Tanışma
“…
Haydin namaza
Haydin felaha
Namaz uykudan hayırlıdır
…”
Ezan sesi gecenin karanlığında dalga dalga yayılırken
yattığım yerden doğruldum. Yatağın kenarında bir müddet oturup “insanların
yattıkları kabirlerinden kaldırılıp ya da bir kabri bile bulunmayanların ete
kemiğe bürünüp (tekrar diriltilip) ölümden önceki dünya hayatı süresince yapıp
ettiklerinin hesabını vermek üzere toplanacakları (mahşer) günü” tahayyül
ettim. Kimsenin kimseye faydasının olmayacağı, kimseden amelleri (dünya hayatı
boyunca O’nun rızası için yapıp ettikleri) dışında başka hiçbir şeyin kabul
edilmeyeceği ve Allah’dan başka kimsenin yardım (şefaat) edemeyeceği o zorlu günde,
kendim dahil tüm mü’minleri ve kullarını merhameti ile yargılaması ve
bağışlaması için “din günü’nün sahibi”ne dua ettim. Ayrıca bu dünya hayatında
bana bir günlük bir süre daha tanıdığı; bir şans, bir fırsat daha verdiği için
şükrettim. Uyuyup uyanamayabilirdim pekala. Uyku bir nev’i ölüm, ölüm de
kıyamete dek sürecek bir nev’i uyku değil miydi?
Abdest alıp namaz kıldıktan sonra çalışma odasına geçerek
yeni güne merhaba dedim. Yeni bir gün dedim de aklıma günlük gazetelerden
birinin hoşuma giden bir logosu geldi. “Her sabah dünya yeniden kurulur. Her
sabah taze bir başlangıçtır” diye. Gecenin sabaha doğru evrildiği, karanlığın
yerini yavaş yavaş aydınlığa terkettiği, tan yerinin ağarıp güneşin ilk
ışıklarının odayı doldurduğu vakitleri yıllardır değerlendirmeye çalışmışımdır
gücüm yettiğince. Zira sabah namazından sonraki vakit; uyku sonrasının
dinginliği, dinlenmişliği; hane halkının uykuda oluşu; içeride ve dışarıda
sessiz ve sükunet içindeki ortam nedeniyle okumak, çalışmak ve düşünmek için en
elverişli zaman dilimi idi.
“Yoksa sen bir müslüman olarak sabah namazı sonrası güne
başlamıyor, tekrar yatıp kendini bu imkandan mahrum bırakarak güneşin
ışıklarını üzerine mi doğduruyorsun?” Olumsuz cevap vermiştim vermesine de, soru aklıma takılıp kalmıştı o zamanlar.
Bu makul ve mantıklı soru, sonraları beni düşündürecek, takip eden yıllarda
sabah namazı ile güne başlama alışkanlığımın yerleşmesine vesile olacaktı.
Hayata dair ne varsa her şeyin allak bullak olduğu,
varoluş sancılarının devam ettiği yıllarda karşılaşmıştım soru sahibiyle. Adı
Selçuk’tu. Mütebessim, ciddi, kendinden emin bir çehresi, samimi tavırları ve
tatlı diliyle hoş sohbet bir adamdı. O konuşunca siz susup ona kulak kesilir,
can kulağıyla dinlerdiniz. Ben yirmili yılların başındayken o kırklı yılların
sonundaydı. Başından nice şeyler geçmiş, sürgit okuyan, kendini diri tutmayı becerebilmiş
biriydi. Anlattığı konulara hakimiyeti, her konuyu basite indirgeyip çeşitli
örneklerle zenginleştirmesi, nüktelerle bezemesi onu dinlemeyi zevkli
kılıyordu. O ne kadar davasına inanmış, ele aldığı konuları özümsemiş, bitmek
tükenmek bilmeyen enerjisi ile dinamik bir görünüm sergiliyorsa, ben de bir o
kadar dağınık, kafası karmakarışık, binbir sorunun beynimi çatlattığı bir
vaziyette idim. Şair’in diliyle; [Çile, Necip Fazıl Kısakürek, Büyük Doğu Yay.,
27. basım, İstanbul, 1996]
“…
Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın,
Benliğim bir kazan ve aklım kepçe.
Deliler köyünden bir menzil aşkın,
Her fikir içimde bir çift kelepçe.
…
Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş,
Mevsimden mevsime girdim böylece.
Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş,
Fikir çilesinden büyük işkence.
…”
Daha güzel anlatılamazdı halet-i ruhiyem. Küçük yaşlardan
beri kitap alacak param pek olmasa da bulabildiğim her kitabı, yazılı kağıt
cinsinden her şeyi okudum. İlköğretim yıllarında Teksas, Tommiks, Zagor, Tarkan
gibi çizgi romanları ve Kemalettin Tuğcu serisinin epey kısmını okumuştum. İlk
ve orta öğretimin ezberci, düşünceyi körelten, taklitçi ve özgüven
kazandırmaktan yoksun bir ideolojik kalıba dökmeye çalışan, “her türlü şey
öğretilir, derde devadan gayri” cinsinden malumatı kafatasımız içine boca eden
yapısından azade olup biraz olsun nefes alabildiğim yüksek tahsil yıllarında
ciddi ve düzenli biçimde kitap okumaya başladım. Hatırlıyorum da param
olmadığımdan, fakülteye başlamadan önceki tatilde mahallemizin camiinde görevli
ve o yıllarda henüz meslekte yeni ve genç olduğundan bir şeyler yapmaya,
bildiği bir takım şeyleri öğretmeye çalışan imam-hatibinden “Oğlum Osman (Raif
Cilasun), Kızım Ayşe (Fahrettin Can), Üç Deniz Ötesi (Ahmed Günbay Yıldız),
Minyeli Abdullah, Maznun (Hekimoğlu
İsmail), Huzur Sokağı (Emine Şenlikoğlu), Son Devrin Din Mazlumları (Necip
Fazıl Kısakürek)” gibi kitapları okumak için ödünç olarak almış, iyi kötü
düzenli olarak okumaya başlamıştım. Tabi okuduğum her kitap önüme yeni ufuklar
açtığı gibi kafamda türlü türlü soruların oluşmasına da neden oluyordu. Bu ilk
kitaplar hem içerikleri hem de yaşım nedeniyle aklımdan ziyade duygularıma
hitap ediyor, hüzünlendiriyor, ağlatıyor, öfkelendiriyor, çoşturuyordu.
Belirli bir seçime tabi tutmadan abur cubur cinsinden de
olsa her türlü kitabı okuyor, her türlü ortama girip çıkıyor, her tip insanla
karşılaşıyordum. Yıllarca beni oyalayan, sloganlarla tıka basa dolduran, beni
küçük bir dünyaya hapsedip ne kuşa ne de deveye değil de devekuşuna benzetip
ayan beyan gerçekler karşısında başımı kuma gömdüren milli (!) eğitime tüm
güvenimi yitirip, fakültede bir nebzecik de olsa nefes alınca, ilgim
fakültedeki derslere değil de, kendimi ve dünyayı anlamaya, anlamlandırmaya
yönelmişti. Fakülteyi idare edecek kadarıyla götürüyor, fakat kişiliğimin ve
kimliğimin oluşum sürecini daha ön plana alıyor, önemsiyordum.
Selçuk beyin kendi hazırlayıp yayınladığı bir dergideki
yazılarıyla karşılaşınca o güne kadar rastlamadığım nitelikte, farklı bir zihin
yapısına sahip biri olduğunu anlamakta gecikmedim. Pekala sorularıma yeterli ve
doyurucu cevaplar alabileceğim kişi o olabilirdi. Çekingen ve içine kapanık bir
karaktere sahip olduğumdan bir süre tereddüt ettim. Sonra bütün cesaretimi
toplayıp işyerindeki çalışma odasının kapısını çaldım.
Ve karşımda tam da aradığım kişi duruyordu. Gün akşam
olmadan yani ömür tükenip bitmeden bir dost bulmuştum. Allah için seven ve
öfkelenen, Allah’tan korkan ve kuldan utanan, “sahih iman ve salih amel sahibi”
olmaya özen gösteren adam gibi bir adam. Bir Allah dostu, bir güzel insan, bir
salih kul.
“…
Ensemin örsünde bir demir balyoz,
Kapandım yatağa son çare diye.
Bir kanlı şafakta, bana çil horoz,
Yepyeni bir dünya etti hediye.
…”
(Çile, NFK)
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder