DÜN…
Önce “eski dünya”larında idiler. Allah(c.c)’ın elçilerinden İsa(a.s)’nın
onlara sunduğu arı-duru mesajı, bâtılla örtüp tanınmaz hale
getirdiler, aydınlığı (tevhid’i) kaybedip yüzyıllar boyu sürecek koyu bir
karanlığın içinde kalakaldılar. Aklı köreltip kendi elleriyle tahrif ettikleri;
ruhbanlar icad ettikleri; kilise, papalık gibi kurumlarla takviye ettikleri
dinlerinde çeşitli fırkalara ayrılarak yıllarca süren mezhep savaşları
yaptılar, farklı düşünen insanları engizisyon mahkemelerinde yargılayıp diri
diri yaktılar. İktidar sahibi krallarla, derebeylerle, senyörlerle işbirliğine
gidip yoksul, çaresiz halkın ensesinde boza pişirdiler. Birbirlerini olur olmaz
sebeplerle kırdıkları gibi; doğu’ya, İslam dünyasına “haçlı seferleri” düzenleyip
onbinlerce müslümanı öldürdüler, yakıp yıktılar, Kudüs’ü ele geçirip [Cennetin Kırallığı]nı kurmaya
çalıştılar, veba misali salgın hastalıklarla da kırıldılar.
Sonra
bir kısmı –İspanyollar ve Portekizliler- [Kristof
Kolomb-1492] kıtalarından (Avrupa) gemilerle ayrılıp hayallerini süsleyen
ve türlü zenginliklerle dolu olduklarını duydukları “yeni dünya”lara doğru yol aldılar. Kendilerini iyilikle karşılayan
insanlara bir müddet sonra yapmadıkları kötülük kalmadı. Amerika adını verdikleri kıtanın güneyindeki kâdim Aztek, İnka ve Maya medeniyetlerini yok edip
yanlarında onlara ait yağmaladıkları zenginliklerle [El Dorado] ve köleleştirdikleri insanlarla [Pocahontas] geri döndüler.
Bunlardan
önemli bir kısmı, zaten varolan ama kendilerinin yeni keşfettikleri kıtanın
kuzeyine yöneldiler. Yaşadıkları-daha doğrusu yaşanmaz hale getirdikleri- eski
dünyalarından bu [Uzak Ufuklar]a (yoksul,
hırsız, cani, hapishane kaçkını, fahişe, misyoner, maceraperest, …) binbir çeşit
insan, binbir çeşit amaçla akın akın geldi
de geldi. Karaya ayak bastıktan sonra da
adım adım her türlü yol ve yöntem ile (terör dahil), yüzyıllardır yaşadıkları
yurtlarını-yuvalarını savunmaya çalışan yerlileri -kızılderili adını taktıkları
ve [Kurtlarla Dans] eden bu vahşi
barbarları(!)- onlara ait topraklardan bizonlardan temizler gibi temizlediler.
Oysa o kıtanın sakinleri, bu herkese yetecek kadar geniş topraklarda yeni
gelenlerle birlikte, kardeşçe yaşamak istemelerine rağmen, soluk benizli beyaz adamın niçin topraklarının tamamına sahip
olmaya çalıştığını bir türlü anlayamadı. Onlara göre toprak ve tabii kaynaklar Ulu Yaratıcının insanlara bir
emanetiydi. Oysa beyaz adam ne suretle olursa olsun tamamına sahip olmak için
elinden geleni ardına koymuyordu. Bu “beyaz”derili
insanlar mütemadiyen geldikçe o topraklarda binlerce yıldır doğayla,
birbirleriyle barışık bir halde yaşayan “kızıl”derili
insanlara alabildiğine geniş o topraklar dar geldi, getirildi. Büyük bir kısmı
“en iyi kızılderili, ölü bir kızılderilidir” mavi ceketli özdeyişi uyarınca
kitleler halinde katledildi, kalanları da etrafı çevrilmiş verimsiz, çorak
arazilerde (rezervasyon) bir nevi açık hapis şeklinde, zillet içinde
yaşamlarını sürdürmeye mahkum edildiler ve günümüzde de hala bu durum devam
etmektedir [1].
Sözün
burasında dünyada ilk defa nükleer silahı kullanıp yüzbinlerce sarıderili
insanı öldüren ABD’li beyaz adamın, Irak’a kimyasal silah olduğu bahanesiyle
saldırıp 1.5 milyon Arabın ölümüne yol açıp, Suriye’ye de kimyasal silah
kullandığı bahanesiyle saldırmaya hazırlanırken, dünyada ilk biyolojik silahı
işgal ettiği kıtanın yerlileri olan Kızılderili insanlara karşı kullandığını
zikredelim. Soykırımdan kurtulabilen ve verimsiz topraklara yerleştirilen
Kızılderililere verdiği yardım kolilerinde çiçek mikrobu bulaştırılmış
battaniye vardı. ABD’li general Amherst gönderdiği bir direktifte
“kızılderililer aşağılık bir ırktır. Bunları yok etmek için bütün metodlar gibi
battaniye ile mikrop bulaştırmak iyi bir denemedir” demişti.
Beyaz adam [Mohikanların Sonuncusu]nu ve Apaçilerin
son reisi-1886 [Geronimo]yu da Zagor,
Teks, Tommiks gibi kahramanları(!) sayesinde halledip “Kızılderililer”den
arındırdıkları (soykırım yaparak, sağ kalanları da asimile ederek) bu verimli,
bakir topraklarda çalıştırılmak üzere kara kıta Afrika’nın “kara”derili insanlarının eline kendilerine bile hayrı dokunmayan
kitaplarını tutuşturup topraklarını ellerinden alarak milyonlarcasını
yurdundan-yuvasından, eşinden-yavrusundan, [Kökler]inden
zorla koparıp köleleştirerek, gemi ambarlarına tıkıp getirdiler. Bu beyaz efendilerin siyah kölelerine
yaptıklarının kızılderililer kadar olmasa da ondan aşağı kalır yanı yoktu.
Yakın zamana kadar karaderili olanların insan sayılıp sayılmayacakları,
sayılacaklarsa ne tür “haklar”a sahip olacakları gibi derin ve ulvi(!) konuları
tartıştılar.
“Özgürlükler ülkesi”ni kurmak için milyonlarca “kızıl” ve “kara”derili
insanın topraklarını, özgürlüklerini
(hatta can, mal ve ırzlarını dahi)
ellerinden alan “beyaz”derili adamlar, eski dünyalı, eski kafalı,
kırmızı ceketli olan atalarına karşı da Teksas(Çelik Bilek) gibi kahramanlar(!)
önderliğinde [Vatansever]ane mücadele
verip bağımsızlıklarını kazandılar. Daha sonra kuzey-güney şeklinde iç savaş
yaptılar ve yıllar [Rüzgar Gibi Geçti].
At hırsızlarını, banka ve tren soyguncularını “ölü veya diri” yakalamaya
çalışan [İyi, Kötü ve Çirkin] bu
kovboylar, [Birkaç Dolar İçin], [Onu(ları) Yükseğe As]tılar ve [Altına
Hücum] ettiler. Bu [Affedilmeyenler],
komşu ülke Meksika ile dahi dalaştılar, bazı toprakları parayla topraklarına
katıp “Birleşik Devletler”ini oluşturarak [Bir
Zamanlar Amerika]da mafya ile mücadele ettiler. Yani ataları gibi
kıtalarından çıkıncaya kadar zarar-ziyanları kızıl ve karaderililer hariç
genellikle kendilerine ait olup kendi sorunlarıyla uğraşıyorlardı. Ta ki
1940’lı yıllara kadar.
“Yaklaşık
iki yüz yıldır aşağı yukarı tüm dünya ataları olan Avrupa ülkeleri tarafından
paylaşılmış ve sömürülüyordu. Tabii büyük payı İngiliz arslanına ait olmak
üzere. Amerika Birleşik Devletleri(ABD) dünya siyaset sahnesine gerçek bir
sömürgeci olarak girmek istemesine rağmen Birinci Dünya Savaşı sonrası şartları
pek elverişli değildi. Zira “topraklarında güneş batmayan” İngiliz
İmparatorluğu’nun bu savaştan galip çıkması ona bu imkanı vermiyordu. Nihayet
bu imkanı İkinci Dünya Savaşı sırasında buldu. Bu onun için beklenmedik bir
fırsat idi. Bu nedenle harbi başlangıçta uzaktan seyretmeyi yeğledi. Dünya
ülkeleri Avrupa’nın kudretli pençesinden çıkıp eline geçebilirdi. Bu yüzden
ABD, Almanların Avrupa’yı işgalleri sırasında ve hele İngiltere’nin Almanlarca
o güne kadar rastlanmadık bir şekilde sıkıştırılmasından için için keyif
duyuyordu denilebilir. Zira sonunda bu durum kendisine yarayacaktı. Bu nedenle
bekledi, bekledi. Yorulmuş, dağılmış Almanya; beli kırılmış İngiltere ve yenilmez(!)
Kızıl Ordu’su ile ortalıkta görülmeyen Sovyetler’in içinde bulunduğu harbe,
topraklarında harp olmamış bir ülke olarak zinde ve zengin kaynaklarıyla arslan
payına talip olarak [Er Ryan’ı Kurtarmak]
ve [Pearl Harbor]ın intikamını almak bahanesiyle
girdi. Böylece Avrupa, şu dünyayı sömürmek için pay etmiş ve ABD’ye hiçbir şey
ayırmamış Avrupa, başta İngiltere ve Almanya’sı ile ABD’nin güçlü kollarına
düşüyordu. Bu durumun dengelenmesi bakımından da ABD, Stalin’in Sovyetlerine
Doğu Avrupa ülkelerini ayırıyor ve buraların vesayetini Sovyetlere bırakıyordu”
[2].
Savaş
sonrası [Hayatın(mız)ın En Güzel Yılları]nı
yaşayan ABD, hızla işe koyuldu. Avrupa’nın ve özellikle İngiltere’nin elindeki
yerleri gerek güzellikle(gönüllü) , gerekse de zorla(darbeler ile, bir örnek
olarak Türkiye’deki 1960 darbesi hatırlansın lütfen) ele geçirdi. İngiltere’nin
Cemiyet-i Akvam’ının yerine patronu olduğu Birleşmiş Milletler’i yerleştirdi.
Fiilen asker de bulundurup siyasi, ekonomik, kültürel yönden Avrupa’yı etkisi
altına alarak NATO şemsiyesi altında “Komünizm
öcüsü”ne (Doğu Bloku’nun Varşova Paktı’na) karşı kanatları altına aldı.
Daha önceleri dünyayı yönetip yönlendiren eski atalarını, torunları ve yeni(hür) dünyanın yeni efendisi olarak
çekip çevirmeye, yönetip yönlendirmeye başladı. Dünya Bankası, Uluslararası
Para Fonu(IMF) aracılığı ile de “üçüncü
dünya” ülkeleri adını verdiği geri kalmış, yoksul ülkeleri atalarının
kaldığı yerden sömürmeye (pardon kalkındırmaya), ama bu sefer yenilenmiş
sömürgecilik metodlarıyla devam etti.
Dünyanın halihazırda en
büyük ekonomik, siyasi ve askeri gücüne sahip olan, 30 yılı aşkın süredir hem
Sovyetlere karşı, hem de kendi aralarında harbe sahne olmuş, altı üstüne
getirilmiş, yüzbinlerce insanını yitirmiş, dünyanın en yoksul ülkelerinden biri
olan Afganistan’a NATO eşliğinde saldırıp işgal eden, en gelişmiş silahlarını
Afgan halkının üzerinde tatbik eden ABD, şu günlerde kimyasal silah kullanılması
bahanesiyle Suriye’ye saldırmaya hazırlanıyor. Irak işgalini “önleyici savaş”
altında yürütüp Irak’a kimyasal silah var bahanesiyle girip ne hikmetse bulamazken
ve 1.5 milyon Iraklının ölümüne sebebiyet verip geride yıkım, kargaşa ve kaos
halinde fiilen üçe bölünmüş bir ülke bırakan, akabinde beklemeden başladığı Afganistan
saldırına taktığı isimlerden hareketle “ebedi adalet” ve akabinde de “sonsuz
özgürlük” diyerek kargaları bile güldüren bu “asil(!) kartal”ın 2. dünya
savaşından sonraki cemaziyelevveline kısaca bir göz atalım dilerseniz.
İkinci
dünya harbinden önceki yıllarda olduğu gibi savaş sırasında da ABD
toprakları dışarıdan hiçbir saldırıya
uğramadı. Savaş, sanayi alanındaki rakiplerinin çoğunu çok güçsüz düşürdüğü ya
da tamamen yok ettiği halde, ABD bu savaştan oldukça kazançlı çıktı ve üretimi
üç kattan daha fazla arttı. Dünya nüfusunun yalnızca % 6.3’ünü oluşturduğu
halde “bir kula dokuz pul, dokuz kula bir pul” misali dünya servetinin yaklaşık
% 50’sine sahipti.
Japonların
baskın yapacağından aslında haberli olan ABD, hem ekonomiyi elinde bulunduran
patronların ve silah üreticilerinin isteği doğrultusunda savaşa girmek, hem de
halkını savaşa ikna etmek için [Pearl
Harbour]’a bile bile lades dedi. Japonların bu askeri hedefe saldırısında
2323 askerin ölmesine karşılık, ABD’nin hiçbir uyarıda bulunmaya bile gerek
görmeden ve üstelik savaşın bitimiyle doğrudan bir ilişkisi de olmadığı
halde, Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki
yerleşim yerlerine attığı atom bombası sonucu kendi kaybının 100 katı yani 250
000 sivil insan hayatını yitirdi. Bir saniyeden bile daha kısa bir zaman
diliminde Hiroşima’da 80 bin kişiyi hemen öldüren, sonraki dört ay içinde bir o
kadar insanı daha büyük acılar içinde hayattan koparan atom bombasının atılması
Japonları ve tüm dünya insanlarını dehşete düşürmüş (terörize etmiş) ise de, o
yıllarda henüz “terör(kavramı) icad
olunmamış, mertlik bozulmamıştı”(!).
Savaş
sonrası dünya iki nüfuz bölgesine ayrılmış; Postdam, Yalta ve Tahran
görüşmeleriyle bu durum belgelenmişti. İki kutuplu bu eski dünya düzeni 1990’lı yılların başında Sovyet Sosyalist
Cumhuriyetler Birliği(SSCB)’nin dağılışına kadar sürdü. “Soğuk savaş” adı da
verilen bu dönem boyunca ABD ve SSCB asla bizzat karşı karşıya gelmediler.
Nüfuz alanlarını korumak, genişletebilmek ve daha rahat kontrol altında tutup
sömürebilmek için dünyanın çeşitli yerlerinde zaman zaman çekiştiler, ama
hiçbir zaman bir üçüncü ülkenin(gücün) bu çekişmeden sıyrılıp başını
çıkarmasına izin verilmedi.
Bu
savaştan sonraki ilk savaş Kore’de oldu. Kore’nin diğer birçok ülke gibi ikiye
bölünmesiyle sonuçlanan savaşta ABD, kendisi müdahale ettiği gibi patronu
olduğu Birleşmiş Milletler aracılığı ile günahına başkalarını da ortak etti.
Niçin ve ne adına savaştırıldıklarını bile bilmeyen bir sürü ülke insanı,
haritada bile yerini bilmedikleri bu uzak diyarlarda tanımadıkları insanlarla
savaştılar, öldüler ve öldürdüler. ABD, yine akabinde bir başka ülke Vietnam’a
[Müfreze]leriyle bizzat müdahale
edip, halkın inanılmaz bir direnişi ile karşılaştı. Hezimete uğrayıp yenilince
de ağır bombardıman uçaklarıyla yüzbinlerce ton bomba yağdırarak tarihin en
ağır bombardımanını gerçekleştirdi. Tabii bu arada üç ila dört milyoncuk
Vietnamlı da ABD’ye boyun eğmeyen ülkelerin insanlarının sahip olduğu “insan
hakları”ndan biri olan “ölüm hakkı”nı kullanmış oldu(!). Bu savaşta onbinlerce
Vietnamlı kadın [Rambo]lar tarafından
tecavüze uğrayıp hamile bırakılarak kirletildi. Yine bu savaşta, nice akla
hayale gelmeyecek ama [Sam Amcanın Erleri]nin
şeytani akıllarına gelebilecek türden terörle ilgisi olmayan(!) tedhiş
yöntemleri uygulandı.
[Başkanın Adamları] ABD’nin “arka bahçe”si
olarak tanımlanan Orta ve Güney (Latin) Amerika’daki ülkelerde de ya doğrudan
kendisi işgal ederek (Panama, Granada gibi); ya eğitip yetiştirdiği ulusal
muhafızlar eliyle (El Salvador’daki ölüm mangaları gibi); ya da desteklediği
gerilla grupları (Nikaragua’daki Kontralar gibi) ve CİA(Amerikan Merkezi
Haberalma Teşkilatı) eliyle darbe
yaptırtıp desteklediği askeri diktatörlükler aracılığı ile terörün binbir
çeşidini uyguladı, uygulattırdı.
ABD’nin
süpergüç olarak kendi sınırlarının dışına çıktığı 2. dünya savaşından Afganistan’a
bomba ve füze yağdırdığı güne kadar gerek kendi kıtasında, gerekse dünyanın
dört bir yanında sergilediği vahşeti, estirdiği terörü yazıya dökmek, bu
yazının sınırları dahilinde mümkün değil fakat meraklısı için kaynakça kısmında
belirtilen kitaplarda bu “dram”ın
bir kısmına rastlamak mümkün. [3, 4, 5]
SSCB
tarih sahnesinden çekilene kadar dünyamız kapitalizm ve komünizmin yani
“birbirleri için gerekli, insan için gereksiz” sistemlerin mücadele alanı idi.
Bu süre boyunca dünyada kan oluk oluk aktı, gözyaşı sel oldu. İki süper zalim
elele verip milyonlarca insanı toprağın altına gömdüler, toprağın üstünde de
acılar, açlıklar, kaybolan değerler, mide ve mide-altlarının kölesi ve
birbirlerinin kurdu haline getirilen insanlarla dolu bir dünya oluşturdular.
DİPNOTLAR
*Boomerang: Avustralya yerlilerince silah olarak
kullanılan ve ileri doğru fırlatılınca geri gelen eğri bir değnek; yapanın
aleyhine dönen durum veya plan; geri tepmek [Redhouse ingilizce sözlük,
Milliyet yay., İstanbul, 1992]
[ ] ABD’nin
kültür emperyalizminin simgesi ve zihinlerimizi yönlendiren Hollywood
filmlerinden bazıları.
[1]. Kalbimi Vatanıma Gömün, Dee Brown, E yay., 2. Baskı, İstanbul, 1990.
[2]. Polonya olayları. Ercümend Özkan, İktibas
dergisi, 1. Cilt, 1. Sayı, sh.2-4, 1981 / Dünden Yarına Dünya, Ercümend Özkan, Anlam yay.,
Ankara, 2005, Sh. 40-47.
[3]. Sam amca ne istiyor - ikinci dünya savaşından
günümüze amerikan politikaları-, Noam Chomsky, Minerva yay., İstanbul, 2000.
[4]. Demokrasi -gerçek ve hayal-, Noam Chomsky,
Pınar yay., İstanbul, 1995.
[5]. Çöküşün öncüsü ABD - 21. yüzyılı nasıl
hazırlamalı-, Roger Garaudy, Nehir yay., İstanbul, 1997.
Hocam Gerçekten okunası bir yazı
YanıtlaSilZulmün saneryolaşmış şeklini de çok iyi analiz etmişsiniz.
clint eastwood filmelerini izlerken hiç böyle düşnememiştim.
Emeğine kalemine sağlık