Ya Tahammül Ya Sefer-1
“Ne doğan güne hükmüm
geçer, ne halden anlayan bulunur”
…
Memleketi kurtaracaklardı.
…
Gençtiler, pırıl pırıldılar. Hiçbiri
yerinde duramıyordu. Başlarında ne yeller esiyordu kimbilir? Memleket kendisine
sahip çıkacak, bu çilekeş insanları tutup kaldıracak, şu çorak toprakları
yeşertecek nesillere muhtaçtı. Kitaplara, kütüphanelere gidiliyordu… [Ya
Tahammül Ya Sefer, Mustafa Kutlu, Dergah yay., 2. baskı, İst., 1986, sh. 8 ]
…
Siz
demiyor muydunuz, “İnsanın düşünce serüveni, öğrenme serüveni; bilinen
şeylerden bilinmeyene doğrudur çocuklar” diye? Bilinenlerin arkasındaki irade
ne diye sordum; yüreğime sorular sordum hocam…
İnsan yüreği hangi yasalara uyar hocam?
“Yerçekimi Yasası”na mı? “Normal şartlar altında; aynı nedenler, aynı sonuçları
doğurur yasası”na mı? Ya insanların yasaları? Yüreklere hükmedebilen yasalar
mı? Neyim ben? Sordum yüreğime ve yüreğimde; doğuma da, ölüme de güçlü bir
karşılık verme açlığı gördüm. Huzur veren, dinginlik veren bir karşılık!
Yaşamı aşan, aşkın bir karşılık…
Bu karşılığı aradım ve sonunda Her şeyi
Yaratan’ın, her şeye belli bir karşılık ta koyduğunu anladım.
İşte benim arkamdaki karanlık güçler
bunlar. Başörtümün altındaki örümcekler bunlar hocam… [Mızraksız İlmihal,
“Romantik deneme”; ‘80’li yıllar, “İslamcı” genç kuşağın öyküsü…, Mehmet Efe,
Kaknüs yay., 2. baskı, İst., 1997, arka kapak yazısı]
Avusturyalı heykelci Heinrick Krippel’e o günkü Türk
hükümetince 1925’de sipariş verilen ve 1931 yılında kaidesine oturtulan Ankara Ulus’daki "Atatürk
Anıtı"nın bulunduğu meydanda karşılaştık Selçuk beyle. Selamlaşma ve hal
hatır sormadan sonra Selçuk bey, elinde tuttuğu kağıtta internette yayınlanan haberi
gösterdi.
[ …Samimi bir ortamda gerçekleşen yemekte, “Yıllarca …’de Milliyetçi Hareket Partisini
hiçbir karşılık beklemeden yükünü çeken, iyi ve kötü gününde partimizin yanında
olan eski ve yeni yöneticilerimize partim ve şahsım adına
teşekkürü bir borç biliyorum. İktidar, MHP üzerinde oynadığı oyunlara, uluslararası çıkar çevrelerini de ortak ederek Türk
milliyetçiliğini itibarsızlaştırma, adeta yok sayma eylemleriyle bizi sandığa
gömmek istemiştir. Ülkemizdeki siyasi partilere baktığımızda, hemen hepsinin
siyasi ömürleri kısa olmuştur. MHP 46 yıldır siyasi arenada mücadelesini
sürdürmektedir. Çünkü MHP gücünü yüce Türk milletinden ve onun ideolojisi Türk
milliyetçiliğinden almaktadır” dedi.]
Selçuk beyin elleri titriyordu, yüzü hüzünlü ve gözleri
doluydu. “Biliyor musun Arif Bey, dedi. Bir zamanlar, doksanlı yılların
başlarında bu kişi, … dergisinin …’daki temsilcisi idi. …’dan döndüğünde bir
süre dergide de çalışmıştı. İşin garibi ben de, 1958-1960 yılları arasında Türk
Ocakları’nda bulunmuştum. Fakat o yıllarda, İslam’ın bilenlerinin neredeyse
mumla aransa bulun-a-madığı yıllarda belki bu durum anlaşılabilir, mazur
görülebilirdi. Ancak bunca yıl sonra, hele bu kadar köklü ve sağlıklı bir
İslami bilgilenme-bilinçlenmeden sonra bu durumu nasıl izah etmeli, nereye
koymalı bilmiyorum. Zira, ‘asr-ı saadet’te bu kavim kabile, soy sop,
filan oğulları, falan oğulları konusu Allah’ın son elçisinin gayretleri ile
iyice geri plana itildi, neredeyse yok mesabesine indi biliyorsunuz. Onun
varlığı, ağırlığı bu gibi cahili düşüncelerin seslendirilmesine, palazlanmasına
fırsat vermiyordu. O vefat edince adeta kağıtların uçuşup dağılmasın diye
üzerine konulan şey misali bu ağırlık kalktı ve kağıtlar esen rüzgarla uçuşmaya
başladı. Zihinlerini Kur’an’la yıkayıp arı-duru hale getirmeyenleri maalesef
eski cahili alışkanlıkları yeniden tesir altına alabilir. Ve yine zihniyet
inkılabını gerçekleştirememiş müslümanım diyenlerin bir zaafı da tek başına
yaşatamayacağı, savunamayacağı, taraftar bulamayacağı kavramları, fikirleri
İslam’da yaşatmaya, İslamileştirmeye çalışmalarıdır. Laiklik, demokrasi, insan
hakları, özgürlük gibi milliyetçilik de bunlardan biri maalesef [İki
Dost-3].
Bu
haberi okuduğumda ben de sizin gibi üzüldüm ama şaşırmadım. Zira insanlar dün
ne düşünceye sahip olurlarsa olsunlar, zaman içinde öyle veya böyle
değişebilirler. Değişim olumlu, hayırlı yönde ve keyfiyetli, derinlikli ise ve
de hesapsız, kitapsız yani samimi, yürekten ise anlaşılabilir ve makuldür.
Fakat bir şey olmak, bir yerlere varmak ya da başka saiklerle bu değişim
gerçekleşiyorsa işte burada durup düşünmek gerekir. Allah dünya hayatının nimetlerine,
güzelliklerine dikkat çekerek, "Nefsânî arzulara, kadınlara, oğullara, yığın
yığın biriktirilmiş altın ve gümüşe, soylu ve özel yetiştirilmiş atlara, sağmal
hayvanlara ve ekinlere düşkünlük insanlara çekici kılındı. İşte bunlar dünya
hayatının geçici menfaatleridir. Halbuki varılacak güzel yer, Allah'ın
katındadır" (Al-i
İmran, 3/14) diyerek bizi uyarıyor ve duruşumuzu, istikametimizi bozmamamızı
istiyor. Son tahlilde bu dünyanın bir oyun ve eğlence, bir imtihan dünyası
olduğunu akıldan çıkarmamamız gerekiyor. Bu haberi okuyunca aklıma birden Aşık
Şefkati’ye ait olup Hasan Sağındık’ın besteleyip seslendirdiği “Hayal
kırıklığı” isimli şu şiir geldi biliyor musunuz?
“Bir resmini gördüm hatıra olmuş / tanımakta güçlük çektim
sevdiğim / inceledim biraz dedim ne
olmuş / utancımdan ölecektim sevdiğim …
/ Neyi vardı güzelliğin saf iken /
özenti mi seni taklide çeken / hayret sen misin bu kabından çıkan / bunu da mı görecektim sevdiğim. / Sazı pek severdin bir zamanları / cazı red ederdin bir zamanları / bardak mı ettiler eski çamları / sebebini soracaktım sevdiğim.”
Haklısın, tam
bir hayal kırıklığı. Her ne kadar bu durumu “ikbal ve istikbal beklentileriyle
ideolojik kaygılarını telif etmek” olarak değerlendirenler olsa da, geçen zaman
içinde kişinin yaşadıklarını ve bu değişim, dönüşüm, başkalaşımın gerçek
nedenini elbette yine kişinin kendisi ve ondan da daha iyi Allah bilir. Benim
de aklıma Ahmet Kaya’nın “yorgun demokrat” parçasından bir bölüm geldi nedense.
“Bu yoldan dönenler oldu, mum gibi sönenler oldu, yar göğsüne baş koymadan,
vurulup da düşenler oldu”. Yıllar içinde birlikte yürüdüğümüz, birçok şeyi
paylaştığımız insanlardan, özellikle gençlerden ‘yar göğsüne baş koymadan,
vurulup düşenler’ olmadı ama zannımca ‘bu yoldan dönenler ve mum gibi sönenler’
oldu.
Bu da bir
yerde doğal değil mi Selçuk Bey? Hatırlarsanız, 1990’lı yıllarda sizin de
katıldığınız bir kampa katılmıştım. Orada belirli bir düşünce etrafında
toplanan ve yürüyen insanların, o düşüncenin kaynağı olan kişi hemen yanı
başlarında olsa bile temel konularda onunla taban tabana zıt
düşünebileceklerini fark ettim. Kulaklarıma inanamadım, ‘siz bu kadar açık ve
net olan konularda dahi, nasıl bu kadar farklı’ düşünebilirsiniz dediğimde
benim yanlış anladığımı, hatta anlamadığımı ifade ettiler. Kamp sırasında
dehşetle fark ettim ki, birçok kişi gidecek bir yeri olmadığı, orda bulunmak
şimdilik işine geldiği veya geçim derdi gibi başka sebeplerle orada bulunuyorlarmış.
Kamp sonuna doğru Edip Yüksel’e ait olduğu söylenen ‘peygambere kırk yaşında
görev tevdi edilmesi nedeniyle sorumluluğun da o yaştan sonra olabileceği’ gibi
akla ziyan bir fikri, ciddi ciddi tartıştıkları ve niye olmasın der gibi bir
hava içinde olduklarını görünce dayanamadım, ‘yetti gayri bu saçmalıklar, bütün
bunlar ne oluyor, siz kimsiniz ki, ben sizinle aynı safta görülüyorum’ dedim.
Ve bu durumu kampı düzenleyen kişiye şikayet ettim. Oldukça rahatsızlandı ve
serzenişte bulundu. Ve ben de ilk defa içinde bulunduğum topluluk içinde temel
meselelerde bile farklı ve aykırı düşünenler olduğunu öğrenmiş oldum. Belki de
benim halim argo dilinde ‘günaydın, uyan da balığa gidelim’ idi.
Arif Bey,
hemen birçoğu o yıllarda üniversitede okuyan bu gençler, 12 Eylül 1980 askeri
darbesi ve Şubat 1979 İran Devrimi sonrası ortamdaki havayı soludular.
Anarşinin olanca hızıyla sürdüğü, kaldırılan tozdan etrafın görülemediği,
elinde silahı, gözü dönmüş, öldüreceği karşıt fikrin adamını arayan insanların
tedirginlik doğurduğu ve kimsenin kimseye söz söylemeye ve dinletmeye gücünün
yetmediği günlerin ertesindeki havadır bu. Tansiyonu inmiş, heyecanı dinmeye
yüz tutmuş ve söz dinlemeye ihtiyacı olduğu günlerdir bu. Sağda ve solda
vuruşanların, vuruşturulanların Mamak’ta, Metris’te inim inim inletilip türlü
işkencelerden geçirildiği, bir taraftan da karıştırılıp barıştırıldığı günlerdir
bu. Cemaat, tarikat ve türlü grupların yavaş yavaş piyasayı kapladığı;
hocaefendi, şeyh, lider ve ağabeylerin ortalıkta gezindiği; dine, dindarlığa
dönüşün ve az da olsa bilhassa yüksek öğrenimdeki gençler arasında (öz, hakiki,
gerçek) İslam’a, Kur’an’daki İslam’a dönüşün sancılarının, arayışlarının,
gayretlerinin yaşandığı bir dönemdir bu. Seksenli yıllarda başlayıp doksanlı
yıllara doğru uzanan İslamcı genç kuşağın öyküsü anlatılmaya, değerlendirilmeye
değerdir. Özellikle iyi bir örnek vermek gerekecek olursa, İktibas Dergisi ve
kurucusu, başyazarı Ercümend Özkan zikredilebilir.
Sohbetin
burasında Selçuk Bey, ‘biraz yürüyelim mi’ dedi. Cumhuriyet caddesi boyunca
aşağı doğru yürümeye başladık. 1920’li yılların başında kürsüsünün ardında hat
yazısıyla Şura suresinin 38. “ve
emruhum şûrâ beynehum - onların işleri istişare,
danışma iledir” ayeti yazılı olan ve sonradan “hakimiyet, kayıtsız şartsız
milletindir” yazısı ile değiştirilen eski TBMM’nin önüne geldiğimizde kulaklarımda
sanki “… Bu, mutlaka olacaktır. Burada toplananlar,
Meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce uygun olur. Aksi takdirde,
yine gerçek gerektiği şekilde ifade olunacaktır. Fakat ihtimal bazı kafalar
kesilecektir. (1922 senesi, Nutuk II, sh. 691)” sözleri yankılandı. Bu kat’i
surette ikna edici sözlerden sonra yine "Bizim
devlet idaresindeki ana programımız(ın prensipleri) (..) gökten indiği sanılan
kitapların dogmalarıyla asla bir tutulmamalıdır. Biz ilhamımızı gökten ve
gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan almış bulunuyoruz (Atatürk'ün 1937
Meclis açış konuşmasından)" sözlerini de duyar gibi oldum. Tam karşıda o
yıllarda Ankara siyasi kulisinin merkezi olan ve Ankara Palas diye adlandırılan
şimdilerde ise Devlet Konuk Evi denilen mekanda, Kamȃl Atatürk’ün Türk toplum hayatına
getirmek istediği bazı yeniliklerin, kadınların sosyal ortama erkeklerle eşit
biçimde girmesinin ilk adımlarının atıldığı, Atatürk’ün bizzat önayak olmasıyla
düzenlenen yemekli, içkili ve danslı sosyal etkinliklerden biri olan cumhuriyet balosu tertip ediliyor zannettim.
Selçuk Bey,
ilhamını gökten ve gaipten değil, doğrudan doğruya hayattan alanların yanısıra ‘Muhammed,
İsa-Musa, Marks ve akıl’dan alıp bu ilkeleri birleştirip üstüne üstlük bir de
“T.C. için gerekli acil yasa değişiklikleri” öneren gençler de çıktı seksenli
yıllardaki bu İslamcı gençler arasından. Kur’an’daki İslam’ı anlayacağız,
anlatacağız diye yola çıkan bu kişilerin avukatlığını yaptığı görüşlerin
temelinde “vahyin reddi ve peygamberin yalnızca erdemli bir insan konumuna
indirgenmesi” yatmaktadır. “Sanılanın aksine peygamberler, önceden yaşamış ve
çağında yaşayan erdemli insanlardan da faydalanıp, çağının gerçeklerini
değerlendirip, erdemli bir hayatın gereklerini tespit etmişler ve bu tespitler
doğrultusunda yaşamışlardır. Bu saygıdeğer insanların hayatları daha sonra
yazıya geçirilmiş, böylelikle kutsal kitaplar oluşturulmuştur… Yaratıcı,
insanoğlunun erdemliliğe ulaşması konusunda adil olmuş; hiçbir insana ayrıcalık
tanımamış, hiçbir insanı özel olarak seçmemiş, hiçbir insanla konuşmamıştır…”
(Birleşen ilkeler, 1998, Niğde, sh. 103-104) derken aslında yeni bir şey
söylemeyip Allah’ın elçilerinin elçiliğine itiraz sadedinde o gün söylenenlerin
aynısını bugün başka bir dille tekrarlamaktadırlar. Dünya hayatının anlam ve
amacını yalnızca gerçek mutluluğa ulaşma şeklinde tanımlayan bu zat, şimdilerde
kafayı din adamlarına ve İbrahimiliğe tak-ıl-mış vaziyette. “Dinden beslenen
ruhban sınıfı ve kolaycılığa kaçıp dinin gelenekselleşmesine fırsat veren halk,
ıslah ve reform çalışmalarına fırsat vermezler. Bu sebeple, Peygamberler önceki
peygamberlerin öğretilerini ıslah etmek yerine yeni öğretiler ortaya
koymuşlardır. Sonsuz güç sahibi ve ahirette hesaba çekecek olan Yaratıcı’ya kul
olma esasının tüm insanlığa huzur verecek şekilde sunulabilmesi için, yeni bir
sıfat ile yeni bir çağrı oluşturulmalı. Yaratıcı inancına sahip olanların ortak
atası ve peygamberi olan Baba İbrahim, dünya insanının yarıdan çoğunun tanıyıp
sevdiği bir esin kaynağıdır. Tüm dünyaya sıcak mesaj oluşturacak yeni
sıfatımız, İbrahimîlik olmalıdır” buyurmuştur. Allah tarafından Musa’ya (as)
verilen on emir misali “ebedi mutluluk için sekiz emir ve hayatımıza yön veren
kırk kavram”ı keşfetmiş, esinlemiş ve yazıya geçirmiş durumda olan bu zat diyor
ki “Israrla sorunların üzerine gidip, geçmişin güzelliklerini ve aklımızın tüm
zerrelerini kullanmaya çalıştık. Bu vesile ile de 8 emir şeklinde öz bir bilgi
ortaya çıktı. 8 emir’e, İbrahimi, Hindu, Yahudi, Budist, Hırıstiyan, Müslüman,
Bahai, vb. Yaratıcı’yı kabul edip önemseyen insanların bir itirazı olamaz”.
Elbette ne mümkün bu zata itiraz, zira bu kadar cehalet ancak tahsille mümkün
olsa gerektir. Geçmişte Cengiz Han dahil bir çok kişinin kalkıştığı tüm
insanlık için karma, herkesin kabul edebileceği bir ortak din oluşturmaya
çalışan bu kişi facebook’da dini inancını da “gerçek mutluluğa ulaştıracak her
şey” olarak tanımlamaktadır. “Yaşar Nuri Öztürk ve Edip Yüksel’in evini
şenlendirdiğini” ve “Tarık Akan’la da cenaze törenlerini konuştuğunu” beyan
eden bu zat, “cami ve imam olmadan cenaze kalkmaz mı? Cenaze sahipleri direkt
defnetse, imamların varlık sebebi tartışmaya açılır” gibi orijinal ve parlak
düşüncelerini paylaşmaktadır. Çözüm partisi sitesi ile ülke sorunlarını –sanal
da olsa- çözüme kavuşturduktan sonra, bu sefer de “dünyaya sesleniş” sitesinden tüm dünyaya
seslenmek ve gezegenimizi huzur ve saadete kavuşturmak üzere hazırlıklarını
sürdürmektedir. Megalomanik, hezeyanvari, haddini bilmeden, yaşına başına
bakmadan, boyundan büyük laflar edenler bu dünyada hatalarını anlayıp tevbe
etmezlerse onları ahirette feci bir akıbetin beklediğini keşke bilselerdi. Dengesiz
ve sorumsuzca yazılar yazıp kitaplar yayınlayanların, birçok genç-yaşlı insanın
aklını çelip, karıştırarak yoldan çıkaranların, dinden imandan edip
soğutanların, ‘İslamcılığı üniversite çevresi sayesinde analiz ettiğini’ o
yıllarda kim, nasıl ve nereden bilebilirdi ki?
Üniversite
yıllarında sakallı, şalvarlı gezinen bu radikal gençlerden bazıları daha o
yıllarda tabir-i caizse “cin olmadan adam çarpmaya” kalkıyor, ağabeylik yapıp
etraflarına yaşça daha küçük müridlerini toplamaya çalışıyorlardı. Bazıları daha
ortaya doğru dürüst bir şey koymadan, yıllarca emek verip çile çekmeden, hamken
pişip yanmadan, efelik yapmaya kalkıyor, insanlara müstehzi bir eda ile
yaklaşıyorlardı. Kendilerine özveri ve sabırla bildiklerini öğretmeye,
anlatmaya çalışan ağabeylerini bile küçümsüyor, çok kitap okudukları, birçok
toplantılara katıldıkları ve üniversitede okudukları için onları geçtiklerini
sanıyor, ukala ve çok bilmiş havalara bile bürünebiliyorlardı. Yıllar sonra
görüldü ki, ağabeyleri o yolda dosdoğru yürürken bunlar çok uzaklara
savrulmuşlar, başka dünyaların insanları oluvermişler. Çoğu farkına bile
var-a-madı ve hala da farkında değil.
Arif Bey, bu taifeden birinin yazdığı bir kitap da bir
zamanlar “Azgın (Ahmak ve Sapık)” ismiyle yayınlanmıştı. Tasavvuf’un Kur’an
İslam’ıyla ayrılığını ve çelişen yönlerini roman diliyle anlatan bu eser, gerçekten etkileyici, keyfiyetli ve sürükleyici bir
dille yazılmış idi. Bu romanı okuyan bir dünya görüşünün romanını okumuş olacak
ve dünyasının değişmesinde gerçekten çok yararlanacaktı. Ben bizzat okumuştum
ve beğenmiştim. Umuyorum ki siz de beğenerek okumuşsunuzdur.
Haklısınız, ben de bu kitabı okumuş ve
beğenmiştim. Bu kitabın ilk baskısı 1994’de Anlam yayınları’ndan çıkmıştı. Daha
sonra 1997’de Toplumsal dönüşüm yayınları’ndan “Bir müslümanın itirafları,
tarikat gerçeği” adıyla yeniden çıktı. Yazılış gerekçesi İslam ve Tasavvuf’un
iki ayrı din olduğu tezini işlemek, Kur’an’daki İslam ile Tasavvuf felsefesi
arasındaki derin ayrımı ve farklılıkları roman diliyle ortaya koymak iken,
böyle bir endişenin uzağında olan Atatürkçü bir yayınevinden yayınlanması
tesadüf ve hayra alamet değildi. Çok geçmeden gerçek ortaya çıktı. Aynı kişi
“Atatürk’ten özür diliyorum”, “Hesaplaşma-Atatürk’ü anlamak” ve “Kur’an’dan
Nutuk’a” kitaplarında serdettiği düşünceleri ile bir nevi “ekmeltü leküm
diniküm” mertebesine ulaşıp, gerçek (Kur’an’daki) İslam’ı aramaya çıkmışken
Atatürkçülüğe ulaşıp değişimini tamamladı, en azından şimdilik. Bir kitap
fuarında gezinirken bu kişiye ait “Ben yüksel …, Atatürk’ten özür diliyorum”
adlı biyografik romanın ilk cildini merak saikiyle alıp okumuştum. ‘Büyük adam’
olma takıntı ve saplantısı olan birinin, müslümanım diyenlerin yanlış olduğunu
düşündüğü yönlerini eleştireyim derken, bu gayretin acımasız bir hakaret ve
küçük düşürmeye nasıl dönüştüğünü; genelevde işlediği zina günahını hiç
arlanmadan anlatıp, o çirkin fiili işlediği kadın hakkında ‘Yüksel, o kadını
hiç unutmadı. Yüreğinde tatlı bir sır gibi, göğsünde bir muska gibi onu taşıyıp
durdu. Ne zaman bir vesileyle aklına gelse, Allah’tan rahmet dileyip yerinin
cennet olması için Rabbine niyaz etti” sözleriyle sap yiyip saman ettiğini ve
“Yüksel, Kur’an’ı okudukça her gün yeniden doğuyordu. Gitgide, tağut diye
adlandırılan devletiyle, ülkesiyle, çağcıl değerlerle, Atatürk’le, daha nice
şeylerle barışıyor, içi göneniyordu… Artık akıncıyla, ülkücüyle, solcuyla,
ateistle, deistle dost ve barış içinde olacaktı. O Kur’an’ı böyle anlıyordu”
düşünceleriyle de “ne olsa gider, yeter ki heva ve hevesini ilah edin” ilkesini
bayraklaştırıyordu. İşin garibi bütün bu fikirlerden sonra ‘kimi görüşlerine
katılmasa da’ Ercüment Özkan’la ilgili anı ve düşüncelerini de olumlu anlamda
anlatıyor. Fakat onun ölünceye kadar mücadele ettiği laiklik, demokrasi, Atatürkçülük
gibi yanlışları olumluyor, övüyor ve tavsiye ediyor. Teşbihte hata olmazmış ya,
hani bir söz vardır, “Beni bir sen anladın, sen de yanlış anladın” diye.
İnsanın böyle dostları varken düşmana gerek yok, böyle anlayanları varken
anlamayanlara diyeceği de fazla bir şey kalmıyor. Tasavvuf bağlılarını
eleştireyim, Kur’an’a aykırı yönlerini sergileyeyim derken, onlara bile rahmet
okutacak yanlışlar yapıp ahmakça azgın ve sapık bir yöne savruluveriyor. Bu
ülkede 12 Eylül darbesinden önce sosyalist olan bir kısım insanın, darbeyi
yedikten sonra kemalist olmaları misali Kur’an diye yola çıkan bazı kişilerin
Nutuk’da karar kılmaları trajikokomik, travmatik ve patolojik bir haldir.
Kur’an bunların hidayetini değil maalesef çoğunun küfür ve azgınlığını
arttırmıştır (Kur’an; Maide 68). Dilerim son nefesi vermeden evvel Allah’tan
özür ve af dilerler de, yeniden ‘sırȃt-yol’larını ‘müstakîm-dosdoğru’ hale
getirip belki mağfirete hak kazanırlar. Yoksa yandı gülüm keten helva.
NOT: Bu yazıdaki kişilerin, gerçek yaşamdaki kişilerle ilgisi
olmayabilir…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder