Ya Tahammül Ya Sefer-2
“Ah vur ataşı gavur sinem ko yansın, arkadaşlar uykulardan
uyansın”
Selçuk Bey’le Gençlik Parkı ile Merkez Bankası arasındaki
yoldan Sıhhiye’ye doğru yürüyüşe devam ettik.
Selçuk Bey, dedim. Gençliğinde,
üniversitede öğrencilik yıllarında temel, esaslı, kökten, radikal fikirlere sahip
iken, bir işe girip evlenip çoluk çocuğa karışıp hayatın bütün yönleriyle
karşılaşınca, yavaş yavaş fark etmeden önceki görüşlerinden çark edip başka
dünya görüşlerinin kucağına savrulmayı bir ölçüye kadar anlayabiliyorum. Zira
teori ve pratik her zaman örtüşmeyebilir, farklı olabilir. Henüz baba parası
yiyen, doğru dürüst bir sorumluluk almamış, “avrat yok, akıl yok” misali nerde
akşam orda sabah yaşayan birinin bu dünyadan türlü varlık, yokluk ve
zorluklarla dolu başka bir dünyaya adım atması ve dünya hayatının insanı baştan
ve de yoldan çıkartan türlü türlü nimet ve külfetleriyle karşılaşınca
değişmesini, dönüşmesini bir yere kadar anlamak mümkün. Hani halk arasında
güzel bir söz vardır ya, “Tarla da ekinim var
deme, ambara girmeyince. Hayırlı evladım var deme, el koynuna girmeyince.
Vefalı eşim var deme, kötü gün görmeyince. Hayırlı kardeşim var deme, mirası
bölüşmeyince. Sadık dostum var deme, başına bir hal gelmeyince” diye, aynen
öyle.
Arif Bey, taşradan büyük şehirlere gelmiş bu gençler,
kişilik-kimlik oluşumunun sancılarını çekerken, aynı zamanda yeme-içme,
barınma, yalnızlık ve daha birçok sorunla da yüzyüze geldiler. Kimileri tanışıp
anlaştığı okul arkadaşları, hemşehrileri ile birlikte bir ev tutup bu sorunları,
sıkıntıları paylaşıp aşmaya çalışırken kimileri de devlet, cemaat, tarikat ve
diğer yurtlarda bu sorunlara çözüm bulmaya çalışıyordu. Tabii bu durumun bir
takım nimetleri olduğu gibi külfetleri, mahsurları da olacaktı. Cemaat ve
tarikat yurtlarında kalanlar zamanla o ortamda solunan havayı teneffüs etti,
zihnen formatlandı, belirli bir kalıp ve çerçevede düşünmenin ötesine
geçemediler, çekip çevrilmeleri, yönetilip yönlendirilmeleri mümkün hale geldi
fakat bununla birlikte ileriki hayatlarında aş, iş ve hatta eş bile bulmaları nispeten
daha kolay oldu. Birlikte bir ev tutup büyük şehirde yaşamaya, tutunmaya
çalışan diğer gençler ise düşünsel yönden daha serbest ve rahat hareket etme
imkanı buldular. “İslam’la yeni tanışan ve kendilerini geliştirmeye çalışan bu
gençler, beraber kaldığı ev arkadaşları ile ‘biz İslam’ı öğrenmek istiyoruz,
bize İslam’ı programlı bir şekilde öğretecek birileri var mı’ diye bana ve
başkalarına teklif getirdiler, biz de onları kırmadık, derslere başladık. Bir
program çerçevesinde onlara dersler veriyor, İslam’ı daha iyi öğrenebilmenin
yollarını öğretiyorduk”.
Gençlerin İslam konusunda bahsettiğiniz gibi bu kadar
sistemli, proğramlı bir bilgilenme sonrasında bile, ileriki yıllarda bir
kısmının başka mecralara kayıp gitmesi konusunda illa da bir ardniyet
aramıyorum, insanın doğası mı dersiniz, ‘imtihan dünyası bu dünya’ mı dersiniz,
fikirlerin bir testten geçmesi, ayağının yere basması mı dersiniz, yani hepsi
bir yere kadar doğru. Radikal, köktenci, özgün ve bağımsız-bağlantısız
fikirlere sahip olmanın avantajları olduğu kadar dezavantajları, tehlikeleri de
söz konusudur. Bu tür düşünce sahipleri statik değil dinamik olduklarından, her
tür fikre, yeniliğe kapılarını kapatmayıp açık tuttuklarından bir nevi sınırda,
iki ucu keskin olan bıçak sırtı misali konumda bulunmaktadırlar. Mobil,
hareketli ve değişken olduklarından bunu sürdürmek, canlı tutmak kolay
olmadığından bir süre sonra bu yükü taşımaktan yorulabilmekte, yükü bırakıp tam
zıt istikamette savrulmaları, ifrata, aşırılığa kaçmaları da mümkün
olabilmektedir. Düne kadar radikal bir pozisyonda iken falan demokratik parti,
cemaat, tarikat veya sistem içi başka cenahta yer alabilmektedirler. Sistem
dışı kalmak, mücadele etmek, bir çok imkandan mahrum kalmak bir yana bir de
türlü meşakkatlere göğüs germek, değme babayiğidin harcı değildir, avuç içinde
kor tutmaya benzer, sabır, direniş ve tevekkül gerektirir. Arif Bey, ben bu
yüzden hapis, işkence ve benzeri başıma gelen bir çok şeyi gençlerin gözünü
korkutacağı, isteksizlik ve yılgınlığa sebebiyet verebilir diye anmaktan,
anlatmaktan özenle kaçındım.
Selçuk Bey, İktibas dergisinde yazıları çıkan, Ankara’da
bulunduğum vakitlerde yazıhanesine uğrayıp söyleştiğim, 28 şubat sürecinin
sonuna doğru ‘bu ülkede yaşanmaz’ artık deyip ailesiyle birlikte ABD’ye
yerleşen ve geride bıraktığı, tanıdığı bütün arkadaşlarıyla tüm ilişkisini
kesen birine yıllar sonra bir tarihte e-mektupta neler düşündüğünü sorduğumda
bana şunları yazmıştı; “Israrla benim ne düşündüğümü soruyorsun. Aslında
düşüncelerimde ne değişiklikler olduğunu merak ediyorsun. Bu merakını
anlıyorum. Çünkü Türkiye’de insanlar kişilerin ne yaptıklarını / yapmadıklarını,
neler ürettiklerini (yaşam kalitesini yükseltme anlamında, yoksa ne yazdıkları,
ne çizdikleri değil), hayatı nasıl zenginleştirmeye çalıştıklarını merak etme
yerine neler düşündüklerini merak ediyorlar. İşin bir diğer garip tarafı
kişinin düşüncelerinin değişmesi ile kendisinin değişmesini (alışkanlıklarının,
davranış kalıplarının, hislerinin, reflekslerinin vs.) eşdeğer görüyorlar. Evet
senin anladığın manada düşüncelerim değişti. Aslında Türkiye’de de düşüncelerim
değişmişti. Düşüncelerim yarın da değişmeye devam edecek. Çünkü doğanın özünde
değişim var. Değişime direndiğiniz sürece kaybediyorsunuz. Hangi düşüncelerim
değişti? Bunları tek tek döküp tartışmayı anlamsız buluyorum. Dünya
sanıldığının aksine Türkiye’den bakıldığında görülen bir küre değil. Kişilerin,
toplumların tercihi onların yaşam düzeylerini belirliyor. Geri kalmışlığın da,
gelişmişliğin de kader olduğuna inanmıyorum. Hiç düşünüyor musun bilmiyorum.
Son iki yılda (2000-2002) Türkiye matematiksel olarak en azından yarı yarıya
küçüldü / değer kaybetti. Dünyadaki kredi itibarının ne kadar değer
kaybettiğini kestiremiyorum. Bu olguyu ‘bizi bu hale getirenler…’ şeklinde
başlayan cümlelerle açıklamaya çalışmayı da anlamsız görüyorum, neyse hayat devam
ediyor herkes için”. Bu arkadaş anlaşılan birilerine ve bir şeylere kahır ederek,
gemileri yakıp gitmişti …’ya. Dinsel, cinsel ve siyasal tercihlerin özgür!
olduğu bir fırsatlar! ülkesinde, yeni bir hayata başlamak istemişti eşi ve çocukları
ile. Aslında beni hiç aramasa da yolum düştüğünde bürosuna gidip arayan, hal
hatır soran bendim ve ondaki değişimin ipuçlarını hissetmiştim. Fakat böyle bir
radikal kararla herkesi ve her şeyi geride bırakıp, geride kalanlarla her türlü
ilişkisini keserek düne kadar “büyük şeytan” olarak eleştirilen bir ülkeye
gidebileceği aklıma gelmemişti. 28 Şubat süreci oyununun oynandığı bir ülkeden,
oyunu kurgulayan ve yöneten ülkeye gitmişti radikal! ve de cesur yürekli!
arkadaş.
Arif Bey, ben her
vasatta “düşünebilen, kendine özgü düşünceler üretebilen, düşünmesini bilen
insanlarla kurtulabileceğimizi savundum. Düşünebilmeyi öğretmek, bu önemli
noktaya dikkatleri çekmek, bu noktadan şaşmamak, başkalarına da bunu öğütlemek
lazım” düşüncesini savundum. Taa başından beri insanları bir kalıba sokmanın
peşinde olmadım. Bunu düşünmedim de. Ben isterim ki, öyle bir hale gelelim ki,
“eğriyi doğrudan ayırabilen, karşılaştığı görüşleri birbirleriyle ve ana
doğrularla mukayese edebilen, sonuçta doğrularda gelip karar kılabilen” bir kişilik
oluşsun insanımızda. Bu suretle karşılaştığı sorunları kendisi bizzat
çözebilen, problemlerini halledebilen ve doğru bilip, bulduklarını kabullenip
davranışlar haline getiren insanlar olalım. Zira en büyük ihtiyacımız keyfiyet
ihtiyacıdır. Fakat böyle kendi ayakları üstünde durmak ve sebat göstermek her
kişinin değil er kişinin karıdır. Zira gençken, henüz bir şeye malik değilken
ve türlü imtihanlarla yüzyüze gelmeden bu konudaki haliniz ham haldir. Bir nevi
toprak altından çıkarılan altının türlü muamelelerden sonra saf altına dönüşmesi
gibi düne kadar radikal, köktenci fikirler savunanların dünkü savundukları
fikirle hiçbir alakası olmayan, yüzseksen derece farklı bir konuma savrulmaları
mümkün olabiliyor. Bu da zaman içinde, kişinin kendisini ikna ede ede, yeni
halini sindire sindire, yeni hale adaptasyon gerçekleşiyor. Yeni konumuna haklı
argümanlar geliştiriyor, içinde bulunduğu cemaatin, topluluğun yaptığı
yanlışlar, uyuşukluk, atalet ve mensuplarına bir şey veremediği gibi onlara
gösterilen ilgisizlik ve umursamazlık bu çöküşü ve ayrılığı daha da hızlandırıyor.
Bir hareketin bir gündemi olmazsa, günceli yakalamazsa, dinamiklik ve özgünlük
özelliğini yitirirse, mensuplarına bir aidiyet duygusu aşılayamaz, onları
motive edemezse, ulaşılabilir hedefler ve sürgit o hareketi uzağa taşıyacak bir
ufuk, bir ideal önlerine koymazsa,
cemaat mensupları arasında birliği, keyfiyeti arttırıcı çalışmalar
yapılmazsa zamanla birçok kişi dağılır, olmadık yerlere gidip kapılanırlar, hatta
bir önceki pozisyonlarının en amansız hasmı bile kesilebilirler, en yıkıcı, en yakıcı
düşmanı olabilirler. En tehlikelisi de yeni ve genç adaylara kapı kapanır yani
onların ilgisini çekmez, kimse rağbet etmez, nesli kesilen bir topluluk olarak
kaybolur giderler ya da cılız bir yapı haline gelirler.
Bit pazarı da
denilen İtfaiye Meydanı civarından geçerken Selçuk Bey’e dedim ki, aynı
arkadaşa yıllar sonra bir vesileyle yine ama bu sefer facebook’da bir hal hatır
daha sorayım dedim. “bir kere olsun gidişten sonra tr'ye geldin mi? bir
günü nasıl geçiriyor ve gelecekten ne bekliyorsun? gidiş o gidiş, ne bir haber
var ne de bir duyum, ses ver” diye yazdım.
Cevaben, “elbette memlekete defalarca gidip geldim. En son
1 ay önce oradaydım. Bir günümü çoğu insan gibi işimle gücümle, ailemle ve dostlarımla
geçiriyorum. Türkiye'yi doğal olarak izliyorum. Türkiye'deki değişim (kimi
yanlışlıklarına, eksikliklerine vs. rağmen) beni heyecanlandırıyor.
"Gelecekten ne bekliyorum" sorusu çok soyut ve dürüstçe 45’ini
geçirmiş birine sorulacak bir soru olmadığını düşünüyorum. Eğer düşüncelerimi
falan merak ediyorsan; İslama ideolojik olarak artık bakmadığımı, bakmaya devam
edenlerin de söylem (jargon) dışında topluma söyleyebilecek birşeylerinin
olmadığını hele hiçbir toplumsal projelerinin olmadığını düşünüyorum. Zaten
yeni hiçbir şey de söylemiyorlar (gözlediğim kadarıyla). Bu Türkiye'de sadece
İslamcıların sorunu değil ayni zamanda Sosyalistlerin de sorunu. (Hala 30-40
yıl öncesinin jargonlarını ve paradigmalarını kullanmak, anti
emperyalist/Amerikan söylemle bütün sorunları analiz etmek ve çözmeye çalışmak
vs.) Fakat toplum bundan çok fazlasını istiyor ve hak ediyor”.
Doğrusu Allah şahittir hiçbir ardniyet taşımadan lafın
gelişi yazdığım bu satırlara yazdığı cevap beni hayli üzmüş, incitmişti. Ben de
cevaben “öncelikle ben öylesine bir günün nasıl geçiyor ve de gelecekten ne
bekliyorsun derken eleştiri babında değil, senin hakkında bilgi almak ve
sohbete kapı aralamak için söylemiştim. ne yazık ki sen ve senin
zihniyettekilerde onmaz bir öfke ve kapanması mümkün olmayan bir yara var. yok
islamcılar ve de sosyalistler toplumsal proje üretemiyormuş, yok İslama
ideolojik bakılamazmış, daha neler neler. senin de içinde yaşadığın kapitalizm,
demokrasi, liberalizm mi insanın, insanlığın huzuru, mutluluğu için proje
üretmiş, merak ediyorum. onların egemen olduğu dünyanın hali ortada. islama,
müslümanlara olan onmaz eleştirinin, öfkenin birazını da abd'ye, ab'ye,
zalimlere, sömürücülere yöneltsene, yoksa rahmetli anneannemin dediği gibi
"gavurun ekmeğini yiyen gavurun türküsünü (mü) çağırır". senin
fikirlerinin de bir ağırlığı, önemi yok bence. sen de kaç yıl önceki türküyü
çağırıyorsun. "kimsenin siyasal, dinsel ve cinsel tercihine
karışmamalı" sözlerini terennüm ederken senin bu sözlerinden kur'an
islamından rücu ettiğini anlamıştım, seni mü'min kardeşim olarak görmüyorum
artık, tıpkı … gibi sen de dosdoğru yoldan ayrıldın, batıla daldın, iyileşeceğine
de ihtimal vermiyorum, sen artık kapitalizmin, demokrasinin, liberalizmin,
dünyevileşmenin kısacası batılın avukatlığını yapıyorsun, abd dünyanın canına
okurken sen orada paşa paşa ye, iç, dostlarınla lak lak yap, ta ki ahiret gelip
çatana kadar. senin dinin sana, benim dinim bana. din günü kimin haklı olduğu
ortaya çıkacak nasılsa. elveda”.
Belki dozu biraz fazla sert bir cevap oldu, ama ne yapalım
bir kere, söz ağzımdan çıkmadı ama yazıya dökülüverdi. Aynı şiddette karşılığı
da gecikmedi. “Küfür ve hakaretle dolu cevabına sadece teessüf ediyorum. Üslubunun
yaşına ve sahip olduğun(u düşündüğüm) gerek entellektüel gerekse mesleki
backgrounduna hiç yakıştıramadığımı ve farklı düşünce ve yaşam tarzlarında
olanlarla bırakın bir arada yaşamayı konuşabilecek ergenliğe dahi sahip
olmadığını bilmeni isterim. Selametle...”. Ve ondan sonra da bir daha ne haber
aldım hakkında ve ne de bir yazışma oldu. Tabir-i caizse “bir face verdim,
book’unu çıkardı”.
İşte bu kişinin de içinde olduğu bir grup genç, seksenli
yıllarda abi deyip ders aldıkları, bizim üzerimizde de hayli emeği olan Süleyman
Arslantaş ağabey ile birlikte Kur’an üzerine çalışmalarıyla tanınan Said Ertürk'ün (nam-ı diğer malatyalı topal Said) evine ziyarete gitmişler. Sohbet sonunda veda edip ayrılırlarken Said
Bey, Süleyman Bey’in kulağına eğilerek, “Süleyman bey, bu gençlere dikkat et.
Kur’an diye diye yoldan çıkıp, sapabilirler” diye uyarmış. Bunu bana o
toplantıda olan bir arkadaş anlatmıştı. O arkadaş ayrıca demişti ki; “İki
yıllık bir İslam konusundaki eğitim sürecinin sonuna doğru biz Süleyman ağabeyi
geçtiğimizi düşünmeye başlamıştık, onu sorularımızla zorluyorduk, o ise kendine
özgü nezaketiyle bizlere cevap vermeye çalışıyordu. O zaman beraber olduğumuz
arkadaşların şu anki yerlerine bakınca biz Süleyman ağabeyi geçmemişiz, ama
haddimizi aşmışız. Süleyman Arslantaş dimdik ayakta iken beraber olduğumuz
arkadaşlarımız savrulup gitmişler” (Ankara’da Kırk Beş Yıl, Süleyman Arslantaş,
Beyan yay., İstanbul, 2. baskı, 2012). Said beyin bugün olup bitenleri o gün
farketmesine, feraset ve basiretine hayran olmamak elde değil, ilim ve hal ehli
böyle olsa gerek. İlginç bir hususa da değinmeden geçemeyeceğim. Bildiğim
kadarıyla bu bir grup gençten ikisinin hanımları, evlendikten sonra ilk
zamanlar örtülü (mesture) iken, eşlerinin fikirlerinin değişmesinden bir süre
sonra İslami ölçülere göre örtünmenin baş kısmından vazgeçtiler. İlginç ve
manidar bulduğum için bunu da not etmek istedim.
Tam bu sırada İller Bankası, Devlet Tiyatro, Opera ve Bale
Binasının ve de Kültür Bakanlığının önünden geçmekte idik. Devlet tiyatrosunda
bir zamanlar seyrettiğim ve hayli beğenip etkisinde kaldığım Orhan Asena’nın
‘Ya devlet başa, ya kuzgun leşe’ adlı oyunu hatırıma geldi o anda.
Arif Bey, gençlerin akıllarını ipotek ettirmeden,
“büyüklerimiz her ne ki söylemiş ve yapmışsa, onların hepsi haktır, doğrudur”
düşüncesinden uzak, serbest ve rahat biçimde kendi fikirlerini edinebilmeleri,
kişilikli ve kimlikli birer fert olabilmeleri önemli. İnsan çocukluktan
gençliğe geçerken baba, amca, öğretmen, hoca yani çevresinde ne kadar büyük
bildiği kişi varsa onları dinlemesi, etkilenmesi, taklit etmesi normal ve doğal
iken, gitgide okuyarak, gözlemleyerek ve tefekkür ederek kendi düşünce
sistematiğini oluşturması en sağlıklı yoldur. Aksi halde özellikle İslami kesim
için konuşacak olursak, şeyh, parti başkanı, cemaat lideri, hocaefendi, ağabey
gibi önde gelenlerin ağzının içine bakan, her dediğinde ve yaptığında keramet
arayan, hikmet arayan bir konuma kendini indirger. Özgür, özgün ve bağımsız
düşünceye yükselemez.
Fakat Selçuk Bey, bu konularda da bir aşırılığa kaçılmadı mı?
Sizin elbette muradınız bu değil ama özgür ve bağımsız düşünce sahibi olmak
derken herkesin başına buyruk, rastgele düşünüp hareket ettiği bir ortamda
nasıl birlikte olunacak, hayırlı bir topluluk oluşacak? O zaman tasavvuf
terimiyle herkes bir post peşinde olmaz mı ya da her köşe başına bir nev’i
işporta tezgahı açılmaz mı? Bu, kaos ve ayrılık gayrılığı beraberinde getirmez
mi? Büyük-küçük bilinmez, sevgi-saygı ortadan kalkmaz mı?
Haklısın Arif Bey, maalesef insanımız özellikle gençler
“vur deyince öldürüyorlar”. Biz bugüne kadarki bağımlı, durgun ve heyecansız
yapı canlansın, çoğalıp serpilsin, ayakları yere basan, nitelikli düşünce
sahipleri nicelik olarak da artsın diye çabalarken bir de baktık ki, ortaya
arzu etmesek de kendini merkez zanneden, aklını nerdeyse ilah edinen, kendinden
başkasının düşüncesine itibar etmeyen tipler çıktı. Bu da ciddi bir
komplikasyondur, yan etkidir, istenmeyen bir durumdur. İfrat ve tefrit arasında
salınıp durduğumuzu düşünüyorum. Orta yolu bulmak ve pratiğe aktarmak bu kadar
zor mu?
Selçuk Bey, bu genç arkadaşlardan birine Ramazan’da okuması
için “Ercümend Özkan Yazıları” adlı bir kitap tavsiye etmiştim. Vay sen misin
adıgeçen kitabı öneren. Bana dedi ki “Ercümend Özkan’ın yazılarından hiç
habersiz değilim. Gözümüzü açtığımız günlerden beri onun yazıları ile büyüdük.
Ama o bir nesildi, samimi idi de. Dedim ya bir nesildi, geldi-geçti. Artık
Ercüment Özkan ya da bir başka şahsın görüşleri değil, beni, benim görüşlerim
yönlendiriyor. Kitaplar, insanın tabi olduğu peygamberler değildir. Ancak
istifade edilebilir. Mutlak itaat edilmez. Kur’an bile yorumlanarak itaat
ediliyor değil mi? Yani o bile esnek. Hal böyle iken kimsenin görüşlerinin
mutlaklığı yok. Ercüment Özkan’ın da… Biz Ercüment Özkan’ın görüşlerini
bilmiyor değiliz, saygı duymuyor da değiliz. Benimle kendi görüşlerini
savunarak konuş, kendi görüşlerinin haklılığını ortaya koy. İlk çıktığı
günlerde hatmettiğimiz, aştığımız görüşlerin yazarı olduğu kitaplardan feyiz
almamız konusunda yazılar yazmanı anlamıyorum. Şeyhimiz yok, ağabeyimiz de…”
Arif Bey, bu vaka örneği de söylediklerimizi teyid etmiyor
mu? Ne yazık ki, ne yaparsanız yapın, ne kadar uğraşırsanız uğraşın bu tür
ürünler, acı meyveler ortaya çıkabiliyor. Armudun sapı, üzümün çöpü demeyip
herkese kapıyı açtığınızda o kapıdan her tür genç, yaşlı insan giriyor. Girme
demek olmaz. Bilemiyorum, belki de biz anlatmak istediğimizi doğru ve yeterli
anlatamadık, ya da dinleyenlerin öyle anlamak işine geldi, anlamak için yeteri
kadar çaba sarfetmediler. Bu düşünceleri onlara güzel ve şirin gözüktü. Başına
buyruk ve her türlü kaygıdan, sorumluluktan azade olmak belki de hoşlarına
gitti. Ne kadar keyfiyetli olursa olsun disiplinize ve organize ol-a-mayan
yapılardan bir sonuç çıkmaz. Bir yanda eleştiri, tefekkür, dinamizmden nasibini
almamış, aklını bir yerlere teslim etmiş, tabi olmuş, onun adına başkalarının
düşündüğü ve kararlar aldığı durağan, cansız bir yapı; diğer yanda her fırsatta
eleştirel olmayı marifet zanneden, asi, başına buyruk, gide gide müzmin muhalif
olma hastalığına düçar olmuş, serseri mayın gibi ortalıklarda dolanan, sonunda
da çoğu zaman ilk başladığı yerden çok uzaklara, tam zıt istikametlere savrulan
bir yapı. Neden hep “kırk satır mı, kırk katır mı” ikilemi arasında bocalayıp
duruyor, bir uçtan diğer uca savruluyoruz. İstikrar, istikamet, tutarlılık ve
birliktelik bu kadar zor mu sahiden?
Zor ama imkansız değil elbette. Yeter ki halis niyetle cehd
edilsin, bıkmadan usanmadan çaba gösterilsin. Selçuk Bey, belki şu ana kadar
genelde hep olumsuz örnekler üzerinden seksenli yıllardaki İslamcı gençliği ele
aldık ama yine de son bir örnek vermek istiyorum. Dünya görüşümün şekillenmeye
başladığı yüksek öğrenim yıllarında sosyalist, milliyetçi, dindar ve İslamcı
birçok arkadaşımız vardı. Dindar ve İslamcı kesimde klasik nurcu, neonurcu
(Fethullah Gülen bağlısı), tasavvuf mensubu, milli görüşçü ve radikal diye
nitelenebilecek gruplar vardı. Herkesin öyle veya böyle, az veya çok birbiriyle
irtibatı, ünsiyeti vardı. Ben hepsiyle de ilişkimi koparmadım, zira düşüncem tam
anlamıyla arayış, oluşma ve olgunlaşma sürecinde idi. Bu imkan ve fırsatları
heba edemezdim. Bir yandan kendi yürüyüşümü sürdürürken, başka arkadaşlarıma da
destek olmaya çalışıyordum. Bunlardan biri beni hayli üzdü, hüsrana uğrattı.
Daha önce zikrettiklerim gibi enaniyeti yüksek, bir şey olmaya, bir yerlere
varmaya çalışan bir arkadaş değildi o. Kendi halinde, mütevazi, sakin biri idi.
Fakat hep birilerinin desteğine ihtiyacı olan, kendi başına kaldığında kapılıp
götürülecek bir yapısı vardı. Fakat onca yıl uğraşıp, taşıyıp destek verdikten
sonra o da bir başka bir dünya görüşüne mensup bir cins-i latif’in peşine
takıldı, evlendi, kayboldu gitti. Bunca emek, bunca özen hepsi bir anda
buharlaşıp uçtu, elimden kayıp gitti. Bilimselliğe ve mesleğine gereğinden
fazla önem atfeden bu arkadaş bir e-postama verdiği cevapta diyordu ki, “Burada
tek başıma yoğun çalışarak epey yol katettim. Ama sonunda kendimi, çalışarak
kabul ettirdim. Herkesle aram iyi. Bunun sebebi çok çalışmam ve adam gibi
kişilikli olmam. Hatta bunu nerdeyse bütün hocalar herkesin içinde alenen
söylüyorlar. Aslında kişilik olarak 10-20 yıl önce ne isem, şimdi de oyum.
İnsanlar 7’sinde neyse, 70’sinde de odur derler. Geçen ortaokuldan beri
tanışıklığımız olan bir arkadaşım herkesin içinde bana hiç değişmediğimi
söylüyor. Kişilik olarak ben aynıyım. Sadece adam gibi çalışmaya ve üretmeye
gayret ediyorum”.
Arif Bey, bu nasıl bir kendini beğenmişlik, ego tavan
yapmış bu arkadaşta. Sıkıntısı ne, neyi ispatlama çalışıyor? Halbuki siz demin
enaniyeti yüksek olmayan, mütevazi biri demiştiniz. Bir çelişki yok mu?
Haklısınız, var. Onun için halk arasında bir söz var ya. ‘Ne
oldum deme, ne olacağım de’ diye. Gençlerin daha doğrusu genelde bütün
insanların karşı cinsle, malla, makamla, dünya nimetleriyle imtihanı çok
çetindir. Kimin, ne zaman, hangisiyle ne şekilde yoldan çıkacağını, değişikliğe
uğrayacağını kim bilebilir. Bu arkadaşla bir gün fakültede iken arkadaşımız
olan birini, evlendiği ve çocuğu olduğu için birlikte ziyarete gitmiştik.
Ziyaretten dönerken “yahu Arif, bu nasıl mümkün olur anlamıyorum, bizim İslami
düşünceye sahip arkadaşımız nasıl olur da gidip başörtülü olmayan bir bayanla
evlenir? Ben bunu kabul edemiyorum.” Dedim ki, “Bunu biz bilemeyiz, belki
kendine göre makul ve mantıklı gerekçeleri vardır. Onunla konuşmadan bir şey
diyemeyiz. Sonuçta bu kararı veren o, onu bağlar.” Aradan yıllar geçti, o
arkadaşımızın eşi ciddi bir trafik kazası geçirdi, türlü ameliyatlar oldu,
ölümlerden döndü. Ve bir zaman sonra ailecek görüştüğümüzde o hanım başörtülü idi.
Fakat o gün haklı olarak o itirazı yönelten, o duyarlılığı taşıyan arkadaş ne
yaptı biliyor musunuz? Gitti anasının bulduğu, başörtülü olmayan üstelik de onun
dünya görüşüne uzak bir bayanla evlendi. Ve sonra da onun peşinden sürüklenip
gitti ve gitgide ona benzedi. İşte e-mektubundaki sözlerindeki sıkıntının
nedeni budur. Dediği gibi gerçekten o hiç değişmedi aslında, değişir gibi
gözüktü. Ördek misali suya girdi çıktı, ama su akıp gitti, geriye hiçbir şey
kalmadı. Yazık çok yazık. Zor, çok zor dünya denilen imtihan yeri Selçuk Bey.
Allah sonumuzu hayırlı kılsın, ‘sahih iman ve salih amel sahibi’ bir mü’min
olarak Kendisine dönmeyi nasip etsin.
Ankara Radyosu’nun yanına vardığımızda vakit öğleye
yaklaşmıştı. Kız Teknik Öğretim Ankara Olgunlaşma Enstitüsü ve Ankara
Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’ni geçip Sıhhiye’ye ulaştık.
“Öğle yemeğini ‘Hünkar Kebap’ salonunda yiyelim mi?, ben
ısmarlıyorum” dedi Selçuk Bey.
Lokantaya girip duvar dibindeki masalardan birine
karşılıklı oturduk. Birbuçuk İskender siparişi verip sohbete kaldığımız yerden
devam ettik.
NOT: Bu yazıdaki kişilerin, gerçek yaşamdaki kişilerle ilgisi
olmayabilir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder