Takdim: "Allah dostu (velisi) odur ki, o görülünce (konuşulunca) Allah
hatırlanır, zikredilir". Ercümend
Özkan'ı anmak, konuşmak böyle bir şeydir. İnanmış ve yaşamış, çağına şahitlik etmiş Ercümend Özkan’ın doğumunun/ölümünün üzerinden tam 20 yıl geçti. Bu
vesileyle, vefatının ardından değişik yıldönümlerine tekabül eden tarihlerde
kaleme aldığım ona dair üç yazımı ve sonunda da kısa bir değerlendirmemi
sizlerle tekrar paylaşmak istedim.
-1-
2002
Mucur’dan Adana’ya Uzanan İnce Bir Yol
Orta Anadolu’nun bir bozkır kasabasında
(Mucur / Kırşehir) Ocağın 23’ünde başlayan yolculuğu, 57 yıl sonra yine bir
Ocak ayının 24’ünde bir Güney ilinde (Adana) sona erdi. Ve yolcu’nun onca yıl
gündüz-gece gittikten sonra menzile yetişip “iki kapılı han”ın ölüm kapısından
geçip Rabbine döndüğü o günden beri aradan 7 yıl geçti.
Bu yazıdan amaç, bir yol hikayesi
anlatmak ya da konak yerinde(dünyada)
iken ve konaklayıp ayrıldıktan sonra konuk hakkında yazılıp çizilenleri
tekrarlamak değil. Hele maksat yıllar sonra ardından bir mersiye veya medhiye
düzmek hiç değil. Hasıl olabilirse maksadım, asli olarak vefatını takibeden
yıllar içinde gelişen bazı hadiseler vesilesi ile onun serdettiği fikirler
etrafında bazı şeyleri dile getirmek, tȃl’i olarak da aziz hatırasını yȃd etmektir.
Onu
ne zaman tanıdım, tam olarak hatırlamıyorum. Fakat yüksek öğrenim yıllarının
başında ziyaretine gittiğim bir akrabamın kütüphanesini karıştırırken, ‘sahibi
ve sorumlu yönetmeni’ olduğu ve o yıllarda onbeş günde bir yayınlanan ‘İktibas’
dergisinin sayfalarını karıştırdığımda hayli etkilendiğimi bugünmüş gibi
hatırlıyorum. Dergiyi bir süre gazete bayiilerinden alıp okuduktan sonra
çekingenliği bir kenara bırakıp dergideki “gelin, görüşüp konuşalım” davetine
icabet ederek bürosunun kapısını çaldığımdan beri başlayan tanışıklığımız,
zamanla dostluğa dönüştü ve vefatına kadar belli fasılalarla on yıl kadar
sürdü. O’nun vesilesi ile Kur’an’la yeniden tanıştım, O’nun “rahle-i
tedris”inde öğrendiklerimle İslam’a o güne kadar eşine benzerine rastlamadığım
farklı bir bakış açısıyla bakmaya başladım. O’nunla karşılaşmam düşünce
hayatımda bir dönüm noktası oldu diyebilirim. O’nun şahsında, dinini ciddiye
alıp yaşamının biricik gayesi yapan; samimi ama aynı zamanda imanının da sahih
olmasına, kalmasına özen gösterip onu salih amellerle bezeyen; sahip olduğu
herşeyi, hiçbir şeyi yedeğine bırakmamacasına inandığı dava uğrunda harcayan;
kınayıcıların kınamalarına aldırış etmeden emrolunduğu gibi dosdoğru olmaya
çalışan; muhatabı ister bir isterse bin kişi, kim olursa olsun bıkmadan
usanmadan “bildiklerime toprağın altındaki börtü böceğin ihtiyacı olmayacak”
esprisiyle dağarcığındaki birikimini aktaran; bildiklerini devamlı gözden
geçirip okuyarak, tartışarak devamlı kendini yenileyip diri tutmasını başaran
ve bir ömrü son nefesine, kalbinin son çarpmasına kadar bildiği, inandığı
şekilde dolu dolu yaşayıp tamamlamış birini tanıdım.
“Türkiye
insanı kendi değerlerini göremeyen gözlerini Türkiye dışına diktiğinden
‘falani, filani’ isimli kişiler yazmışsa, ilmi yalnızca bunlarda var sanagelmiş
ve kendinin farkına varamamıştır... Türkiye müslümanları, Türkiyeli müslümanlar
bu psikozu üzerlerinden atmak, kendilerine bakmak ve düşünmek zorundadırlar.”
[1] Dar-ı beka’ya irtihalinden 11 gün önce bir kitabının 2. baskısına yazdığı
önsözde dile getirdiği gibi Türkiye insanının, Türkiye müslümanlarının ezici
çoğunluğu bu değerin ve kendinin farkına henüz varabilmiş değildir. O kitabının
görmemezlikten gelinip gündeme alınmadığı, hased duygusuyla üzerine gölge
edilip önemsizleştirilmeye çalışıldığı yakınmasında haklıydı. Zira, yaşadıkları
ülkenin ve dünyanın gerçeklerinden kopuk, ayağı yere basmayan ve nostaljik,
sloganik, duygusal, tepkisel, konjonktürel, yüzeysel fikirlerin yaygın ve
egemen olduğu bir ortamda, yıllarca neşrettiği İktibas imzalı yazılardaki
fikirler özgün, derinlikli, yabana atılmayacak cinsten olmasına rağmen
hakettiği ilgiyi yeterince görmedi. Ya görmemezlikten gelinmeye çalışılıp yok
farzedildi, ya da aleyhte bir propaganda ile fikirlerinin etkisinin
kırılmasına, önüne geçilmesine çalışıldı. Hayatta iken sürdürülen “sakıncalı”
ve “yasaklı” tutum, açık veya gizli vefatından sonra da sürdürüldü. Halbuki
dil, kavram, fikir, insan fıtratı, ideoloji konularından başlayarak Kur’an,
sünnet, siyaset, tasavvuf ve demokrasi başta olmak üzere ele aldığı konulardaki
çalışmaları, başta bu ülke insanları olmak üzere tüm İslam dünyasının belki de
ilk defa derli toplu bir şekilde duydukları, karşılaştıkları çalışmalar idi.
Hayatta iken fikirleri ve mücadelesi kitaplık çapta yalnızca iki ayrı çalışmada
ele alındı. Bunlardan doktora tezi olanı vefatından 4 yıl sonra yayınlandı. [2,
3] Herhalde “mazlum” değildi(!) ki, Adnan Menderes’ten Avukat Bekir Berk’e,
Gönenli Mehmed Efendi’den Emine Şenlikoğlu’na, Prof. Osman Turan’dan Abdulhamit
Han’a kadar nice nice “yakın tarihin din mazlumu” arasında adı anılmaya değer
bulunmadı. [4] Yine herhalde “İslamcı” değildi(!) ki, Şemsettin Günaltay’dan
Nurettin Topçu’ya, Necip Fazıl Kısakürek’den İsmet Özel’e nice nice ismin yer
aldığı “Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi” isimli bilimsel(!) çalışmada yer
almadı. [5] “İslam” tarağında bezi olmadığından olacak(!), Kurt Erdmann’dan
Beşir Ağa’ya, Ercümend Ekrem Talu’dan Ercişli Emrah’a, Ömer Hayyam’dan
Hayrullah Efendi’ye kadar nice nice kimsenin “madde” olduğu bir İslam(!)
