“İki Darbe Arasında”
Kitabın kimliği: İki darbe arasında- ilginç zamanlarda, İskender Pala, Kapı yayınları
196, İskender Pala bütün eserleri 42, 1. basım, Şubat. 2010, İstanbul, 265 sh.
Kitabın değerlendirilmesi: “Çizik çizik
yüreklerle yıllar yılı birbirimizi teselliye çalıştığımız eşime; çocukluk coşkularını
cevap bulamadıkları sorularda savurarak büyüyen kızlarımla oğluma ve onlarla
benzer hayatları yaşamak kaderleri olan binlerce aileye…” ithaf
satırlarıyla başlayan kitaptan bir gazetenin kitap ekindeki tanıtımdan dolayı
haberim oldu. Çok geçmeden bir kitapçıdan tedarik edip bir haftada okuyup
bitirdim. Kitabın konusu Haziran.1982’de öğretmen teğmen olarak Deniz
Kuvvetleri Komutanlığı’nda göreve başlayan ve Aralık.1996’da Yüksek Askeri Şura
kararı ile TSK’dan “disiplinsizlik” ve daha doğru deyimle “irtica” gerekçesiyle
ihraç edilen İskender Pala’nın bu 15 yıla yakın süre zarfındaki anılarından
oluşmaktadır (Not: Yazar halen Uşak Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi’nde profesör
olarak görev yapmaktadır). Ne ilginç bir tesadüftür ki, bu değerlendirmeyi yazdığımda
da takvimler 28 Şubat 2010’u gösteriyordu. Bu ülkede bir dönem yaşanılan
olaylara TSK içinden tanıklık etmiş ve tabir caizse ‘damdan düşmüş’ biri olarak
Pala’nın anıları tarihe not düşmek açısından oldukça önemlidir. TSK eliyle ve
“üniformasız” sivillerin de desteğiyle kotarılan- elbette dış desteği de
unutmadan; toplumun tamamını ve özellikle büyük bir kesimi etkileyen; onları
“asimetrik psikolojik harp” taktikleriyle mağdur, mazlum ve mahrum konuma
düşüren 28 Şubat darbesini, binlerce YAŞ’zededen biri ve aynı zamanda
edebiyatçı olan birinin kaleminden okumak elbette ayrı bir öneme haizdir.
“28 Şubat süreci… Her gün
bir yığın hüsran… Günler ilerledikçe dalgalar şiddetini arttırarak dövmeye
başlamıştır kalbinizin duvarlarını ve çaresizliğin sesi çığlık çığlığadır
içinizde. Ateş düştüğü yeri yakar ve bir serçe olsun, gagasıyla bir damla su
getirmez yangını söndürmeye… Acı günleri hatırlamak, insana tekrar acı verir
elbette. Buna rağmen vaktiyle unutmayı çok zor başardığım o günleri şimdi
yeniden hatırlamanın acısını yaşamaya cesaret etmem, sırf tarihe belge bırakma
ve belki o savrulmuş insanların hâlâ aramızda yaşadıklarına dikkat çekebilme
amacına yöneliktir ve bu yüzden yazdıklarımın tamamı katıksız hakikattir” cümleleri hem yazarın halet-i ruhiyesini hem de
kitabın içeriğini bir nevi özetler gibidir. Pala, emekliliğine aylar kala,
kararları yargı denetimine (o zamanlar kapalı idi ve hoş, açık olsa fark eder miydi
acaba, yargının hal-i pür melali, içler acısı hali ortada iken), hukuki
olmaktan çok keyfi, darbe sonrası döneme ait anayasanın mahsulü olan YAŞ kararı
ile bütün özlük haklarından mahrum bir şekilde ve sonraki hayatı da ipotek
altına alınarak tabir-i caizse “kapının önüne konulmuştur”. Ve bu kitap
binlerce YAŞ’zedenin binlerce öyküsünden biridir ve kitaplaştırılan ilkidir de.
Gelelim yazarın “Yüzlerce benzer öykü içinden bir öykü bu… Keşke yaşanmamış olsaydı.
Yaşandı işte…” dediği anılarla ilgili değerlendirmelerime. Kitabı okurken
hafızam beni zaman zaman kendi geçmişime götürdü. Kitabın ilk bölümünde yazar
muvazzaf asker olmak istemesinin nedenlerini sayarken, ortaokul sonunda
girdiğim askeri lise imtihanı geldi hatırıma. Sanırım 1979 yazıydı. Ülke kaos,
karmaşa içinde bir askeri darbeye daha doğru ilerlerken, darbe için şartların
olgunlaşması beklenirken/şartlar olgunlaştırılırken yani bir nev’i ‘itina ile
darbe ortamı hazırlanırken’, gecekondu muhitinde yaşayan fakir ama onurlu bir
delikanlı olarak güvenli, kaliteli bir ortamda eğitim alıp geleceğimi garanti
altına alma düşüncesi ve üniformanın dayanılmaz cazibesi gibi sebeplerle askeri
lise imtihanlarına kendi kıt imkanlarımla sıkı bir şekilde hazırlanmıştım.
Mülakat, beden eğitimi filan derken yazılı imtihanı da hiç unutmuyorum, 111.
asil aday olarak kazanmıştım. O günlerde köyden ziyaretimize gelen dedemin bir
sabah başucumda söylediği bir sözü hȃlȃ hiç unutmam. “Askeri okula girince, orada Atatürk’e
taptıracaklar”. Bir bozkır köyünde yaşayan dedemin kullandığı ‘tapma’ ifadesini
niye kullandığına o zamanlar bir mana verememiştim fakat yazarın “Deniz Okulları’nın öğrenci seçme sınavı
mülakatında, daha sonraki yıllarda bu eleme işinde o derece uç fikirler
üretilir oldu ki gün geldi, ‘bir elinde Kur’an var, diğer elinde Atatürk’ün
Nutuk’u. Denize düştün ve tek elle yüzebileceksin, hangisini atarsın?’ gibi
akla mantığa ziyan sorular ortaya çıkmaya başladı” satırlarını okuyunca ve
de bu yaşıma kadar bu ülkede olup biteni görüp anlayınca rahmetli dedemin ne
demek istediğini anladım. Sağlık muayenesinde göz bozukluğu saptandığı için
subay olma hayallerim suya düştükten sonra ne yalan söyliyeyim bu şoku atlatmak
ve toparlanmak aylar almıştı. Şimdi düşünüyorum da belki de böylesi daha
hayırlıymış, o gün için bilemedim. Kimbilir belki o gün o arzum gerçekleşseydi,
bugün belki Kur’an İslam’ı ile tanışmamış olacaktım ya da yazar gibi ordudan ihraç
edilenlerden biri olacaktım veyahut daha korkuncu-Allah korusun- yazara yapılan
muameleleri reva görenlerden biri olacaktım, Allah bilir (Olur
ki, bir şey sizin için hayırlı iken, siz onu hoş görmezsiniz. Yine olur ki, bir
şey sizin için kötü iken, siz onu seversiniz. Allah bilir, siz bilmezsiniz. Kur’an; Bakara 216).
Yazarın “Son
sözüm, teselli için sık sık söylediğim sözdür: “Çok şükür ki mazlum oldum,
zulmeden olmadım!..” sözünü anlamlı ve manidar buluyorum. Yazara bir
teselli de acizane benden. Yazarın uzaklaştırıldığı TSK Genelkurmay Başkanı Org. İlker Başbuğ, Milliyet’ten
gazeteci Fikret Bila’ya verdiği 14.03.2010 tarihli röportajın bir yerinde demiş
ki “…Silahlı Kuvvetler’de bu elbiseyi
giydiğiniz anda bu mesleğe ve yaşam tarzına (not: bu ‘yaşam tarzı’
kelimesine özellikle dikkatinizi çekmek isterim- adım atıyorsunuz. Ne zamana kadar? Cenazeniz gömülene kadar.
Cenazenizi de yine bu ordu gömüyor…” Bu demek ki yazar sorgusuz sualsiz
atıldığı ordu tarafından gömülmeyecek. Fakat ne gam! Merhum şair Necip Fazıl
Kısakürek’in dediği gibi. “Son gün olmasın dostum, çelengim top arabam / Alıp beni götürsün, tam
dört inanmış adam”. Yazar her ne kadar
geleneksel, muhafazakar anlayışa yakın dursa da ve kitap vesilesi ile TSK,
darbeler, militarizm gibi konularda bir çok şey yazılıp çizilebilecekken,
değerlendirmeyi burada bırakıp sizi Urfa dolaylarından
derlenmiş “iki dağın (darbenin) arasında
kalmışam / bülbül gibi daldan dala konmuşam (oradan oraya sürülmüşem ve dahi
ihraç edilmişem ) / ne gün görmüş, ne de murad almışam / ana beni bir zalıma
verdiler / verdiler de vebalıma girdiler” türküsü eşliğinde, bu ülkenin bir
kurumunu, bir dönemini, olayları bizzat yaşamış yazarın bakış açısıyla gözden
geçirmek ve hatırlamak noktasında kitabı alıp okumanızı öneririm.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder