1. ‘Din elden gidiyor’
sözleriyle gündeme oturan DSP eski Genel Başkan Yardımcısı Rahşan Ecevit, bu
kez “Türban karın doyurmaz” dedi. [Zaman, 12/02/2005]
Tövbe tövbe kıyamet
mi yaklaşıyor ne? Düne kadar ‘din elden gidiyor’ diye bir sözü onların mürteci
diye yaftaladıkları insanların ağzından duymaya alışmış kulaklarımız, şimdi
kimlerin ağzından duyuyor, yoksam yanlış mı işittik? Acaba “şeriat isteriz” de
demiş midir? Onu bilmem ama şuna eminim ki burada sözü geçen din, benim dinim
değil. Kabala, reiki, yoga, transandantal meditasyon filan olabilir ama
Kur’an’da tarif edilen ve son elçinin anlayıp uyguladığı İslam olamaz herhalde.
Çünkü o dinde “karın doyurmadığı” belirtilen türban (başörtüsü) da var. İki
sözü de aynı şahıs söylemişse (ki söölemiş) ortada ya bir bilmemezlik ya da bir
kasıt var. Kast-ı mahsusa’sını bilemem ama ikinci sözde ne yalan söyleyeyim
(niye sölim ki size yalan borcum mu var) gerçeklik payı da yok değil hani. Zira
gerçekten “türban karın doyurmaz”. Çünkü hem yenilecek cinsten bir madde
değildir (yani tadı tuzu olmayıp besin değerine haiz değildir) hem de bu ülkede
bu nesneyi taktığınız, örttüğünüz takdirde yalan dünya başınıza göçer,
okulunuzdan, işinizden, aşınızdan olur, aç sefil bilem kalırsınız.
2. Tokat’ta Gaziosmanpaşa
Üniversitesi’nin düzenlediği 6'ıncı Gençlik Şöleni, Taşlıçiftlik Kampüsü'nde
düzenlenen törenle başladı. Açılışta konuşan Rektör Prof. Dr. Zehra S., türban
konusuna değinerek, “Türk halkı özgürdür, hürdür. Laik Türkiye Cumhuriyeti'nde
türban kavgası, türban konusu gündeme bile getirilmemelidir. Türk gençliği bu
sorunlarla meşgul edilmemelidir" diye konuştu. Gençlik Şöleni açılışında
öğrenciler ilginç bir şaka yaptı. Suyun kimyasal olarak ifadesi olan
‘Dihidrojen Monoksit’in zararlarını anlatan bir metin hazırlayan öğrenciler,
“Bu madde yasaklanmalı” adı altında açtıkları imza kampanyasında rektöre de
imza attırdı. Daha sonra kendisine şaka yapıldığını öğrenen Prof. Dr. S., “Bu
şakayı fark edemedik. Alıştığımız şeyin tersi söylendiği için yanıldık. Bir de
bunu bilim adamları söylüyorsa bu doğal" dedi. [www.haber7.com; 03/05/2005]
Heyt
be! Sanırsınız ki Gazi Osman Paşa mezarından kalkmış, Plevne kalesini küffara
karşı kahramanca müdafaa ediyor. O nasıl 1877-1878
Osmanlı Rus savaşında Plevne kalesini sayıca üstün düşmana karşı
savunmuşsa, onun ismi verilen cumhuriyet kalesini(!) de bir rektör, hem de bir
bayan rektör kendi hemcinsi olan “dahili bedbahtlar”a(!) karşı cansiperane
savunmaktadır. Anlaşılan rektör bayan, özellikle bu mücadeleyi versin diye
kendisini oraya getirenlerin yüzlerini kara çıkarmamak için “çaya çorbaya
limon” kabilinden –belki de söyleyecek fazla bir şeyi olmadığından-, gençlik
şöleninde konuyu getirip türbana bağlamış, tersinden de olsa bir bakıma türbanı
istismar etmiş, istek ve emelleri için kullanmış aslında.
Laik,
Atatürkçü ve de Kemalist göstericilerin başörtüsü aleyhindeki gösterileri
sırasında açtıkları bir pankartta “Özgürlük saçını rüzgarda savurabilmektir”
yazdığı gibi düşünüyor olmalı ki, “Başörtüsünün özgürlükle bir ilgisi yoktur”
diyen koroya katılıyor. El hak doğrudur. Başörtüsü ve diğer İslam’la ilintili
konular özgürlükle değil, “Allah’a kulluk” kavramında anlamını, ifadesini
bulur. Başını alıp giden, istediği kişiyle, istediği yerde, istediği şeyi yapan
özgür kız değildir herhalde Allah’a inandığını ifade eden genç kızlar. Bu
inancın ve teslimiyetin gereğini yapan, özgür olmayan bu kızlar da bayan
rektöre göre “özgür ve hür Türk halkı”ndan değildir tabii olaraktan. Artık
onların önünde ya okul ve kamudaki görevlerinden çekilmeleri, atılmaları ya Allah’ı
bırakıp “bu ülkede bizim borumuz öter” diyen devlete (devletlilere) itaat edip
söz dinlemeleri ya da başka diyarlara gitmek düşer değil mi ama?
Hem
netekim; “Kadınların saçlarının görünmesi günah olacaksa
Allah onları saçsız yaratırdı. -Lütfen
edebe muhalif sorular gelmesin aklınıza hemen. Nü resimler de yapan darbecibaşı
paşam bilmez mi saç dışında başka yerleri de kapattığımızı. Allah’tan bizi
şey’siz yaratmamış Allah’ımız- Yapamaz mıydı, yapardı. Ama yapmamış. Peki
nereden çıkmış bu türban. İran’daki Humeyni bunu soktu. Humeyni, 1979’dan sonra
dehşetli para harcayarak bizim Türkiye’deki genç çocukları, kızları da bu yola
sürükledi. Bu tartışmaları yaratanların da İran gibi olma özlemi var”. (Türban
tartışmasına 7’nci –darbe öncesinde ve
sonrasında nice cumhur evladını 7 bitirdi, hatırlansın lütfen- Cumhurbaşkanı
Kenan Evren de kendine özgü çıkışıyla dahil oldu, Akşam; 19.01.2008)
Bilimsel dogmalarla, cumhuriyet hurafeleriyle kafalar öyle tıka
basa doldurulmuş ve de yasakçı, baskıcı zihniyet eskisi kadar olmasa da hala bütün
ihtişamıyla orta yerde duruyor ki, daha ne olduğuna bile bakmadan ve de düşünüp
anlamadan basıyor imzayı su’yun yasaklanmasını isteyen bildiriye rektör hanım.
Ahh Zehra ahh –ki isminin anlamı da
‘huzur veren’ demekmiş, ki ne yaman çelişki-, bu bir şaka idi ve de hemen
zokayı yuttun, sazan gibi atladın üzerine. Fakat bir gün seni bu dünyada
avutan, oyalayan her şeyin son bulduğu, kendinle ve de Rabbinle baş başa O’nun
huzurunda olduğunda ne olacak halin Zehra. “Bu şakayı fark edemedik. Alıştığımız şeyin tersi
söylendiği için yanıldık” deyip işin içinden sıyrılıp çıkabilecek misin Zehra?
Yoksa
“Bir de bunu bilim adamları söylüyorsa bu doğal” mı diyeceksin? Üniversiteler
Arası Kurul’un bir üyesi olarak, kendisini YÖK üyeliğine uygun gördüğünüz İTÜ
öğretim üyesi Prof.Dr. Celal Şengör’ün size gönderdiği teşekkür mektubundaki şu
satırları da doğal karşılıyor, onaylıyor musun Zehra? “Din, belirli dogmalar çevresinde
kurulmuştur ve yanılmaz olduğu iddia edilen bir veya birkaç tanrının vahiyleri
olan dogmalarından vazgeçemez. Bilim ise sürekli olarak gerçeği arayan ve
gerçekle bağdaşmayan hiçbir şeyi kabul etmeyen bir düşünce sistemidir… Dinin
pek çok dogması bilimin isbatları karşısında bu şekilde çöpe gitmiştir. Bugün
artık ne dünyanın yedi günde yaratıldığına, ne Nuh Tufanına, ne de Havva ile
Âdem masalına inanmak mümkündür… Kimse bize bu açıdan ‘bilimperestlik
yapıyorsunuz' diye bir eleştiri yöneltemez, zira, büyük felsefeci Lord Bertrand
Russell'ın dediği gibi, insanlığın gerçekten bildiği fakat bilimin bulmuş
olmadığı hiçbir şey yoktur. Bir başka deyişle, bilim dışında insanlığın hiçbir
bilgi kaynağı yoktur... Türban yasağının kaldırılmasını temelde yalnızca bu
nedenle kabul
etmemiz mümkün değildir. Bu konuda ne karşımıza çıkarılacak hukuk sistemleri,
ne de dünyadan gösterilecek örnekler bizi ikna edebilir (sui-misal, misal
olamaz). Bizim düşüncemizin ve faaliyetimizin temeli eleştirel akılcılıktır.
Aklı ve eleştiriyi kabul
etmeyen hiçbir sistemi üniversite kapısından içeri alamayız. İcab ederse, ülke
yöneticileri akıllarını başlarına alana kadar o kapıları kapatırız.” (Radikal;
31.01.2008)
Bu bilim adamını -Allah’tan ki din adamı değil, o nedenle
dedikleri doğal(!)- kaale alıp, kale–pardon- üniversite kapılarını kapatıp,
ülke yöneticileri akıllarını başlarına alana kadar Gaziosmanpaşa gibi harici
değil de dahili düşmanlara karşı savunacak mısın Zehra. Zehra, bak Teziç’ten
önceki başkanın Gürüz, “başörtüsü
tartışmalarının sorulması üzerine, tartışmaları çirkin ve fakir bulduğunu ifade
etmiş” senin gibi ve de “YÖK Başkanı Özcan'ın kimi rektörlerce istifaya davet
edilmesini değerlendiren Gürüz, rektörlerin gereğini yaptığını kaydetti. YÖK
Başkanı Özcan'ın YÖK Başkanlığı için gerekli şartları taşımadığını savunan
Gürüz, şöyle devam etti: "Bana kalırsa Anayasa'da YÖK başkanlığı için
öngörülmüş şartları taşımıyor… Şunu Türk milletinin iyi anlaması lazım. Gençken
hepimiz hata yapabiliriz, ama belli bir yaşa geldikten sonra gidip, vahye dayalı
bilgiyi yaymak, İslam'a uygun adam yetiştirmek peşinde iki sene geçirirseniz
olay ortadadır. Kaldı ki bu kişi, rektörlük yapmamıştır. Profesör olması da 14
sene sürmüş galiba. Bir iki defa dönmüş. Bu başarılı bir öğretim üyeliği
sayılmaz benim kanaatime göre. Bu şartları taşımıyor. Bunları yaparsınız,
zorlarsınız kanunları. Bir yere kadar gider bu, ondan sonrada yargının önünde
bulursunuz kendinizi ve sonuçlarına da katlanırsınız…" (Yeni Şafak; 03.03.2008) (Gürüz yanılmadı, haklı çıktı, -yargıdaki değişikliklerden sonra-
25.06.2012 tarihinde yargı önünde buldu kendini ve sonucuna da katlandı, 05.09.2013
tarihinde de salıverildi. Öngörünün bu kadarına da pes doğrusu. Kanunları
sonuna kadar kendisi gibi düşünmeyenlerin, inanmayanların aleyhinde zorladı ve
binlerce üniversite öğrencisi, öğretim üyesi-görevlisi, personelini okulundan,
işinden, istikbalinden, yurdundan yuvasından etti).
Bak Zehra o günkü Yargı da Pürüz çıkarmadı ve Gürüz’e desteğini
esirgemedi. “Ankara Barosu tarafından 8 Mart Dünya Kadınlar Günü dolayısıyla
''Kadın Olmak'' konulu sempozyumun, ''Hukukta Kadın'' başlıklı oturumunda
konuşan eski Hürriyet yazarı Emin
Çölaşan’ın eşi Danıştay Başsavcısı
Tansel Çölaşan, kadınlara yönelik en ağır baskının din adına yapılan baskı
olduğunu söyledi. Çölaşan, ''Hem özgürlük diyorsunuz hem de kapanmak
istiyorsunuz. Kapanmanın özgürlüğü olur mu?'' dedi. Çölaşan, kapanmanın Kuranı
Kerim'de yer almadığını, Kuranı Kerim'de kadın ve erkeğe iffetli olmanın
öğütlendiğini, avret yerlerinin kapatılması gerektiğinin emredildiğini
söyledi.” (Taraf gazetesi; 10.03.2008)
Hadi gene iyisin Zehra, sen ve diğer rektör kardeşlerin (yolsuzluktan ve de
öğretim üyelerini fişlemekten yargılanan Yücel ve birkaç rektör hariç) ve
başkanınız (Gürüz hariç) Teziç, kendinizi yargı önünde bulmadınız, ama özgür ve
hür olmadığı için okulundan (okulunuzdan değil, bak burası çok mühim Zehra, o
okullar sizin değil bu halkın okullarıdır) attığınız bir öğrenciniz kendini
yargı önünde buldu ve de sonuçlarına katlandı. “Başörtüsü yasağı yüzünden eğitimini yarım bırakan
Nilüfer Pehlivan 'Özgürlük için el ele' yürüyüşüne katılarak yasağı protesto
ettiği için idamla yargılandı. Eylem gecesi kaldığı öğrenci evine yapılan
baskınla gözaltına alınan ve 3 gün boyunca terörle mücadelede arkadaşlarıyla
birlikte sorgulanan Pehlivan: "İdamla yargılanmaktan daha onur kırıcı olan
başörtümle okula gittiğimde polis barikatıyla karşılaşmak ya da hocalarımızın
'başörtülüler dışarı çıksın!' sözleriydi.” (Yeni Şafak; 19.02.2008)
Okumak
zahmetine katlanabilirsen Zehra, seni laik cumhuriyetinizin tarihinde kısa bir
gezintiye çıkarayım. 1920’li yılların Türkiyesi. Konu sizin tabirinizle türban
değil bir başka başörtüsü olan şapka. “25 Kasım 1925'te TBMM’de “Şapka Kanunu”
kabul edildi…
Madde
1. Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri ile genel ve
yerel idare ve bütün kurumlara mensup memur ve müstahdemler, Türk ulusunun
giymiş olduğu şapkayı giymek mecburiyetindedir. Türkiye halkının da genel
başlığı şapka olup, buna aykırı bir alışkanlığın devamını hükümet engeller…
Bu kanun elbette hemen
benimsenmedi. Şapka Kanununun çıkmasıyla birlikte Erzurum, Rize, Sivas, Maraş,
Giresun, Kırşehir, Kayseri, Tokat
–ne ilginç tesadüf be Zehra-, Amasya, Samsun, Trabzon ve Gümüşhane gibi illerde
protesto olayları yaşandı… Yasaya göre, şapkadan başka bir başlık giymekte
direnmenin cezası üç aya kadar hafif hapis iken, protesto hareketleri, sistemin
meşruluğuna karşı yönelen idamlık suçlar sayıldı…” (
tr.wikipedia.com)
“Geçtiğimiz hafta 80. senesini idrak ettiğimiz
'Kılık Kıyafet Düzenlemesi' halk arasında 'Şapka Devrimi' diye anılır. Bizde
yadırganmayan ama Batılı bir insana söylediğinizde gülümseme sebebi olan kararı
1925 senesi Ağustos ayının sonunda Kastamonu gezisi sırasında ilan etti
Atatürk. Ve aynı yıl kasım ayında bu konuda düzenleme getiren yasa çıktı.
Şimdilerde etkisi kalmayan ve neredeyse uygulamadan kalkan yasa o yıllarda
haddinden fazla gerginlik doğurdu. Devlet memurlarının şapka edinip toplu
fotoğraflar çektirerek Ankara'ya gönderdikleri, yasak dolayısıyla erkeklerin
piyasada yeterli sayıda şapka bulunmaması yüzünden Rum kadın giyim mağazalarına
hücum edip kenarlıklı bayan şapkaları edindikleri günler yaşandı. Daha ötesi bu
düzenlemeye muhalefet yüzünden idam cezaları verildi. Bu kanuna Rize'de karşı
çıkan halkın isyana varan tutumu yüzünden ünlü Hamidiye Zırhlısı'nın şehrin
karşısına demirlediği, Erzurum'da Sinop'ta benzer hadiseler yaşandığı bilinir.
Şapka giymek istemeyen kişilerin vilayete dilekçe vermeye gittiklerinde
üzerlerine makineli tüfekle ateş açıldığı, Erzurum'da idam edilen 30 kişi
arasında bir kadının yer aldığı 'zor oyunu'ydu bu.” (www.radikal.com.tr,
04.09.2005)
“Direnişin
en şiddetli olduğu yer ise Trabzon’un hocalarıyla meşhur ilçesi Of’tu. Of,
Hamidiye Kruvazörü tarafından bombalandı. Bizim uşakların bombardıman altında,
“Atma Hamidiye atma, şapka da giyeceğuz, vergi de vereceğuz” diye ağlaştıkları
rivayet edilir. Bilindiği gibi, Atatürk 24 Ağustos 1925 tarihinde Kastamonu’ya
elinde Panama şapkasıyla gitmiş, Kastamonululara hitaben yaptığı konuşmada,
“...Uygar ve milletlerarası kıyafet, bizim için, çok cevherli milletimiz için
lâyık bir kıyafettir” demişti, “Onu giyeceğiz. Ayakta iskarpin veya fotin,
bacakta pantolon, yelek, gömlek, kravat, yakalık, ceket ve tabiatıyla bunları
tamamlamak üzere başta siper-i şemsli serpuş. Bu serpuşun adına şapka denir.
Redingot gibi, bonjur gibi, smokin gibi, frak gibi, işte şapkamız!. İsterseniz
bildireyim ki, bu kadar yüksek ve önemli bir sonuca varmak için, gerekirse bazı
kurbanlar da verelim...” (K. Z. Gençosman, Atatürk Ansiklopedisi, İstanbul
1981, X, 67)
Anlaşılacağı gibi, bu iş, ‘Kamal Atatürk ve
onunla aynı düşünen silah arkadaşları için’ “kurban” vermeyi göze aldıracak
kadar önemliydi. İskilipli Atıf Hoca da maalesef “kurbanlar”dan biri olacaktı…
Bu arada Atıf Hoca da şapka devrimi’nden bir buçuk sene önce yayınladığı “Frenk
Mukallitliği ve Şapka” isimli kitabından dolayı tutuklanmıştı… Ankara İstiklal
Mahkemesi’nde yargılanmaya başlandı. Bu kez isnat edilen suç, “halkı kanunlara
karşı kışkırtmak”tı. Oysa Hoca şapka aleyhine hiçbir gösteriye katılmamıştı.
Meşhur Kılıç Ali’nin (nam-ı diğer Kel Ali) reislik ettiği Ankara İstiklal
Mahkemesi Savcısı, Hoca için 3 yıl hapis cezası istiyordu. Fakat mahkeme iki
gün içinde idam cezası verdi. Atıf Hoca, ne hikmetse savunma yapmaya gerek
görmemişti. Hüküm 4 Şubat 1926 sabahı infaz edildi. Atıf Hoca’nın son sözü,
“Mahkeme-i Kübra’da hesaplaşırız” oldu.” (Yavuz Bahadıroğlu, Vakit; 18.02.2004)
Ya işte böyle Zehra bacı. 1920’lerde bu ülkenin
erkeklerinin başına gelenler yıllar sonra bu sefer kadınlarının başına geldi
sizler sayesinde. Allah’tan bu sefer ne istiklal mahkemeleri, ne takrir-i sükun
kanunu, ne idam sehpaları ve ne de kel ali’ler var. Gerçi bunlar yok olmasına
yok da acının binbir türlüsü var. Başörtüye riayet eden müslüman genç kız ya da
kadının her birinin hüzünlü ayrı bir hikayesi var.
Bu hüzünlü hikayelerden, bu acılardan sana ne be
Zehra. Sen özgür ve hür bir laik cumhuriyet rektörü bayan olarak saçlarını
rüzgarda savur. Geçmişte erkeklerin, günümüzde kadınların çektiği
sıkıntılardan, zorluklardan sana ne bre. Sür keyfini rektörlüğün. Hazır dünya
nimetleri içindeyken ve arkanda bu kadar bilimsel, yargısel, devletsel destek
de varken.
Mahkeme-i Kübra’da İskilipli Atıf Hoca ve idam
edilen diğer ‘kurban’larla, başörtüsü nedeniyle okullara almadığınız,
uzaklaştırdığınız kız öğrencilerle, öğretim üyeleriyle karşılaşır mısın, karşılaşmaz mısın bilemem
fakat inşallah “şaka değilmiş Allah’ın elçilerinin söyledikleri, fark edemedim,
yanıldım, söylediklerinin doğal olduğuna inandığım bilim adamları şimdi nerede”
deyip başını iki elinin arasına alıp hüsrana uğramazsın. Daha henüz bir çok
şeyi anlama ve de düzeltme imkanı varken, ölüm gelip çatmamışken.
“Halamın kızı Zehra dostlar başına / İşte
bu haliyle ediyor beni deli / Hemen darılma hala kızı Zehra / Ama artık anla be
Zehra (Zehra / Barış Manço)”
3. Türkiye'de başörtüsü engeli nedeniyle okuyamayan kız öğrencilerin
umut kapısı olan Kazakistan Uluslararası Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi de
kapılarını bu yıl ilk kez başörtülülere kapattı… Hoca Ahmet Yesevi Üniversitesi
Mütevelli Heyeti'nin geçtiğimiz günlerde yaptığı toplantıda, görev süresi dolan
Heyet Başkanı Namık Kemal Zeybek'in süresini uzatmadığı, bunun yerine emekli
General Çetin Doğan'ın heyet başkanlığına atandığı öğrenildi. Rektörlüğe de
geçtiğimiz hafta emekli Albay Prof. Dr. Uğur Oral'ın atanmasının ardından,
kurulduğu 1992 yılından bu yana kapılarını başörtülü öğrencilere açan Yesevi
Üniversitesi'nin resmi web sitesinden, "bu yıl üniversiteye kayıt
yaptırmak isteyen başörtülü öğrencilerin kabul edilmeyeceği" duyuruldu… [Yeni Şafak, 25/08/2006]
“Çılgın Türkler”in çılgınlığı bu olsa gerek. “Adriyatikten
Çin Seddine” kadar bir güç, bir cazibe merkezi oluşturamadık Türkler olarak,
ama olsun yasaklarımızı ulusal sınırların ötesine taşıdık Paşa Paşa. Memleketi
demir ağlarla öremedikse de yasaklarla ördük, bir çok memleket evladının da
başına çorap ördük. Varsın bu ülkede, YÖK Başkanı Teziç de dahil çok sayıda rektörün
bilimsel makalesi bulunmasın (Bugün, 27.02.2006). Varsın YÖK,
bir öğretim üyesini (üyelerini) farklı fikirlere, farklı dünya görüşlerine
sahip olduğu için üniversiteden uzaklaştırsın. (YÖK, Prof. Dr. Adem Tatlı'yı
çalıştığı üniversiteden attı. Atılma gerekçesi ise Tatlı'nın 14 yıl önce
yazdığı bir kitapta Evrim Teorisi'ne karşı çıkması. Yeni Şafak, 25/05/2006)
Varsın Teziç, Fransa Cumhurbaşkanı Chirac’ın elinden “Legion d’honneur-Lejyon
donör diye okunur ve yabancı onur diye çevrilebilir” nişanı alsın ve Chirac’ın
Fransa’daki liselerde başörtüsü yasağını izah etmeye çalıştığı metni aynen
YÖK’ün resmi web sitesinde çevirisine bile gerek görmeden Fransızca olarak
yayınlasın. Varsın eski bir YÖK başkanı (K. Gürüz) “Türkçe bilim dili
değildir” desin (Hürriyet, 20/12/2006). Bu ülkenin kızları liselerde ve
üniversitelerde başörtülü tahsil imkanı bulamadıkları için başka ülkelere hatta
taa Kazakistan’a kadar gitmek zorunda kalakalsın; “boynuz kulağı geçermiş” misali,
laikliği ithal ettiğimiz Fransa’nın bile -henüz üniversitelerde olmasa da- yeni
akledip uygulamaya başladığı ilköğretim ve liselerdeki kılık kıyafet yasağını
nice yıllardır başarıyla uyguluyoruz bu ülkede dii mi ama. “Başörtülü okumak
isteyen Arabistan’a gitsin” diyen bir şapkalı adamı (nam-ı
diğer çoban sülo, o çoban olunca haliyle biz de yıllarca onun kaval-mavalıyla
güdülen koyun sürüsü olduk binaenaleyh) yıllarca baş tacı ettik. Defalarca
şapka düşüp kel görünmesine rağmen, her darbe (kodu mu oturtulma) sonrası
hacıyatmaz gibi meydanlara inen bu zevata, “amca size baba diyebilir miyiz”
dedik ve babalara geldik. Sap saman, kışla kampüs, şap şeker, kurul komutanlık, toz duman, rektör paşa birbirine karıştı. Kim kimdir, ne nedir bilemez
olduk. Belki de bir kabus bu, gün gelip uyanacağımız. Elbet bu karanlık gecenin
bir gün sabahı olacak. “Sabah yakın değil mi?” (Hud/81)
4. "Peruklusun"
diye üniversiteye alınmadı. Kahramanmaraş Sütçü İmam Üniversitesi (KSÜ) İktisat
Fakültesi'ni kazanan Ankaralı Şeyma Türkan, peruklu olduğu gerekçesiyle
üniversiteye kayıt yaptıramadan memleketine döndü. KSÜ İktisat Fakültesi'ne
kayıt yaptıramayan baba Şemsettin Türkan ile kızı Şeyma Türkan, KSÜ
Bahçelievler Kampüsü önünde basın açıklaması yaptı. Baba Şemsettin Türkan,
kızının peruklu halde kayıt salonuna dahi alınmadığını belirterek,
"Türbanla alınmamasını anlıyorum ama perukla alınmamasının hiçbir izahı
olamaz. Böyle bir mantık olamaz. Kızım peruklu olduğu için kaydı
yapılmadı" dedi. Üniversite görevlilerinden sert muamele gördüklerini öne
süren Türkan, "Çok üzgünüz. Rica etmemize rağmen çok sert bir davranışla
karşılandık. Ayrıca öğrenci işlerine gittik, yatırdığımız 458 YTL'yi de geri
alamadık. Bizi odalarına dahi almadılar. Bağırarak 'Bakanlar Kurulu kararı var'
dediler" diye konuştu. [İHA, 06/09/2006]
Üniversiteye
adı verilen Sütçü İmam kimdir ve adının geçtiği olay nedir? Gelin hiçbir yere
başvurmadan olayın cereyan ettiği Kahramanmaraş’taki
Üniversitenin resmi web sitesi’nden öğrenelim. “31 Ekim 1919'da düşmana ilk kurşunu atan Sütçü
İmam, Kahramanmaraş’ta Kurtuluş hareketini başlatmıştır. Geçimini temin etmek
için süt sattığından adı Sütçü İmam olarak anılmaktadır. Mondros
Mütarekesi taksim projesine göre; Antep, Maraş ve Çukurova bölgesi Fransız
işgal bölgesi olarak taksim edilmişti. 2 Şubat 1919'da çoğunluğu Hintli
askerlerden oluşan İngiliz askerleri Maraş'ı işgal etmişler ve şimdiki Ticaret
Lisesinin yanındaki kışlaya yerleşmişlerdir. 29 Ekim 1919 tarihine kadar bu
bölgede kalan İngiliz askerleri, Ermenilerin sürekli başvuruları ve bu yöndeki
girişimleri sonucu Fransız askerleri ile yer değiştirmişlerdir. Maraş halkının,
bu yer değiştirmeye mani olmak için yaptığı başvurular ise, o sırada Osmanlı
hükümetinin zayıf oluşu ve yöneticilerin ilgisizliği nedeni ile başarılı
olamamıştır. 29 Ekim 1919 akşam vakti Yüzbaşı Jülie komutasındaki öncü
birlikler, Ermenilerin taşkınlıkları ve tezahüratları arasında Şeyh Adil
mevkisinden şehre girmişlerdir. Öncü kuvvetlerden bir gün sonra, 2000 kişilik gönüllü
Fransız lejyoneri Ermeniler, Fransız ve Cezayirli askerlerden oluşan birlikler
yine Ermeni tezahüratları, Ermeni kadınların muhabbetli alkışları arasında
şehre girdiler. Şimdiki Ticaret Lisesi civarına yerleştiler. 31 Ekim 1919 cuma
günü akşamına kadar, Fransızlarla beraber gruplar halinde şehri dolaşan
Ermeniler Türk halkına ağır hakaretler ve küfürlerle mütecaviz davranışlarda
bulundular. Akşam vakti, havanın kararması ile olayların sükûn bulması
beklenirken, Uzunoluk hamamından çıkan 3 kadın ve bohçalarını taşıyan bir erkek
çocuğunu gören Fransız-Ermeni devriyesinden bir asker; “Burası artık Türk
memleketi değildir. Fransız müstemlekesinde peçe ile gezilmez!” diyerek
kadınların peçesini zorla açmak istedi. Kadınlar ise bağırıp, feryat ederek
yakındaki Kel Hacı'nın kahvesinden yardım istediler. Olay yerine ilk müdahale
eden Çakmakçı Sait; “Gâvur oğulları! Dokunmayın bacılarıma!” diyerek Fransız
Ermeni Lejyonerlerinin üzerine yürüdü. Üzerinde silah olmayan Çakmakçı Sait,
açılan ateş sonucu ağır yaralanmıştır. Bu sırada adı İmam olan ve geçimini
temin etmek için süt sattığı için Sütçü İmam olarak tanınan İmam, yanında
bulunan silahı ile ateş açmış ve bir Fransız-Ermeni Lejyoner askerini öldürmüş,
bir diğerini de yaralamıştır.” (www.ksu.edu.tr). Orada, o şehirde, o
olayın anısına dikilen anıtta şu cümle de yazıyor. “Sütçü İmam, Türk namusunu
burada silahı ile korudu”. Yer aynı yer. 80 küsur yıl sonra nerdeeeeen nereye?
Kısa ya da uzun, yorum yapmıyorum, yapamıyorum. Söyleyecek söz bulamıyorum
çünki. Nutkum tutuldu. Ne desem laf değil. Yüreğim de elvermiyor zaten. İster
korkudan deyin, ister daraldığı için. Ne farkeder?
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder