26 Eylül 2013 Perşembe

GÜLÜMSETİRKEN DÜŞÜN-DÜRTEN HABER-YORUMLAR-1

1. ‘Din elden gidiyor’ sözleriyle gündeme oturan DSP eski Genel Başkan Yardımcısı Rahşan Ecevit, bu kez “Türban karın doyurmaz” dedi. [Zaman, 12/02/2005]

Tövbe tövbe kıyamet mi yaklaşıyor ne? Düne kadar ‘din elden gidiyor’ diye bir sözü onların mürteci diye yaftaladıkları insanların ağzından duymaya alışmış kulaklarımız, şimdi kimlerin ağzından duyuyor, yoksam yanlış mı işittik? Acaba “şeriat isteriz” de demiş midir? Onu bilmem ama şuna eminim ki burada sözü geçen din, benim dinim değil. Kabala, reiki, yoga, transandantal meditasyon filan olabilir ama Kur’an’da tarif edilen ve son elçinin anlayıp uyguladığı İslam olamaz herhalde. Çünkü o dinde “karın doyurmadığı” belirtilen türban (başörtüsü) da var. İki sözü de aynı şahıs söylemişse (ki söölemiş) ortada ya bir bilmemezlik ya da bir kasıt var. Kast-ı mahsusa’sını bilemem ama ikinci sözde ne yalan söyleyeyim (niye sölim ki size yalan borcum mu var) gerçeklik payı da yok değil hani. Zira gerçekten “türban karın doyurmaz”. Çünkü hem yenilecek cinsten bir madde değildir (yani tadı tuzu olmayıp besin değerine haiz değildir) hem de bu ülkede bu nesneyi taktığınız, örttüğünüz takdirde yalan dünya başınıza göçer, okulunuzdan, işinizden, aşınızdan olur, aç sefil bilem kalırsınız.

2. Tokat’ta Gaziosmanpaşa Üniversitesi’nin düzenlediği 6'ıncı Gençlik Şöleni, Taşlıçiftlik Kampüsü'nde düzenlenen törenle başladı. Açılışta konuşan Rektör Prof. Dr. Zehra S., türban konusuna değinerek, “Türk halkı özgürdür, hürdür. Laik Türkiye Cumhuriyeti'nde türban kavgası, türban konusu gündeme bile getirilmemelidir. Türk gençliği bu sorunlarla meşgul edilmemelidir" diye konuştu. Gençlik Şöleni açılışında öğrenciler ilginç bir şaka yaptı. Suyun kimyasal olarak ifadesi olan ‘Dihidrojen Monoksit’in zararlarını anlatan bir metin hazırlayan öğrenciler, “Bu madde yasaklanmalı” adı altında açtıkları imza kampanyasında rektöre de imza attırdı. Daha sonra kendisine şaka yapıldığını öğrenen Prof. Dr. S., “Bu şakayı fark edemedik. Alıştığımız şeyin tersi söylendiği için yanıldık. Bir de bunu bilim adamları söylüyorsa bu doğal" dedi.  [www.haber7.com;  03/05/2005]
 
Heyt be! Sanırsınız ki Gazi Osman Paşa mezarından kalkmış, Plevne kalesini küffara karşı kahramanca müdafaa ediyor. O nasıl 1877-1878 Osmanlı Rus savaşında Plevne kalesini sayıca üstün düşmana karşı savunmuşsa, onun ismi verilen cumhuriyet kalesini(!) de bir rektör, hem de bir bayan rektör kendi hemcinsi olan “dahili bedbahtlar”a(!) karşı cansiperane savunmaktadır. Anlaşılan rektör bayan, özellikle bu mücadeleyi versin diye kendisini oraya getirenlerin yüzlerini kara çıkarmamak için “çaya çorbaya limon” kabilinden –belki de söyleyecek fazla bir şeyi olmadığından-, gençlik şöleninde konuyu getirip türbana bağlamış, tersinden de olsa bir bakıma türbanı istismar etmiş, istek ve emelleri için kullanmış aslında.
Laik, Atatürkçü ve de Kemalist göstericilerin başörtüsü aleyhindeki gösterileri sırasında açtıkları bir pankartta “Özgürlük saçını rüzgarda savurabilmektir” yazdığı gibi düşünüyor olmalı ki, “Başörtüsünün özgürlükle bir ilgisi yoktur” diyen koroya katılıyor. El hak doğrudur. Başörtüsü ve diğer İslam’la ilintili konular özgürlükle değil, “Allah’a kulluk” kavramında anlamını, ifadesini bulur. Başını alıp giden, istediği kişiyle, istediği yerde, istediği şeyi yapan özgür kız değildir herhalde Allah’a inandığını ifade eden genç kızlar. Bu inancın ve teslimiyetin gereğini yapan, özgür olmayan bu kızlar da bayan rektöre göre “özgür ve hür Türk halkı”ndan değildir tabii olaraktan. Artık onların önünde ya okul ve kamudaki görevlerinden çekilmeleri, atılmaları ya Allah’ı bırakıp “bu ülkede bizim borumuz öter” diyen devlete (devletlilere) itaat edip söz dinlemeleri ya da başka diyarlara gitmek düşer değil mi ama?
Hem netekim; “Kadınların saçlarının görünmesi günah olacaksa Allah onları saçsız yaratırdı. -Lütfen edebe muhalif sorular gelmesin aklınıza hemen. Nü resimler de yapan darbecibaşı paşam bilmez mi saç dışında başka yerleri de kapattığımızı. Allah’tan bizi şey’siz yaratmamış Allah’ımız- Yapamaz mıydı, yapardı. Ama yapmamış. Peki nereden çıkmış bu türban. İran’daki Humeyni bunu soktu. Humeyni, 1979’dan sonra dehşetli para harcayarak bizim Türkiye’deki genç çocukları, kızları da bu yola sürükledi. Bu tartışmaları yaratanların da İran gibi olma özlemi var”. (Türban tartışmasına 7’nci –darbe öncesinde ve sonrasında nice cumhur evladını 7 bitirdi, hatırlansın lütfen- Cumhurbaşkanı Kenan Evren de kendine özgü çıkışıyla dahil oldu, Akşam; 19.01.2008)
Bilimsel dogmalarla, cumhuriyet hurafeleriyle kafalar öyle tıka basa doldurulmuş ve de yasakçı, baskıcı zihniyet eskisi kadar olmasa da hala bütün ihtişamıyla orta yerde duruyor ki, daha ne olduğuna bile bakmadan ve de düşünüp anlamadan basıyor imzayı su’yun yasaklanmasını isteyen bildiriye rektör hanım. Ahh Zehra ahh –ki isminin anlamı da ‘huzur veren’ demekmiş, ki ne yaman çelişki-, bu bir şaka idi ve de hemen zokayı yuttun, sazan gibi atladın üzerine. Fakat bir gün seni bu dünyada avutan, oyalayan her şeyin son bulduğu, kendinle ve de Rabbinle baş başa O’nun huzurunda olduğunda ne olacak halin Zehra. “Bu şakayı fark edemedik. Alıştığımız şeyin tersi söylendiği için yanıldık” deyip işin içinden sıyrılıp çıkabilecek misin Zehra?
Yoksa “Bir de bunu bilim adamları söylüyorsa bu doğal” mı diyeceksin? Üniversiteler Arası Kurul’un bir üyesi olarak, kendisini YÖK üyeliğine uygun gördüğünüz İTÜ öğretim üyesi Prof.Dr. Celal Şengör’ün size gönderdiği teşekkür mektubundaki şu satırları da doğal karşılıyor, onaylıyor musun Zehra? “Din, belirli dogmalar çevresinde kurulmuştur ve yanılmaz olduğu iddia edilen bir veya birkaç tanrının vahiyleri olan dogmalarından vazgeçemez. Bilim ise sürekli olarak gerçeği arayan ve gerçekle bağdaşmayan hiçbir şeyi kabul etmeyen bir düşünce sistemidir… Dinin pek çok dogması bilimin isbatları karşısında bu şekilde çöpe gitmiştir. Bugün artık ne dünyanın yedi günde yaratıldığına, ne Nuh Tufanına, ne de Havva ile Âdem masalına inanmak mümkündür… Kimse bize bu açıdan ‘bilimperestlik yapıyorsunuz' diye bir eleştiri yöneltemez, zira, büyük felsefeci Lord Bertrand Russell'ın dediği gibi, insanlığın gerçekten bildiği fakat bilimin bulmuş olmadığı hiçbir şey yoktur. Bir başka deyişle, bilim dışında insanlığın hiçbir bilgi kaynağı yoktur... Türban yasağının kaldırılmasını temelde yalnızca bu nedenle kabul etmemiz mümkün değildir. Bu konuda ne karşımıza çıkarılacak hukuk sistemleri, ne de dünyadan gösterilecek örnekler bizi ikna edebilir (sui-misal, misal olamaz). Bizim düşüncemizin ve faaliyetimizin temeli eleştirel akılcılıktır. Aklı ve eleştiriyi kabul etmeyen hiçbir sistemi üniversite kapısından içeri alamayız. İcab ederse, ülke yöneticileri akıllarını başlarına alana kadar o kapıları kapatırız.” (Radikal; 31.01.2008)
Bu bilim adamını -Allah’tan ki din adamı değil, o nedenle dedikleri doğal(!)- kaale alıp,  kale–pardon- üniversite kapılarını kapatıp, ülke yöneticileri akıllarını başlarına alana kadar Gaziosmanpaşa gibi harici değil de dahili düşmanlara karşı savunacak mısın Zehra. Zehra, bak Teziç’ten önceki başkanın Gürüz, “başörtüsü tartışmalarının sorulması üzerine, tartışmaları çirkin ve fakir bulduğunu ifade etmiş” senin gibi ve de “YÖK Başkanı Özcan'ın kimi rektörlerce istifaya davet edilmesini değerlendiren Gürüz, rektörlerin gereğini yaptığını kaydetti. YÖK Başkanı Özcan'ın YÖK Başkanlığı için gerekli şartları taşımadığını savunan Gürüz, şöyle devam etti: "Bana kalırsa Anayasa'da YÖK başkanlığı için öngörülmüş şartları taşımıyor… Şunu Türk milletinin iyi anlaması lazım. Gençken hepimiz hata yapabiliriz, ama belli bir yaşa geldikten sonra gidip, vahye dayalı bilgiyi yaymak, İslam'a uygun adam yetiştirmek peşinde iki sene geçirirseniz olay ortadadır. Kaldı ki bu kişi, rektörlük yapmamıştır. Profesör olması da 14 sene sürmüş galiba. Bir iki defa dönmüş. Bu başarılı bir öğretim üyeliği sayılmaz benim kanaatime göre. Bu şartları taşımıyor. Bunları yaparsınız, zorlarsınız kanunları. Bir yere kadar gider bu, ondan sonrada yargının önünde bulursunuz kendinizi ve sonuçlarına da katlanırsınız…" (Yeni Şafak; 03.03.2008) (Gürüz yanılmadı, haklı çıktı, -yargıdaki değişikliklerden sonra- 25.06.2012 tarihinde yargı önünde buldu kendini ve sonucuna da katlandı, 05.09.2013 tarihinde de salıverildi. Öngörünün bu kadarına da pes doğrusu. Kanunları sonuna kadar kendisi gibi düşünmeyenlerin, inanmayanların aleyhinde zorladı ve binlerce üniversite öğrencisi, öğretim üyesi-görevlisi, personelini okulundan, işinden, istikbalinden, yurdundan yuvasından etti).
Bak Zehra o günkü Yargı da Pürüz çıkarmadı ve Gürüz’e desteğini esirgemedi. “Ankara Barosu tarafından 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla ''Kadın Olmak'' konulu sempozyumun, ''Hukukta Kadın'' başlıklı oturumunda konuşan eski Hürriyet yazarı Emin Çölaşan’ın eşi Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan, kadınlara yönelik en ağır baskının din adına yapılan baskı olduğunu söyledi. Çölaşan, ''Hem özgürlük diyorsunuz hem de kapanmak istiyorsunuz. Kapanmanın özgürlüğü olur mu?'' dedi. Çölaşan, kapanmanın Kuranı Kerim'de yer almadığını, Kuranı Kerim'de kadın ve erkeğe iffetli olmanın öğütlendiğini, avret yerlerinin kapatılması gerektiğinin emredildiğini söyledi.” (Taraf gazetesi; 10.03.2008)
Hadi gene iyisin Zehra, sen ve  diğer rektör kardeşlerin (yolsuzluktan ve de öğretim üyelerini fişlemekten yargılanan Yücel ve birkaç rektör hariç) ve başkanınız (Gürüz hariç) Teziç, kendinizi yargı önünde bulmadınız, ama özgür ve hür olmadığı için okulundan (okulunuzdan değil, bak burası çok mühim Zehra, o okullar sizin değil bu halkın okullarıdır) attığınız bir öğrenciniz kendini yargı önünde buldu ve de sonuçlarına katlandı. “Başörtüsü yasağı yüzünden eğitimini yarım bırakan Nilüfer Pehlivan 'Özgürlük için el ele' yürüyüşüne katılarak yasağı protesto ettiği için idamla yargılandı. Eylem gecesi kaldığı öğrenci evine yapılan baskınla gözaltına alınan ve 3 gün boyunca terörle mücadelede arkadaşlarıyla birlikte sorgulanan Pehlivan: "İdamla yargılanmaktan daha onur kırıcı olan başörtümle okula gittiğimde polis barikatıyla karşılaşmak ya da hocalarımızın 'başörtülüler dışarı çıksın!' sözleriydi.” (Yeni Şafak; 19.02.2008) 
Okumak zahmetine katlanabilirsen Zehra, seni laik cumhuriyetinizin tarihinde kısa bir gezintiye çıkarayım. 1920’li yılların Türkiyesi. Konu sizin tabirinizle türban değil bir başka başörtüsü olan şapka. “25 Kasım 1925'te TBMM’de “Şapka Kanunu” kabul edildi…
Madde 1. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel ve yerel idare ve bütün kurumlara mensup memur ve müstahdemler, Türk ulusunun giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da genel başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet engeller…
Bu kanun elbette hemen benimsenmedi. Şapka Kanununun çıkmasıyla birlikte Erzurum, Rize, Sivas, Maraş, Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat –ne ilginç tesadüf be Zehra-, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane gibi illerde protesto olayları yaşandı… Yasaya göre, şapkadan başka bir başlık giymekte direnmenin cezası üç aya kadar hafif hapis iken, protesto hareketleri, sistemin meşruluğuna karşı yönelen idamlık suçlar sayıldı…” ( tr.wikipedia.com)
“Geçtiğimiz hafta 80. senesini idrak ettiğimiz 'Kılık Kıyafet Düzenlemesi' halk arasında 'Şapka Devrimi' diye anılır. Bizde yadırganmayan ama Batılı bir insana söylediğinizde gülümseme sebebi olan kararı 1925 senesi Ağustos ayının sonunda Kastamonu gezisi sırasında ilan etti Atatürk. Ve aynı yıl kasım ayında bu konuda düzenleme getiren yasa çıktı. Şimdilerde etkisi kalmayan ve neredeyse uygulamadan kalkan yasa o yıllarda haddinden fazla gerginlik doğurdu. Devlet memurlarının şapka edinip toplu fotoğraflar çektirerek Ankara'ya gönderdikleri, yasak dolayısıyla erkeklerin piyasada yeterli sayıda şapka bulunmaması yüzünden Rum kadın giyim mağazalarına hücum edip kenarlıklı bayan şapkaları edindikleri günler yaşandı. Daha ötesi bu düzenlemeye muhalefet yüzünden idam cezaları verildi. Bu kanuna Rize'de karşı çıkan halkın isyana varan tutumu yüzünden ünlü Hamidiye Zırhlısı'nın şehrin karşısına demirlediği, Erzurum'da Sinop'ta benzer hadiseler yaşandığı bilinir. Şapka giymek istemeyen kişilerin vilayete dilekçe vermeye gittiklerinde üzerlerine makineli tüfekle ateş açıldığı, Erzurum'da idam edilen 30 kişi arasında bir kadının yer aldığı 'zor oyunu'ydu bu.” (www.radikal.com.tr, 04.09.2005)
 “Direnişin en şiddetli olduğu yer ise Trabzon’un hocalarıyla meşhur ilçesi Of’tu. Of, Hamidiye Kruvazörü tarafından bombalandı. Bizim uşakların bombardıman altında, “Atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğuz, vergi de vereceğuz” diye ağlaştıkları rivayet edilir. Bilindiği gibi, Atatürk 24 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu’ya elinde Panama şapkasıyla gitmiş, Kastamonululara hitaben yaptığı konuşmada, “...Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için lâyık bir kıyafettir” demişti, “Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin, bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir. Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!. İsterseniz bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı kurbanlar da verelim...” (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, İstanbul 1981, X, 67)
Anlaşılacağı gibi, bu iş, ‘Kamal Atatürk ve onunla aynı düşünen silah arkadaşları için’ “kurban” vermeyi göze aldıracak kadar önemliydi. İskilipli Atıf Hoca da maalesef “kurbanlar”dan biri olacaktı… Bu arada Atıf Hoca da şapka devrimi’nden bir buçuk sene önce yayınladığı “Frenk Mukallitliği ve Şapka” isimli kitabından dolayı tutuklanmıştı… Ankara İstiklal Mahkemesi’nde yargılanmaya başlandı. Bu kez isnat edilen suç, “halkı kanunlara karşı kışkırtmak”tı. Oysa Hoca şapka aleyhine hiçbir gösteriye katılmamıştı. Meşhur Kılıç Ali’nin (nam-ı diğer Kel Ali) reislik ettiği Ankara İstiklal Mahkemesi Savcısı, Hoca için 3 yıl hapis cezası istiyordu. Fakat mahkeme iki gün içinde idam cezası verdi. Atıf Hoca, ne hikmetse savunma yapmaya gerek görmemişti. Hüküm 4 Şubat 1926 sabahı infaz edildi. Atıf Hoca’nın son sözü, “Mahkeme-i Kübra’da hesaplaşırız” oldu.” (Yavuz Bahadıroğlu, Vakit; 18.02.2004)
Ya işte böyle Zehra bacı. 1920’lerde bu ülkenin erkeklerinin başına gelenler yıllar sonra bu sefer kadınlarının başına geldi sizler sayesinde. Allah’tan bu sefer ne istiklal mahkemeleri, ne takrir-i sükun kanunu, ne idam sehpaları ve ne de kel ali’ler var. Gerçi bunlar yok olmasına yok da acının binbir türlüsü var. Başörtüye riayet eden müslüman genç kız ya da kadının her birinin hüzünlü ayrı bir hikayesi var.
Bu hüzünlü hikayelerden, bu acılardan sana ne be Zehra. Sen özgür ve hür bir laik cumhuriyet rektörü bayan olarak saçlarını rüzgarda savur. Geçmişte erkeklerin, günümüzde kadınların çektiği sıkıntılardan, zorluklardan sana ne bre. Sür keyfini rektörlüğün. Hazır dünya nimetleri içindeyken ve arkanda bu kadar bilimsel, yargısel, devletsel destek de varken.
Mahkeme-i Kübra’da İskilipli Atıf Hoca ve idam edilen diğer ‘kurban’larla, başörtüsü nedeniyle okullara almadığınız, uzaklaştırdığınız kız öğrencilerle, öğretim üyeleriyle  karşılaşır mısın, karşılaşmaz mısın bilemem fakat inşallah “şaka değilmiş Allah’ın elçilerinin söyledikleri, fark edemedim, yanıldım, söylediklerinin doğal olduğuna inandığım bilim adamları şimdi nerede” deyip başını iki elinin arasına alıp hüsrana uğramazsın. Daha henüz bir çok şeyi anlama ve de düzeltme imkanı varken, ölüm gelip çatmamışken.
Halamın kızı Zehra dostlar başına / İşte bu haliyle ediyor beni deli / Hemen darılma hala kızı Zehra / Ama artık anla be Zehra (Zehra / Barış Manço)”

3. Türkiye'de başörtüsü engeli nedeniyle okuyamayan kız öğrencilerin umut kapısı olan Kazakistan Uluslararası Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi de kapılarını bu yıl ilk kez başörtülülere kapattı… Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi Mütevelli Heyeti'nin geçtiğimiz günlerde yaptığı toplantıda, görev süresi dolan Heyet Başkanı Namık Kemal Zeybek'in süresini uzatmadığı, bunun yerine emekli General Çetin Doğan'ın heyet başkanlığına atandığı öğrenildi. Rektörlüğe de geçtiğimiz hafta emekli Albay Prof. Dr. Uğur Oral'ın atanmasının ardından, kurulduğu 1992 yılından bu yana kapılarını başörtülü öğrencilere açan Yesevi Üniversitesi'nin resmi web sitesinden, "bu yıl üniversiteye kayıt yaptırmak isteyen başörtülü öğrencilerin kabul edilmeyeceği" duyuruldu… [Yeni Şafak, 25/08/2006]

“Çılgın Türkler”in çılgınlığı bu olsa gerek. “Adriyatikten Çin Seddine” kadar bir güç, bir cazibe merkezi oluşturamadık Türkler olarak, ama olsun yasaklarımızı ulusal sınırların ötesine taşıdık Paşa Paşa. Memleketi demir ağlarla öremedikse de yasaklarla ördük, bir çok memleket evladının da başına çorap ördük. Varsın bu ülkede, YÖK Başkanı Teziç de dahil çok sayıda rektörün bilimsel makalesi bulunmasın (Bugün, 27.02.2006). Varsın YÖK, bir öğretim üyesini (üyelerini) farklı fikirlere, farklı dünya görüşlerine sahip olduğu için üniversiteden uzaklaştırsın. (YÖK, Prof. Dr. Adem Tatlı'yı çalıştığı üniversiteden attı. Atılma gerekçesi ise Tatlı'nın 14 yıl önce yazdığı bir kitapta Evrim Teorisi'ne karşı çıkması. Yeni Şafak, 25/05/2006) Varsın Teziç, Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın elinden “Legion d’honneur-Lejyon donör diye okunur ve yabancı onur diye çevrilebilir” nişanı alsın ve Chirac’ın Fransa’daki liselerde başörtüsü yasağını izah etmeye çalıştığı metni aynen YÖK’ün resmi web sitesinde çevirisine bile gerek görmeden Fransızca olarak yayınlasın. Varsın eski bir YÖK başkanı (K. Gürüz) “Türkçe bilim dili değildir” desin (Hürriyet, 20/12/2006). Bu ülkenin kızları liselerde ve üniversitelerde başörtülü tahsil imkanı bulamadıkları için başka ülkelere hatta taa Kazakistan’a kadar gitmek zorunda kalakalsın; “boynuz kulağı geçermiş” misali, laikliği ithal ettiğimiz Fransa’nın bile -henüz üniversitelerde olmasa da- yeni akledip uygulamaya başladığı ilköğretim ve liselerdeki kılık kıyafet yasağını nice yıllardır başarıyla uyguluyoruz bu ülkede dii mi ama. “Başörtülü okumak isteyen Arabistan’a gitsin” diyen bir şapkalı adamı (nam-ı diğer çoban sülo, o çoban olunca haliyle biz de yıllarca onun kaval-mavalıyla güdülen koyun sürüsü olduk binaenaleyh) yıllarca baş tacı ettik. Defalarca şapka düşüp kel görünmesine rağmen, her darbe (kodu mu oturtulma) sonrası hacıyatmaz gibi meydanlara inen bu zevata, “amca size baba diyebilir miyiz” dedik ve babalara geldik. Sap saman, kışla kampüs, şap şeker, kurul komutanlık, toz duman, rektör paşa birbirine karıştı. Kim kimdir, ne nedir bilemez olduk. Belki de bir kabus bu, gün gelip uyanacağımız. Elbet bu karanlık gecenin bir gün sabahı olacak. “Sabah yakın değil mi?” (Hud/81)

4. "Peruklusun" diye üniversiteye alınmadı. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi (KSÜ) İktisat Fakültesi'ni kazanan Ankaralı Şeyma Türkan, peruklu olduğu gerekçesiyle üniversiteye kayıt yaptıramadan memleketine döndü. KSÜ İktisat Fakültesi'ne kayıt yaptıramayan baba Şemsettin Türkan ile kızı Şeyma Türkan, KSÜ Bahçelievler Kampüsü önünde basın açıklaması yaptı. Baba Şemsettin Türkan, kızının peruklu halde kayıt salonuna dahi alınmadığını belirterek, "Türbanla alınmamasını anlıyorum ama perukla alınmamasının hiçbir izahı olamaz. Böyle bir mantık olamaz. Kızım peruklu olduğu için kaydı yapılmadı" dedi. Üniversite görevlilerinden sert muamele gördüklerini öne süren Türkan, "Çok üzgünüz. Rica etmemize rağmen çok sert bir davranışla karşılandık. Ayrıca öğrenci işlerine gittik, yatırdığımız 458 YTL'yi de geri alamadık. Bizi odalarına dahi almadılar. Bağırarak 'Bakanlar Kurulu kararı var' dediler" diye konuştu. [İHA, 06/09/2006]

Üniversiteye adı verilen Sütçü İmam kimdir ve adının geçtiği olay nedir? Gelin hiçbir yere başvurmadan olayın cereyan ettiği Kahramanmaraş’taki Üniversitenin resmi web sitesi’nden öğrenelim. “31 Ekim 1919'da düşmana ilk kurşunu atan Sütçü İmam, Kahramanmaraş’ta Kurtuluş hareketini başlatmıştır. Geçimini temin etmek için süt sattığından adı Sütçü İmam olarak anılmaktadır. Mondros Mütarekesi taksim projesine göre; Antep, Maraş ve Çukurova bölgesi Fransız işgal bölgesi olarak taksim edilmişti. 2 Şubat 1919'da çoğunluğu Hintli askerlerden oluşan İngiliz askerleri Maraş'ı işgal etmişler ve şimdiki Ticaret Lisesinin yanındaki kışlaya yerleşmişlerdir. 29 Ekim 1919 tarihine kadar bu bölgede kalan İngiliz askerleri, Ermenilerin sürekli başvuruları ve bu yöndeki girişimleri sonucu Fransız askerleri ile yer değiştirmişlerdir. Maraş halkının, bu yer değiştirmeye mani olmak için yaptığı başvurular ise, o sırada Osmanlı hükümetinin zayıf oluşu ve yöneticilerin ilgisizliği nedeni ile başarılı olamamıştır. 29 Ekim 1919 akşam vakti Yüzbaşı Jülie komutasındaki öncü birlikler, Ermenilerin taşkınlıkları ve tezahüratları arasında Şeyh Adil mevkisinden şehre girmişlerdir. Öncü kuvvetlerden bir gün sonra, 2000 kişilik gönüllü Fransız lejyoneri Ermeniler, Fransız ve Cezayirli askerlerden oluşan birlikler yine Ermeni tezahüratları, Ermeni kadınların muhabbetli alkışları arasında şehre girdiler. Şimdiki Ticaret Lisesi civarına yerleştiler. 31 Ekim 1919 cuma günü akşamına kadar, Fransızlarla beraber gruplar halinde şehri dolaşan Ermeniler Türk halkına ağır hakaretler ve küfürlerle mütecaviz davranışlarda bulundular. Akşam vakti, havanın kararması ile olayların sükûn bulması beklenirken, Uzunoluk hamamından çıkan 3 kadın ve bohçalarını taşıyan bir erkek çocuğunu gören Fransız-Ermeni devriyesinden bir asker; “Burası artık Türk memleketi değildir. Fransız müstemlekesinde peçe ile gezilmez!” diyerek kadınların peçesini zorla açmak istedi. Kadınlar ise bağırıp, feryat ederek yakındaki Kel Hacı'nın kahvesinden yardım istediler. Olay yerine ilk müdahale eden Çakmakçı Sait; “Gâvur oğulları! Dokunmayın bacılarıma!” diyerek Fransız Ermeni Lejyonerlerinin üzerine yürüdü. Üzerinde silah olmayan Çakmakçı Sait, açılan ateş sonucu ağır yaralanmıştır. Bu sırada adı İmam olan ve geçimini temin etmek için süt sattığı için Sütçü İmam olarak tanınan İmam, yanında bulunan silahı ile ateş açmış ve bir Fransız-Ermeni Lejyoner askerini öldürmüş, bir diğerini de yaralamıştır.” (www.ksu.edu.tr). Orada, o şehirde, o olayın anısına dikilen anıtta şu cümle de yazıyor. “Sütçü İmam, Türk namusunu burada silahı ile korudu”. Yer aynı yer. 80 küsur yıl sonra nerdeeeeen nereye? Kısa ya da uzun, yorum yapmıyorum, yapamıyorum. Söyleyecek söz bulamıyorum çünki. Nutkum tutuldu. Ne desem laf değil. Yüreğim de elvermiyor zaten. İster korkudan deyin, ister daraldığı için. Ne farkeder?


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder