Dost Cemalin Görünce…
Ölüm
Üryan geldim gene üryan giderim
Ölmemeye elde fermanım mı var
Azrail gelmiş de can talep eyler
Benim can vermeye dermanım mı var
…
Otomobilin
radyoteybinde, Karacaoğlan'a ait olan ve sanatçı İsmail Altunsaray’ın yorumladığı bir türkü çalıyordu. Günlerden Cuma, vakit ise öğle idi. Arabayla biraz yol alıp şehrin
hemen yanı başındaki kaleye yakın mezarlığın bir köşesinde uygun bir yer
bulduk. Yaygımızı serdik, bağdaş kurup oturduk.
Nicedir
toplantı (cuma) günü işlerimizden fırsat buldukça sohbet için bir araya gelmeye
çalışıyorduk. Hafiften bir rüzgar mezarlıktaki ağaçların yapraklarını
hışırdatıyor, yaz gününün sıcağında ortalığı biraz olsun serinletiyordu.
Selçuk Bey,
yemek içmek için biraz öteberi almıştı. Ne yalan söyleyim, odun fırınından yeni
çıkmış sıcak pide, otlu peynir ile birlikte çok iyi gidiyordu. Hele bir de yaz
mevsiminin vazgeçilmez meyvesi karpuz da olunca doğrusu tadına doyum olmuyor.
Deldiği boğazı boş koymayan Rezzak’ın bahşettiği nimetlerden afiyetle yiyip
şükrettik.
Görüşmeyeli ne
yapıyorsun, nelerle meşgulsün, diye sordu.
Ne olsun
hocam, dedim. Rutin, gündelik uğraşlarla ömrümüz geçip gidiyor. Evle iş
arasında mekik dokuyoruz. Çoğu zaman gündelik yaşam tekdüze, sıradan bir durum
arzediyor. Geçen gün ömürdendir misali, sayılı günler tükeniyor. Hergün aynı
işler, aynı kişiler, aynı yerler. Günler çoğu zaman biri diğerinin kopyası gibi
sanki. Hayatın tuzu biberi küçük şeyler de olmasa sıkılmamak, usanmamak elde
değil. Elbette aç açık, merde namerde muhtaç olmadığımız için Mevla’ya ne kadar
şükretsek azdır. Kendimin, sevdiklerimin sağlığı da yerinde elhamdulillah.
Şikayet etmek, sızlanmak değil muradım. Lafın gelişi söyledim, sesli düşünme
say benimkisini.
Doğru, fakat
sen de biliyorsun. Herkese verilen bir mühlet var bu dünyada. Va’de dolmadan,
insan göreceğini görmeden, yaşayacağını yaşamadan can çıkmıyor. Vakit tamam
olmadan, emaneti sahibine teslim etmek mümkün değil. Ölüm er ya da geç sonunda
kapımızı çalacak, ayıracak bu fani dünyadan bizi de. Aslında insana verilen
süre, az da değil hani. Her doğan günle birlikte insana yeniden başlama,
yeniden toparlanma, yeniden aklını başına devşirme fırsatı veriliyor. Kimi
insan vaktin yetmediğinden dem vururken birçok insan ömrünü boş ve faydasız
işler peşinde, anlamsız ve amaçsız bir şekilde tüketip duruyor. Zaman da bildik
temposunda akıp gidiyor aslında. Biz bazen onun hızlı aktığından, bazen de
geçip gitmek bilmediğinden yakınıyoruz. Hangi halet-i ruhiye içinde olduğumuza
göre değişiyor olsa gerek.
Haklısın,
dedim. Ama sonuçta dön dolaş varacağımız yer de şurası.
…
Ne kapı vardır
giresi,
Ne yemek
vardır yiyesi,
Ne ışık vardır
göresi,
Dün olmuştur
gündüzleri.
Bir gün senin dahi Yunus,
Benim dediklerin kala,
Seni dahi böyle ede,
Nitekim etti bunları.
…
Daldın gittin,
hayırdır, dedi Selçuk Bey.
Ölüm, dedim.
Ürpertiyor, korkutuyor beni. Bir varsın, bir yoksun. Sanki hiç yaşamamış gibi.
Kabristanın yanı başında olup da ölümün hatıra gelmemesi mümkün değil. Mal mülk
sahibi olup da malın mülkün son tahlilde yalan olduğunu, ilk (ve son) sahibinin
Allah olduğunu unutup oyalanıyor gibiyiz. Dünyevileştikçe, dünya hayatının
güzelliklerine gözümüzü dikip daldıkça, dünya hayatına razı olup onunla
yetindikçe, yarın ölecekmiş gibi değil de, hiç ölmeyecekmiş gibi dünya hayatını
keyfimizce yaşamaya yöneliyoruz. Denge menge, ölçü mölçü kalmıyor, ipin ucu
kaçıyor.
Haklısın,
dedi. Az ya da çok mühlet verilen biri olduğumuzu, dünya hayatının ahiret
hayatının ebediliği yanında az bir geçimlikten ibaret olduğunu unutuyoruz.
Dünyaya kazık çakacağımızı zannedip gönlümüzce yaşadığımız bir hayatın
hesabının istenmeyeceğini de sözlerimizle değilse de tavırlarımızla ikrar eder
gibiyiz. ‘Filan Azrail’e yenik düştü, falan ebedi istirahatgahına defnedildi’
derken ağzımızdan çıkanı kulağımız duymuyor gibi. Bu sözlerin satır aralarında
ahiretin inkarı seziliyor. Şeytan nefsimize bu düşünceleri hoş gösterip tıpkı
atamız Adem(a.s)’i yasak ağaç (meyve) konusunda ayarttığı gibi bizi de ilelebed
yaşayacakmışız zehabına kaptırtıyor. Ölümden sonraki dirilişi (ba’sü ba’del
mevt) ve dünya hayatında bize tanınan süre zarfında yapıp ettiklerimizden,
verilen her nimetten sorguya çekileceğimiz gün’ü (yevm’ud din) unutturuyor,
umursamaz hale getiriyor.
Biraz ilerde
yaşlı bir adam, bir mezarın başında elindeki mushaftan aşina olduğumuz Yasin
suresini okuyordu. Arapçaya iyi-kötü vakıf olan Selçuk bey, 6. ve 70. ayetlere
dikkatimi çekti. “Ataları uyarılmadığı için gafil kalmış bir toplumu uyarmak
için”, “Diri olanları uyarmak ve sözün nankörler aleyhinde gerçekleşmesi için”.
Dikkatimi
çeken bir tespitimi de aktarmak istiyorum hocam, dedim. Geçmişten bugüne, zaman
içinde bu toplumda ölüm karşısındaki tavır da yavaş yavaş değişti.
Çocukluğumuzda ölüm daha bir mütevekkil, daha bir sükunetle karşılanırdı. Doğum
gibi ölüm de hayatın bir gerçeği olarak görülür, öyle algılanırdı. Şimdilerde
ise ölümün hesabı bir şekilde sorumlu olarak görülen kişilerden sorulmaya
çalışılıyor. Ellerinden gelse Azrail’i, hayatı da ölümü de yaratan Allah’ı
sanık sandalyesine oturtup hesaba çekecekler. Ölüm karşısındaki tutumumuzda bir
isyan, bir öfke göze çarpıyor. Modern tıp tarafından da insanlar gerçekçi
olmayan umutlara düşürülüp ölüme çare bulunabileceği, her hastalığın üstesinden
gelinebileceği gibi yanlış kanaatlere sevk ediliyor.
İnsana verilen
nimetlerin azlığı veya çokluğu, nasıl onun lehine mi yoksa aleyhine mi kişinin
ameline, tavrına göre şekilleniyorsa, yaşamın kısa ya da uzun oluşu da, lehine
ya da aleyhine midir bilemeyiz. Kısa fakat sahih iman ve salih amellerle dolu
bir yaşam, uzun fakat başıboş, günah ve zulümlerle dolu, şükürsüz bir yaşamdan
daha evla değil midir?
Aa. Lafa
daldık, vakit hayli geçmiş, dedi Selçuk Bey. Kalkalım istersen.
Kalktık,
toparlandık. Arabaya bindik, doğruca şehrin yolunu tuttuk. Radyo kanallarının
birinde Gülay’ın yorumuyla Aşık Ruhsati’ye ait ‘Daha senden gayrı’ adlı bir
türkü çalıyordu.
…
Gördüm iki
kişi mezar eşiyor,
Gam gasavet
gelmiş boydan aşıyor,
Çok yaşayan
yüze kadar yaşıyor,
Gel de bu
rüyayı yor deli gönül.
…
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder