28 Kasım 2013 Perşembe

İKİ DOST-5 - Ya Tahammül Ya Sefer-2

Ya Tahammül Ya Sefer-2

Ah vur ataşı gavur sinem ko yansın, arkadaşlar uykulardan uyansın”

Selçuk Bey’le Gençlik Parkı ile Merkez Bankası arasındaki yoldan Sıhhiye’ye doğru yürüyüşe devam ettik.

         Selçuk Bey, dedim. Gençliğinde, üniversitede öğrencilik yıllarında temel, esaslı, kökten, radikal fikirlere sahip iken, bir işe girip evlenip çoluk çocuğa karışıp hayatın bütün yönleriyle karşılaşınca, yavaş yavaş fark etmeden önceki görüşlerinden çark edip başka dünya görüşlerinin kucağına savrulmayı bir ölçüye kadar anlayabiliyorum. Zira teori ve pratik her zaman örtüşmeyebilir, farklı olabilir. Henüz baba parası yiyen, doğru dürüst bir sorumluluk almamış, “avrat yok, akıl yok” misali nerde akşam orda sabah yaşayan birinin bu dünyadan türlü varlık, yokluk ve zorluklarla dolu başka bir dünyaya adım atması ve dünya hayatının insanı baştan ve de yoldan çıkartan türlü türlü nimet ve külfetleriyle karşılaşınca değişmesini, dönüşmesini bir yere kadar anlamak mümkün. Hani halk arasında güzel bir söz vardır ya, “Tarla da ekinim var deme, ambara girmeyince. Hayırlı evladım var deme, el koynuna girmeyince. Vefalı eşim var deme, kötü gün görmeyince. Hayırlı kardeşim var deme, mirası bölüşmeyince. Sadık dostum var deme, başına bir hal gelmeyince” diye, aynen öyle.

Arif Bey, taşradan büyük şehirlere gelmiş bu gençler, kişilik-kimlik oluşumunun sancılarını çekerken, aynı zamanda yeme-içme, barınma, yalnızlık ve daha birçok sorunla da yüzyüze geldiler. Kimileri tanışıp anlaştığı okul arkadaşları, hemşehrileri ile birlikte bir ev tutup bu sorunları, sıkıntıları paylaşıp aşmaya çalışırken kimileri de devlet, cemaat, tarikat ve diğer yurtlarda bu sorunlara çözüm bulmaya çalışıyordu. Tabii bu durumun bir takım nimetleri olduğu gibi külfetleri, mahsurları da olacaktı. Cemaat ve tarikat yurtlarında kalanlar zamanla o ortamda solunan havayı teneffüs etti, zihnen formatlandı, belirli bir kalıp ve çerçevede düşünmenin ötesine geçemediler, çekip çevrilmeleri, yönetilip yönlendirilmeleri mümkün hale geldi fakat bununla birlikte ileriki hayatlarında aş, iş ve hatta eş bile bulmaları nispeten daha kolay oldu. Birlikte bir ev tutup büyük şehirde yaşamaya, tutunmaya çalışan diğer gençler ise düşünsel yönden daha serbest ve rahat hareket etme imkanı buldular. “İslam’la yeni tanışan ve kendilerini geliştirmeye çalışan bu gençler, beraber kaldığı ev arkadaşları ile ‘biz İslam’ı öğrenmek istiyoruz, bize İslam’ı programlı bir şekilde öğretecek birileri var mı’ diye bana ve başkalarına teklif getirdiler, biz de onları kırmadık, derslere başladık. Bir program çerçevesinde onlara dersler veriyor, İslam’ı daha iyi öğrenebilmenin yollarını öğretiyorduk”.

Gençlerin İslam konusunda bahsettiğiniz gibi bu kadar sistemli, proğramlı bir bilgilenme sonrasında bile, ileriki yıllarda bir kısmının başka mecralara kayıp gitmesi konusunda illa da bir ardniyet aramıyorum, insanın doğası mı dersiniz, ‘imtihan dünyası bu dünya’ mı dersiniz, fikirlerin bir testten geçmesi, ayağının yere basması mı dersiniz, yani hepsi bir yere kadar doğru. Radikal, köktenci, özgün ve bağımsız-bağlantısız fikirlere sahip olmanın avantajları olduğu kadar dezavantajları, tehlikeleri de söz konusudur. Bu tür düşünce sahipleri statik değil dinamik olduklarından, her tür fikre, yeniliğe kapılarını kapatmayıp açık tuttuklarından bir nevi sınırda, iki ucu keskin olan bıçak sırtı misali konumda bulunmaktadırlar. Mobil, hareketli ve değişken olduklarından bunu sürdürmek, canlı tutmak kolay olmadığından bir süre sonra bu yükü taşımaktan yorulabilmekte, yükü bırakıp tam zıt istikamette savrulmaları, ifrata, aşırılığa kaçmaları da mümkün olabilmektedir. Düne kadar radikal bir pozisyonda iken falan demokratik parti, cemaat, tarikat veya sistem içi başka cenahta yer alabilmektedirler. Sistem dışı kalmak, mücadele etmek, bir çok imkandan mahrum kalmak bir yana bir de türlü meşakkatlere göğüs germek, değme babayiğidin harcı değildir, avuç içinde kor tutmaya benzer, sabır, direniş ve tevekkül gerektirir. Arif Bey, ben bu yüzden hapis, işkence ve benzeri başıma gelen bir çok şeyi gençlerin gözünü korkutacağı, isteksizlik ve yılgınlığa sebebiyet verebilir diye anmaktan, anlatmaktan özenle kaçındım.

Selçuk Bey, İktibas dergisinde yazıları çıkan, Ankara’da bulunduğum vakitlerde yazıhanesine uğrayıp söyleştiğim, 28 şubat sürecinin sonuna doğru ‘bu ülkede yaşanmaz’ artık deyip ailesiyle birlikte ABD’ye yerleşen ve geride bıraktığı, tanıdığı bütün arkadaşlarıyla tüm ilişkisini kesen birine yıllar sonra bir tarihte e-mektupta neler düşündüğünü sorduğumda bana şunları yazmıştı; “Israrla benim ne düşündüğümü soruyorsun. Aslında düşüncelerimde ne değişiklikler olduğunu merak ediyorsun. Bu merakını anlıyorum. Çünkü Türkiye’de insanlar kişilerin ne yaptıklarını / yapmadıklarını, neler ürettiklerini (yaşam kalitesini yükseltme anlamında, yoksa ne yazdıkları, ne çizdikleri değil), hayatı nasıl zenginleştirmeye çalıştıklarını merak etme yerine neler düşündüklerini merak ediyorlar. İşin bir diğer garip tarafı kişinin düşüncelerinin değişmesi ile kendisinin değişmesini (alışkanlıklarının, davranış kalıplarının, hislerinin, reflekslerinin vs.) eşdeğer görüyorlar. Evet senin anladığın manada düşüncelerim değişti. Aslında Türkiye’de de düşüncelerim değişmişti. Düşüncelerim yarın da değişmeye devam edecek. Çünkü doğanın özünde değişim var. Değişime direndiğiniz sürece kaybediyorsunuz. Hangi düşüncelerim değişti? Bunları tek tek döküp tartışmayı anlamsız buluyorum. Dünya sanıldığının aksine Türkiye’den bakıldığında görülen bir küre değil. Kişilerin, toplumların tercihi onların yaşam düzeylerini belirliyor. Geri kalmışlığın da, gelişmişliğin de kader olduğuna inanmıyorum. Hiç düşünüyor musun bilmiyorum. Son iki yılda (2000-2002) Türkiye matematiksel olarak en azından yarı yarıya küçüldü / değer kaybetti. Dünyadaki kredi itibarının ne kadar değer kaybettiğini kestiremiyorum. Bu olguyu ‘bizi bu hale getirenler…’ şeklinde başlayan cümlelerle açıklamaya çalışmayı da anlamsız görüyorum, neyse hayat devam ediyor herkes için”. Bu arkadaş anlaşılan birilerine ve bir şeylere kahır ederek, gemileri yakıp gitmişti …’ya. Dinsel, cinsel ve siyasal tercihlerin özgür! olduğu bir fırsatlar! ülkesinde, yeni bir hayata başlamak istemişti eşi ve çocukları ile. Aslında beni hiç aramasa da yolum düştüğünde bürosuna gidip arayan, hal hatır soran bendim ve ondaki değişimin ipuçlarını hissetmiştim. Fakat böyle bir radikal kararla herkesi ve her şeyi geride bırakıp, geride kalanlarla her türlü ilişkisini keserek düne kadar “büyük şeytan” olarak eleştirilen bir ülkeye gidebileceği aklıma gelmemişti. 28 Şubat süreci oyununun oynandığı bir ülkeden, oyunu kurgulayan ve yöneten ülkeye gitmişti radikal! ve de cesur yürekli! arkadaş.

Arif Bey, ben her vasatta “düşünebilen, kendine özgü düşünceler üretebilen, düşünmesini bilen insanlarla kurtulabileceğimizi savundum. Düşünebilmeyi öğretmek, bu önemli noktaya dikkatleri çekmek, bu noktadan şaşmamak, başkalarına da bunu öğütlemek lazım” düşüncesini savundum. Taa başından beri insanları bir kalıba sokmanın peşinde olmadım. Bunu düşünmedim de. Ben isterim ki, öyle bir hale gelelim ki, “eğriyi doğrudan ayırabilen, karşılaştığı görüşleri birbirleriyle ve ana doğrularla mukayese edebilen, sonuçta doğrularda gelip karar kılabilen” bir kişilik oluşsun insanımızda. Bu suretle karşılaştığı sorunları kendisi bizzat çözebilen, problemlerini halledebilen ve doğru bilip, bulduklarını kabullenip davranışlar haline getiren insanlar olalım. Zira en büyük ihtiyacımız keyfiyet ihtiyacıdır. Fakat böyle kendi ayakları üstünde durmak ve sebat göstermek her kişinin değil er kişinin karıdır. Zira gençken, henüz bir şeye malik değilken ve türlü imtihanlarla yüzyüze gelmeden bu konudaki haliniz ham haldir. Bir nevi toprak altından çıkarılan altının türlü muamelelerden sonra saf altına dönüşmesi gibi düne kadar radikal, köktenci fikirler savunanların dünkü savundukları fikirle hiçbir alakası olmayan, yüzseksen derece farklı bir konuma savrulmaları mümkün olabiliyor. Bu da zaman içinde, kişinin kendisini ikna ede ede, yeni halini sindire sindire, yeni hale adaptasyon gerçekleşiyor. Yeni konumuna haklı argümanlar geliştiriyor, içinde bulunduğu cemaatin, topluluğun yaptığı yanlışlar, uyuşukluk, atalet ve mensuplarına bir şey veremediği gibi onlara gösterilen ilgisizlik ve umursamazlık bu çöküşü ve ayrılığı daha da hızlandırıyor. Bir hareketin bir gündemi olmazsa, günceli yakalamazsa, dinamiklik ve özgünlük özelliğini yitirirse, mensuplarına bir aidiyet duygusu aşılayamaz, onları motive edemezse, ulaşılabilir hedefler ve sürgit o hareketi uzağa taşıyacak bir ufuk, bir ideal önlerine koymazsa,  cemaat mensupları arasında birliği, keyfiyeti arttırıcı çalışmalar yapılmazsa zamanla birçok kişi dağılır, olmadık yerlere gidip kapılanırlar, hatta bir önceki pozisyonlarının en amansız hasmı bile kesilebilirler, en yıkıcı, en yakıcı düşmanı olabilirler. En tehlikelisi de yeni ve genç adaylara kapı kapanır yani onların ilgisini çekmez, kimse rağbet etmez, nesli kesilen bir topluluk olarak kaybolur giderler ya da cılız bir yapı haline gelirler.

Bit pazarı da denilen İtfaiye Meydanı civarından geçerken Selçuk Bey’e dedim ki, aynı arkadaşa yıllar sonra bir vesileyle yine ama bu sefer facebook’da bir hal hatır daha sorayım dedim. “bir kere olsun gidişten sonra tr'ye geldin mi? bir günü nasıl geçiriyor ve gelecekten ne bekliyorsun? gidiş o gidiş, ne bir haber var ne de bir duyum, ses ver” diye yazdım.

Cevaben, “elbette memlekete defalarca gidip geldim. En son 1 ay önce oradaydım. Bir günümü çoğu insan gibi işimle gücümle, ailemle ve dostlarımla geçiriyorum. Türkiye'yi doğal olarak izliyorum. Türkiye'deki değişim (kimi yanlışlıklarına, eksikliklerine vs. rağmen) beni heyecanlandırıyor. "Gelecekten ne bekliyorum" sorusu çok soyut ve dürüstçe 45’ini geçirmiş birine sorulacak bir soru olmadığını düşünüyorum. Eğer düşüncelerimi falan merak ediyorsan; İslama ideolojik olarak artık bakmadığımı, bakmaya devam edenlerin de söylem (jargon) dışında topluma söyleyebilecek birşeylerinin olmadığını hele hiçbir toplumsal projelerinin olmadığını düşünüyorum. Zaten yeni hiçbir şey de söylemiyorlar (gözlediğim kadarıyla). Bu Türkiye'de sadece İslamcıların sorunu değil ayni zamanda Sosyalistlerin de sorunu. (Hala 30-40 yıl öncesinin jargonlarını ve paradigmalarını kullanmak, anti emperyalist/Amerikan söylemle bütün sorunları analiz etmek ve çözmeye çalışmak vs.) Fakat toplum bundan çok fazlasını istiyor ve hak ediyor”.

Doğrusu Allah şahittir hiçbir ardniyet taşımadan lafın gelişi yazdığım bu satırlara yazdığı cevap beni hayli üzmüş, incitmişti. Ben de cevaben “öncelikle ben öylesine bir günün nasıl geçiyor ve de gelecekten ne bekliyorsun derken eleştiri babında değil, senin hakkında bilgi almak ve sohbete kapı aralamak için söylemiştim. ne yazık ki sen ve senin zihniyettekilerde onmaz bir öfke ve kapanması mümkün olmayan bir yara var. yok islamcılar ve de sosyalistler toplumsal proje üretemiyormuş, yok İslama ideolojik bakılamazmış, daha neler neler. senin de içinde yaşadığın kapitalizm, demokrasi, liberalizm mi insanın, insanlığın huzuru, mutluluğu için proje üretmiş, merak ediyorum. onların egemen olduğu dünyanın hali ortada. islama, müslümanlara olan onmaz eleştirinin, öfkenin birazını da abd'ye, ab'ye, zalimlere, sömürücülere yöneltsene, yoksa rahmetli anneannemin dediği gibi "gavurun ekmeğini yiyen gavurun türküsünü (mü) çağırır". senin fikirlerinin de bir ağırlığı, önemi yok bence. sen de kaç yıl önceki türküyü çağırıyorsun. "kimsenin siyasal, dinsel ve cinsel tercihine karışmamalı" sözlerini terennüm ederken senin bu sözlerinden kur'an islamından rücu ettiğini anlamıştım, seni mü'min kardeşim olarak görmüyorum artık, tıpkı … gibi sen de dosdoğru yoldan ayrıldın, batıla daldın, iyileşeceğine de ihtimal vermiyorum, sen artık kapitalizmin, demokrasinin, liberalizmin, dünyevileşmenin kısacası batılın avukatlığını yapıyorsun, abd dünyanın canına okurken sen orada paşa paşa ye, iç, dostlarınla lak lak yap, ta ki ahiret gelip çatana kadar. senin dinin sana, benim dinim bana. din günü kimin haklı olduğu ortaya çıkacak nasılsa. elveda”.

Belki dozu biraz fazla sert bir cevap oldu, ama ne yapalım bir kere, söz ağzımdan çıkmadı ama yazıya dökülüverdi. Aynı şiddette karşılığı da gecikmedi. “Küfür ve hakaretle dolu cevabına sadece teessüf ediyorum. Üslubunun yaşına ve sahip olduğun(u düşündüğüm) gerek entellektüel gerekse mesleki backgrounduna hiç yakıştıramadığımı ve farklı düşünce ve yaşam tarzlarında olanlarla bırakın bir arada yaşamayı konuşabilecek ergenliğe dahi sahip olmadığını bilmeni isterim. Selametle...”. Ve ondan sonra da bir daha ne haber aldım hakkında ve ne de bir yazışma oldu. Tabir-i caizse “bir face verdim, book’unu çıkardı”.

İşte bu kişinin de içinde olduğu bir grup genç, seksenli yıllarda abi deyip ders aldıkları, bizim üzerimizde de hayli emeği olan Süleyman Arslantaş ağabey ile birlikte Kur’an üzerine çalışmalarıyla tanınan Said Ertürk'ün (nam-ı diğer malatyalı topal Said) evine ziyarete gitmişler. Sohbet sonunda veda edip ayrılırlarken Said Bey, Süleyman Bey’in kulağına eğilerek, “Süleyman bey, bu gençlere dikkat et. Kur’an diye diye yoldan çıkıp, sapabilirler” diye uyarmış. Bunu bana o toplantıda olan bir arkadaş anlatmıştı. O arkadaş ayrıca demişti ki; “İki yıllık bir İslam konusundaki eğitim sürecinin sonuna doğru biz Süleyman ağabeyi geçtiğimizi düşünmeye başlamıştık, onu sorularımızla zorluyorduk, o ise kendine özgü nezaketiyle bizlere cevap vermeye çalışıyordu. O zaman beraber olduğumuz arkadaşların şu anki yerlerine bakınca biz Süleyman ağabeyi geçmemişiz, ama haddimizi aşmışız. Süleyman Arslantaş dimdik ayakta iken beraber olduğumuz arkadaşlarımız savrulup gitmişler” (Ankara’da Kırk Beş Yıl, Süleyman Arslantaş, Beyan yay., İstanbul, 2. baskı, 2012). Said beyin bugün olup bitenleri o gün farketmesine, feraset ve basiretine hayran olmamak elde değil, ilim ve hal ehli böyle olsa gerek. İlginç bir hususa da değinmeden geçemeyeceğim. Bildiğim kadarıyla bu bir grup gençten ikisinin hanımları, evlendikten sonra ilk zamanlar örtülü (mesture) iken, eşlerinin fikirlerinin değişmesinden bir süre sonra İslami ölçülere göre örtünmenin baş kısmından vazgeçtiler. İlginç ve manidar bulduğum için bunu da not etmek istedim.

Tam bu sırada İller Bankası, Devlet Tiyatro, Opera ve Bale Binasının ve de Kültür Bakanlığının önünden geçmekte idik. Devlet tiyatrosunda bir zamanlar seyrettiğim ve hayli beğenip etkisinde kaldığım Orhan Asena’nın ‘Ya devlet başa, ya kuzgun leşe’ adlı oyunu hatırıma geldi o anda.

Arif Bey, gençlerin akıllarını ipotek ettirmeden, “büyüklerimiz her ne ki söylemiş ve yapmışsa, onların hepsi haktır, doğrudur” düşüncesinden uzak, serbest ve rahat biçimde kendi fikirlerini edinebilmeleri, kişilikli ve kimlikli birer fert olabilmeleri önemli. İnsan çocukluktan gençliğe geçerken baba, amca, öğretmen, hoca yani çevresinde ne kadar büyük bildiği kişi varsa onları dinlemesi, etkilenmesi, taklit etmesi normal ve doğal iken, gitgide okuyarak, gözlemleyerek ve tefekkür ederek kendi düşünce sistematiğini oluşturması en sağlıklı yoldur. Aksi halde özellikle İslami kesim için konuşacak olursak, şeyh, parti başkanı, cemaat lideri, hocaefendi, ağabey gibi önde gelenlerin ağzının içine bakan, her dediğinde ve yaptığında keramet arayan, hikmet arayan bir konuma kendini indirger. Özgür, özgün ve bağımsız düşünceye yükselemez.

Fakat Selçuk Bey, bu konularda da bir aşırılığa kaçılmadı mı? Sizin elbette muradınız bu değil ama özgür ve bağımsız düşünce sahibi olmak derken herkesin başına buyruk, rastgele düşünüp hareket ettiği bir ortamda nasıl birlikte olunacak, hayırlı bir topluluk oluşacak? O zaman tasavvuf terimiyle herkes bir post peşinde olmaz mı ya da her köşe başına bir nev’i işporta tezgahı açılmaz mı? Bu, kaos ve ayrılık gayrılığı beraberinde getirmez mi? Büyük-küçük bilinmez, sevgi-saygı ortadan kalkmaz mı?

Haklısın Arif Bey, maalesef insanımız özellikle gençler “vur deyince öldürüyorlar”. Biz bugüne kadarki bağımlı, durgun ve heyecansız yapı canlansın, çoğalıp serpilsin, ayakları yere basan, nitelikli düşünce sahipleri nicelik olarak da artsın diye çabalarken bir de baktık ki, ortaya arzu etmesek de kendini merkez zanneden, aklını nerdeyse ilah edinen, kendinden başkasının düşüncesine itibar etmeyen tipler çıktı. Bu da ciddi bir komplikasyondur, yan etkidir, istenmeyen bir durumdur. İfrat ve tefrit arasında salınıp durduğumuzu düşünüyorum. Orta yolu bulmak ve pratiğe aktarmak bu kadar zor mu?

Selçuk Bey, bu genç arkadaşlardan birine Ramazan’da okuması için “Ercümend Özkan Yazıları” adlı bir kitap tavsiye etmiştim. Vay sen misin adıgeçen kitabı öneren. Bana dedi ki “Ercümend Özkan’ın yazılarından hiç habersiz değilim. Gözümüzü açtığımız günlerden beri onun yazıları ile büyüdük. Ama o bir nesildi, samimi idi de. Dedim ya bir nesildi, geldi-geçti. Artık Ercüment Özkan ya da bir başka şahsın görüşleri değil, beni, benim görüşlerim yönlendiriyor. Kitaplar, insanın tabi olduğu peygamberler değildir. Ancak istifade edilebilir. Mutlak itaat edilmez. Kur’an bile yorumlanarak itaat ediliyor değil mi? Yani o bile esnek. Hal böyle iken kimsenin görüşlerinin mutlaklığı yok. Ercüment Özkan’ın da… Biz Ercüment Özkan’ın görüşlerini bilmiyor değiliz, saygı duymuyor da değiliz. Benimle kendi görüşlerini savunarak konuş, kendi görüşlerinin haklılığını ortaya koy. İlk çıktığı günlerde hatmettiğimiz, aştığımız görüşlerin yazarı olduğu kitaplardan feyiz almamız konusunda yazılar yazmanı anlamıyorum. Şeyhimiz yok, ağabeyimiz de…”

Arif Bey, bu vaka örneği de söylediklerimizi teyid etmiyor mu? Ne yazık ki, ne yaparsanız yapın, ne kadar uğraşırsanız uğraşın bu tür ürünler, acı meyveler ortaya çıkabiliyor. Armudun sapı, üzümün çöpü demeyip herkese kapıyı açtığınızda o kapıdan her tür genç, yaşlı insan giriyor. Girme demek olmaz. Bilemiyorum, belki de biz anlatmak istediğimizi doğru ve yeterli anlatamadık, ya da dinleyenlerin öyle anlamak işine geldi, anlamak için yeteri kadar çaba sarfetmediler. Bu düşünceleri onlara güzel ve şirin gözüktü. Başına buyruk ve her türlü kaygıdan, sorumluluktan azade olmak belki de hoşlarına gitti. Ne kadar keyfiyetli olursa olsun disiplinize ve organize ol-a-mayan yapılardan bir sonuç çıkmaz. Bir yanda eleştiri, tefekkür, dinamizmden nasibini almamış, aklını bir yerlere teslim etmiş, tabi olmuş, onun adına başkalarının düşündüğü ve kararlar aldığı durağan, cansız bir yapı; diğer yanda her fırsatta eleştirel olmayı marifet zanneden, asi, başına buyruk, gide gide müzmin muhalif olma hastalığına düçar olmuş, serseri mayın gibi ortalıklarda dolanan, sonunda da çoğu zaman ilk başladığı yerden çok uzaklara, tam zıt istikametlere savrulan bir yapı. Neden hep “kırk satır mı, kırk katır mı” ikilemi arasında bocalayıp duruyor, bir uçtan diğer uca savruluyoruz. İstikrar, istikamet, tutarlılık ve birliktelik bu kadar zor mu sahiden?

Zor ama imkansız değil elbette. Yeter ki halis niyetle cehd edilsin, bıkmadan usanmadan çaba gösterilsin. Selçuk Bey, belki şu ana kadar genelde hep olumsuz örnekler üzerinden seksenli yıllardaki İslamcı gençliği ele aldık ama yine de son bir örnek vermek istiyorum. Dünya görüşümün şekillenmeye başladığı yüksek öğrenim yıllarında sosyalist, milliyetçi, dindar ve İslamcı birçok arkadaşımız vardı. Dindar ve İslamcı kesimde klasik nurcu, neonurcu (Fethullah Gülen bağlısı), tasavvuf mensubu, milli görüşçü ve radikal diye nitelenebilecek gruplar vardı. Herkesin öyle veya böyle, az veya çok birbiriyle irtibatı, ünsiyeti vardı. Ben hepsiyle de ilişkimi koparmadım, zira düşüncem tam anlamıyla arayış, oluşma ve olgunlaşma sürecinde idi. Bu imkan ve fırsatları heba edemezdim. Bir yandan kendi yürüyüşümü sürdürürken, başka arkadaşlarıma da destek olmaya çalışıyordum. Bunlardan biri beni hayli üzdü, hüsrana uğrattı. Daha önce zikrettiklerim gibi enaniyeti yüksek, bir şey olmaya, bir yerlere varmaya çalışan bir arkadaş değildi o. Kendi halinde, mütevazi, sakin biri idi. Fakat hep birilerinin desteğine ihtiyacı olan, kendi başına kaldığında kapılıp götürülecek bir yapısı vardı. Fakat onca yıl uğraşıp, taşıyıp destek verdikten sonra o da bir başka bir dünya görüşüne mensup bir cins-i latif’in peşine takıldı, evlendi, kayboldu gitti. Bunca emek, bunca özen hepsi bir anda buharlaşıp uçtu, elimden kayıp gitti. Bilimselliğe ve mesleğine gereğinden fazla önem atfeden bu arkadaş bir e-postama verdiği cevapta diyordu ki, “Burada tek başıma yoğun çalışarak epey yol katettim. Ama sonunda kendimi, çalışarak kabul ettirdim. Herkesle aram iyi. Bunun sebebi çok çalışmam ve adam gibi kişilikli olmam. Hatta bunu nerdeyse bütün hocalar herkesin içinde alenen söylüyorlar. Aslında kişilik olarak 10-20 yıl önce ne isem, şimdi de oyum. İnsanlar 7’sinde neyse, 70’sinde de odur derler. Geçen ortaokuldan beri tanışıklığımız olan bir arkadaşım herkesin içinde bana hiç değişmediğimi söylüyor. Kişilik olarak ben aynıyım. Sadece adam gibi çalışmaya ve üretmeye gayret ediyorum”.

Arif Bey, bu nasıl bir kendini beğenmişlik, ego tavan yapmış bu arkadaşta. Sıkıntısı ne, neyi ispatlama çalışıyor? Halbuki siz demin enaniyeti yüksek olmayan, mütevazi biri demiştiniz. Bir çelişki yok mu?

Haklısınız, var. Onun için halk arasında bir söz var ya. ‘Ne oldum deme, ne olacağım de’ diye. Gençlerin daha doğrusu genelde bütün insanların karşı cinsle, malla, makamla, dünya nimetleriyle imtihanı çok çetindir. Kimin, ne zaman, hangisiyle ne şekilde yoldan çıkacağını, değişikliğe uğrayacağını kim bilebilir. Bu arkadaşla bir gün fakültede iken arkadaşımız olan birini, evlendiği ve çocuğu olduğu için birlikte ziyarete gitmiştik. Ziyaretten dönerken “yahu Arif, bu nasıl mümkün olur anlamıyorum, bizim İslami düşünceye sahip arkadaşımız nasıl olur da gidip başörtülü olmayan bir bayanla evlenir? Ben bunu kabul edemiyorum.” Dedim ki, “Bunu biz bilemeyiz, belki kendine göre makul ve mantıklı gerekçeleri vardır. Onunla konuşmadan bir şey diyemeyiz. Sonuçta bu kararı veren o, onu bağlar.” Aradan yıllar geçti, o arkadaşımızın eşi ciddi bir trafik kazası geçirdi, türlü ameliyatlar oldu, ölümlerden döndü. Ve bir zaman sonra ailecek görüştüğümüzde o hanım başörtülü idi. Fakat o gün haklı olarak o itirazı yönelten, o duyarlılığı taşıyan arkadaş ne yaptı biliyor musunuz? Gitti anasının bulduğu, başörtülü olmayan üstelik de onun dünya görüşüne uzak bir bayanla evlendi. Ve sonra da onun peşinden sürüklenip gitti ve gitgide ona benzedi. İşte e-mektubundaki sözlerindeki sıkıntının nedeni budur. Dediği gibi gerçekten o hiç değişmedi aslında, değişir gibi gözüktü. Ördek misali suya girdi çıktı, ama su akıp gitti, geriye hiçbir şey kalmadı. Yazık çok yazık. Zor, çok zor dünya denilen imtihan yeri Selçuk Bey. Allah sonumuzu hayırlı kılsın, ‘sahih iman ve salih amel sahibi’ bir mü’min olarak Kendisine dönmeyi nasip etsin.

Ankara Radyosu’nun yanına vardığımızda vakit öğleye yaklaşmıştı. Kız Teknik Öğretim Ankara Olgunlaşma Enstitüsü ve Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni geçip Sıhhiye’ye ulaştık.

“Öğle yemeğini ‘Hünkar Kebap’ salonunda yiyelim mi?, ben ısmarlıyorum” dedi Selçuk Bey.

Lokantaya girip duvar dibindeki masalardan birine karşılıklı oturduk. Birbuçuk İskender siparişi verip sohbete kaldığımız yerden devam ettik.


NOT: Bu yazıdaki kişilerin, gerçek yaşamdaki kişilerle ilgisi olmayabilir…

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder