Rahman’ın
ayetleri karşısında...
Milliyetçilik
Güzel bir gündü. Havalar iyiden iyiye
ısınmaya başlamıştı bile. Tabiat dalmış olduğu kış uykusundan yavaş yavaş
uyanıyor, farkedenler, anlayanlar için adeta ölümden sonra dirilişin nasıl
gerçekleştiğine dair ipuçları veriyordu. Ağaçlar çiçeklenmiş, börtü böcek
etrafta salınır olmuştu. Aylardır kupkuru olan bir ağacın çiçeklerle bezenmesi
insanı farklı duygu ve düşüncelere garkediyordu. Parktaki çeşit çeşit çiçeğin
seyrine doyum olmuyordu doğrusu.
Şu parkta bir çeşit çiçeğin mi, yoksa şekil, renk, koku ve diğer özellikler açısından binbir çeşit çiçeğin mi olmasını tercih ederdin? diye sordu Selçuk Bey.
Elbette ikincisini, diye cevap verdim. Bir çiçek ne kadar güzel olursa olsun bu parkı gezilir, görülür, çekici kılmaya yetmez.
İnsanlar da öyle, dedi. Bir erkekle bir dişiden çoğalıp yeryüzüne dağılmaları, farklı renk, farklı dil, farklı kavim ve kabilelere ayrılmaları, ayrılıkları değil, tanışıp bilişmeyi, Yaradan’ın öğüdüne (vahyine) kulak verildiği takdirde de kardeş olmayı getirmeli beraberinde. Dünya kurulduğunda var olan nesep bağı zamanla zayıflamış, kaybolmuş ve yerini gerçek bağa, inanç bağına bırakmıştır. O sebeple yeryüzündeki bütün insanlar rengi, ırkı, soyu sopu, dili ne olursa olsun tek bir ailenin üyesidirler. Yani aynı inanca (ideolojiye, dine, yaşam tarzına) sahip olmasalar dahi yaradılıştan (fıtraten) gelen bir sıhriyet (akrabalık) bağına sahiptirler. Bu da Allah’ın kudretinin, hikmetinin kanıtlarındandır [Kur’an; 49/13, 30/22].
Peki o zaman belli bir aileye, soya, aşirete, kabileye, millete, ulusa mensup olmanın, atalarla öğünmenin, bu hususu birliğin, beraberliğin ölçüsü yapmanın yeri nedir? diye sordum.
Üstünlüğü, üstünlüğü demesek bile insanları birbirine yakın kılan, birlikte kılan bağı bir aileden, sülaleden, cemiyetten, ırktan olmayla özdeş kıldığın zaman bu bir seçim değil, sadece mevcut durumu tespit olur. Şöyle ki bizim hangi zaman diliminde, arzın hangi yöresinde, hangi toplulukta, hangi ana-babadan, hangi cinsiyette, hangi fizik görünümde, hangi şartlar içinde dünyaya gözlerimizi açacağımıza bizi ‘yoktan var eden’ karar veriyor. Yani bütün bunlar bizim adımıza O’nun seçimi. Bizim herhangi bir dahlimiz yok bu hususlarda, elbette sorumluluğumuz da. Ta ki irade sahibi olup seçim/seçimler yapabilene kadar. O yüzden insan yalnızca iradesi baskı altında kalmadan, zorlama olmadan yapıp ettiklerinden sorumlu tutulmuştur. Kader yani takdir edilen şey de budur aslında, yani Allah’ın iradesiyle bizim için belirledikleri, seçtikleridir. Bu anlamda kadere karşı çıkmanın, isyan etmenin, yerinmenin de bir anlamı yoktur. Aynı şekilde bizim için takdir edilen şeylerle öğünmenin, böbürlenmenin de anlamı, değeri olmadığı gibi.
İnsanın yaratılışında şeytanın itirazı da bu konuda değil miydi? dedim. “Beni ateşten, onu (insanı) topraktan yarattın. Ben ondan üstünüm” [Kur’an; 7/12] diyen şeytanın söylemi ile tarihte ve günümüzde mensup oldukları topluluktan dolayı üstünlük taslayıp öğünen, diğer insan topluluklarını hor ve hakir gören, yok sayan, küçümseyen, ötekileştiren, diğer ırk ve kavimlerdeki insanları sanki tanrının üvey veya ikinci sınıf kulu ya da başka tanrının kulları olarak gören ırkçı, milliyetçi söylemler arasında fark var mı?
Elbette yok, dedi. Ve Allah’ın son elçisinin bu konuda çok bilinmeyen fakat oldukça manidar bir sözünü nakletti. “Bir kimse sizin yanınızda kavmiyle kabilesiyle, soyuyla sopuyla, atalarıyla öğünürse ona deyin ki; babanın zekerini (tenasül uzvunu) kemir.” [Babanzade Ahmed Naim Bey, İslam’da Da’va-i Kavmiyyet]
Dün ve bugün birtakım liderler, düşünürler insanlardaki renk, dil, ırk, soy, milliyet farklılıklarını dünya görüşünün temeli, ilkesi haline getirmiş, bu uğurda nice canlar telef edilmiş, bir soyun tümden ve tüme yakın kırımı (yok edilmesi) gerçekleştirilmiş, nutuk ve propagandalarla kitlelerin beyinleri dumura uğratılmış, istenilen istikamete göre sevk edilmişlerdir, dedim.
Bu sakim ve hastalıklı, yaradılışa ve Allah’a teslimiyete (İslama) aykırı düşünce sahiplerine bir-iki örnek verebilir misin? diye sordu.
Elbette, dedim. İkisi de ayrı topraklarda, ayrı milliyette ama aynı zihniyette iki çarpıcı ve bilinen örnek. İlki bu topraklardan. Müsaade ederseniz size bir kitabından altını çizdiğim bazı satırları aynen aktarmak istiyorum.
[Kür Şad’ı doğuran ana,
Ne emzirmiş acap ona?
Erlik, ululuktan yana
Tanrı Kür Şad’dan geridir. sh.58
Yamtar öfkelenmeye başlıyordu: -Şu Çinlilerle Suğdakları hangi Tanrı yaratmış? Böyle budun yaratmaktansa yaratmamak yeğ!... sh.135
O, her zaman yaptığı gibi böğürlerini tutarak, gözlerinden yaşlar akarak katılıyor, kahkahaları arasında da kesik kesik şöyle bağırıyordu:
-Tanrı ile Meryem evlenmeden bu yalavaç (peygamber) nasıl doğar be? Herhalde bu bunağın Tanrısı Meryem’in otağına gizlice girdi de Kara Kağan duymasın diye bizden saklıyor. Yoksa onun sonucu da Kara Budağ’ın sonucuna benzerdi.
Yamtar, bu gürleyen kahkahalar arasında yine yere düşmüş olan Sançar’ı, Onbaşı Derse’nin yardımıyla bir ata bindirip bağlamaya çalışırken bağırdı:
-Bana bak, koca papaz! Türk tanrısı, Türk yasasına aykırı iş yapmaz. Sizin tanrınız Ötüken’e gelirse işi yamandır. sh.230
Çinli idi. Yalnız bu sebep onun kötü olması için yetip artardı bile... sh.335
-Ne? Çin dili mi? Çin dili olur mu be?, diye haykırmıştı.
Yamtar o zamana kadar Çinlilerin ayrı bir dili olacağını düşünmemişti. Çinlilerle hiç yüz yüze konuşmamıştı. Şimdiye dek Çinlilerle kılıç ve ok diliyle konuşup pek güzel anlaşmıştı. sh.366 (Bozkurtların Ölümü, Hüseyin Nihal Atsız, Baysan Basım ve Yayın, İstanbul, 1990)]
İlginç olan nedir biliyor musunuz?, dedim. Buram buram küfür, şirk kokan bu satırlardan sonra, romanın sonunda diyor ki:
Bu kırkbir şehidin çevresini bir anda yüzbinlerce başka şehit sardı. Tanrının huzurunda başlayan bu en muhteşem geçit resmi büyük, sonsuz boşluğu sarsarken birdenbire bir türkü; azametli, ürpertici, Tanrısal bir türkü kainatı titretti.” sh.471
Ben bu kişiyle karşılaştım biliyor musun?, dedi Selçuk Bey. Bir gün Ankara’da Maltepe yokuşundan işyerime doğru iniyordum. Kardeşi ile birlikte yürüyordu. Kardeşiyle tanışırız eskiden. Ayaküstü görüştük. Kardeşi bana hapisten çıktıktan sonra (1970’li yılların başı) nelerle meşgul olduğumu sorunca ben de Kur’an çalışmalarına ve mücadeleye kaldığım yerden devam ettiğimi söylediğimde, Nihal Atsız bana döndü dedi ki: -Bırakın artık bu arap Muhammed’in saçmalıklarını.
O sırada oturduğumuz bankın yanındaki banka, arap bir delikanlı ile bir türk kızı gelip oturdu. Selamün aleyküm, aleyküm selam dedikten sonra bir-iki cümleyle söyleştik. Öğrendiğimize göre arap genci Suudi Arabistan’dan yüksek öğrenim amacıyla İzmir’e gelmiş ve okulda tanıştığı şimdi eşi olan türk kızı ile de evlenmiş.
Selçuk Bey’le sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik.
Muhammed (a.s)’in arap kökenli olması ve kardeşliği milliyet temelinde değil de din (İslam) temelinde oluşturmaya çağıran bir dinin bağlısı olması, Atsız’ın nezdinde dışlanmak için yeterli sebebi teşkil ediyor olmalı herhalde dedim. İzninizle ben de şahit olduğum bir anımı anlatayım size, diyerek sözlerime devam ettim. Uzun yıllardır tanış olduğum, Türk milliyetçiliği fikrini benimsemiş bir arkadaşım vardı. Laf aramızda bana fikir münakaşamız derinleştiğinde “sen ‘siyasal İslamcı’sın” derdi (komünizm rüzgarının estiği yıllarda olsa, yeşil komünist derdi herhalde). Bu arkadaş bir gün beni … MHP İlçe Teşkilatında aktif görev üstlenen hacı amca diye hitap ettiği bizden epey yaşlı birinin evine götürdü. Hoş beş, ordan burdan konuşurken bu hacı amca kulağıma eğilerek kısık bir sesle “size bir sır vereceğim, öğrendiğime göre peygamberimiz Muhammed de türkmüş” dedi. Ben de “Allah Allah, daha önce hiç böyle bir iddia işitmemiştim. Nuh (a.s)’ın iki oğlundan birinin türk olduğu ve türklerin de o koldan geldiğini duymuştum da bunu duymamıştım doğrusu” diyerek bıyık altından gülmüştüm (doğrusunu söylemek gerekirse o sıralar bıyığım da vardı). Aynı iddiayı (deyim yerindeyse palavrayı) yüksek tahsilli insanlardan birinden (eski kültür bakanlarından Namık Kemal Zeybek) kısa bir süre önce duymuştum, tekrar duymak beni şaşırtmadı doğrusu. İnsan Türk ve Türkçülükle yatıp kalkmaya, kafayı ona bir takmaya görsün, o zaman mutlu olmayı da, mutluluğu da türklükle ilişkilendirir, hastalandığında iyi hekimlere değil de türk hekimlerine emanet edilmeyi de ister, Tanrının türkü korumasını da ister, bir türkün dünyaya bedel olduğunu da söyler, muhtaç olduğu kudreti mutlak kudret sahibinin sözlerinde değil de damarlarındaki asil kanda da arar, türkün türkten başka dostu olmadığını da dillendirir, dünyadaki bütün dillerin türkçeden türediğini de iddia eder ve ilaahir.
İşin bir başka tuhaf tarafı da ne biliyor musunuz? Kimilerinin “Tanrı’nın yüce Türk budununa 20. yüzyılda gönderdiği rehberlerin en büyüğü olan büyük Türkçü” diye tanımladığı ve “eserleri, her Türk milliyetçisinin mutlaka okuması gerekli, her Türk gencinin kitaplığında bulunmalı” denilen Atsız’ın demin alıntılar yaptığım eserinde Orta Asya bozkırlarındaki Türkler, yalnızca savaşan, yağmalayan, çapulla hayatını idame ettiren, kımız içip sarhoş olan, yabanıl, barbar adamlar olarak tasvir ediliyor şecaat arzedercesine. “Etrak-ı bi idrak” yani idrakden, anlamadan yoksun türkler bu kafa yapısına sahip olanlar olsa gerek.
Selçuk Bey, size yine bu konuyla ilişkili olarak okuduğum bir yazı dizisinden bahsetmek istiyorum. Yıllar önce bir gazetede yayınlanan Alparslan Türkeş’in anılarında Türkeş, Atsız’la yollarının ayrılış gerekçelerinden en önemlisinin İslam’a ilişkin yaklaşımlarıyla ilişkili olduğunu belirtiyordu. Türkeş, eğer Türk milliyetçiliğinin bu topluma anlatılıp benimsenmesi sağlanacaksa, İslam’ı (elbette halkta yaşayan İslam’ı) nazarı itibara almadan bunun mümkün olamayacağını yani tabir-i caizse bu gemi (Türk milliyetçiliği) bu denizde (Türkiye’de) yüzdürülecekse İslam’ın görmezlikten gelinmemesi gerektiğini savunurken, Atsız, İslam’dan olabildiğince ırak, hatta daha da öte Türklerin eski dini Şamanizme yakın duran bir Türklük anlayışının esas alınmasını savunuyormuş. Yani Türk milliyetçileri için İslam, hak ve hakikatin kendisi olmasından ziyade bu toplumun inandığı din olması açısından önemlidir. Bu pekala İslam değil de başka bir din de olabilirdi. Zaten bu nedenle değil midir ki Türkçülerin, Türk milliyetçilerinin İslam’ı yaşanan hayatın dışına itmeyi, vicdana hapsetmeyi esas alan laiklikle esaslı bir sorunları yoktur, sorun varsa bile bu ayrıntıdadır, uygulamadaki çarpıklıklardadır. İslam’ın Türklüğün önüne veya arkasına eklemlenmesi bu açıdan bir aşamayı, bir bilinç aşamasını ifade etse de tek başına İslam’ın yeterli görülmediğinin de açık bir ifadesidir.
Fakat Selçuk Bey şunu da itiraf etmeliyiz ki, Türklüğü düşüncesinin temel dinamiği yapanlar kadar olmasa da bu ülkede müslümanım diyenlerin de yıllardır yaptığı esaslı bir yanlış var.
Nedir o? diye sordu Selçuk Bey.
Şu parkta bir çeşit çiçeğin mi, yoksa şekil, renk, koku ve diğer özellikler açısından binbir çeşit çiçeğin mi olmasını tercih ederdin? diye sordu Selçuk Bey.
Elbette ikincisini, diye cevap verdim. Bir çiçek ne kadar güzel olursa olsun bu parkı gezilir, görülür, çekici kılmaya yetmez.
İnsanlar da öyle, dedi. Bir erkekle bir dişiden çoğalıp yeryüzüne dağılmaları, farklı renk, farklı dil, farklı kavim ve kabilelere ayrılmaları, ayrılıkları değil, tanışıp bilişmeyi, Yaradan’ın öğüdüne (vahyine) kulak verildiği takdirde de kardeş olmayı getirmeli beraberinde. Dünya kurulduğunda var olan nesep bağı zamanla zayıflamış, kaybolmuş ve yerini gerçek bağa, inanç bağına bırakmıştır. O sebeple yeryüzündeki bütün insanlar rengi, ırkı, soyu sopu, dili ne olursa olsun tek bir ailenin üyesidirler. Yani aynı inanca (ideolojiye, dine, yaşam tarzına) sahip olmasalar dahi yaradılıştan (fıtraten) gelen bir sıhriyet (akrabalık) bağına sahiptirler. Bu da Allah’ın kudretinin, hikmetinin kanıtlarındandır [Kur’an; 49/13, 30/22].
Peki o zaman belli bir aileye, soya, aşirete, kabileye, millete, ulusa mensup olmanın, atalarla öğünmenin, bu hususu birliğin, beraberliğin ölçüsü yapmanın yeri nedir? diye sordum.
Üstünlüğü, üstünlüğü demesek bile insanları birbirine yakın kılan, birlikte kılan bağı bir aileden, sülaleden, cemiyetten, ırktan olmayla özdeş kıldığın zaman bu bir seçim değil, sadece mevcut durumu tespit olur. Şöyle ki bizim hangi zaman diliminde, arzın hangi yöresinde, hangi toplulukta, hangi ana-babadan, hangi cinsiyette, hangi fizik görünümde, hangi şartlar içinde dünyaya gözlerimizi açacağımıza bizi ‘yoktan var eden’ karar veriyor. Yani bütün bunlar bizim adımıza O’nun seçimi. Bizim herhangi bir dahlimiz yok bu hususlarda, elbette sorumluluğumuz da. Ta ki irade sahibi olup seçim/seçimler yapabilene kadar. O yüzden insan yalnızca iradesi baskı altında kalmadan, zorlama olmadan yapıp ettiklerinden sorumlu tutulmuştur. Kader yani takdir edilen şey de budur aslında, yani Allah’ın iradesiyle bizim için belirledikleri, seçtikleridir. Bu anlamda kadere karşı çıkmanın, isyan etmenin, yerinmenin de bir anlamı yoktur. Aynı şekilde bizim için takdir edilen şeylerle öğünmenin, böbürlenmenin de anlamı, değeri olmadığı gibi.
İnsanın yaratılışında şeytanın itirazı da bu konuda değil miydi? dedim. “Beni ateşten, onu (insanı) topraktan yarattın. Ben ondan üstünüm” [Kur’an; 7/12] diyen şeytanın söylemi ile tarihte ve günümüzde mensup oldukları topluluktan dolayı üstünlük taslayıp öğünen, diğer insan topluluklarını hor ve hakir gören, yok sayan, küçümseyen, ötekileştiren, diğer ırk ve kavimlerdeki insanları sanki tanrının üvey veya ikinci sınıf kulu ya da başka tanrının kulları olarak gören ırkçı, milliyetçi söylemler arasında fark var mı?
Elbette yok, dedi. Ve Allah’ın son elçisinin bu konuda çok bilinmeyen fakat oldukça manidar bir sözünü nakletti. “Bir kimse sizin yanınızda kavmiyle kabilesiyle, soyuyla sopuyla, atalarıyla öğünürse ona deyin ki; babanın zekerini (tenasül uzvunu) kemir.” [Babanzade Ahmed Naim Bey, İslam’da Da’va-i Kavmiyyet]
Dün ve bugün birtakım liderler, düşünürler insanlardaki renk, dil, ırk, soy, milliyet farklılıklarını dünya görüşünün temeli, ilkesi haline getirmiş, bu uğurda nice canlar telef edilmiş, bir soyun tümden ve tüme yakın kırımı (yok edilmesi) gerçekleştirilmiş, nutuk ve propagandalarla kitlelerin beyinleri dumura uğratılmış, istenilen istikamete göre sevk edilmişlerdir, dedim.
Bu sakim ve hastalıklı, yaradılışa ve Allah’a teslimiyete (İslama) aykırı düşünce sahiplerine bir-iki örnek verebilir misin? diye sordu.
Elbette, dedim. İkisi de ayrı topraklarda, ayrı milliyette ama aynı zihniyette iki çarpıcı ve bilinen örnek. İlki bu topraklardan. Müsaade ederseniz size bir kitabından altını çizdiğim bazı satırları aynen aktarmak istiyorum.
[Kür Şad’ı doğuran ana,
Ne emzirmiş acap ona?
Erlik, ululuktan yana
Tanrı Kür Şad’dan geridir. sh.58
Yamtar öfkelenmeye başlıyordu: -Şu Çinlilerle Suğdakları hangi Tanrı yaratmış? Böyle budun yaratmaktansa yaratmamak yeğ!... sh.135
O, her zaman yaptığı gibi böğürlerini tutarak, gözlerinden yaşlar akarak katılıyor, kahkahaları arasında da kesik kesik şöyle bağırıyordu:
-Tanrı ile Meryem evlenmeden bu yalavaç (peygamber) nasıl doğar be? Herhalde bu bunağın Tanrısı Meryem’in otağına gizlice girdi de Kara Kağan duymasın diye bizden saklıyor. Yoksa onun sonucu da Kara Budağ’ın sonucuna benzerdi.
Yamtar, bu gürleyen kahkahalar arasında yine yere düşmüş olan Sançar’ı, Onbaşı Derse’nin yardımıyla bir ata bindirip bağlamaya çalışırken bağırdı:
-Bana bak, koca papaz! Türk tanrısı, Türk yasasına aykırı iş yapmaz. Sizin tanrınız Ötüken’e gelirse işi yamandır. sh.230
Çinli idi. Yalnız bu sebep onun kötü olması için yetip artardı bile... sh.335
-Ne? Çin dili mi? Çin dili olur mu be?, diye haykırmıştı.
Yamtar o zamana kadar Çinlilerin ayrı bir dili olacağını düşünmemişti. Çinlilerle hiç yüz yüze konuşmamıştı. Şimdiye dek Çinlilerle kılıç ve ok diliyle konuşup pek güzel anlaşmıştı. sh.366 (Bozkurtların Ölümü, Hüseyin Nihal Atsız, Baysan Basım ve Yayın, İstanbul, 1990)]
İlginç olan nedir biliyor musunuz?, dedim. Buram buram küfür, şirk kokan bu satırlardan sonra, romanın sonunda diyor ki:
Bu kırkbir şehidin çevresini bir anda yüzbinlerce başka şehit sardı. Tanrının huzurunda başlayan bu en muhteşem geçit resmi büyük, sonsuz boşluğu sarsarken birdenbire bir türkü; azametli, ürpertici, Tanrısal bir türkü kainatı titretti.” sh.471
Ben bu kişiyle karşılaştım biliyor musun?, dedi Selçuk Bey. Bir gün Ankara’da Maltepe yokuşundan işyerime doğru iniyordum. Kardeşi ile birlikte yürüyordu. Kardeşiyle tanışırız eskiden. Ayaküstü görüştük. Kardeşi bana hapisten çıktıktan sonra (1970’li yılların başı) nelerle meşgul olduğumu sorunca ben de Kur’an çalışmalarına ve mücadeleye kaldığım yerden devam ettiğimi söylediğimde, Nihal Atsız bana döndü dedi ki: -Bırakın artık bu arap Muhammed’in saçmalıklarını.
O sırada oturduğumuz bankın yanındaki banka, arap bir delikanlı ile bir türk kızı gelip oturdu. Selamün aleyküm, aleyküm selam dedikten sonra bir-iki cümleyle söyleştik. Öğrendiğimize göre arap genci Suudi Arabistan’dan yüksek öğrenim amacıyla İzmir’e gelmiş ve okulda tanıştığı şimdi eşi olan türk kızı ile de evlenmiş.
Selçuk Bey’le sohbetimize kaldığımız yerden devam ettik.
Muhammed (a.s)’in arap kökenli olması ve kardeşliği milliyet temelinde değil de din (İslam) temelinde oluşturmaya çağıran bir dinin bağlısı olması, Atsız’ın nezdinde dışlanmak için yeterli sebebi teşkil ediyor olmalı herhalde dedim. İzninizle ben de şahit olduğum bir anımı anlatayım size, diyerek sözlerime devam ettim. Uzun yıllardır tanış olduğum, Türk milliyetçiliği fikrini benimsemiş bir arkadaşım vardı. Laf aramızda bana fikir münakaşamız derinleştiğinde “sen ‘siyasal İslamcı’sın” derdi (komünizm rüzgarının estiği yıllarda olsa, yeşil komünist derdi herhalde). Bu arkadaş bir gün beni … MHP İlçe Teşkilatında aktif görev üstlenen hacı amca diye hitap ettiği bizden epey yaşlı birinin evine götürdü. Hoş beş, ordan burdan konuşurken bu hacı amca kulağıma eğilerek kısık bir sesle “size bir sır vereceğim, öğrendiğime göre peygamberimiz Muhammed de türkmüş” dedi. Ben de “Allah Allah, daha önce hiç böyle bir iddia işitmemiştim. Nuh (a.s)’ın iki oğlundan birinin türk olduğu ve türklerin de o koldan geldiğini duymuştum da bunu duymamıştım doğrusu” diyerek bıyık altından gülmüştüm (doğrusunu söylemek gerekirse o sıralar bıyığım da vardı). Aynı iddiayı (deyim yerindeyse palavrayı) yüksek tahsilli insanlardan birinden (eski kültür bakanlarından Namık Kemal Zeybek) kısa bir süre önce duymuştum, tekrar duymak beni şaşırtmadı doğrusu. İnsan Türk ve Türkçülükle yatıp kalkmaya, kafayı ona bir takmaya görsün, o zaman mutlu olmayı da, mutluluğu da türklükle ilişkilendirir, hastalandığında iyi hekimlere değil de türk hekimlerine emanet edilmeyi de ister, Tanrının türkü korumasını da ister, bir türkün dünyaya bedel olduğunu da söyler, muhtaç olduğu kudreti mutlak kudret sahibinin sözlerinde değil de damarlarındaki asil kanda da arar, türkün türkten başka dostu olmadığını da dillendirir, dünyadaki bütün dillerin türkçeden türediğini de iddia eder ve ilaahir.
İşin bir başka tuhaf tarafı da ne biliyor musunuz? Kimilerinin “Tanrı’nın yüce Türk budununa 20. yüzyılda gönderdiği rehberlerin en büyüğü olan büyük Türkçü” diye tanımladığı ve “eserleri, her Türk milliyetçisinin mutlaka okuması gerekli, her Türk gencinin kitaplığında bulunmalı” denilen Atsız’ın demin alıntılar yaptığım eserinde Orta Asya bozkırlarındaki Türkler, yalnızca savaşan, yağmalayan, çapulla hayatını idame ettiren, kımız içip sarhoş olan, yabanıl, barbar adamlar olarak tasvir ediliyor şecaat arzedercesine. “Etrak-ı bi idrak” yani idrakden, anlamadan yoksun türkler bu kafa yapısına sahip olanlar olsa gerek.
Selçuk Bey, size yine bu konuyla ilişkili olarak okuduğum bir yazı dizisinden bahsetmek istiyorum. Yıllar önce bir gazetede yayınlanan Alparslan Türkeş’in anılarında Türkeş, Atsız’la yollarının ayrılış gerekçelerinden en önemlisinin İslam’a ilişkin yaklaşımlarıyla ilişkili olduğunu belirtiyordu. Türkeş, eğer Türk milliyetçiliğinin bu topluma anlatılıp benimsenmesi sağlanacaksa, İslam’ı (elbette halkta yaşayan İslam’ı) nazarı itibara almadan bunun mümkün olamayacağını yani tabir-i caizse bu gemi (Türk milliyetçiliği) bu denizde (Türkiye’de) yüzdürülecekse İslam’ın görmezlikten gelinmemesi gerektiğini savunurken, Atsız, İslam’dan olabildiğince ırak, hatta daha da öte Türklerin eski dini Şamanizme yakın duran bir Türklük anlayışının esas alınmasını savunuyormuş. Yani Türk milliyetçileri için İslam, hak ve hakikatin kendisi olmasından ziyade bu toplumun inandığı din olması açısından önemlidir. Bu pekala İslam değil de başka bir din de olabilirdi. Zaten bu nedenle değil midir ki Türkçülerin, Türk milliyetçilerinin İslam’ı yaşanan hayatın dışına itmeyi, vicdana hapsetmeyi esas alan laiklikle esaslı bir sorunları yoktur, sorun varsa bile bu ayrıntıdadır, uygulamadaki çarpıklıklardadır. İslam’ın Türklüğün önüne veya arkasına eklemlenmesi bu açıdan bir aşamayı, bir bilinç aşamasını ifade etse de tek başına İslam’ın yeterli görülmediğinin de açık bir ifadesidir.
Fakat Selçuk Bey şunu da itiraf etmeliyiz ki, Türklüğü düşüncesinin temel dinamiği yapanlar kadar olmasa da bu ülkede müslümanım diyenlerin de yıllardır yaptığı esaslı bir yanlış var.
Nedir o? diye sordu Selçuk Bey.
Arapların bir kavim olmaları hasebiyle kendilerine has özellikleri, maalesef gerekli hassasiyet ve özen gösterilmeden “sünnet” adı altında başka bir kavim olan Türklere ve diğer kavimlere sunuldu, tamim edildi. Giyim kuşamdan tutun da yeme-içme alışkanlıklarına, kişi isimlerinden tutun da müziğe, dile kadar. Evet her topluluk kendisi dışındaki topluluklardan etkilenir, karşılıklı kültürel alışveriş olur ama bu yer yer çığrından çıkmaya hatta kendini yadsımaya kadar bile götürüldü. Yıllar önce bir Kur’an sohbetinde söz döndü dolaştı, yeni doğan çocuğa konulacak isim konusuna geldi. Ben de peygamberimizin torunlarından birinin ismini koyduğum ilk çocuktan sonra, yeni doğacak çocuğumun ismini bu sefer de mensup olduğum türk kavmine ait bir isim olsun diye düşündüğümü söyleyince sevip saydığımız hocamız bana dönüp sinirli bir şekilde “-ama peygamberimiz çocuklarınıza güzel isim koyun demiştir” diye tepki verince ben de “-evet hocam ben de öyle yapıyorum zaten” demiştim. Hocamın ve müslümanların kahir ekseriyetinin zihninde güzel isim “Kur’an’da anılan ya da sahabinin büyük çoğunluğunu oluşturan arap müslümanların isimleri”ne karşılık geliyordu. Halbuki hangi şey Kur’ani, İslam’ın esprisine uygun, hangi şey araplara özgü örf, adet, gelenek, görenek bu ayrım yapılabilseydi önümüz daha bir aydınlanacak, kafalar daha bir arı-duru hale gelebilecekti. İslam yaradılıştan sahip olduğumuz farklılıkların inkarını değil, bu farklılıkların ayrılığa yol açmadan, İslam’la çelişmediği takdirde muhafaza edilmesine imkan tanıyor.
Önemli bir noktaya parmak bastınız Arif Bey. Düne kadar kabileler halinde yaşayan, olur olmaz sebeplerle birbirleriyle savaşan, atalarıyla öğünmeyi seven insanların kalplerini İslam birleştirdi, tek yürek haline getirip Rum’lu Süheyl, Habeş’li Bilal, Fars’lı Selman’ı ve diğerlerini aynı potada eriterek ‘yürek devleti’ni kurdu Medine’de. Ensar ve Muhacirler çağlar boyunca anılacak İslam üzerinde kardeşliğin güzel bir örneğini sergilediler.
Fakat, dedim. Daha peygamberin vefatını takiben halife yani İslam devletinin başkanı filan kabileden mi, falan oğullarından mı olsun bir tartışma aldı yürüdü. Ümeyye ve Abbasi sülalesinin babadan oğula geçen saltanatı İslam’la telif etmeleri, arap olmayan müslümanlara cami imamlığını bile çok görmeleri, Emevi ve Abbasi hanedanına İslami kaygılarla muhalefet eden Ali taraftarlarının (Ali Şiası veya Alevi) bile, Ali ve evladına (ehl-i beyt diyerek) imameti (devlet başkanlığını) layık görmeleri İslam öncesi kabile asabiyetinin, cahiliyyenin yeniden hortlaması değil mi? Bugün hala evlad-ı rasul veya seyyid diyerek ortalıkta gezinip duran, kendini bu şekilde tanıtıp öğünen, itibar gören kişiler yok mu? Hatta bunlardan birini bana Doğu’da bulunduğum sırada bir çay bahçesinde bu ünvanla tanıştırdılar da biraz tepem attı. Ben de seyyidim dedim. Kimlerden deyince, ‘Adem (a.s) tarafından, kendisi atam olur da’ deyiverdim.
Haklısınız Arif Bey, bu kavim kabile, soy sop, filan oğulları, falan oğulları konusu Allah’ın son elçisinin gayretleri ile iyice geri plana itildi, neredeyse yok mesabesine indi biliyorsunuz. Onun varlığı, ağırlığı bu gibi cahili düşüncelerin seslendirilmesine, palazlanmasına fırsat vermiyordu. O vefat edince, adeta kağıtlar uçuşup dağılmasın için üzerine konulan şey misali bu ağırlık kalktı ve kağıtlar esen rüzgarla uçuşmaya başladı. Zihinlerini Kur’an’la yıkayıp arı-duru hale getirmeyenleri maalesef eski cahili alışkanlıkları yeniden tesir altına alabilir. Ve yine zihniyet inkılabını gerçekleştirememiş müslümanım diyenlerin bir zaafı da, tek başına yaşatamayacağı, savunamayacağı, taraftar bulamayacağı kavramları, fikirleri İslam’da yaşatmaya, İslamileştirmeye çalışmalarıdır. Laiklik, demokrasi, insan hakları, özgürlük gibi milliyetçilik de bunlardan biri maalesef.
Karşımızdaki bankta oturan çinli erkek ile Allah’ın örtünme emrine gereği gibi riayet eden alman eşinin sevimli kız çocukları küçük bir kedinin arkasından koşturmaya başladı. Bir süre Selçuk Bey’le birlikte bu çekik gözlü, sarışın sevimli kız çocuğunun kediyle oynamasını seyrettik.
Diğer örnek kimdir? Ondan da biraz bahseder misiniz? diye sordu Selçuk bey.
Bu örnek biraz trajikomik bir örnek, dedim. Niye derseniz? Bir avuç dazlak (neo-nazi) ve bazı milliyetçiler dışında nerdeyse herkesin ittifakla kötü adam diye andığı biri bu vereceğim örnek. Fakat onun düşüncelerini az veya çok taşıyan, uygulamaya koyanların hakim olduğu, övgüye mazhar olduğu bir dünyada yaşıyoruz.
Aslında bu kişi görüşlerini serdettiği kitabının daha birinci bölümünün birinci sayfasında düşüncelerinin oturduğu zemini gayet açık bir şekilde aşikar ediyor, dilinin altındaki baklayı çıkarıyor.
[Alman kavmi, kendi evlatlarını tek bir devlet halinde bir araya toplamadıkça sömürge siyaseti faaliyetinde bulunmaya hak kazanmıyacaktır. sh.9
Bu adi adamlar birer basil gibi en temiz ruhları zehirlemekten bir an bile geri kalmıyorlardı. Yahudinin Allah tarafından bu korkunç rolü oynamak için bilhassa yaratıldığını düşünmek pek müthiş bir şey... Fakat bu hususta aldanmamalı ve hayallere asla kapılmamalıyız. Çünkü seçkin ırk dedikleri, bu mundarlar mıdır? sh.61
Çünkü bir yahudi, bir Alman olamazdı. Bunu kati olarak öğrenince çok rahat ettim. Böylece, ırkımızın şeytanını artık biliyordum. sh.65
Bunun için ben Tanrı’nın isteğine uygun hareket ettiğime inanıyorum. Çünkü milletimi yahudiye karşı müdafaa etmekle, Allah’ın eserini müdafaa etmiş oluyorum. sh.69
O ırklar Babilini aklıma getirmek bile beni rahatsız ediyordu. sh.127
Dünya yüzünde saf ırk olmayan her şey, rüzgarın sürükleyip götürdüğü bir saman çöpünden ibarettir. sh.298
Irkçılık, dünyayı yöneten ebedi iradeye uyarak, en iyinin ve en kuvvetlinin zaferini kolaylaştırmak, kötü ve zayıf olanların boyun eğmesini sağlamak görevi ile yükümlüdür. sh.386
Esasen, uzak bir gelecekte de olsa, bir takım sorunlarla karşı karşıya kalınacağına ve bu konuları sadece dünyanın bütün olanaklarına ve tabii kaynaklarına sahip olan üstün ırka mensup bir milletin çözebileceğine inanmaktayız. sh.387
Üstün ırkla, basit ırkın birleşmesi ile ortaya çıkan melez ırk, istediği kadar üstün ırkın dilini konuşsun, o melez ırkta uygarlık yapıcı enerjilere rastlanmaz. sh.393
Eğer biz daima başka ırklarla birleşmeye devam edersek, o ırkları uygarlık alanında yüksek bir noktaya çıkartmış, fakat biz ulaşmış olduğumuz en yüksek noktadan ebediyen düşmüş oluruz. sh. 434 (Kavgam, Adolf Hitler, Tercüme: A. Nejad, Toker Yay., 10. baskı, İstanbul, 1992)]
Biliyor musunuz Selçuk bey, elime alıp da okumaya başladığım ve tahammül edemeyip elimden bıraktığım nadir kitaplardan biridir bu kitap. Bu tipik örneği vermeden önce kullandığım trajikomik kelimesini biraz açayım. Hitler’in “ırkımızın şeytanı” diye tanımladığı Yahudilerin bir kısmı 1930’lu yılların sonu, 1940’lı yılların başında Nazi Almanya’sında 5-10 yıl kadar toplama kamplarında heder edilip türlü zulümlere uğratılırken, aynı yahudiler 1910’lu yıllardan itibaren İngilizler’in Osmanlı’nın elinden yönetimini aldığı Filistin’e, onların emperyal (sömürgeci) planları gereği destek ve himayeleri ile dünyanın dört bir yanından getirtilip yerleştiriliyordu. Yahudiler çoktan Filistin’de terör örgütleri kurup Filistin halkını terörize etmeye başlamışlardı bile. Ve işin ilginç yanı Nazi Almanyası’nda başlarına gelenlerin yüzlerce mislini ve hatta nazilerin bile akıllarına gelmeyen zulümlerin binbir çeşidini neredeyse yüzyıla yakındır Filistin’de uyguladılar, uygulamaya da devam ediyorlar. Yüzbinlerce Filistinli arabı yerinden yurdundan edip binlercesini öldüren bu yahudiler, ırk ile dinlerinin içiçe girdiği siyonist hedefleri gereği Falaşa adı verilen binlerce Etiyopyalı siyahi yahudiyi dahi, Filistinlilere ait işgal ettikleri topraklara getirip yerleştirdiler. Zaten daha önce doksan bin kadarını getirip yerleştirmişlerdi. Filistinliler onların inandığı Tanrı’nın kulları değil de sanki yalnız yahudiler Tanrı’nın kulları. Hem de seçkin kulları ve de yalnız onları seven, yardım eden, onlara tahsis edilmiş bir Tanrı. Filistinlilerin ve yahudi olmayan diğer kavimlerin (ki isteseniz de anne veya babanız yahudi değilse yahudi olamazsınız) canı, malı, ırzının ne değeri olabilir ki! Nasıl olsa onlar öteki, başka tanrının kulları ya da yahudilerin tanrısının ikinci-üçüncü sınıf, üvey kulları! Yahudilerin bakış açısının Nazilerden bir gram bile aşağı kalır yanı yok. Hal böyle iken, Nazi Almanyasında Hitler yaptıklarından dolayı sinkaf edilip, lanet yağdırılırken, yaptıkları Hitler’i bile kıskandıracak, hayretlere düşürecek yahudi yöneticilerinden biri olan Ariel Şaron için, yine kendi emperyal planları için onların yeni hamileri (efendileri) olan ABD Başkanı II. Corc Buş, Filistin toprağının küçük bir kısmı olan Gazze Şeridi’nden çekilmeyi kabul ettiği için “Dünya Şaron’a yaptıklarından ötürü teşekkür etmeli” diyebilmiştir [22/02/2004; www.haber7.com]. Hitler’le kafa yapısı ve zulümde ortak yanları hayli fazla olan bu alçak, kaderin garip bir cilvesi olsa gerek, onun gibi kendini vurmadı ama Ocak 2006 tarihinde beyin kanaması geçirerek hastaneye kaldırıldı. Bu tarihten sonra bir daha bilincini kazanamadı. Sekiz yıldan fazla bitkisel hayatta kalan bu katil, sonunda can çekişerek öldü.
Selçuk Bey’le sohbetimizin koyulaştığı, vaktin hayli ilerlediği vakitte yanımıza Doğu’da görev yaptığım sıralarda tanıştığım, ilmiyle amil, güzel ahlak sahibi bir kürt arkadaşım geldi. Kısa bir hoş beşten sonra ayağa kalkıp yürümeye başladık. Tam o esnada yakındaki camiden ezan okunmaya başladı.
Allah büyüktür.
Tanıklık ederim ki Allah’tan başka ilah yoktur.
Tanıklık ederim ki Muhammed Allah’ın elçisidir.
Bu evrensel ve çağlar üstü çağrıya kulak verip, hep birlikte namaz kılmak için abdest alıp camiye girdik. Aynı safta durup bizleri yalnız yaratılışta değil dininde de kardeş kılan, üstünlüğün, şerefli olmanın Kendisi’nden en çok sakınıp korunmayla (takva ile) mümkün olabileceğini ve bunun da bütün yarattığı kullarına açık ve mümkün olduğunu bizlere bildiren Allah’a hep birlikte sığındık, şükrettik.
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder