12 Eylül 2013 Perşembe

BUMERANG-1

DÜN…

Önce “eski dünya”larında idiler. Allah(c.c)’ın elçilerinden İsa(a.s)’nın onlara sunduğu arı-duru mesajı, bâtılla örtüp tanınmaz hale getirdiler, aydınlığı (tevhid’i) kaybedip yüzyıllar boyu sürecek koyu bir karanlığın içinde kalakaldılar. Aklı köreltip kendi elleriyle tahrif ettikleri; ruhbanlar icad ettikleri; kilise, papalık gibi kurumlarla takviye ettikleri dinlerinde çeşitli fırkalara ayrılarak yıllarca süren mezhep savaşları yaptılar, farklı düşünen insanları engizisyon mahkemelerinde yargılayıp diri diri yaktılar. İktidar sahibi krallarla, derebeylerle, senyörlerle işbirliğine gidip yoksul, çaresiz halkın ensesinde boza pişirdiler. Birbirlerini olur olmaz sebeplerle kırdıkları gibi; doğu’ya, İslam dünyasına “haçlı seferleri” düzenleyip onbinlerce müslümanı öldürdüler, yakıp yıktılar, Kudüs’ü ele geçirip [Cennetin Kırallığı]nı kurmaya çalıştılar, veba misali salgın hastalıklarla da kırıldılar.

           Sonra bir kısmı –İspanyollar ve Portekizliler- [Kristof Kolomb-1492] kıtalarından (Avrupa) gemilerle ayrılıp hayallerini süsleyen ve türlü zenginliklerle dolu olduklarını duydukları “yeni dünya”lara doğru yol aldılar. Kendilerini iyilikle karşılayan insanlara bir müddet sonra yapmadıkları kötülük kalmadı. Amerika adını verdikleri kıtanın güneyindeki kâdim Aztek, İnka ve Maya medeniyetlerini yok edip yanlarında onlara ait yağmaladıkları zenginliklerle [El Dorado] ve köleleştirdikleri insanlarla [Pocahontas] geri döndüler.

          Bunlardan önemli bir kısmı, zaten varolan ama kendilerinin yeni keşfettikleri kıtanın kuzeyine yöneldiler. Yaşadıkları-daha doğrusu yaşanmaz hale getirdikleri- eski dünyalarından bu [Uzak Ufuklar]a (yoksul, hırsız, cani, hapishane kaçkını, fahişe, misyoner, maceraperest, …) binbir çeşit insan,  binbir çeşit amaçla akın akın geldi de geldi.  Karaya ayak bastıktan sonra da adım adım her türlü yol ve yöntem ile (terör dahil), yüzyıllardır yaşadıkları yurtlarını-yuvalarını savunmaya çalışan yerlileri -kızılderili adını taktıkları ve [Kurtlarla Dans] eden bu vahşi barbarları(!)- onlara ait topraklardan bizonlardan temizler gibi temizlediler. Oysa o kıtanın sakinleri, bu herkese yetecek kadar geniş topraklarda yeni gelenlerle birlikte, kardeşçe yaşamak istemelerine rağmen, soluk benizli beyaz adamın niçin topraklarının tamamına sahip olmaya çalıştığını bir türlü anlayamadı. Onlara göre toprak ve tabii kaynaklar Ulu Yaratıcının insanlara bir emanetiydi. Oysa beyaz adam ne suretle olursa olsun tamamına sahip olmak için elinden geleni ardına koymuyordu. Bu “beyaz”derili insanlar mütemadiyen geldikçe o topraklarda binlerce yıldır doğayla, birbirleriyle barışık bir halde yaşayan “kızıl”derili insanlara alabildiğine geniş o topraklar dar geldi, getirildi. Büyük bir kısmı “en iyi kızılderili, ölü bir kızılderilidir” mavi ceketli özdeyişi uyarınca kitleler halinde katledildi, kalanları da etrafı çevrilmiş verimsiz, çorak arazilerde (rezervasyon) bir nevi açık hapis şeklinde, zillet içinde yaşamlarını sürdürmeye mahkum edildiler ve günümüzde de hala bu durum devam etmektedir [1].

       Sözün burasında dünyada ilk defa nükleer silahı kullanıp yüzbinlerce sarıderili insanı öldüren ABD’li beyaz adamın, Irak’a kimyasal silah olduğu bahanesiyle saldırıp 1.5 milyon Arabın ölümüne yol açıp, Suriye’ye de kimyasal silah kullandığı bahanesiyle saldırmaya hazırlanırken, dünyada ilk biyolojik silahı işgal ettiği kıtanın yerlileri olan Kızılderili insanlara karşı kullandığını zikredelim. Soykırımdan kurtulabilen ve verimsiz topraklara yerleştirilen Kızılderililere verdiği yardım kolilerinde çiçek mikrobu bulaştırılmış battaniye vardı. ABD’li general Amherst gönderdiği bir direktifte “kızılderililer aşağılık bir ırktır. Bunları yok etmek için bütün metodlar gibi battaniye ile mikrop bulaştırmak iyi bir denemedir” demişti.

Beyaz adam [Mohikanların Sonuncusu]nu ve Apaçilerin son reisi-1886 [Geronimo]yu da Zagor, Teks, Tommiks gibi kahramanları(!) sayesinde halledip “Kızılderililer”den arındırdıkları (soykırım yaparak, sağ kalanları da asimile ederek) bu verimli, bakir topraklarda çalıştırılmak üzere kara kıta Afrika’nın “kara”derili insanlarının eline kendilerine bile hayrı dokunmayan kitaplarını tutuşturup topraklarını ellerinden alarak milyonlarcasını yurdundan-yuvasından, eşinden-yavrusundan, [Kökler]inden zorla koparıp köleleştirerek, gemi ambarlarına tıkıp getirdiler. Bu beyaz efendilerin siyah kölelerine yaptıklarının kızılderililer kadar olmasa da ondan aşağı kalır yanı yoktu. Yakın zamana kadar karaderili olanların insan sayılıp sayılmayacakları, sayılacaklarsa ne tür “haklar”a sahip olacakları gibi derin ve ulvi(!) konuları tartıştılar.

“Özgürlükler ülkesi”ni kurmak için milyonlarca “kızıl” ve “kara”derili insanın topraklarını,  özgürlüklerini (hatta can, mal ve ırzlarını dahi)  ellerinden alan “beyaz”derili adamlar, eski dünyalı, eski kafalı, kırmızı ceketli olan atalarına karşı da Teksas(Çelik Bilek) gibi kahramanlar(!) önderliğinde [Vatansever]ane mücadele verip bağımsızlıklarını kazandılar. Daha sonra kuzey-güney şeklinde iç savaş yaptılar ve yıllar [Rüzgar Gibi Geçti]. At hırsızlarını, banka ve tren soyguncularını “ölü veya diri” yakalamaya çalışan [İyi, Kötü ve Çirkin] bu kovboylar, [Birkaç Dolar İçin], [Onu(ları) Yükseğe As]tılar ve [Altına Hücum] ettiler. Bu [Affedilmeyenler], komşu ülke Meksika ile dahi dalaştılar, bazı toprakları parayla topraklarına katıp “Birleşik Devletler”ini oluşturarak [Bir Zamanlar Amerika]da mafya ile mücadele ettiler. Yani ataları gibi kıtalarından çıkıncaya kadar zarar-ziyanları kızıl ve karaderililer hariç genellikle kendilerine ait olup kendi sorunlarıyla uğraşıyorlardı. Ta ki 1940’lı yıllara kadar.

            “Yaklaşık iki yüz yıldır aşağı yukarı tüm dünya ataları olan Avrupa ülkeleri tarafından paylaşılmış ve sömürülüyordu. Tabii büyük payı İngiliz arslanına ait olmak üzere. Amerika Birleşik Devletleri(ABD) dünya siyaset sahnesine gerçek bir sömürgeci olarak girmek istemesine rağmen Birinci Dünya Savaşı sonrası şartları pek elverişli değildi. Zira “topraklarında güneş batmayan” İngiliz İmparatorluğu’nun bu savaştan galip çıkması ona bu imkanı vermiyordu. Nihayet bu imkanı İkinci Dünya Savaşı sırasında buldu. Bu onun için beklenmedik bir fırsat idi. Bu nedenle harbi başlangıçta uzaktan seyretmeyi yeğledi. Dünya ülkeleri Avrupa’nın kudretli pençesinden çıkıp eline geçebilirdi. Bu yüzden ABD, Almanların Avrupa’yı işgalleri sırasında ve hele İngiltere’nin Almanlarca o güne kadar rastlanmadık bir şekilde sıkıştırılmasından için için keyif duyuyordu denilebilir. Zira sonunda bu durum kendisine yarayacaktı. Bu nedenle bekledi, bekledi. Yorulmuş, dağılmış Almanya; beli kırılmış İngiltere ve yenilmez(!) Kızıl Ordu’su ile ortalıkta görülmeyen Sovyetler’in içinde bulunduğu harbe, topraklarında harp olmamış bir ülke olarak zinde ve zengin kaynaklarıyla arslan payına talip olarak [Er Ryan’ı Kurtarmak] ve [Pearl Harbor]ın intikamını almak bahanesiyle girdi. Böylece Avrupa, şu dünyayı sömürmek için pay etmiş ve ABD’ye hiçbir şey ayırmamış Avrupa, başta İngiltere ve Almanya’sı ile ABD’nin güçlü kollarına düşüyordu. Bu durumun dengelenmesi bakımından da ABD, Stalin’in Sovyetlerine Doğu Avrupa ülkelerini ayırıyor ve buraların vesayetini Sovyetlere bırakıyordu” [2]. 

            Savaş sonrası [Hayatın(mız)ın En Güzel Yılları]nı yaşayan ABD, hızla işe koyuldu. Avrupa’nın ve özellikle İngiltere’nin elindeki yerleri gerek güzellikle(gönüllü) , gerekse de zorla(darbeler ile, bir örnek olarak Türkiye’deki 1960 darbesi hatırlansın lütfen) ele geçirdi. İngiltere’nin Cemiyet-i Akvam’ının yerine patronu olduğu Birleşmiş Milletler’i yerleştirdi. Fiilen asker de bulundurup siyasi, ekonomik, kültürel yönden Avrupa’yı etkisi altına alarak NATO şemsiyesi altında “Komünizm öcüsü”ne (Doğu Bloku’nun Varşova Paktı’na) karşı kanatları altına aldı. Daha önceleri dünyayı yönetip yönlendiren eski atalarını, torunları ve yeni(hür) dünyanın yeni efendisi olarak çekip çevirmeye, yönetip yönlendirmeye başladı. Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu(IMF) aracılığı ile de “üçüncü dünya” ülkeleri adını verdiği geri kalmış, yoksul ülkeleri atalarının kaldığı yerden sömürmeye (pardon kalkındırmaya), ama bu sefer yenilenmiş sömürgecilik metodlarıyla devam etti.

Dünyanın halihazırda en büyük ekonomik, siyasi ve askeri gücüne sahip olan, 30 yılı aşkın süredir hem Sovyetlere karşı, hem de kendi aralarında harbe sahne olmuş, altı üstüne getirilmiş, yüzbinlerce insanını yitirmiş, dünyanın en yoksul ülkelerinden biri olan Afganistan’a NATO eşliğinde saldırıp işgal eden, en gelişmiş silahlarını Afgan halkının üzerinde tatbik eden ABD, şu günlerde kimyasal silah kullanılması bahanesiyle Suriye’ye saldırmaya hazırlanıyor. Irak işgalini “önleyici savaş” altında yürütüp Irak’a kimyasal silah var bahanesiyle girip ne hikmetse bulamazken ve 1.5 milyon Iraklının ölümüne sebebiyet verip geride yıkım, kargaşa ve kaos halinde fiilen üçe bölünmüş bir ülke bırakan, akabinde beklemeden başladığı Afganistan saldırına taktığı isimlerden hareketle “ebedi adalet” ve akabinde de “sonsuz özgürlük” diyerek kargaları bile güldüren bu “asil(!) kartal”ın 2. dünya savaşından sonraki cemaziyelevveline kısaca bir göz atalım dilerseniz.

            İkinci dünya harbinden önceki yıllarda olduğu gibi savaş sırasında da ABD toprakları  dışarıdan hiçbir saldırıya uğramadı. Savaş, sanayi alanındaki rakiplerinin çoğunu çok güçsüz düşürdüğü ya da tamamen yok ettiği halde, ABD bu savaştan oldukça kazançlı çıktı ve üretimi üç kattan daha fazla arttı. Dünya nüfusunun yalnızca % 6.3’ünü oluşturduğu halde “bir kula dokuz pul, dokuz kula bir pul” misali dünya servetinin yaklaşık % 50’sine sahipti.

        Japonların baskın yapacağından aslında haberli olan ABD, hem ekonomiyi elinde bulunduran patronların ve silah üreticilerinin isteği doğrultusunda savaşa girmek, hem de halkını savaşa ikna etmek için [Pearl Harbour]’a bile bile lades dedi. Japonların bu askeri hedefe saldırısında 2323 askerin ölmesine karşılık, ABD’nin hiçbir uyarıda bulunmaya bile gerek görmeden ve üstelik savaşın bitimiyle doğrudan bir ilişkisi de olmadığı halde,  Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki yerleşim yerlerine attığı atom bombası sonucu kendi kaybının 100 katı yani 250 000 sivil insan hayatını yitirdi. Bir saniyeden bile daha kısa bir zaman diliminde Hiroşima’da 80 bin kişiyi hemen öldüren, sonraki dört ay içinde bir o kadar insanı daha büyük acılar içinde hayattan koparan atom bombasının atılması Japonları ve tüm dünya insanlarını dehşete düşürmüş (terörize etmiş) ise de, o yıllarda henüz “terör(kavramı) icad olunmamış, mertlik bozulmamıştı”(!). 

            Savaş sonrası dünya iki nüfuz bölgesine ayrılmış; Postdam, Yalta ve Tahran görüşmeleriyle bu durum belgelenmişti. İki kutuplu bu eski dünya düzeni 1990’lı yılların başında Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği(SSCB)’nin dağılışına kadar sürdü. “Soğuk savaş” adı da verilen bu dönem boyunca ABD ve SSCB asla bizzat karşı karşıya gelmediler. Nüfuz alanlarını korumak, genişletebilmek ve daha rahat kontrol altında tutup sömürebilmek için dünyanın çeşitli yerlerinde zaman zaman çekiştiler, ama hiçbir zaman bir üçüncü ülkenin(gücün) bu çekişmeden sıyrılıp başını çıkarmasına izin verilmedi.

       Bu savaştan sonraki ilk savaş Kore’de oldu. Kore’nin diğer birçok ülke gibi ikiye bölünmesiyle sonuçlanan savaşta ABD, kendisi müdahale ettiği gibi patronu olduğu Birleşmiş Milletler aracılığı ile günahına başkalarını da ortak etti. Niçin ve ne adına savaştırıldıklarını bile bilmeyen bir sürü ülke insanı, haritada bile yerini bilmedikleri bu uzak diyarlarda tanımadıkları insanlarla savaştılar, öldüler ve öldürdüler. ABD, yine akabinde bir başka ülke Vietnam’a [Müfreze]leriyle bizzat müdahale edip, halkın inanılmaz bir direnişi ile karşılaştı. Hezimete uğrayıp yenilince de ağır bombardıman uçaklarıyla yüzbinlerce ton bomba yağdırarak tarihin en ağır bombardımanını gerçekleştirdi. Tabii bu arada üç ila dört milyoncuk Vietnamlı da ABD’ye boyun eğmeyen ülkelerin insanlarının sahip olduğu “insan hakları”ndan biri olan “ölüm hakkı”nı kullanmış oldu(!). Bu savaşta onbinlerce Vietnamlı kadın [Rambo]lar tarafından tecavüze uğrayıp hamile bırakılarak kirletildi. Yine bu savaşta, nice akla hayale gelmeyecek ama [Sam Amcanın Erleri]nin şeytani akıllarına gelebilecek türden terörle ilgisi olmayan(!) tedhiş yöntemleri uygulandı.

         [Başkanın Adamları] ABD’nin “arka bahçe”si olarak tanımlanan Orta ve Güney (Latin) Amerika’daki ülkelerde de ya doğrudan kendisi işgal ederek (Panama, Granada gibi); ya eğitip yetiştirdiği ulusal muhafızlar eliyle (El Salvador’daki ölüm mangaları gibi); ya da desteklediği gerilla grupları (Nikaragua’daki Kontralar gibi) ve CİA(Amerikan Merkezi Haberalma Teşkilatı)  eliyle darbe yaptırtıp desteklediği askeri diktatörlükler aracılığı ile terörün binbir çeşidini uyguladı, uygulattırdı.

            ABD’nin süpergüç olarak kendi sınırlarının dışına çıktığı 2. dünya savaşından Afganistan’a bomba ve füze yağdırdığı güne kadar gerek kendi kıtasında, gerekse dünyanın dört bir yanında sergilediği vahşeti, estirdiği terörü yazıya dökmek, bu yazının sınırları dahilinde mümkün değil fakat meraklısı için kaynakça kısmında belirtilen kitaplarda bu “dram”ın bir kısmına rastlamak mümkün. [3, 4, 5]
           
         SSCB tarih sahnesinden çekilene kadar dünyamız kapitalizm ve komünizmin yani “birbirleri için gerekli, insan için gereksiz” sistemlerin mücadele alanı idi. Bu süre boyunca dünyada kan oluk oluk aktı, gözyaşı sel oldu. İki süper zalim elele verip milyonlarca insanı toprağın altına gömdüler, toprağın üstünde de acılar, açlıklar, kaybolan değerler, mide ve mide-altlarının kölesi ve birbirlerinin kurdu haline getirilen insanlarla dolu bir dünya oluşturdular.


DİPNOTLAR

*Boomerang: Avustralya yerlilerince silah olarak kullanılan ve ileri doğru fırlatılınca geri gelen eğri bir değnek; yapanın aleyhine dönen durum veya plan; geri tepmek [Redhouse ingilizce sözlük, Milliyet yay., İstanbul, 1992]

[  ] ABD’nin kültür emperyalizminin simgesi ve zihinlerimizi yönlendiren Hollywood filmlerinden bazıları.

[1]. Kalbimi Vatanıma Gömün, Dee Brown, E yay.,  2. Baskı, İstanbul, 1990.
[2]. Polonya olayları. Ercümend Özkan, İktibas dergisi, 1. Cilt, 1. Sayı, sh.2-4, 1981 / Dünden Yarına Dünya, Ercümend Özkan, Anlam yay., Ankara, 2005,  Sh. 40-47.
[3]. Sam amca ne istiyor - ikinci dünya savaşından günümüze amerikan politikaları-, Noam Chomsky, Minerva yay., İstanbul, 2000.
[4]. Demokrasi -gerçek ve hayal-, Noam Chomsky, Pınar yay., İstanbul, 1995.

[5]. Çöküşün öncüsü ABD - 21. yüzyılı nasıl hazırlamalı-, Roger Garaudy, Nehir yay., İstanbul, 1997.


1 yorum:

  1. Hocam Gerçekten okunası bir yazı
    Zulmün saneryolaşmış şeklini de çok iyi analiz etmişsiniz.

    clint eastwood filmelerini izlerken hiç böyle düşnememiştim.

    Emeğine kalemine sağlık

    YanıtlaSil