22 Kasım 2013 Cuma

İKİ DOST-4 - Ya Tahammül Ya Sefer-1

Ya Tahammül Ya Sefer-1

“Ne doğan güne hükmüm geçer, ne halden anlayan bulunur”

        
Memleketi kurtaracaklardı.
Gençtiler, pırıl pırıldılar. Hiçbiri yerinde duramıyordu. Başlarında ne yeller esiyordu kimbilir? Memleket kendisine sahip çıkacak, bu çilekeş insanları tutup kaldıracak, şu çorak toprakları yeşertecek nesillere muhtaçtı. Kitaplara, kütüphanelere gidiliyordu… [Ya Tahammül Ya Sefer, Mustafa Kutlu, Dergah yay., 2. baskı, İst., 1986, sh. 8 ]
         …
        Siz demiyor muydunuz, “İnsanın düşünce serüveni, öğrenme serüveni; bilinen şeylerden bilinmeyene doğrudur çocuklar” diye? Bilinenlerin arkasındaki irade ne diye sordum; yüreğime sorular sordum hocam…
İnsan yüreği hangi yasalara uyar hocam? “Yerçekimi Yasası”na mı? “Normal şartlar altında; aynı nedenler, aynı sonuçları doğurur yasası”na mı? Ya insanların yasaları? Yüreklere hükmedebilen yasalar mı? Neyim ben? Sordum yüreğime ve yüreğimde; doğuma da, ölüme de güçlü bir karşılık verme açlığı gördüm. Huzur veren, dinginlik veren bir karşılık!
Yaşamı aşan, aşkın bir karşılık…
Bu karşılığı aradım ve sonunda Her şeyi Yaratan’ın, her şeye belli bir karşılık ta koyduğunu anladım.
İşte benim arkamdaki karanlık güçler bunlar. Başörtümün altındaki örümcekler bunlar hocam… [Mızraksız İlmihal, “Romantik deneme”; ‘80’li yıllar, “İslamcı” genç kuşağın öyküsü…, Mehmet Efe, Kaknüs yay., 2. baskı, İst., 1997, arka kapak yazısı]

                Avusturyalı heykelci Heinrick Krippel’e o günkü Türk hükümetince 1925’de sipariş verilen ve 1931 yılında kaidesine oturtulan Ankara Ulus’daki "Atatürk Anıtı"nın bulunduğu meydanda karşılaştık Selçuk beyle. Selamlaşma ve hal hatır sormadan sonra Selçuk bey, elinde tuttuğu kağıtta internette yayınlanan haberi gösterdi.

         [ …Samimi bir ortamda gerçekleşen yemekte, “Yıllarca …’de Milliyetçi Hareket Partisini hiçbir karşılık beklemeden yükünü çeken, iyi ve kötü gününde partimizin yanında olan eski ve yeni yöneticilerimize partim ve şahsım adına teşekkürü bir borç biliyorum. İktidar, MHP üzerinde oynadığı oyunlara, uluslararası çıkar çevrelerini de ortak ederek Türk milliyetçiliğini itibarsızlaştırma, adeta yok sayma eylemleriyle bizi sandığa gömmek istemiştir. Ülkemizdeki siyasi partilere baktığımızda, hemen hepsinin siyasi ömürleri kısa olmuştur. MHP 46 yıldır siyasi arenada mücadelesini sürdürmektedir. Çünkü MHP gücünü yüce Türk milletinden ve onun ideolojisi Türk milliyetçiliğinden almaktadır” dedi.]

         Selçuk beyin elleri titriyordu, yüzü hüzünlü ve gözleri doluydu. “Biliyor musun Arif Bey, dedi. Bir zamanlar, doksanlı yılların başlarında bu kişi, … dergisinin …’daki temsilcisi idi. …’dan döndüğünde bir süre dergide de çalışmıştı. İşin garibi ben de, 1958-1960 yılları arasında Türk Ocakları’nda bulunmuştum. Fakat o yıllarda, İslam’ın bilenlerinin neredeyse mumla aransa bulun-a-madığı yıllarda belki bu durum anlaşılabilir, mazur görülebilirdi. Ancak bunca yıl sonra, hele bu kadar köklü ve sağlıklı bir İslami bilgilenme-bilinçlenmeden sonra bu durumu nasıl izah etmeli, nereye koymalı bilmiyorum. Zira, ‘asr-ı saadet’te bu kavim kabile, soy sop, filan oğulları, falan oğulları konusu Allah’ın son elçisinin gayretleri ile iyice geri plana itildi, neredeyse yok mesabesine indi biliyorsunuz. Onun varlığı, ağırlığı bu gibi cahili düşüncelerin seslendirilmesine, palazlanmasına fırsat vermiyordu. O vefat edince adeta kağıtların uçuşup dağılmasın diye üzerine konulan şey misali bu ağırlık kalktı ve kağıtlar esen rüzgarla uçuşmaya başladı. Zihinlerini Kur’an’la yıkayıp arı-duru hale getirmeyenleri maalesef eski cahili alışkanlıkları yeniden tesir altına alabilir. Ve yine zihniyet inkılabını gerçekleştirememiş müslümanım diyenlerin bir zaafı da tek başına yaşatamayacağı, savunamayacağı, taraftar bulamayacağı kavramları, fikirleri İslam’da yaşatmaya, İslamileştirmeye çalışmalarıdır. Laiklik, demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi milliyetçilik de bunlardan biri maalesef [İki Dost-3].

Bu haberi okuduğumda ben de sizin gibi üzüldüm ama şaşırmadım. Zira insanlar dün ne düşünceye sahip olurlarsa olsunlar, zaman içinde öyle veya böyle değişebilirler. Değişim olumlu, hayırlı yönde ve keyfiyetli, derinlikli ise ve de hesapsız, kitapsız yani samimi, yürekten ise anlaşılabilir ve makuldür. Fakat bir şey olmak, bir yerlere varmak ya da başka saiklerle bu değişim gerçekleşiyorsa işte burada durup düşünmek gerekir. Allah dünya hayatının nimetlerine, güzelliklerine dikkat çekerek, "Nefsânî arzulara, kadınlara, oğullara, yığın yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, soylu ve özel yetiştirilmiş atlara, sağmal hayvanlara ve ekinlere düşkünlük insanlara çekici kılındı. İşte bunlar dünya hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah'ın katındadır" (Al-i İmran, 3/14) diyerek bizi uyarıyor ve duruşumuzu, istikametimizi bozmamamızı istiyor. Son tahlilde bu dünyanın bir oyun ve eğlence, bir imtihan dünyası olduğunu akıldan çıkarmamamız gerekiyor. Bu haberi okuyunca aklıma birden Aşık Şefkati’ye ait olup Hasan Sağındık’ın besteleyip seslendirdiği “Hayal kırıklığı” isimli şu şiir geldi biliyor musunuz?

         “Bir resmini gördüm hatıra olmuş / tanımakta güçlük çektim sevdiğim / inceledim biraz dedim ne olmuş / utancımdan ölecektim sevdiğim … / Neyi vardı güzelliğin saf iken / özenti mi seni taklide çeken / hayret sen misin bu kabından çıkan / bunu da mı görecektim sevdiğim. / Sazı pek severdin bir zamanları / cazı red ederdin bir zamanları / bardak mı ettiler eski çamları / sebebini soracaktım sevdiğim.”

         Haklısın, tam bir hayal kırıklığı. Her ne kadar bu durumu “ikbal ve istikbal beklentileriyle ideolojik kaygılarını telif etmek” olarak değerlendirenler olsa da, geçen zaman içinde kişinin yaşadıklarını ve bu değişim, dönüşüm, başkalaşımın gerçek nedenini elbette yine kişinin kendisi ve ondan da daha iyi Allah bilir. Benim de aklıma Ahmet Kaya’nın “yorgun demokrat” parçasından bir bölüm geldi nedense. “Bu yoldan dönenler oldu, mum gibi sönenler oldu, yar göğsüne baş koymadan, vurulup da düşenler oldu”. Yıllar içinde birlikte yürüdüğümüz, birçok şeyi paylaştığımız insanlardan, özellikle gençlerden ‘yar göğsüne baş koymadan, vurulup düşenler’ olmadı ama zannımca ‘bu yoldan dönenler ve mum gibi sönenler’ oldu.

         Bu da bir yerde doğal değil mi Selçuk Bey? Hatırlarsanız, 1990’lı yıllarda sizin de katıldığınız bir kampa katılmıştım. Orada belirli bir düşünce etrafında toplanan ve yürüyen insanların, o düşüncenin kaynağı olan kişi hemen yanı başlarında olsa bile temel konularda onunla taban tabana zıt düşünebileceklerini fark ettim. Kulaklarıma inanamadım, ‘siz bu kadar açık ve net olan konularda dahi, nasıl bu kadar farklı’ düşünebilirsiniz dediğimde benim yanlış anladığımı, hatta anlamadığımı ifade ettiler. Kamp sırasında dehşetle fark ettim ki, birçok kişi gidecek bir yeri olmadığı, orda bulunmak şimdilik işine geldiği veya geçim derdi gibi başka sebeplerle orada bulunuyorlarmış. Kamp sonuna doğru Edip Yüksel’e ait olduğu söylenen ‘peygambere kırk yaşında görev tevdi edilmesi nedeniyle sorumluluğun da o yaştan sonra olabileceği’ gibi akla ziyan bir fikri, ciddi ciddi tartıştıkları ve niye olmasın der gibi bir hava içinde olduklarını görünce dayanamadım, ‘yetti gayri bu saçmalıklar, bütün bunlar ne oluyor, siz kimsiniz ki, ben sizinle aynı safta görülüyorum’ dedim. Ve bu durumu kampı düzenleyen kişiye şikayet ettim. Oldukça rahatsızlandı ve serzenişte bulundu. Ve ben de ilk defa içinde bulunduğum topluluk içinde temel meselelerde bile farklı ve aykırı düşünenler olduğunu öğrenmiş oldum. Belki de benim halim argo dilinde ‘günaydın, uyan da balığa gidelim’ idi.

         Arif Bey, hemen birçoğu o yıllarda üniversitede okuyan bu gençler, 12 Eylül 1980 askeri darbesi ve Şubat 1979 İran Devrimi sonrası ortamdaki havayı soludular. Anarşinin olanca hızıyla sürdüğü, kaldırılan tozdan etrafın görülemediği, elinde silahı, gözü dönmüş, öldüreceği karşıt fikrin adamını arayan insanların tedirginlik doğurduğu ve kimsenin kimseye söz söylemeye ve dinletmeye gücünün yetmediği günlerin ertesindeki havadır bu. Tansiyonu inmiş, heyecanı dinmeye yüz tutmuş ve söz dinlemeye ihtiyacı olduğu günlerdir bu. Sağda ve solda vuruşanların, vuruşturulanların Mamak’ta, Metris’te inim inim inletilip türlü işkencelerden geçirildiği, bir taraftan da karıştırılıp barıştırıldığı günlerdir bu. Cemaat, tarikat ve türlü grupların yavaş yavaş piyasayı kapladığı; hocaefendi, şeyh, lider ve ağabeylerin ortalıkta gezindiği; dine, dindarlığa dönüşün ve az da olsa bilhassa yüksek öğrenimdeki gençler arasında (öz, hakiki, gerçek) İslam’a, Kur’an’daki İslam’a dönüşün sancılarının, arayışlarının, gayretlerinin yaşandığı bir dönemdir bu. Seksenli yıllarda başlayıp doksanlı yıllara doğru uzanan İslamcı genç kuşağın öyküsü anlatılmaya, değerlendirilmeye değerdir. Özellikle iyi bir örnek vermek gerekecek olursa, İktibas Dergisi ve kurucusu, başyazarı Ercümend Özkan zikredilebilir.

         Sohbetin burasında Selçuk Bey, ‘biraz yürüyelim mi’ dedi. Cumhuriyet caddesi boyunca aşağı doğru yürümeye başladık. 1920’li yılların başında kürsüsünün ardında hat yazısıyla Şura suresinin 38. “ve emruhum şûrâ beynehum - onların işleri istişare, danışma iledir” ayeti yazılı olan ve sonradan “hakimiyet, kayıtsız şartsız milletindir” yazısı ile değiştirilen eski TBMM’nin önüne geldiğimizde kulaklarımda sanki “… Bu, mutlaka olacaktır. Burada toplananlar, Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde, yine gerçek gerektiği şekilde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir. (1922 senesi, Nutuk II, sh. 691)” sözleri yankılandı. Bu kat’i surette ikna edici sözlerden sonra yine "Bizim devlet idaresindeki ana programımız(ın prensipleri) (..) gökten indiği sanılan kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz ilhamımızı gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz (Atatürk'ün 1937 Meclis açış konuşmasından)" sözlerini de duyar gibi oldum. Tam karşıda o yıllarda Ankara siyasi kulisinin merkezi olan ve Ankara Palas diye adlandırılan şimdilerde ise Devlet Konuk Evi denilen mekanda, Kamȃl Atatürk’ün Türk toplum hayatına getirmek istediği bazı yeniliklerin, kadınların sosyal ortama erkeklerle eşit biçimde girmesinin ilk adımlarının atıldığı, Atatürk’ün bizzat önayak olmasıyla düzenlenen yemekli, içkili ve danslı sosyal etkinliklerden biri olan cumhuriyet balosu tertip ediliyor zannettim.

            Selçuk Bey, ilhamını gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan alanların yanısıra ‘Muhammed, İsa-Musa, Marks ve akıl’dan alıp bu ilkeleri birleştirip üstüne üstlük bir de “T.C. için gerekli acil yasa değişiklikleri” öneren gençler de çıktı seksenli yıllardaki bu İslamcı gençler arasından. Kur’an’daki İslam’ı anlayacağız, anlatacağız diye yola çıkan bu kişilerin avukatlığını yaptığı görüşlerin temelinde “vahyin reddi ve peygamberin yalnızca erdemli bir insan konumuna indirgenmesi” yatmaktadır. “Sanılanın aksine peygamberler, önceden yaşamış ve çağında yaşayan erdemli insanlardan da faydalanıp, çağının gerçeklerini değerlendirip, erdemli bir hayatın gereklerini tespit etmişler ve bu tespitler doğrultusunda yaşamışlardır. Bu saygıdeğer insanların hayatları daha sonra yazıya geçirilmiş, böylelikle kutsal kitaplar oluşturulmuştur… Yaratıcı, insanoğlunun erdemliliğe ulaşması konusunda adil olmuş; hiçbir insana ayrıcalık tanımamış, hiçbir insanı özel olarak seçmemiş, hiçbir insanla konuşmamıştır…” (Birleşen ilkeler, 1998, Niğde, sh. 103-104) derken aslında yeni bir şey söylemeyip Allah’ın elçilerinin elçiliğine itiraz sadedinde o gün söylenenlerin aynısını bugün başka bir dille tekrarlamaktadırlar. Dünya hayatının anlam ve amacını yalnızca gerçek mutluluğa ulaşma şeklinde tanımlayan bu zat, şimdilerde kafayı din adamlarına ve İbrahimiliğe tak-ıl-mış vaziyette. “Dinden beslenen ruhban sınıfı ve kolaycılığa kaçıp dinin gelenekselleşmesine fırsat veren halk, ıslah ve reform çalışmalarına fırsat vermezler. Bu sebeple, Peygamberler önceki peygamberlerin öğretilerini ıslah etmek yerine yeni öğretiler ortaya koymuşlardır. Sonsuz güç sahibi ve ahirette hesaba çekecek olan Yaratıcı’ya kul olma esasının tüm insanlığa huzur verecek şekilde sunulabilmesi için, yeni bir sıfat ile yeni bir çağrı oluşturulmalı. Yaratıcı inancına sahip olanların ortak atası ve peygamberi olan Baba İbrahim, dünya insanının yarıdan çoğunun tanıyıp sevdiği bir esin kaynağıdır. Tüm dünyaya sıcak mesaj oluşturacak yeni sıfatımız, İbrahimîlik olmalıdır” buyurmuştur. Allah tarafından Musa’ya (as) verilen on emir misali “ebedi mutluluk için sekiz emir ve hayatımıza yön veren kırk kavram”ı keşfetmiş, esinlemiş ve yazıya geçirmiş durumda olan bu zat diyor ki “Israrla sorunların üzerine gidip, geçmişin güzelliklerini ve aklımızın tüm zerrelerini kullanmaya çalıştık. Bu vesile ile de 8 emir şeklinde öz bir bilgi ortaya çıktı. 8 emir’e, İbrahimi, Hindu, Yahudi, Budist, Hırıstiyan, Müslüman, Bahai, vb. Yaratıcı’yı kabul edip önemseyen insanların bir itirazı olamaz”. Elbette ne mümkün bu zata itiraz, zira bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün olsa gerektir. Geçmişte Cengiz Han dahil bir çok kişinin kalkıştığı tüm insanlık için karma, herkesin kabul edebileceği bir ortak din oluşturmaya çalışan bu kişi facebook’da dini inancını da “gerçek mutluluğa ulaştıracak her şey” olarak tanımlamaktadır. “Yaşar Nuri Öztürk ve Edip Yüksel’in evini şenlendirdiğini” ve “Tarık Akan’la da cenaze törenlerini konuştuğunu” beyan eden bu zat, “cami ve imam olmadan cenaze kalkmaz mı? Cenaze sahipleri direkt defnetse, imamların varlık sebebi tartışmaya açılır” gibi orijinal ve parlak düşüncelerini paylaşmaktadır. Çözüm partisi sitesi ile ülke sorunlarını –sanal da olsa- çözüme kavuşturduktan sonra, bu sefer de  “dünyaya sesleniş” sitesinden tüm dünyaya seslenmek ve gezegenimizi huzur ve saadete kavuşturmak üzere hazırlıklarını sürdürmektedir. Megalomanik, hezeyanvari, haddini bilmeden, yaşına başına bakmadan, boyundan büyük laflar edenler bu dünyada hatalarını anlayıp tevbe etmezlerse onları ahirette feci bir akıbetin beklediğini keşke bilselerdi. Dengesiz ve sorumsuzca yazılar yazıp kitaplar yayınlayanların, birçok genç-yaşlı insanın aklını çelip, karıştırarak yoldan çıkaranların, dinden imandan edip soğutanların, ‘İslamcılığı üniversite çevresi sayesinde analiz ettiğini’ o yıllarda kim, nasıl ve nereden bilebilirdi ki?
Üniversite yıllarında sakallı, şalvarlı gezinen bu radikal gençlerden bazıları daha o yıllarda tabir-i caizse “cin olmadan adam çarpmaya” kalkıyor, ağabeylik yapıp etraflarına yaşça daha küçük müridlerini toplamaya çalışıyorlardı. Bazıları daha ortaya doğru dürüst bir şey koymadan, yıllarca emek verip çile çekmeden, hamken pişip yanmadan, efelik yapmaya kalkıyor, insanlara müstehzi bir eda ile yaklaşıyorlardı. Kendilerine özveri ve sabırla bildiklerini öğretmeye, anlatmaya çalışan ağabeylerini bile küçümsüyor, çok kitap okudukları, birçok toplantılara katıldıkları ve üniversitede okudukları için onları geçtiklerini sanıyor, ukala ve çok bilmiş havalara bile bürünebiliyorlardı. Yıllar sonra görüldü ki, ağabeyleri o yolda dosdoğru yürürken bunlar çok uzaklara savrulmuşlar, başka dünyaların insanları oluvermişler. Çoğu farkına bile var-a-madı ve hala da farkında değil.
Arif Bey, bu taifeden birinin yazdığı bir kitap da bir zamanlar “Azgın (Ahmak ve Sapık)” ismiyle yayınlanmıştı. Tasavvuf’un Kur’an İslam’ıyla ayrılığını ve çelişen yönlerini roman diliyle anlatan bu eser, gerçekten etkileyici, keyfiyetli ve sürükleyici bir dille yazılmış idi. Bu romanı okuyan bir dünya görüşünün romanını okumuş olacak ve dünyasının değişmesinde gerçekten çok yararlanacaktı. Ben bizzat okumuştum ve beğenmiştim. Umuyorum ki siz de beğenerek okumuşsunuzdur.
         Haklısınız, ben de bu kitabı okumuş ve beğenmiştim. Bu kitabın ilk baskısı 1994’de Anlam yayınları’ndan çıkmıştı. Daha sonra 1997’de Toplumsal dönüşüm yayınları’ndan “Bir müslümanın itirafları, tarikat gerçeği” adıyla yeniden çıktı. Yazılış gerekçesi İslam ve Tasavvuf’un iki ayrı din olduğu tezini işlemek, Kur’an’daki İslam ile Tasavvuf felsefesi arasındaki derin ayrımı ve farklılıkları roman diliyle ortaya koymak iken, böyle bir endişenin uzağında olan Atatürkçü bir yayınevinden yayınlanması tesadüf ve hayra alamet değildi. Çok geçmeden gerçek ortaya çıktı. Aynı kişi “Atatürk’ten özür diliyorum”, “Hesaplaşma-Atatürk’ü anlamak” ve “Kur’an’dan Nutuk’a” kitaplarında serdettiği düşünceleri ile bir nevi “ekmeltü leküm diniküm” mertebesine ulaşıp, gerçek (Kur’an’daki) İslam’ı aramaya çıkmışken Atatürkçülüğe ulaşıp değişimini tamamladı, en azından şimdilik. Bir kitap fuarında gezinirken bu kişiye ait “Ben yüksel …, Atatürk’ten özür diliyorum” adlı biyografik romanın ilk cildini merak saikiyle alıp okumuştum. ‘Büyük adam’ olma takıntı ve saplantısı olan birinin, müslümanım diyenlerin yanlış olduğunu düşündüğü yönlerini eleştireyim derken, bu gayretin acımasız bir hakaret ve küçük düşürmeye nasıl dönüştüğünü; genelevde işlediği zina günahını hiç arlanmadan anlatıp, o çirkin fiili işlediği kadın hakkında ‘Yüksel, o kadını hiç unutmadı. Yüreğinde tatlı bir sır gibi, göğsünde bir muska gibi onu taşıyıp durdu. Ne zaman bir vesileyle aklına gelse, Allah’tan rahmet dileyip yerinin cennet olması için Rabbine niyaz etti” sözleriyle sap yiyip saman ettiğini ve “Yüksel, Kur’an’ı okudukça her gün yeniden doğuyordu. Gitgide, tağut diye adlandırılan devletiyle, ülkesiyle, çağcıl değerlerle, Atatürk’le, daha nice şeylerle barışıyor, içi göneniyordu… Artık akıncıyla, ülkücüyle, solcuyla, ateistle, deistle dost ve barış içinde olacaktı. O Kur’an’ı böyle anlıyordu” düşünceleriyle de “ne olsa gider, yeter ki heva ve hevesini ilah edin” ilkesini bayraklaştırıyordu. İşin garibi bütün bu fikirlerden sonra ‘kimi görüşlerine katılmasa da’ Ercüment Özkan’la ilgili anı ve düşüncelerini de olumlu anlamda anlatıyor. Fakat onun ölünceye kadar mücadele ettiği laiklik, demokrasi, Atatürkçülük gibi yanlışları olumluyor, övüyor ve tavsiye ediyor. Teşbihte hata olmazmış ya, hani bir söz vardır, “Beni bir sen anladın, sen de yanlış anladın” diye. İnsanın böyle dostları varken düşmana gerek yok, böyle anlayanları varken anlamayanlara diyeceği de fazla bir şey kalmıyor. Tasavvuf bağlılarını eleştireyim, Kur’an’a aykırı yönlerini sergileyeyim derken, onlara bile rahmet okutacak yanlışlar yapıp ahmakça azgın ve sapık bir yöne savruluveriyor. Bu ülkede 12 Eylül darbesinden önce sosyalist olan bir kısım insanın, darbeyi yedikten sonra kemalist olmaları misali Kur’an diye yola çıkan bazı kişilerin Nutuk’da karar kılmaları trajikokomik, travmatik ve patolojik bir haldir. Kur’an bunların hidayetini değil maalesef çoğunun küfür ve azgınlığını arttırmıştır (Kur’an; Maide 68). Dilerim son nefesi vermeden evvel Allah’tan özür ve af dilerler de, yeniden ‘sırȃt-yol’larını ‘müstakîm-dosdoğru’ hale getirip belki mağfirete hak kazanırlar. Yoksa yandı gülüm keten helva.


NOT: Bu yazıdaki kişilerin, gerçek yaşamdaki kişilerle ilgisi olmayabilir…
       

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder