İRFAN’IN PENCERESİ’NDEN
Kırk Bir Yılın Hikâyesi
5
“Oturmuş da hayal kurar bütün insanlar gibi”
Ankara
Tıp Fakültesi’nde staj derslerinin bitiminde bazen tek başına ya da birkaç arkadaşla
Kızılay’a doğru bir yürüyüş yapar, Atatürk Bulvarı üzerindeki Zafer Çarşısı’na
uğrar, kitap ve teyp kaseti satan dükkânlara bakardım. Yine böyle bir gün
gezinirken bir şarkı kulağıma çalındı, hoşuma gitti. İlk defa duyuyordum, içeri
girip o şarkının kime ait olduğunu sordum. Ahmet Kaya’ya ait bir albümden bir
parça imiş, hemen parasını verdim aldım. Başlıktaki söz de o şarkıdan
alınmadır. (1)
Memlekette
1980 yılının bir 12 Eylül sabahı yine NATO destekli bir askeri darbe daha
olmuş, sağlı sollu insanlar Mamak, Metris, Diyarbekir gibi yerlerde zindana
atılmış, asılmış, işkence tezgahlarından geçirilmiş, sürgüne gitmek zorunda
kalmış, hayatları mahvedilmiş, toplumun üzerinden bir silindir gibi geçilmişti.
Anaların yüreğine kor düşerken, 1985’de protest ya da özgün müzik sanatçısı Ahmet
Kaya’ya, “Ağlama Bebeğim” diyerek
yola çıkıp çekilen-çektirilen “Acılara Tutun(mak)”arak “Şafak Türküsü”nü
söylerken rastladım. Sonraki yıllarda “An Gelir”, “Yorgun Demokrat”ı
dinlerken, an gelir onunla birlikte zulme, haksızlık ve hukuksuzluklara kalben
de olsa “Başkaldırıyor(d)um)”. Sazıyla sözüyle solo olarak seslendirdiği
“Resitaller 1,2,3”e eşlik ederken, “İyimser Bir Gül” açıverdi
yanaklarımda. ‘Eylül’e isyan (gibi)’ ederken, “Sevgi Duvarı”na
toslayıverdim. “Başım Belada” değildi ama “Tedirgin”dim, “Dokunma
Yanarsın” dediği için de “Koçero” kimdir diye sor-a-madım. “Şarkılarım
Dağlara” diye seslenirken “Beni Bul” dedi demesine de “Ya Rıza
Şimdi” albümünde ‘Herkes kendi işine’ deyiverdi. “Yıldızlar ve Yakamoz”
altında “Dosta Düşmana Karşı” şarkılarını daha geniş kitlelere söylemeye
başlamıştı ki dostları ona kulak verirken, kendilerinden farklı düşünenlere
düşman olan bir güruh onu rahat bırakmadı, ‘kırdılar yüreğim(n)i, kırdılar
azarlarla’, ‘sürgünlere yolladılar sabah
dörtte yağmurlarla’. (2) Bu zulme rağmen yine de “Hoşçakalın Gözüm”,
‘Ben yandım siz yanmayın Allah aşkına’ dedi. Vefatının ardından onun
şarkılarını seslendiren sanatçılar “Dinle Sevgili Ülkem” dedi ama artık
olan olmuştu, dinleseler ne fayda idi. Doksanlı yıllar bu ülkenin en karanlık
yılları idi. Ülkesinden çok uzakta “Gözlerim Bin Yaşında”, “Kalsın
Benim Davam” divana derken, başına gelenlerden ve memleket hasretinden olsa
gerek sanki hepimize ‘ben çok ağladım’, “Biraz da Sen Ağla” demek
istiyordu. “Ülkemde Son Turnem” adlı albümünde son şarkılarını
söyledikten sonra çok genç (43) yaşta gurbette son nefesini verdi. Geçen hafta
aramızdan ayrılışının 23. Yıldönümünde artık onsuz “Bir Eksiğiz”. Fani
bedeni uzaklarda olsa da o artık dilimizde, gönlümüzde, şarkılarda yaşıyor. Şarkılarını
dinledikçe onu hatırlıyoruz, bu ülkenin nadide bir sanatçısı, bir rengi, bir
değeri olarak anıyoruz, anmaya da devam edeceğiz.
Gençlik
yıllarımdan beri, biri kitap diğeri müzik olmak üzere iki hobim, tutkum oldu.
Kitap okuma alışkanlığımı bir başka hikâyeye bırakarak müzikle olan ilişkimden,
ilgimden biraz bahsetmek isterim.
Özel
radyo ve televizyonların olmadığı dönemde devletin kontrolünde olan TRT ister
istemez tek seçenekti. Radyoda Türkçe sözlü hafif müzik yani bir diğer tabirle
aranjmanlar favorimdi. Merhum İlhan İrem’den Sezen Aksu’ya, Erol Evgin’den Ajda
Pekkan’a bazı isimleri anıp geçelim. Şimdilerde 60’lar, 70’ler, 80’ler diye
nostalji etiketiyle zevkle dinlediğimiz çeşitli sanatçıların seslendirdiği
eserler o yıllarda popülerdi, dilimizdeydi.
Rahmetli
babamın bir pikabı, pikap dolabı ve çok sayıda plağı olduğunu hatırlıyorum.
Plakçalar’a 45’lik plak takıp dinlemenin ayrı bir tadı vardı. Plakların
çizilmesin diye muhafazası olan kâğıt kapların hepsi ayrı bir güzellikte idi.
Pikabın kolunu kaldırıp iğnesini plağa değdirdiğinizde müzikle birlikte çıkan
cızırtılı sesin ayrı bir lezzeti vardı. Rahmetli Zekeriya Bozdağ’dan Bedia
Akartürk’e, Nuri Sesigüzel’den Neşet Ertaş’a nice türkücünün plaklarını
dinledim. Zira plakları babam alırdı ve babam da yalnızca türkü dinlerdi. Gün
geldi babamın eli dara düştü, pikabı plakları ile ticaretle meşgul olup al sat
yapan bir akrabamıza sattı.
Sonrasında
plakçaların yerini kasetçalar (teyp), plakların yerini de kasetler aldı. Eğer
uzunçalar (long play) değilse plağın her iki yüzünde birer eser varken, kasetin
iki tarafında toplam on ya da daha fazla müzik parçası yer alırdı. Az mı kaset
kopyaladım, tamir ettim, bantladım, sardım. Seksenli yıllar plak ve CD (compact
disc)’lerin değil kasetlerin revaçta olduğu yıllardı. Fakültede harçlıklarımdan
ya da yüksek öğrenim kredisinden arttırdıklarımla ya orijinal kaset alıyor ya
kayıt yapıyor, kopyalıyor ya da kaset doldurtuyordum. Hani filanın kaseti var!
diyorlar ya, bizim gerçekten kasetlerimiz vardı, zira biz kaset nesliydik. Bir
ara taşınabilir kasetçalar yani walkman’im bile oldu. Ağrı’da memuriyet
hayatıma başladıktan sonra radyosu, küçük televizyonu ve çift kasetçaları olan
bir set aldım. Uzun yıllar kullandıktan sonra da Van’dayken göl kıyısında
bahçesinde piknik yaptığımız bir aileye hediye ettim. Evlenmeden önce de radyosu,
plakçaları, CD çaları ve çift kasetçaları olan Vestel Akai müzik seti almış,
uzun yıllar kullandıktan sonra da Süreyyapaşa Cerrahi’de birine hediye etmiştim.
Bugüne kadar satın aldığım üç yüze yakın orijinal kaseti aradan yıllar
geçmesine ve kaset dönemi kapanalı çok olmasına rağmen at-a-madım, işyerindeki
dolabımda hâlâ muhafaza
ediyorum. Halbuki bırakın kaseti, CD’ler bile yerini önce mp3’çalarlara (ki bir
tane ben de edinmiştim), mp3 formatındaki parçalar da çoğalıp zamanla Muud,
Spotify gibi dijital müzik platformlarına bıraktı. Bir zamanların plak ve kaset
yapım ve satış dükkanlarının bulunduğu İstanbul Unkapanı’ndaki İMÇ (İstanbul
Manifaturacılar Çarşısı)’ye bile İstanbul’a yerleştikten sonra son zamanlarında
uğramış, hatta birkaç CD bile almıştım.
Birkaç
ay önce bir poliklinik hastası söz arasında gençlik yıllarımın tanınmış ve
benim de severek dinlediğim sanatçılardan biri olan Edip Akbayram ile komşu
olduğunu ve istersem tanıştırabileceğini söyledi. Sözünü tuttu ve bir pazar
günü Kadıköy Moda’da bir kafede sanatçı ile tanışıp yüz yüze sohbet etme imkânım
oldu.
Daha da
önemlisi merhum sanatçı Ahmet Turan Şan ile bir vesileyle tanışma ve dostluk
kurma şansım oldu. Halk Müziği sanatçısı ve halktan biri olan bu “özel ve güzel”
insanı kaybettikten sonra ardından bir anma yazısı yazdım, bu vesileyle iki
ayrı ekol olan iki büyük sanatçıyı (Barış Manço & Kayahan) da eserlerinden
hareketle yâd etmeyi
unutmadım. (3)
Kendimi
bildim bileli kitap okurken, ders çalışırken, bir şeylerle uğraşırken o anki
ruh halime göre seçtiğim müzik devamlı çalar, mesela bu yazıyı hazırlarken bile
bilgisayarımdaki Spotify’da sanatçı Ferhat Tunç’un diskografisinden şarkılar
dinlemekteydim. Okumaktan ve çalışmaktan yorulup başımı kaldırdığımda o an
çalmakta olan eserin havasına göre bazen sanatçıya eşlik ederim, bazen güler
bazen de ağlarım. Öyle bir zaman olur ki, Ahmet Kaya’dan (Karacaoğlan) “Şahin
gibi”yi terennüm ederken, bir başka sefer de Fatih Kısaparmak’tan “Odam kireç
tutmuyor”u mırıldanırım. Bazen de “Dün gece yar hanesinde yastığım bir taş idi,
altım çamur üstüm yağmur yine de gönlüm hoş idi” diye bir türkü çığırırım. Bazı
türkü ve şarkılar tanıdığım, sevdiğim bazı insanları ve anıları hatırlatır.
Süreyyapaşa Göğüs Cerrahisi Kliniği Sorumlusu olduğum dönemde edebiyat, felsefe, sosyoloji ile uğraşan isimleri çağırdığım gibi akademik yıl açılış ve kapanışlarında müzikle uğraşan tanıdığım isimleri de davet ettim, solo konserler verdiler. Bunlardan bazılarını kayda aldım ve YouTube sayfamda paylaştım. (4)
Gün oldu
bir asistanımın düğününde babasının isteği ve ısrarı sonucu kalkıp “Avuçlarımda
hâlâ sıcaklığın var”
şarkısını söylerken, günü geldi merhum sanatçı dostum Ahmet Turan Şan’ın solo konseri
sırasında kalkıp onun sazı eşliğinde “İki büyük nimetim var” türküsünü
yorumladım. (5) Bir zaman geldi klinik şefi ve başhekim olarak haftalık Cuma toplantısında
katılımcılara o günlerde dilime pelesenk olan “Elbet bir gün buluşacağız”
şarkısını karaoke tarzında söyleyip sürpriz yaptım. (6)
Bir
insanın tercih ettiği, sevdiği, dinlediği müzik çeşidi elbette ideoloji, inancı,
hayat tarzı, kişişel zevki, yaş, eğitim, ülke, zaman, ortam ve daha birçok şeye
göre değişiklik, çeşitlilik gösterir. Yaş dedim de gençlik yıllarımda Nat King
Cole’den Elvis Presley’e, Julio İglesias’dan Enrico Macias’a kadar geniş bir
yelpazede yabancı müzik ve Türkçe sözlü hafif müzik tercihim idi. Günü geldi
şehrin varoşlarında, Angara’nın gecekondu semtlerinin birinde oturmamızın da
etkisi ile aynı anda hem Zülfü Livaneli, Ahmet Kaya gibi protest müziğe, hem de
Orhan Gencebay, Ferdi Tayfur gibi arabesk müziğe birlikte ilgi duydum. Arabesk
müzik konusunda bu ülkede çok tartışma yapıldı ama şunu belirteyim ki o bir
dönemdi, ülkenin içinde bulunduğu koşullarla yakından ilgili idi. Köyden kente,
büyük şehirlere hatta başka ülkelere yoğun bir göçün yaşandığı altmışlı
yıllardan itibaren doksanlı yıllara kadar revaçta idi. Bilahare sosyoekonomik
şartlar değiştikçe yavaş yavaş sahneden çekildi, nostalji olarak müzik tarihindeki
yerini aldı. İkibinli yıllara doğru halk ve sanat müziği yaşımın da belirli bir
olgunluğa ulaşması ile müzik tercihlerimde öne çıkmaya başladı. Bir gün “amanın
ne zor imiş burçak yolması, burçak tarlasında da gelin olması” diye “burçak
tarlası” türküsünü söylerken anam “nerden buldun bizim gençlik yıllarımızda
söylediğimiz bu eski türküyü” dedi. İlginç bir not düşeyim. O yıllarda müzik
piyasası fast food tarzı hızla üretilip tüketilen şarkılarla öylesine
mezbelelik hale gelmişti ki, şovmen Beyaz bile protesto mahiyetinde bir “Türküler”
albümü, Haluk Levent de “Annemin Türküleri” adıyla bir albüm çıkarmıştı. Barış Manço
bile bu durumdan rahatsız olmuş olmalı ki, kanaatimce kendi tarzıyla bunlara
“Müsaadenizle Çocuklar” dedi, tabii anlamak isteyene. Urfa’da Oxford olmadığı
için! yüksek eğitim alamamış İbrahim Tatlıses hariç Fatih Kısaparmak (Türkü
Baba’nın Kilim türküsü hâlâ bir
efsanedir), merhum Burhan Çaçan, Zara, Kubat, Orhan Hakalmaz, Yavuz Bingöl gibi
konservatuar eğitimi almış yeni halk müziği sanatçıları eski türkülere yeni
yorumları ve yeni türküleriyle bizim nesle halk müziğini tekrar sevdirdi. Tabir
caizse bit pazarına nur yağmış ve türküler yeniden keşfedilmişti. Hayatımda
ağzıma damla alkol koymadığım ve doğal olarak bara da gitmediğim için “Türkü
Bar” ifadesi bana hiç sıcak gelmedi. Türkülere yeniden hayat veren bu ve
benzeri isimler sayesinde aşıklık geleneğinden Aşık Veysel’i, bozlak ustaları Zekeriya
Bozdağ’ı, Hacı Taşan’ı, Muharrem ve Neşet Ertaş’ı, Denizli yöresinden Özay
Gönlüm’ü yeniden keşfettim, mesela merhum büyük usta 'Bozkır'ın Tezenesi' Neşet Ertaş’ın bütün albümlerini “Kalan
Müzik”ten aldım, dinledim. Angara’lı olmam hasebiyle bozlaklar bir yana oyun
havaları (ki bu ülkede her düğün sonunda misket, fidayda çalınıp oynanması
neredeyse vacip gibidir) da hatıra gelir, bu alanda merhum Oğuz Yılmaz,
Ankara’lı Turgut, Mehmet Demirtaş gibi birkaç ismi zikredip geçivereyim.
Ahmet
Özhan, Zeki Müren, Yıldırım Gürses, Zekai Tunca, Suat Sayın, Sami Aksu, Faruk
Tınaz (ki sanatçının ‘Göz Göze’ albümü, eşimle ilk buluşmamız için Ankara Ulus
Gençlik Parkı’na giderken Modern Çarşı’dan alıp dinlediğim tek long play
plaktır) gibi sanatçılar da sanat müziğini gündemime yeniden soktu, sevdirdi.
Yetmişli yıllarda Anadolu Pop ya da Rock adı verilen bir müzik akımı Barış
Manço, Cem Karaca (doksanlı yıllarda Haluk Levent, son dönemde Kıraç) gibi isimlerle bizi başka alemlere
götürdü, mest etti.
Haluk
Levent dedim de hem iyi bir sanatçı olup da aynı zamanda insani, içtimai
sorunlara duyarlılığı, AHBAP derneği ile sosyal sorumluluk üstlenmesi onu müzisyen olan diğer sanatçılardan farklı kılan yönüdür. Bu meyanda Bosna ve Srebrenitsa
Soykırımı’nı şarkı ile dillendirmesi, lösemili çocuklarla ilgilenip onlardan
birine şarkı bestelemesi, bu yılki Güneydoğu depreminde depremzedelere yardım
organize etmesi ve en son bir konserinin tüm gelirini siyonist itrail’in 2023 Gazze
Katliamında yaralanan çocukların tedavisi için Filistin’e bağışlaması takdire
şayandır. (7-9)
Bu arada piyano ile icra edilen taverna müziğini ve Ümit
Besen, Ferdi Özbeğen, Cengiz Kurtoğlu gibi önde gelen temsilcilerini de
zikretmeden geçmeyeyim. Klasik Batı yani Senfonik Müzik kasetlerim hatta
koleksiyonum olsa bile çok dinlediğimi söyleyemem, ne bileyim bana bir türlü
hitap etmedi, edemedi. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında TSM ve THM geri plana
atılıp bahsi geçen müzik türü çağdaşlaşma, batılılaşma adına devlet eliyle ve
olanaklarıyla halka aşılanmaya, beğendirilmeye çalışılmışsa da pek bir mesafe
alınabildiğini zannetmiyorum, demek ki “zorla güzellik olmuyor”. Hafif müzikte
doksanlı yıllardan itibaren bir canlanma oldu, kalite yükseldi, bu mealde
Kayahan, İlhan İrem (benim nezdimde ayrı ve özel bir yeri olan bu nadide
sanatçıyı vefatının birinci yıldönümünde Aşiyan Mezarlığı’ndaki kabrini ziyaret
ettim), "'güllerin içinden' çıkagelen" MFÖ, "öyle bir geçer zaman ki' merhum Erkin Koray gibi eski isimler yollarına devam ederken yenilerden Tarkan, Rafet
el Roman, Soner Arıca, Baha, merhum Harun Kolçak gibi beğenerek dinlediğim
birkaç ismi sayabilirim. Fantezi müzik türünde de merhum İbrahim Erkal’ın
ismini anmak isterim.
İslami
kesimde ise ilahiler öteden beri varken seksenli yıllarda davul ve def’in eşlik
ettiği bant tiyatrolarından sonra ezgi ve marş türü çalışmalar öne çıktı. Eşref
Ziya Terzi, Ömer Karaoğlu, Taner Yüncüoğlu, Adil Avaz, Erdoğan Akın, Osman Eriş
gibi önemli temsilcileri olan ezgiler, zamanla Aykut Kuşkaya gibi gitarla icra
edilen şarkılara evrildi. Sonrasında şiir öne çıktı ve özellikle İbrahim Sadri
geçmişe öykünen, esintiler getiren nostaljik şiirleriyle ortalığı kasıp
kavurdu, “Adam Gibi” albümüyle milyon satışı geçerek ülkemizde tüm zamanların en
çok satan şiir albümü rekorunu kırdı. Bedirhan Gökçe’yi de güzel şiir okuma
meyanında anmak lazım gelir. Seksenli yıllarda sol cenahta Ozan Mahzuni Şerif, Zülfü
Livaneli (aslında 70’li yıllarda efsane idi, 80’li yıllarda da etkisi sürdü,
son yıllarda ise müzisyenliğine ilave olarak romanlarıyla da adından söz
ettirdi), Ahmet Kaya, Edip Akbayram gibi isimleri, sağ cenahta da Ozan Arif’i, Hasan
Sağındık, Uğur Işılak’ı kendi hesabıma anabilirim. İslami düşünceyle fakülte
yıllarımda karşılaştığım dönemde saz çalma hevesine kapılmıştım. Rahmetli babam
da beni kırmamış, bir akrabamızın dükkanından saz alıvermişti. O dönemlerde
tarikat çevrelerinde gezindiğim ve bu tür çalgı aletlerine, genel olarak müziğe
sıcak bakılmadığı için zamanla bende heves kalmadı. Saz duvarda öyle asılı
kaldı. Bir iki defa özel ders alsam ve kursa da katılsam her nedense olmadı bir
türlü, belki de bende yeterli istek ve yetenek yoktu. Hadi beni geçelim.
Yetmişli yılların sonunda İslam’a ihtida eden İngiliz pop & rock sanatçısı
Cat Stevens bile sadece ismini değiştirmekle kalmadı (Yusuf İslam adını aldı),
müziği bile bırakıverdi. Yıllar sonra gitarı eline tekrar aldı ama artık çok
geçti ve eski hava yoktu. Saz bu ülkede özellikle alevi kesimin simgesel çalgı
aleti olmuştur. Alevi deyişleri, nefesleri, semahları sazla icra edilmiştir. En
iyi saz ustaları genellikle onlar arasından çıkmıştır. Merhum Ali Ekber Çiçek,
Arif Sağ, Musa Eroğlu (merhum şair Abdurrahim Karakoç’un “Mihriban” şiirine
yaptığı beste efsanedir), Güler Duman, Kıvırcık Ali merhum bu bağlamda severek
dinlediğim birkaç isimden biridir.
Tam yeri
gelmişken burada bir parantez açıp ‘İslam ve müzik’ konusunda bir iki kelam
etmek istiyorum. Dini müzik deyince öteden beri akla hemen ilahiler gelir,
mistik (tasavvufi) müzik de buna ilave edilebilir. Bu sadece İslam’a has değil
bütün dinler için söz konusudur. Benim burada bahsetmek istediğim bundan ziyade,
İslami düşüncenin müzikle ilgisi, ilişkisi nedir, ne olmalıdır? Burada muradım
bir ilmihal, fıkıh tartışmasından ya da fetva vermekten başka bir şeydir.
Talebesi olmakla iftihar ettiğim merhum Ercümend (Özkan) ağabeyle bir gün
bürosunda otururken kendisine bu konuyu açtım. Demişti ki; “Müzikle icra edilen
şeyler İslam akidesine zıt olmamak ve helal-harama riayet etmek şartıyla her
müzik caizdir, meşrudur”. Bu konuda da çarpıcı bir iki örnek verdi. “Mesela
meşhur bir alevi türküsünde der ki; ‘Musa ile Tur Dağı’nda, Ali’yi gördüm
Ali’yi’. Bu İslam inancına, itikadına ters düşer, zira Ali’yi bir peygamber
gibi tasavvur ediyor. Bir diğer örnek de helal haram konusunda vereyim. Bir
türküde der ki; ‘Halime’yi samanlıkta bastılar, şalvarını gül dalına astılar,
gecesini bin beş yüze kestiler, elde bade belde şalvar oynar’. Bu da İslam’ın
haram helal ölçüleri açısından sorunlu, haya edep sınırlarını aşan bir
durumdur”. Müzikte ölçü konusunda ben de onunla aynı düşünüyorum. İslam itikadına
ve de helal haram kriterlerine aykırı bir şey yoksa müzik helaldir, meşrudur,
islamidir, en azından mübahtır. Her türlü çalgı aleti de mübahtır, meşrudur
zira önemli olan o aletlerle neyi icra ettiğinizdir. Bir örnek vermek gerekirse
cinsellik tabii, fıtri (yaratılışla ilgili) olup bizatihi ne iyidir ne kötüdür.
Esasta cima ve zinanın her ikisi de aynı tür fiil olmasına rağmen İslam
düşüncesine göre cima helal iken, zina haramdır. Nezih, iyi, güzel, hoş,
hayırlı, faydalı her tür duygu ve düşünce neden müzik yoluyla da ifade
edilmesin ki?
Rahmetli
Barış Manço şarkılarının bir kısmında öyle güzel değerleri işledi ki (Halil
İbrahim Sofrası, Dıral Dedenin Düdüğü, Hemşerim Memleket Nire gibi) bunların
altına imza atmayacak bir insan ve müslüman düşünemiyorum. Bu değerlerle
yetişen bir çocuk “Adam Olacak Çocuk” iken, bu değerleri al-a-mamış bir çocuk kanaatimce
“7’den 70’e” de gelse adam olmaz, adamlıktan nasibini alamaz. O yüzden bir ara
“Barış Manço ve Çocuk” adıyla bu tür şarkılarını toplayıp çocuklarıma
dinlemelerini sağlamak, değerler eğitimini bu yolla yapabilmek için bir albüm
çalışması bile yapmıştım. (10) Sol, sosyalist şair Hasan Hüseyin Korkmazgil’in şiiri
ve Ahmet Kaya’nın bestesi olan “Amenna”nın şu sözlerine sol, sosyalist olmasak
da bir insan, bir müslüman olarak “Amenna, Âmin” dememek mümkün mü? “Yaşayanlar
bir gün ölür / Bir gün ölür elbette / Ağaçlarla balıklarla / Kuşlarla
ben amenna / Ağlayanlar bir gün güler / Bir gün elbette / Uyanmakla anlamakla /
Bilmekle ben amenna / Kısa çöp uzun çöpten / Hakkını alır elbette / Direnmekle
güvenmekle / Barışla ben amenna”. (11)
Son
yıllarda dizi ve film müziklerinde seviye iyice yükseldi. Yeşilçam Filmleri
müziklerinin tanınmış efsane ismi Cahit Berkay’dan sonra Kıraç, Toygar Işıklı gibi
isimler de sahnedeki yerini aldı. Hele -kanaatime göre- bu ülkede senaryo,
oyunculuk, kostüm, mekanlar açısından tüm zamanların en iyi tarihi filmi (tek
favori dizimdi aslında) Muhteşem Yüzyıl ve devamı olan Kösem dizilerinde
Aytekin Ataş, Soner Akalın ve Fahir Atakoğlu’nun bestelerinden oluşan dizinin
müzikleri de muhteşem idi.
Türk
Sanat Müziği dedim de hatırıma okuduğum ve çok beğendiğim bir hikâye kitabı geldi.
Türk hikayeciliğinin usta kalemlerinden olan Mustafa Kutlu (ki kendisi ile
tanıştım, hemen hemen bütün hikayelerini okumuşumdur) bu hikayesinde; “kimi
zaman güldüren çoğu zaman da hüzünlendiren musikişinas bir baba-oğulun
hikâyesini, okuyanların yüreğine dokunacak şekilde anlatıyor. Hayal
kırıklıkları karşısında sonu gelmeyen tiren yolculuklarına çıkan Kenan ve
yolculukta onu yalnız bırakmayan oğlu Sadullah... Gerisi ise istasyonları
doldurup boşaltan yolcular misali hayatlarına girip çıkmış insanlar… Değişmeyen
şeyler de var elbette: Yanlarından ayırmadıkları keman ve dillerinden
düşürmedikleri şarkılar. Ellili
yılların havasını taşıyan bu şarkılarla Yeşilçam filmi tadındaki hikâyenin”
sonunda koca adam olmama rağmen kendimi tutamayıp hüngür hüngür ağlamıştım. (12)
İlk ve tek kitabım olan “Benim Yolum”da bugüne kadar bildiğim, dinlediğim ve
beğendiğim müziklerden örnekler, alıntılar yaparak anı kitabımı onlarla bezeyip
süslemiş, daha rahat ve zevkle okunabilecek hale getirmeye çalışmıştım. (13)
Hani
şair Bedri Rahmi Eyüboğlu “Türküler dolusu” şiirinde der ya, “…onlarla
ağlamışım, onlarla gülmüşüm / …dilimizin tuzu biberi, memleket ahvalini
onlardan sor, kitaplarda değil, türkülerde ara Yemen’i, öleni, kalanı, gidip
gelmeyeni / …kiminin reyhasından geçilmez, kimi zehir, kimi zemberek gibi…”. (14)
Ben de sadece
türküler için değil bütün müzik türleri için aynısını söylüyorum. Müziksiz bir
dünya hatta cennet bile düşünemiyorum. Doğumdan ölüme değin müzik olmasa hayatımız
tatsız tutsuz, yavan, sıkıcı bir şey olurdu. İnsanın estetik yönünü ve
duygularını müzikten daha güzel ifade eden bir şey olduğuna inanmıyorum.
İnsanın sesi (hatta tüm canlıların sesi) varsa müzik de vardır ve en güzel
müzik de insan sesidir.
Her şey
bir yana perküsyon sanatçısı Okay Temiz’in Derviş albümünden “Dervish Service/Dervişin
zikri” parçasında ney ve tabiat sesleri eşliğinde terennüm ettiği ezanı ve yine
rahmetli Barış Manço’nun enstruman olmaksızın seslendirdiği “Bahçede hanımeli”
çalışmalarını bir dinleyin, emin olun bana hak vereceksiniz. (15,16)
Kaynaklar:
1.
Potbori
(Fabrika kızı, Cama çıkma cama, Fabrika önü), Bora Ayanoğlu & Ahmet Kaya,
Şafak Türküsü albümü, 1986, https://www.youtube.com/watch?v=g111dN-uAvY
2.
https://www.internethaber.com/ahmet-kayayi-linc-edenlerin-listesi-178712h.htm
3.
Sazımız
Sözümüz Var Bizim, Prof. Dr. İrfan Yalçınkaya, Akademik Akıl, 04.02.2022, https://www.akademikakil.com/sazimiz-sozumuz-var-bizim%ef%bf%bc/irfanyalcinkaya/
4. https://www.youtube.com/@irfanyalcinkaya9151/videos
5. https://www.youtube.com/watch?v=pf-ss2IvnOQ&t=89s
6. https://www.youtube.com/watch?v=l4MJVo3a8ro
7. Srebrenitsa Soykırımı’nın 22. Yılı - https://www.youtube.com/watch?v=sSF9RF5lBQQ&t=15s
8. Elfida – Haluk Levent, https://www.youtube.com/watch?v=lWlsGAoPi2o
9. Sanatçı Haluk Levent Gazze Destek Konseri’nde - İrfan Yalçınkaya, https://www.youtube.com/watch?v=JT4s3WaAJZw&t=61s
10. Barış
Manço 2023, https://www.youtube.com/watch?v=3uY9zMbBYjg
11. https://www.youtube.com/watch?v=ht8TZkudoaU
12. Tirende
Bir Keman, Mustafa Kutlu, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2015, https://www.kitapyurdu.com/kitap/tirende-bir-keman/359557.html
13.
Benim Yolum – Tababet san’atının icrası ile geçen 35 yıl, Prof. Dr.
İrfan Yalçınkaya, KDY, 2. Baskı, İstanbul, 2023; https://www.kitapyurdu.com/kitap/benim-yolum/602498.html&filter_name=benim+yolum
14. https://www.youtube.com/watch?v=UNPLYrRuyvQ
15. https://www.youtube.com/watch?v=ZIOWXlm6bVE
16. https://www.youtube.com/watch?v=De4GY0ZIpT4