İslam,
yeryüzündeki ilk insanın-insanların dinidir (felsefesidir, dünya görüşüdür,
yaşam tarzıdır, inancıdır, ideolojisidir). Rabb (Allah-Tanrı) tarafından makro
kosmoz (kainat-evren) ve mikro kosmoz (insan) en güzel şekilde yaratılmış, ilk
bilgi (vahiy) insana verilmiş, insana yeryüzünde bir mühlet tanınmış, iki yol
gösterilmiş (Hakk-İslam ve Ba’tıl-İslam dışı her yol) ve tarih içinde gerekli
görüldükçe insanlar içinden seçilen elçiler vasıtasıyla yanıldığı, unuttuğu ve
unutmaması gereken hususlar tekrar hatırlatılmıştır. İnsanın yeryüzündeki
biricik gayesi, onu ve herşeyi “yoktan varedene” teslim olup itaat etmek ve O’nu
zikredip (anıp) hoşnutluğunu, rızasını kazanmaktır. Eşyanın hakikatine ve insan
fıtratına (yaratılışına) en uygun dünya görüşü (din) doğrultusunda yaşayacak,
bütün bir ömrünü bu uğurda sarfedecektir. Kendini ve kendi dışındaki alemleri
(enfüs ve afak) anlamaya, bilmeye çalışacak; ilmiyle ihlaslı (samimane) bir
şekilde hareket eden bir kul (abd) olmak ve mabuduna ibadet (kulluk) edip O’nu
hoşnut etmek için cehd edecek (cihad), çabalayacaktır. Görünce dünyayı gönül vermeyecek,
merak edecek, sorup öğrenecektir. Bütün emek ve zahmet “asıl yurdu” olan
Cennet’e kavuşmak ve Cehennem’den ırak olmak içindir. Heva ve heveslerine
(istek ve arzularına) değil, vahye ta’bi olacaktır. Kula (aklı ve nefsi dahil)
kulluğu değil, Allah’a kul olmayı en yüce makam,şeref, pa’ye bilecektir. Yaşamı
da, ölümü de bu minval üzre olacaktır.
İslam’ı
üç kelime ile tarif etseydim; ölçü, denge ve ahenk kelimelerini kullanırdım.
Duygu, düşünce ve davranış olmak üzere hayatın her alanında ölçülü olma,
dengeli olma ve diğer varlıklarla uyum içinde olma demektir. İnsanın
kendisiyle, diğer insanlarla, canlı ve cansız varlıklarla ve belki hepsinden
daha önemlisi Yaratıcısıyla ilişkilerini en güzel şekilde düzenleyen bir başka
din (dünya görüşü) yoktur. Dün de yoktu, yarın da olmayacaktır. Hiçbir ideoloji
insanı ve hayatı İslam kadar anlamlandıramaz, açıklayamaz. İnsanın aklını,
kalbini tatmin edecek, yatıştıracak, doyuracak, huzura, sükunete erdirecek,
dinginliğe ulaştıracak bir başka din yoktur.
Mü’min,
emin olan ve emin olunan insandır. Elinden, dilinden belinden ve de can, mal,
ırz noktasında yalnız mü’minlerin değil mü’min olmayanların da güvende olduğu
kişidir. Kainatta hiçbir canlı ve cansız varlık kat’i surette gereksiz, fazla
ve boş yere yaratılmış değildir. Her birinin bir yaratılış gayesi vardır ve
hepsi birbiriyle ilişkilidir, bütünün parçalarıdır. Öyle olduğu için mü’min
yeryüzünün imarı, korunması ve devamı için uğraşmakla mükelleftir. Yeryüzünü
bir mescid olarak görecek, kirletmeyecek, israf etmeyecek, elindekileri muhtaç
olanlarla paylaşacaktır. Ya dinde ya fıtratta (yaratılışta) bütün insanları
kardeşleri olarak bilecektir. Yeryüzünde adaleti ayakta tutacak, hayır ve
iyiliğin yaygınlaşması için uğraşacak, kötülüğün galip gelmesi ve yayılması
için uğraşan Şeytan ve onun dostları ile mücadeleyi (cihadı) elden
bırakmayacaktır. Şayet o da bu işi önemsemez, savsaklar ve terkederse kim
yapacaktır. O zaman “kimbilir kimden umarız emr-i b'il-ma'ruf / Kimbilir kimden
umarız neyh-i ani'l-münker / İ. Özel”
Mü’min
derken şek ve şüpheden arınmış, inanmış, emin olmuş, tasdik etmiş, doğrulamış
kişiyi anlıyorum. Ve neyin mü’mini derken de kapitalizmin, sosyalizmin,
faşizmin, milliyetçiliğin, kemalizmin, otokrasinin, diktatörlüğün, despotizmin,
monarşinin, aristokrasinin, demokrasinin, teokrasinin, laikliğin, ruhbanlığın,
liberalizmin, hırıstiyanlığın, yahudiliğin, budizmin yani bilimum İslam’a
mugayir (aykırı, uyuşmaz, te’lif edilemez) ne kadar ideoloji-din varsa onların mü’mini
olmayı değil, onları reddetmeyi, sadece ve sadece İslam’ın mü’mini olmayı
kastediyorum. İslam’a muhalif bütün bu beşeri felsefi-ideolojik-dinsel
öğretilere “la” (hayır) demeden, onların zihni kirliliklerinden arınmadan
mü’min olunamayacağına ve kalınamayacağına inanıyorum. Zira halihazırdaki en
tehlikeli kirlilik çevre kirliliği değil, zihni kirlenmedir. Bu düşünsel
kirliliklerden, pisliklerden arınmadan “mü’minim-müslümanım” sözü bir iddia
olmadan öteye geçemez, olunsa olunsa bir münafık, bir müşrik olunur.
Mü’min
ve mü’min olmayanı ayıran en önemli husus, mü’min olmanın alamet-i farikası
(ayırt edici özelliği) herhangi bir konu sözkonusu olduğunda meseleye nasıl yaklaştığıdır.
Mü’min bir konuda ‘Allah ve Rasülü bana ne emrediyor, ne yapar da onları razı
ederim, emirlerine itaat etmiş, uymuş olurum’ diye düşünürken mü’min olmayanın
(müşrik, kafir) böyle bir sorunu yoktur, aklına bile gelmez, dert etmez,
umursamaz. Bir başka deyişle mü’minin referansı, kaynağı Kur’an ve Sünnet iken;
mü’min olmayanın referansı, kaynağı aklıdır, heva ve hevesidir, batıl
ideolojisidir, dinidir, felsefesidir. Mü’min için vahiy bulunmaz bir nimet
iken, mü’min olmayan için vahiy vicdanıyla sınırlı, mabedin içine hapsedilmiş,
öte dünyaya ait hususlardan mürekkep ve gerektiğinde batılın kavramlarıyla
te’lif edilebilen, katıp karıştırılabilen bir sözler mecmuasıdır.
İnandıkları
gibi yaşa(ya)mayanlar, sabır ve sebat göstermezlerse zamanla yaşadıkları gibi
inanmaya başlarlar. Hedefe ulaştırıcı diye bindikleri araçlar, amaç oluverir ve
yolcularını alır başka yerlere götürür, eriştirmez menzil-i maksudlarına. İçinde
yaşadıkları sistemi içerden fethedeceklerini düşünenler, zaman içinde kendileri
fetholunurlar da farkına bile varmazlar. “Aişe diye diye Fadime diyemez oldum”
türküsü misali demokrasi demokrasi diyenler, gün gelir İslam diyemez olurlar.
Hatta bırakın demeyi içerdeki ve dışardaki zalimlerle, kafirlerle iş tutarlar,
stratejik ortak olurlar, rol modelliğe soyunurlar. “Allah’ın ipi” diye şaşırıp
demokrasinin ipine tutunurlar, üstelik bir de bunu marifetmiş gibi elaleme
öğütlerler.
Biz
bu dünyaya sahip olmaya değil, şahit olmaya geldik. Canımız dahil hiçbir şeyin
sahibi değil, emanetçisiyiz. İntifa (kullanma, faydalanma) hakkına sahibiz,
“Sahib”imizin izin verdiği ve hoşnut olduğu sınırlar dahilinde. Sahip
olduğumuzu zannettiğimiz her şey O’nun bize bir lütfudur, keremidir, bağışıdır.
Yunus’un “Mal sahibi, mülk sahibi / Hani bunun ilk sahibi / Mal da yalan, mülk
de yalan /Var biraz da sen oyalan” şiirindeki gibi fani olduğumuzu unutmadan
“Baki Olan”ın tanıdığı süreyi tamamlamalıyız. O’nun sevgisini kazanmak, O’na
yaklaşmaya vesile kılmak için elimizdekileri O’nun kullarıyla paylaşmalı, görüp
gözetmeliyiz. Mümkünse yeryüzünde sahipsiz, çaresiz, umutsuz bir insan hatta
bir canlı bile olmaması için çaba sarfetmeliyiz. Sevincimiz başkalarının acısı,
varlığımız başkalarının yokluğu üzerine kurulmamalıdır. İdealle realite
arasında, ideale doğru seyreden bir çabamız olmalı. Yaşanan hayatın, dünyanın
gerçeklerine teslim olmadan onları değiştirmeye, hayra, hakka tebdil etmeye, değiştirmeye
çalışmakla yükümlüyüz. Ne kadar imkan ve takatimiz varsa onu yeryüzündeki
insanların Hakk’a tabi olmaları ve hallerinin düzelmesi için ortaya koymalı, bu
“idealimizi, ütopyamızı, hayalimizi” asla yitirmemeliyiz.
Biz
zaferle değil, seferle yükümlüyüz. Hedefimize varamasak da yolunda gerekirse
telef olmalı, ölebilmeliyiz. Yeter ki yolumuz dosdoğru olsun, sağa sola sapmış
olmasın. Herşey ve herkes aleyhimize gözükse, tablo çok karanlık ve karamsar
bile olsa biz yolumuzdan dönemeyiz, yeise, ümitsizliğe kapılamayız. Her
zorlukla birlikte bir kolaylık, her gecenin bir sabahı, her zahmetin bir
rahmeti vardır. Eşkıya dünyaya hükümdar ilelebet (sonsuza dek) olamaz. Gün olur
devran döner. Neticede “akıbet muttakilerindir” yani son kertede kazanacak
olanlar, felaha, kurtuluşa erişecek olanlar mü’minlerdir. Bu, ha bu dünyada
olmuş, ha ahirette olmuş ne farkeder?
Selamun aleykum ve rahmetullahi ve barekatuhu,
YanıtlaSilDilinize saglik!