genç insandım. Bir yandan da sınırlı olanaklarımla elime ne geçerse okumaya çalışıyordum. Mahallenin genç ve dinamik imam-hatibi Rahmi abinin kütüphanesinden ödünç kitaplar alıp okumaya da başlamıştım. Geçtiğimiz yıllarda onun da bulunduğu eskisinin yerine yenisi yapılan caminin yaptırma ve yaşatma derneğinin toplantı salonunda sohbet sırasında orada bulunan hazirûna dönüp dedi ki; “bu bizim doktor var ya, ben bile çoğunu okumamışken kütüphanemdeki bütün kitapları alıp okudu”. Evet gerçekten o öğrenme açlığı ve arayış içinde kitap namına ne bulsam okuyordum. Okuduğum şeyler içerik olarak zayıf, hamasi idi ama o yıllarda ve o yaşta beni duygusal yönden de olsa etkiliyor, motive ediyordu. Hekimoğlu İsmail, Ahmet Günbay Yıldız gibi yazarların bir nevi hidayet romanı sayılabilecek kitaplarını okurken, merhum Şule Yüksel Şenler’in artık yerli klasikler arasına girmiş “Huzur Sokağı” romanını okurken içim huzurla doluyor ama mesela roman kahramanı Bilal’in bir kış günü sokaktaki çocuklara yaptıkları kardan adamın bir nevi put olduğunu söyleyip, Allah’ın son elçisinin Kâbe’nin içindeki ve dışındaki putları kırması misali onlarla birlikte parçalamasını “ne alâka kardeşim” deyip tuhaf bulup sorgulayacak durumda olmadığımı da söyleyebilirim. O sıralar şair ve eylem (aksiyon) adamı Necip Fazıl Kısakürek’in kitapları ile karşılaştım. Mesela onun “Son Devrin Din Mazlumları” adlı kitabını bugün bilimsel ve akademik yönden ciddiye almasam da o güne kadar resmi tarih öğretisi (tezi) dışında bir malumata sahip olmayan biri olan benim için beynimde bir işaret fişeği, bir soru işareti oluşturması açısından faydalı oldu. Yazar kitabını muhtemelen bir şiirindeki “İnanmıyorum, bana öğretilen tarihe! / Sebep ne, mezardansa bu hayatı tercihe?” dizesini temellendirmek ve örneklendirmek için yazmıştı. (5)

Bu yazı dizimin ilk bölümünü daha fazla uzatıp sabrınızı zorlamadan burada kesmek ve şairin aynı şiirinden bir dize ile bitirmek istiyorum. “…Ayırıp o genç adam, uzansa yatağına / Yerleştirse başını, iki diz kapağına / Soruverse: Ben neyim ve bu hal neyin nesi? / Yetiş, yetiş, hey sonsuz varlık muhasebesi...”

Bir sonraki bölümde nasipse Necip Fazıl Kısakürek kitapları ve düşüncesinden başlayarak yazı dizimize devam edelim inşallah.

 

Kaynaklar:

1.      Zindandan Mehmed’e mektup & Çile – Necip Fazıl Kısakürek

2.      http://www.yarimadagazetesi.com/yazi/x-y-z-68-ve-78-kusaklari/

3.      Köye bir haber geldi (Tababet san’atının icrası ile geçen 33 yıl / anı 1); https://www.akademikakil.com/koye-bir-haber-geldi-tababet-sanatinin-icrasi-ile-gecen-33-yil-ani-1/irfanyalcinkaya/

4.      https://tr.wikipedia.org/wiki/Endoktrinasyon

5.      Muhasebe - Necip Fazıl Kısakürek