ansiklopedisinde ise “mana” oluşunun(!) isminin yer almasına “mani” teşkil
ettiğinden ise bahsetmeye hiç gerek yoktur sanırım. [6] Bu ülkede insanların
ekseriyetinin diri iken kıymeti bilinmediği gibi öldükten sonra da çoklukla
bilinmez ya da bazen “kör ölür badem gözlü olur/kel ölür sırma saçlı olur”
kabilinden öldükten sonra haklı-haksız bir ilgiye muhatap olurlar. İsmi bu ülkede İslamcılık düşüncesine sahip
kişiler arasında geçen bir şair “cum’a mektupları"nın birinde rahatlıkla
“27 Mayıs 1960 sonrasında İslami kampta(sosyalist kamp dahil) dişe dokunur,
yaraya merhem olabilecek bir tefekkür ortamının doğmadığından, katkısı şükranla
anılabilecek bir(bir tane bile olsun) mütefekkirin göze çarpmadığından” dem
vurabilmiştir. Ve daha da ileri giderek “aradan kırk yıl geçmesine rağmen
hiçbir şey olmadığından” bahisle “kırk yılda kaç ton zerzevat” demeye cüret
etmiş fakat haya etmemiştir. [7] Tefekkür, mütefekkir nedir? Edep, haddini
bilme, kadir kıymet bilirlik İslam’dan bir cüz müdür? İşte Türkiye’de İslamcı bir
düşünür, bu hususlardan ve çağdaşı olup
yıllarca İslamcılık düşüncesinin, İslami hareketin [8] en önemli isimlerinden,
mütefekkirlerinden birinin(belki de en önde geleninin) “dişe dokunur, yaraya
merhem olabilecek” fikirlerinden bihaber olabilmekte ve “katkısı şükranla
anılabilecek bir tane bile olsun mütefekkir olmadığından” söz edebilmektedir.
İnsan bu satırları okuyunca dehşete düşüp hayretten dona kalıyor. Ve bu ülkede
öncelikle ve özellikle İslamcı düşünür namıyla anılanların “kırk ton zerzevat”
değil ama “kırk fırın ekmek” yemeleri gerektiğini daha iyi anlıyor.
“Asırlardır
bunlardır düşünmeyenler, insanları düşünmekten alıkoyanlar... Din,
tekellerinden çıkmasın diye ellerinden geleni ardlarına bırakmayanlar
bunlardır. İslam dininde Ruhbanlar bulunmadığı, hatta peygamberin bile
ruhbanlık sıfatı bulunmayan İslam dininde ruhbanlık yapanlar bunlardır. Allah
ve Resulü’nden insanları uzaklaştıranlar, onlar adına kendi hevalarını
insanlara din diye belletenler bunlardır. Akılsız bıraktıkları ümmeti, emperyalistlerin
kolay yemi haline getirenler bunlar değil midirler? Allah’ın değil, Amerika’nın
razı olduğu müslümanlığın temsilcileri bunlar değil midirler?” [9]
Peki
kim bunlar? Alın size bir örnek. “ABD ordusundaki müslüman askerler ülkelerine
bağlılıklarını göstererek müslümanlara karşı bile olsa savaşa katılmalıdırlar”.
[10] Eğer çevrenize şöyle bir bakarsanız bu ülkede ve müslümanların yaşadığı
diğer coğrafyalarda Bunlardan binlercesini görebilirsiniz. İslam ümmetinin
içinde bulunduğu zelil halden, tarihteki ve günümüzdeki sömürgecilikten
İngiliz, Amerikalı filan değil öncelikle müslümanım diyenlerin ve yol göstermek
maksadıyla onların önüne düşenlerin sorumlu olduğu gerçeği O’nun yazılarında
önemle altını çizdiği hususlardan biridir. O’na göre öncelikle müslümanım
diyenlerin müslümanlaşması, yeniden Kur’an’a dönmesi ve
nefislerini(kendilerini) Kur’an’a göre biçimlendirip İslam insanının, İslam
ahlakının birer güzel örneği olmaları ihmal edilemez bir gereklilik idi. O gün
onun neredeyse tek başına dobra dobra, kimseden korkmadan-çekinmeden söylediği
doğruların “zülfü yare dokunmayan” bir kısmını çeşitli mahfillerde bugün
söyleyenler, bırakın türlü sıkıntılarla boğuşmayı oldukça prim bile
yapmaktadırlar. Fakat bunlar, İslam anlayışları konusunda müslümanlara
yönelttikleri eleştirilerde mangalda kül bırakmazken yani “atış serbest” iken,
içinde yaşadıkları sistemin hassasiyet gösterdiği konular ve yaptığı baskılar,
yanlışlar söz konusu olduğunda yani “mayınlı tarla”ya girdiklerinde dut yemiş
bülbüle dönmektedirler. Bu durum, zaten son yıllarda yapılan yoğun baskılar
sonucunda mazlum konumuna düşmüş insanlara bir tekme de onların vurması olarak
değerlendirilip, söyledikleri çoğu doğruların güme gitmesine neden olmaktadır.
İlginçtir onların bu tek yönlü eleştirileri sistemin ekmeğine yağ
sürülmesine, kazanç hanesine yazılmasına
ve müslümanların uğradıkları sıkıntılarda sorumluluk sahibi olanların
kendilerini müslümanlardan daha doğru yolda olduklarını sanmalarına neden olmaktadır.
Hatta onların, bırakın yaptıkları zulümlerden vicdanen rahatsızlık duyup pişman
olmalarını, daha bir cesaretlenmelerine bile yol açmaktadır. İnsanın
mütemadiyen tek yönlü olarak yatıp kalkıp müslümanları eleştiren bu adamlara
bakıp “yahu bu hırsızın hiç mi suçu yok?” diyesi ve bu gayretlerinin sistem
nezdinde legalize olup şöhret, para ve makam-mevki için bu işi yaptıklarına
inanası geliyor. “Vurun abalıya” kabilinden zaten yıllardır türlü baskılar
altında bunalan, itilip kakılan, şamar oğlanına dönmüş müslümanlara
demediklerini bırakmayıp sistem konusunda dillerinin lal olmasını başka türlü
yorumlayamıyor. Geçmiş yıllarda ve özellikle son yıllarda piyasada boy gösteren
bu adamları görünce; gerek müslümanlara, gerekse de sisteme yönelik
eleştirilerinde tutarlı olup bırakın dünyevi bir kazanç, her türlü eza ve
cefayı tatmış; insanların, müslümanların iyiliğini istemekten ve Allah rızasını
gütmekten başka bir amacı olmayan o insanı, insan nasıl hatırlamaz. Yalnızca
müslümanların İslam anlayışlarını tenkit edenlerin aksine, o sistemi de şiddetle
eleştirdiğinden türlü türlü şiddete maruz kalmış, müslümanlara merhametle
yaklaşıp uyardığı için de yalnız bırakılmış, onları rahatsız eden ve daha önce
pek duymadıkları sözleri söyleyen biri sıfatıyla onların çoğunluğundan da vefa
değil eza ve cefa görmüştü.
“Dinini
her müslüman kendisi öğrenmedikçe, hocaefendilerin şöyle veya böyle
söylediklerinin yönetip yönlendirdiği biri gibi olmak zorunda kalır. İslam dini
hocaefendilerin, şeyhlerin, mürşidlerin, allamelerin dini değildir. İnsana
gönderilmiş dindir ve her insan onun muhatabıdır. Müslümanım diyen dinini
bilmek zorundadır. Kıyamette Allah kimsenin hesabını hoca veya hacıefendiden,
şeyh veya mürşidden sormayacaktır. Herkes hesabını kendi verecektir... İstiyor
ve diliyoruz ki doğruları eğrilerden ayırabilen, muhakeme ve mukayese edebilen,
işittiklerini, okuduklarını tahkik edebilen, kitab ve sünnetin sahih naslarına
bunları vurarak sağlıklı sonuçlar elde edebilen bir kişilik oluşsun sizlerde,
bizlerde. Yardımcı olalım birbirimize. Böylesi üretken kişilikler oluşsun
aramızda ki, toplumu sevkedecek, yön verip önderlik edebilecekler olanlar da
onlar olacaktır, ömrü boyunca onun bunun ağzına bakan ve ne buyurulursa hikmet
buyurdu sananlar değil.” [11]
O,
müslümanım diyen insanların akıllarını hoca, hocaefendi, ağabey, lider, şeyh,
mürşid, allame, molla ve benzeri kimselerin eline
teslim etmeden, dinlerini aklederek, araştırarak ve “bilenler”den de istifade
ederek öğrenmelerini, anlamalarını ve kişilik sahibi olmalarını öğütledi durdu
ömrü boyunca. Bu öğüt akılların ipotek altına alındığı ve insanların birer fert
olmaktan ziyade sürü olarak görüldüğü bu toplumda doğru ve elzem idi. Fakat
özellikle birtakım kimseler “vur deyince öldüren” cinsten kafa yapısına sahip
olduklarından mı nedir haddi aşıp büyük küçük tanımayarak, “herşeyi en iyi biz
biliriz” havalarına büründüler. Öyle ki her biri birer “başıbozuk paşası” gibi
hareket edip ne laftan, ne sözden anladılar, zamanla her biri bir tarafa
savruldu. Hatta o kadar ileri gittiler
ki, kendilerine değer verip kişilik sahibi olmaları için uğraşan, hemen
herkesin kendisine çağırdığı bir vasatta “biz herkesi kendimize değil, Kur’an’a
çağırıyoruz” diyen o insanı bile “şeyhimiz yok, ağabeyimiz de” diyerek mazide
bir tatlı hatıra olarak değerlendirdiler. “O neslin gelip geçtiğini, artık onun
ya da bir başka şahsın görüşleri değil, beni, benim görüşlerim yönlendiriyor”
diyenler ve hatta üç günlük dünya hayatını daha müreffef ve daha sorunsuz
yaşayabilmek için düne kadar zulmünden dem vurdukları ülkelere gidip yerleşen
“cesur yürekliler” dahi oldu. Demek ki “gözünü açtığından beri onun yazıları
ile büyüdüklerini” söyleyenlerin gözleri şimdi daha bir açılmış ki, “samimi
idi, saygı da duymuyor değiliz” dedikleri ağabeyleri ölünce ökçeleri üzerinde
dönüverdiler. Kendi görüşleri olmak, onları savunmak adına aslında hiç de yeni
olmayan ve “bükemediğin bileği öpmek” olarak değerlendirilebilecek sistem içi yapılanmalar
(parti, cemaat vb.) içerisinde yer almaya çalışmak, bir Müslüman yazarın gayet
yerinde tespiti ile “ideolojik kaygılar ile ikbal beklentilerini telif etme”
gayreti değil ise başka nedir acaba?
O,
henüz bu dünyada iken, görüşlerini kendisine yakın bulup şöyle veya böyle
yanında yer alıp vefatından sonra bir yerlere dağılan samimi kişilere
söylenecek fazla bir söz yok aslında. Zira onun naçiz bedeni insanları bir
araya getirirken, bir gün gelip toprak olduğunda ise ancak fikirlerinin yankı
bulduğu, sahiplenilip kökleştiği insanlar onun bıraktığı yerden yola devam
ederken, bir kısım insanın dağılması gayet tabii idi. Asıl söz söylenecek
olanlar, yaşarken kafalarındaki fikirlerini ona açma, onunla tartışma açık
yürekliliğini gösteremeyenler. Bir kısım insan samimi olmayıp onun görüşleriyle
neredeyse temelden farklı görüşlere sahip olmasına rağmen onun çevresinde
gözüktüler. Onun O’na rücu etmesinden sonra da ortada arz-ı endam etmeye
başladılar. Bu insanlar ileri sürdükleri fikirlerle onun hakkında da
başkalarının yanlış kanaat sahibi olmalarına yol açtılar. Yıllarca onun yanında
yöresinde olup da onun fikirlerini anlamamış, özümsememiş bu kişilerin
arasından kendi fikirlerini sanki o söylüyormuş gibi söyleme cüretini
gösterenler dahi çıktı. Başka bir grup insan da, aslında peygamberin zamanında
onun elçiliğine itiraz sadedinde söylenen sözlerin bir benzerini sanki yeni bir
düşünceymiş gibi ileri sürüp, Kur’an’ı sadece erdemli bir insanın söz ve davranışlarının
sonradan başkalarınca yazımı olarak tarif edip vahyi ve elçiliği reddettiler.
Kur’an ve son elçi(sünnet) bu şekilde devre dışı bırakıldıktan sonra da
akıllarını ilahlaştırıp heva ve heveslerine uygun “sanal çözüm”ler ürettiler.
“Marks, Muhammed, İsa-Musa ve aklın ilkelerini birleştirip T.C. için gerekli
acil yasa değişiklikleri” bile önerdiler. [12]
Elbette
O da günahları ve sevapları ile bir insandı ve gelip geçti. Fakat vahyin
aydınlığından uzak düşmüş toplumumuz için, ülkemiz insanının Kur’an’daki
İslam’la tanışmasında varını yoğunu ve bütün mesaisini sarf eden bu insanın
görüşleri hala geçerliliğini korurken, daha yolun başında olduğu halde “hayatın
temel kurallarının akli dayanaklarını ortaya koymaya çalışmak; kendi görüşleri
olup onları savunmak; düşünce, çözüm üretmiş olmak; bir şeyler ortaya koymak”
adına o görüşlerin geçmişte kalıp bugün aşıldığını söylemek, üstelik de yeni ve
farklı bir şey söylememişken, rüşdünü ispat edip İslam’la sabıkalanmadan nasıl
mümkün olur, nasıl taaccüb edilmez insanın havsalası almıyor doğrusu. İyi niyet
taşıdığını söylemek mazeret kabul edilebilir mi? “Cehenneme giden yolun iyi
niyet taşlarıyla döşeli” olduğunu söyleyenler yanılıyor mu acaba?
O,
okulu sayılabilecek İktibas dergisinde; Selam İle köşesindeki yazılarıyla
gündeme ilişkin konulara kısaca değinip birtakım önemli hususların altını
çizerken; Yorum köşesindeki yazılarıyla ülke ve dünya gündemindeki gelişen
olaylara tarihi perspektifi de gözardı etmeden müslümanca bir bakış açısı ile
yorum getirdi. Kavramlar köşesindeki yazılarıyla başta Kur’an olmak üzere
günlük dilde kullandığımız kavramların çerçevesini Kur’an kalkışlı olarak
çizdi. İktibas’a/tan Mektuplar köşesinde ise geleneksel anlayışın dondurduğu,
felç ettiği zihinlerdeki sorulara cevaplar verdi. Değişik düşüncedeki
insanların düşüncelerinden yaptığı alıntılarla da sağlıklı, tutarlı ve
keyfiyetli düşüncenin oluşabilmesi için zemin oluşturdu. İlkeli ve tutarlı bir
kişilik sahibi olan, taşıdığı dünya görüşünü bütünsel bir anlayışla bilen, duyduklarını,
okuduklarını sorgulayabilen, özeleştiri yapabilen ve kendini geliştirmeye açık
tutan bir müslüman zihnin inşa edilebilmesi için bu uzun, sıkıntılı ve yorucu
uğraş gerekli idi. Bu yolu seçtiği için işi zor olan bu insan, ortaya
koydukları ile değil de hep üslubu ile eleştiri konusu edilip bahane bulundu.
İnsanların ve hatta peygamberin arkadaşlarının bile her birinin farklı üsluba
sahip olduğu hep göz ardı edildi. Halbuki o üslup, kaynağını Allah için
hubb(sevgi) ve buğz(kızgınlık)dan alıyordu. Takvaya yakışan hal de, bu değil
miydi zaten? İnsanlardan değil Allah’tan korkmak, insanların levminden ziyade
Allah’ın levminden çekinmek.
O
bir ilahiyatçı, titr sahibi bir akademisyen, vaiz, müftü, cami hocası,
hocaefendi, diyanet mensubu, tarikat
şeyhi, molla filan değildi. O sadece ve sadece dinini anlamaya, anlatmaya ve
yaşamaya çalışan biri idi. Dün kılık kıyafeti, hal ve hareketleri, savunduğu
görüşler nedeniyle yadırganıp kınanıyordu, gözlerden ırak tutulmak isteniyordu.
Bugün müslümanların çok az bir kısmı içerde ve dışarda gelişen olaylar
neticesinde onun ne demek istediğini az çok anladı, çoğunluğu ise söylemlerini
değiştirdi. Sağcılık olarak tanımlanabilecek
3M(Milliyetçi-Muhafazakar-Mukaddesatçı) fikrine sahip olup siyaset konusundaki
fikirleri Menderes-Özal-Erbakan seviyesini aşamayanlar, demokrasiyi araç olarak
görenler, bugün ABD veya AB’deki uygulanış biçimiyle dahi olsa laiklik,
demokrasi ve sistemin sahiplendiği diğer hususları sahiplenip aynı çizgiye
geldiler. Siyaset hakkındaki düşüncesi mevcudu kabul ve ehven-i şer anlayışının
ötesine geçmeyen; fıkıh(hukuk) düşüncesi bireysel ibadetlerle ilgili dar bir
alanda sıkışmış ve tarihteki dört-beş mezheb(görüş)den ibaret ilmihal düzeyine
indirgenmiş; aklını din konusunda kullanmaktan kaçınan ve din düşüncesi bu
dünyadan ziyade öte dünyaya dönük olan; düşünce dünyası tevhidden(birlikten,
bütünlükten) uzaklaşmış ve parçalanmış bir zihin yapısına sahip insanların
hınça hınç ortalığı kapladığı bir vasatta, O gücü, imkanı, ömrü yettiğince
didindi durdu, iki günü birbirine eşit olmamacasına.
Ve
Allah yolunun divane yolcularından biri olarak tamamladı yolculuğunu. İyi bir
insan olarak iyi bir ata binip gitti. Unutulmazlar kervanına katılarak ardında
kalan şu kubbede hoş bir sada oldu. Karşı yaka’ya uğurlanışının 7. sene-i
devriyesinde O’nu rahmet ve minnetle anmak üzerimize bir borç, üzerimizde inkar
edilemez haklarından dolayı. Rabbimizin O’na mağfiret edip razı olduğu kullar
cümlesine dahil etmesi duasıyla.
Kaynakça
[1].
İnanmak ve yaşamak, Ercümend Özkan, Anlam yay., 2. baskı, Ankara, 1995, sh.
13-14.
[2].
Ayet ve slogan-Türkiye’de İslami oluşumlar-, Ruşen Çakır, Metis yay., İstanbul,
1990, sh. 187-192.
[3].
Ortadoğu’da modernleşme ve İslami hareketler, Alev Erkilet Başer, Yöneliş yay.,
İstanbul, 1999, sh. 150-222.
[4].
Yakın tarihin din mazlumları, M. Necati Bursalı, Beyda yayınevi, 2. baskı,
İstanbul, 1997.
[5].
Türkiye’de İslamcılık düşüncesi-metinler/kişiler-, İsmail Kara, Pınar yay., 3
cilt, İstanbul, 1986, 1987, 1994.
[6].
İslam ansiklopedisi, Türkiye Diyanet Vakfı.
[7].
Kırk yılda kaç ton zerzevat, İsmet Özel, Gerçek Hayat Dergisi, 21-27.09.2001,
sh. 21.
[8].
Ercümend Özkan ile İslami hareket üzerine, A. Burak Bircan-M. Kürşad Atalar,
Anlam yay., Ankara, 1997.
[9].
Ercümend Özkan yazıları, Anlam yay., Ankara, 2001, sh. 34-35.
[10].
ABD’ye sadakatiniz daha önemli, Katar Şeriat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Yusuf
el-Karadavi, Gerçek Hayat Dergisi, 02-08.10.2001, sh. 24.
[11].
Selam ile-1-, Ercümend Özkan, Anlam yay., Ankara, 1997, sh. 258, 182.
[12].
Birleşen ilkeler, Uğur Karaca, Niğde, 1998.
-2-
2004
Vasiyet
...
Ne bir haram yedin ne cana kıydın
Ekmek kadar temiz su gibi aydın
Hiç kimse duymadan hükümler giydin
Yiğidim aslanım burda yatıyor
Bedri
Rahmi Eyüboğlu
“Size vasiyetim
şudur; kısaca yani tavsiye anlamında söylüyorum. Allah kimin önce kimin sonra
öleceğini biliyor amma, bir doğruyu öğrenen kişi o doğruyu başkasına iletmekle
mükellef ve artık o doğruyu başkasına iletmenin borçlusudur. Sakın borçlu
kalmayın, bu borcunuzu rastgeldiğinize anlatmaya, ödemeye çalışın ki
Huzurullah’da hesabı kolay verebilesiniz. Ben borcumu ödedim. Şimdi dert
sizindir.’’
Bu satırlar,
Ercümend Özkan’a ait olup ‘’kavramlar’’ın anlatımından oluşan ve görüntülü
olarak da kaydedilen eğitim proğramının 03/04/1994 tarihli Hollanda’da yapılan
son bölümünün bitiminde sarfedilen sözleridir.
O, aramızdan
ayrılalı tam 9 yıl oldu.
Ve biz şahitlik
ederiz ki o borcunu ödedi.
Onun ardından, onun
için bir mü’min olarak hayır dua etmek, hayırla yad etmekten öte
yapabileceğimiz bir şey yok. Fakat onunla karşılaşmış, onu ve fikirlerini
tanımış, paylaşmış kimseler olarak yapabileceklerimiz ise pek çok.
Bunca yıl sonra
yeniden, her birimizin bir durum değerlendirmesi yapması, şu soruları kendisine
ve birbirine sorması gerekmez mi?
Ondan nice
doğruları öğrenmiş kişiler olarak, o doğruları başkalarına iletmek için
elimizden geleni yaptık mı?
Bu borcumuzu ödemek
için ne kadar gayret sarfettik?
Bu işi dert edindik
mi? Bu dertle yükümlü addediyor muyuz kendimizi?
Derdimizi seviyor
muyuz yoksa savsaklayıp kenar gezmeye, başımızdan atmaya mı çalışıyoruz?
Mesaimizin,
imkanlarımızın ne kadarını bu doğruları kadın, erkek; genç, yaşlı; türk, kürt;
iş güç sahibi, boşta gezer; yani toplumun her kesiminden akıl sahibi herkese
iletmek için harcıyoruz?
Ömrü boyunca
çırpınıp duran, zamanını ve olanaklarını tümüyle davası için seferber edip
ortaya ciddi, dişe dokunur, kalıcı bir şeyler koyan o insanın mirasını yiyip
tüketmekle mi meşgulüz, yoksa o mirasın kadrini kıymetini bilmeye, hatta
arttırmaya mı çalışıyoruz?
Ercümend Özkan
olmasa, dün onun yanında yer alanların hepsi çekip gitse ve yapayalnız, tek
başımıza kalsak dahi onun bıraktığı yerden bu yolu sürdürmeye kararlı mıyız?
Artık bu dünyadan
ayrılmış ve hesabı Rabbine kalmış o insanın yaptığı yanlışlar, eksikler, akim
veya yarım kalmış işler hakkında konuşmanın fazla bir anlamı yok. ‘’Nev’i
şahsına münhasır’’ olan o insan hakkında ‘’yeri doldurulamaz, doldurulamadı
veya doldurulamayacak’’ türden ifadelerin lüzumu da yok. Şimdi onun bıraktığı
yerden bu emaneti alıp daha ötelere taşımanın, daha başka insanlara götürmenin,
iletmenin zamanıdır. ‘’Allah’ın ipine (İslam’a)’’ sarılıp ‘’ipi göğüslemek
(Allah’ın rızasını kazanmak)’’ için tek tek ve topluca, herkesin kendi üzerine
düşeni gücü ve imkȃnları ölçüsünde
yerine getirmesi zamanıdır.
Yılgınlık,
isteksizlik göstermek; bahane üretmek ve kendi köşemize çekilip yapılması
gerekenleri, yapabileceğimiz halde yapmadıklarımızı birilerine havale etmek,
bizi sorumluluktan kurtarmadığı gibi bizi kuşatan sorunların da çözümüne
katkıda bulunmayacaktır.
Öncelikle ve
özellikle, yaşadığı dönemde sağlıklı bir İslami anlayışın oluşması, kökleşmesi
için bir insan olarak azami gayret sarfeden ve müslümanım diyenlerin zihinlerini
İslam dışı bütün unsurlardan arındımaya özen gösteren Ercümend Özkan’ın
düşünsel birikiminin ve mücadelesinin müntesipleri (izleyicileri) tarafından
doğru biçimde anlaşılması, özümsenmesi ve içselleştirilmesi gereklidir. O
hayatta iken ve vefatından sonra şu veya bu nedenle bırakıp gidenlere, başka
yollar tutanlara fazla söylenebilecek bir şey yok. Onlara ancak Nuh (a.s)’ın
oğluna dediği gibi ‘’gelip –tekrar- gemiye binmeleri’’ söylenebilir, o kadar.
Ercümend Özkan’ın
açtığı çığır, temsil ettiği fikir ve hareket üzerinde iyi düşünmek gerektiği
kanaatindeyim. Bu ne bir fikir kulübü, ne bir boş zaman meşgalesi, ne de mevcut
grup, cemiyet veya cemaatlerden herhangi biridir. Birkaç cümleyle ifade edecek
olursak; İslam’a bütüncül, müstakil ve özgün bir bakış, bir yaklaşımdır.
Kendisini İslam’a nispet eden insanların, akılları ile vahiy arasına gerilmiş
bütün maniaların ortadan kaldırılması çabasıdır. Aklın vahiyden kopmadan, hem
vahyi hem de kainatı anlama noktasında akılcılığa (rasyonalizme) sapmadan,
olabildiğince devreye sokulması, çalıştırılması gayretidir. Dünya hayatıyla
ilgili her konuda akla takılan sorulara, karşılaşılan sorunlara İslam dışı
ideolojilere, dinlere, dünya görüşlerine hiç prim vermeden, İslam’ın esprisi
ile yaklaşıp cevap ve çare bulma kararlılığıdır.
Bir dava, bir
inanç, bir fikir akımı, bir dünya görüşü ancak bağlılarının ihlası, samimiyeti,
gayreti, kararlılığı, fedakarlığı ile yol alabilir, sonuca ulaşabilir. Tabii
burada bunlara ilaveten iki önemli hususun altını da çizmek lazım. İstikrar ve
sabır. Bu iki husus ihmal edilirse, zamanla kişide taşımış olduğu inanç
zayıflar, aşınır ve gitgide yok olabilir. Hatta dün karşı çıktığı, karşısında
olduğu fikirleri bile benimseyebilir, savunabilir ve dahası dün taşımış olduğu
fikre sahip olanlarla alay edip mücadele edebilir. Zira dünya kurulalı beri
insanlara, kalabalıkların akıp gittiği yönde kapılıp gitmek, çoğunluğun ve
gücün karşısında değil yanında olmak ve dünya nimetlerine hemencecik uzanıp
ulaşıvermek daha kolay, daha cazip gelmiştir, üstelik bir gün ellerinden kayıp
gideceğini bile bile.
Başta Kur’an olmak
üzere muhtevalı kitapları ve diğer okunması, bilinmesi gerekli şeyleri
okumayan, takip etmeyen, edindiği bu fikirleri tartmayan, başkalarıyla
tartışmayan, tefekkür etmeyen bir kimse, başlangıçta ne kadar sağlıklı
düşünürse düşünsün zamanla olduğu yerde sayabileceği gibi bulunduğu seviyeyi
dahi kaybedebilir, savrulabilir ve çok değişik mecralara doğru akıp gidebilir.
Yaşadığımız coğrafyalarda ve dünyada olup bitenlerle ilgilenmek, fikren zinde
ve uyanık olmak, menfi yönde etkilenmeden müspet yönde etkilemek, başkalarına
da yardımcı olmak; ne dediğini, ne istediğini, neyi nasıl yapacağını bilenler
için vazgeçilmez bir zorunluluktur.
Bir kişi ne kadar
sağlıklı düşünürse düşünsün, ne kadar gayret gösterirse göstersin, eğer
kendisiyle aynı düşüncelere sahip başkalarıyla iletişim kurmaz, birlikte
hareket etmez ve gayretlerini birleştirmezse ‘’hakk’ın batıla galebe çalması,
üstün gelmesi’’ mümkün olmayacaktır. Bu birlikteliğin elbette ‘’İslam kardeşliği’’
zemininde yani sırf ‘’Allah için’’ olması gerekmektedir. Rastgele, benliğin öne
çıkarıldığı, disiplinsiz, derdin ve sevincin paylaşılmadığı, yükün birlikte
omuzlanılmadığı beraberlikler ne dünyevi ne de uhrevi başarı getirmekten
oldukça uzaktır. Yine, menfi ağırlıklı bir bakış açısına sahip olmak, herkese
ve her şeye muhalefet ruhuyla donanmak ve oturup duruyorken cirmince bir şeyler
yapmaya çalışan birilerine-üstelik yapıcı da olmayan- eleştiriler yöneltmek
bize bir arpa boyu yol aldırmayacaktır. Zaten, oldukça kısıtlı imkȃnlarla ve bir
dolmuş dolusu insanla üstelik de herkesin kendine yeter derdi varken, ayakta
kalmaya, bir şeyler yapmaya, iyi-kötü yol almaya çalışılırken, bu dertle
dertlenen herkesin insaflı olması ve başkalarından önce kendisine yukarıda bir
kısmı yöneltilen soruları sorması öncelikle ve ivedilikle hayati öneme haizdir.
Eğer biz
birbirimize destek olup yardım etmezsek, merhametle yaklaşıp değer vermezsek,
olur olmaz sebeplerle dağılıp gidersek ne mi olur? Mevcudiyetimizi cılız,
sönük, varlığı yokluğu belli olmaz biçimde sürdürürüz ya da zaman içinde
kaybolup gideriz ve esamemiz bile okunmaz. İslam’dan ve Ercümend Özkan’ın
asırlar boyunca üzerine çökmüş tozu toprağı, örümcek ağlarını nefesi yettiğince
son nefesine kadar üflemeye, temizlemeye çalıştığı sağlıklı (tevhidi) anlayış,
kavrayış ve yaklaşımdan rücu etmemiz, dönmemiz, halihazırdaki sorunlarımızı
çözmeyeceği gibi daha da ağırlaştıracaktır. Dünyadaki hezimetten daha da kötüsü
ahirette bizi bekliyor olacaktır.
Yaşadığımız şu
coğrafyada ve şu zaman diliminde tevhidi düşünceyi, şirkin her türlüsünün
tasalludundan, ifsadından uzak bir yaklaşımla gündeme getirmiş, gündemde
tutmayı başarmış ve bu uğurda ağır bir bedel ödemiş Ercümend Özkan’ın çağdaşı
olmak, onu ve fikirlerini tanımış olmak, bize Allah’ın gerçekten bir lütfudur,
inayetidir, merhametidir. İlk insanla birlikte başlayan hakk-batıl,
İslam-küfür, tevhid-şirk, iyi-kötü arasındaki mücadele kıyamete kadar sürecek
ve Rabbimiz Allah’ın son seslenişi, son vahyinde buyurduğu gibi, Uhud harbinde
elçisi Muhammed’in(a.s) öldüğü haberinden sonra çark edenlere ‘’O (elçi) ölür
veya öldürülürse siz ökçelerinizin üstünde gerisin geriye (cahiliyye devrine)
mi döneceksiniz’’ kabilinden bizler de Allah’ın yolundan dönmemeliyiz. Bizler fȃni isek de, Allah bȃkidir. O (ve dini
İslam) bize değil, biz O‘na muhtacız. O olmasa, olmazdık.
Onun vasiyetini, birer vasi olarak vüs’atimiz
nispetinde yerine getirmeye çalışalım. Unutmayalım ki herkesin sahiplendiği,
omuz verdiği, bir ucundan tuttuğu işler başarıya ulaşır. Üzerimizdeki ölü
toprağını silkip yeni bir heyecanla, yeni bir şevkle yarın Huzurullah’da hesabı
kolay verebilecek yolu tutalım.
Bu günden tezi yok.
Ne dersiniz
dostlar?
Bu dert hepimizin.
Öyle değil mi?
Tohum saç, bitmezse toprak utansın!
Hedefe varmayan mızrak utansın!
Hey gidi küheylan, koşmana bak sen,
Çatlarsan, doğuran kısrak utansın!
Eski çınar şimdi noel ağacı,
Dallarda iğreti yaprak utansın!
Ustada kalırsa bu
öksüz yapı,
Onu sürdürmeyen
çırak utansın!
...
Necip Fazıl Kısakürek
-3-
2007
Oniki
Yıl Sonra
Oniki yıl önce idi.
Ankara’dan
ayrılmadan önce veda etmek için işyerine uğramıştım. Yorgundu, kalbindeki
rahatsızlık yüz hatlarına yansımıştı. Kalbini besleyen damarların çoğu büyük
oranda tıkalı idi. Son yıllarda ardı ardına gelen krizler sonucu kalbinde ileri
derecede hasar oluşmasına ve bu nedenle ameliyat seçeneğinden vazgeçilmesine
rağmen, ne yalan söyleyeyim ölüme çok yakın olduğunu ve bunun O’nu son görüşüm
olduğunu bilmiyordum. İnsan ölümü ne kendine ne de sevdiği insanlara
yakıştırmıyor doğrusu. Bu son görüşmemizde güncel konulardan, dergideki
yazılarının kitap haline getirilmesinden bahsettik. Ayrıca çevresindeki
özellikle yaşı genç olanların akıllarını ipotek altına aldırmamaya özen
gösterirken zaman içinde artık büyük-küçük hiç kimseyi takmadıkları-tanımadıkları
noktasındaki yakınmamı dile getirdim. Bu sonuçtan kendisinin de rahatsız
olduğunu dile getirdikten sonra sözlerinin sonunda hafızamda kaldığı kadarıyla
şu sözleri sarfetti.
“İslam mesajı
avuçlarınızda tutmaya çalıştığınız bir ateş koru gibi olmalı. Onu bir an önce
bir başkasına aktarmak için acele etmelisiniz. Ve tek bir kişi bile kalsanız,
bu yoldan dönmemeli, kimse yoksa bile ben varım diyebilmelisiniz.”
O bir insandı. Gelip
geçti şu fani dünyadan her fȃni
gibi ‘Bȃki olan’a. Şahsım
adına şahitlik ederim ki sahih iman ve salih amel sahibi bir mü’min olarak
yaşadı ve kendisine verilen süreyi tamamladı. Sevabıyla, günahıyla; yapıp
ettikleriyle herkes gibi O da “herkese hak ettiğinin karşılığının tastamam
verileceği gün” diriltilip hesaba çekilecek. Ardından hatırasını yȃd etmek ve hayır
dua etmek dışında elimizden bir şey gelmez artık.
Bu yazıda niyetim
ölüm yıldönümü vesilesiyle O’nunla ilgili bir yazı kaleme almak değil. Aslında
mücadelesi, fikirleri üzerinde daha çok şeyler yazılıp çizilmesi, ciddi
çalışmaların yapılması gerekli fakat bunu başka kişilere, başka yazılara
bırakalım dilerseniz. Amacım vefatından bugüne değin aradan geçen oniki yıllık
sürenin kısa bir muhasebesini yapmak ve yarına dair bir bakış açısı ortaya
koyabilmek.
Elbette bugünde var
olan bir takım sorunlar sırf O’nun ölümü ile başlamadı. Vefatından önce de
girişilen bazı işler akamete uğradı, bazı insanlar olur olmaz gerekçelerle
ayrılıp başka mecralara yöneldi. Fakat şu bir gerçek ki varlığının
birleştiriciliği ölümüyle birlikte iyice fark edildi. Vefatını takiben yanında
yöresinde gözüken insanlardaki bir takım sızlanmalar, huzursuzluklar gitgide su
yüzüne çıktı. Hayatta iken O’nun çevresinde gözüktüğü halde farklı bazı düşünce
ve niyetlerini seslendirip gerçekleştiremeyenler, ölümü ile bu fırsatı
yakaladıklarını ve harekete geçme vaktinin geldiğini hissettiler. İsmiyle
simgeleşen çizgiyi sahiplenip daha ileriye, daha güzele, daha çok kişiye
taşımak varken ve bunu gerçekleştirmek için neler yapılabileceği üzerinde kafa
yorulması gerekirken, O’nu veya onunla simgeleşen dergiyi bir araç, bir fırsat
olarak görenler de çıkmadı değil. Allah elbette sinelerin özünde ne sakladığını
en iyi bilendir. Halis niyetle yola çıkanlara ve hesabını Allah rızası hedefi
ile tutturmaya özen gösterenlere söylenecek bir sözümüz olamaz elbette.
Vefatını
takiben bir takım sorunların olması elbette beklenen bir durumdu. Fakat olması
gereken O’nun öncülüğünü yaptığı fikirleri, çizgisini benimseyen herkesin işin
en azından bir ucundan tutması ve elini taşın altına koyması idi. Sadece ve
sadece eleştirmek, sitem etmek, küsüp kendi köşesine çekilmek ya da başka
yerlere gitmek çözüm olmaktan uzaktı. Sorun ne O’nun ‘yerinin doldurulması’
idi, ne de ‘O ölür veya öldürülürse gerisin geri dönmek’ idi. Kişi merkezli
hareketler eğer kollektif hale gelmezse, kurumlaşamazsa son tahlilde erime,
zayıflama ve hatta dağılıp yok olma tehlikesi ile maluldür. Son yıllarında
Ercümend Özkan’a kendini tekrar ediyor diyenler, vefatından sonra da bu çizgiyi
sürdürmeye çalışanlara da O’nun mirasını yiyip tükettikleri, yeni bir şey
üret-e-medikleri eleştirilerini getirdiler. İktibas dergisinin miadını
doldurduğunu, ısrarla çıkarılmaya çalışıldığını söylediler çeşitli mahfillerde.
Dergiye O’nun ismi nedeniyle hȃlȃ teveccüh
gösterildiğini dillendirdiler. Dergi çıkarma dışında herhangi bir faaliyetin
olmadığını, bu çizginin zaman içinde güç yitirdiğini, başta gençler olmak üzere
birçok kişinin başka yerlere ayrılıp gittiğini, eskisi gibi rağbet görmediğini
ifade ettiler. Bütün bu eleştirilerin insaf elden bırakılmamak kaydıyla elbette
bir yere kadar haklılık payı olabilir. Fakat bir elin parmakları kadar da olsa
bir grup insanın onca sıkıntıyı üstlenerek az ya da çok bir özveri ile bu
yapıyı ayakta tutmaya çalıştıklarına dikkat edilmelidir. Yapıcı, tutarlı,
gerçekçi, ufuk açıcı eleştirilere elbette herkesin kapısının açık olması
gereklidir. Fakat vefatından sonra Anlam Yayınları’nın öncelikle O’nun yıllar
içinde kaleme aldığı yazılarını kalıcı ve daha kolay ulaşılabilir kılmak için
kitaplaştırma çalışmalarına “ne gerek vardı buna” gibi sözlerle eleştirip
hafife almaya doğrusu prim de verilemezdi. İktibas’ın albenili olmasa da, okuyucusu
yüzlerle ifade edilse de O’nun vefatından sonra da bugüne kadar aralıksız,
düzenli bir şekilde çıkıyor olması nedeniyle (yayın kurulu ve katkıda bulunan
bütün herkes diğer birçok açıdan eleştirilse dahi) sırf bu sebepten dolayı
tebrik, takdir edilmeli, hakları teslim edilmelidir. Elbette dergi çıkarmak her
şey demek değildir. Fakat önemli bir şey’dir. Onca insanın özverisi, amatörce
hiç eksilmeyen çabası ve heyecanı vardır onda. Dergi çıkarmanın ne kadar
külfetli ve sıkıntılı olduğunu bilenler, hele bu derginin bu ülkede 1981
yılından beridir neredeyse bir çeyrek asırdır yayın hayatına devam ettiğini
bilenler, ne demek istediğimizi anlayacaklardır. Bu dergi bu çizgiyi takip eden
insanların bir ortak platformu, müslümanca düşünmeye, yaşamaya çalışan ve
yalnızlaşan, yalnızlaştırılan, radikal, marjinal olarak yaftalanan fakat içinde
yaşadığı sistem içinde eriyip gitmeyen, entegre olmayan insanların fikirlerini
ifade edebilecekleri, paylaşabilecekleri bir ortak zemin olamaya devam
etmektedir, etmelidir de. Elbetteki dergi bir şey’dir, elbette her şey de
değildir, olmamalıdır da. Yapılacak o kadar çok şey var ki. Uzun soluklu,
ilkeli bir mücadele için donanımlı, yetenekli, enerjik, gayretkeş, güçlüklerden
yılmayan, yeni fikirler, projeler üretecek, imkanlarını ve cehdini fi sebilillah
bu yolda sarfedecek erkek-kadın, genç-yaşlı mü’minlere çok iş düşüyor.
Ercümend
Özkan’ın hayatı boyunca verdiği mücadele ve ortaya koyduğu fikirlerin ne anlam
ifade ettiği, piyasada cari fikirlerden farklılığı zamanla daha çok fark
edilecektir kanaatindeyim. Geçen oniki yıl boyunca nerden nereye gelindiği, ne
kadar mesafe alındığı, nelerin yapılabileceği noktasındaki soruları bu davayı
kendine dert eden herkesin kendisine sorması gerekli diye düşünüyorum.
Öncelikle bu işin hayatta iken bir şekilde onunla tanışmış, dinlemiş,
fikirlerinden etkilenmiş, kısa veya uzun süre etrafında bulunmuş insanların
üzerine bir borç olduğunu düşünüyorum. Toplumda Ercümend Özkan ve O’nun temsil
ettiği düşünceyle karşılaşmamış, duymamış, tanımamış veya önyargılarla tanımış
o kadar çok insan var ki. Yoğun çaba ve maddi külfet gerektiren işler için
üç-beş kişinin değil, sayısız insanın omuz vermesine ihtiyaç vardır. Küsüp
kenara veya köşeye çekilmenin, bu çizgiyle bağdaşmayacak yerlere kapıl-an-manın
ne izah edilebilir, ne de anlaşılabilir yönü vardır. Haklı ya da haksız mazeret
üretmek değil, yarın bizi ‘Hakk’ın huzuru’nda yüzümüzü ak çıkaracak işlerin
telaşına düşmek zorundayız. Sadece uzaktan seyreden, bir derginin veya kitabın
parasını vermekten, bir dergiyi veya kitabı bile okumaktan imtina eden, en
küçük bir şey için bile kılını kıpırdatmayan insanlarla ne yapılabilir, nereye,
nasıl gidilebilir bilemiyorum. Koşmadan, yorulmadan, az veya çok bedel
ödemeden, zamanımızdan, imkȃnlarımızdan,
rahatımızdan feragat etmeden küçük ya da büyük hangi iş başarılabilir
bilemiyorum.
Kavramların
bulanıklaştırıldığı, iğdiş edildiği, içinin boşaltıldığı, izafileştirildiği, ne
olsa gider mantığının revaç bulduğu bu topraklarda, arı-duru İslam düşüncesini
“inanmak ve yaşamak” azmiyle Allah’ın önceki salih kulları gibi tekrar gündeme
getiren Özkan’ın titizlikle üzerinde durduğu kavramları yeniden okuyup üzerinde
düşünmek, sesli ve görüntülü kayda aldırdığı kavram derslerini izleyip
fikirlerimizi, tavırlarımızı tekrar gözden geçirmenin, bir durum
değerlendirmesi yapmanın lüzumlu ve isabetli olacağını düşünüyorum. Tasavvufun
çeşitli görüntüler altında topluma yeniden sunulduğu, laiklik ve demokrasi
kavramlarının hayata bakışımızı, gündelik yaşantımızı esaslı ve derinden etkilemeye
başladığı, bu kavramların (ve dünya görüşünün) devlet eliyle değil de özellikle
sağcı hükümetler eliyle topluma daha sevimli gösterildiği, ısındırıldığı,
yaygınlaştırılıp içselleştirildiği bir zaman diliminden geçiyoruz. Her
zamankinden daha çok uyanık, diri, derli toplu, ilke sahibi, İslami ahlak
sahibi mü’minler olmak durumundayız. Zihnimizi, dilimizi, gündelik yaşantımızı,
duruşumuzu Kur’an’a göre tekrar gözden geçirip İslam dışı dünya görüşlerinin
etkilerinden, kirliliklerinden arındırmak, sahih iman sahibi ve salih amel
sahibi olmak kadar önemli olan birbirimize ‘hakk’ı ve sabrı tavsiye etmek’
durumundayız.
Suyun akış yönünde
değil de tersine yüzmek ne kadar zor ve zahmetli ise, toplum içinde durumumuz
da aynen böyledir. Ne Yunus peygamberi örnek göstererek İslam’ı insanlara gerek
dil gerekse hal ile tebliğ etme noktasındaki sorumluluğumuzu hafifletebiliriz,
ne de hangi yol ve yöntemle olursa olsun sayıca çoğalmak, dünyevi başarıya
ulaşmak, iktidar (devlet) olmak gibi bir hedefe saplanıp kalabiliriz. Ne
el-Alim olan ne yaptığımızı bilip dururken kendimizi temize çıkarmaya
kalkışmamıza gerek var, ne de öldük bittik, mahvolduk diye hayıflanıp karalar
bağlamamıza gerek var. Ne iyi insanlar iyi atlara binip gitti, ne de eşkıya
dünyaya –ilelebed- hükümdar oldu.
“…İslami düzen,
uygulamaları ile ister ki bir fert dahi bozulmasın, kendine yazık edenlerden
olmasın. Bu kendine yazık ediş hem fert hem de toplum için bir yitiktir ki,
İslam, bir ferdini bile yitirmeye, Allah’ın kullarından bir kulun bile kaybına
razı olmamaktadır. Zira İslam, herkesi kapsayan ma’ruf’un bir diğer adıdır.
Öyle ki kendi iyiliğini istemeyenin bile iyiliğini istemenin adıdır…” (Selam
ile-1, Ercümend Özkan, Anlam yay., sh.224).
Bizim öncelikle
müslüman olsun olmasın başkalarının elinden, dilinden, belinden emin olduğu
kişiler olmaya; Allah’ın ve kullarının hakkına riayet etmeye; ilkeli, tutarlı,
çelişkisiz bir düşünce bütünlüğüne sahip olmaya; ikbal beklentileriyle
ideolojik kaygılarını telif etmekten uzak durmaya; çalışkan, nitelikli,
donanımlı, İslam ahlakıyla bezenmiş, sahih iman ve salih amel sahibi mü’minler
olmaya su kadar, ekmek kadar, hava kadar ihtiyacımız vardır. Eğer bir inancın,
hareketin, dünya görüşünün havarileri, sahabileri yani bağlıları, yoldaşları,
yardımcıları olmazsa akıbeti herhalde pek hayırlı olmaz. Hala en büyük
sorunumuz insan sorunu, hala en büyük sorunumuz İslam konusundaki eğitim
öğretim yetersizliği sorunu. İslam iyi bilinmediğindendir ki İslam dışı
düşünceler, kavramlar İslami kavramlarla karıştırılabiliyor, telif
edilebiliyor, İslam içinde yaşatılıp kendilerine yer bulabiliyor.
Yeryüzündeki
insanlara son mesaj, son öğüt, son müjde ve uyarı olan İslam’ı eğer Kur’an’daki
ve son elçi’nin anlayıp gösterdiği gibi öğrenmez, bilmez, inanıp yaşamazsak
İslam bir şey kaybetmez, biz kaybederiz. Dünya genelinde ve yaşadığımız
coğrafyada olan biteni öğrenmek ve anlamak durumundayız. Elimizde İslam gibi
mükemmel bir dünya görüşü varken bunun kıymetini bilmez de dünya hayatının
güzelliklerine gözlerimizi dikip, oyun ve eğlenceye dalarsak, kim bu güzelliği
dünyanın dört bir tarafındaki insanlara götürüp, gösterecek. Ama öncelikle
bizler kendimize bir çekidüzen vermek, bulunduğumuz yerlerde silkinip
doğrulmak, güç ve imkanlarımızı bir araya getirmek, dağılıp parçalanmamak,
acılarımızı ve sevinçlerimizi paylaşmak, işimize dört elle sarılmak durumundayız.
Ömrümüz belki birçok
şeyi düzeltmeye, değiştirmeye yetmeyecek. Ama varsın olsun, yeter ki ölüm bizi
bu yolda bulsun. Yeter ki biz bize düşeni bilhakkın yerine getirmeye cehd
edelim. Galip sayılır bu yolda mağlup olan değil mi? Dünyevi açıdan
başarısızlık gibi görünse de eğer dosdoğru istikamette isek bu bir başarı değil
midir? Akıbet (ya da ahiret) muttakilerin değil mi idi? Rıza-i İlahi’yi
kazanmaya çalıştığımız takdirde Allah’ın mükafatı, dünya ve onun içindekilerden
daha sevimli, daha hayırlı değil mi idi?
Oniki yıl sonra
gelinen noktanın, alınan mesafenin yeterli olmadığı, daha yapılacak çok şeyin
olduğu gün gibi aşikar. Her ne kadar ahval ve şerait, manzara-i umumiye iç
karartıcı, sıkıntılı, ölü toprağı serpilmiş gibi görünse de; benim hȃlȃ ümidim var.
Değerlendirme:
“Hȃlȃ ümidim var” derken, kastettiğim “Allah’ın rahmetinden
kesilmemesi” gereken ve bir mü’mine yakışan bir hal olan “havf(korku) ve reca(umut)
arasında olma” düsturundaki ümittir.
Blog’umda Kasım. 2013 tarihinde yazdığım “İki Dost-5” adlı makalemin bir
paragrafında şu satırları yazmıştım. “…düne kadar radikal, köktenci fikirler
savunanların dünkü savundukları fikirle hiçbir alakası olmayan, yüzseksen
derece farklı bir konuma savrulmaları mümkün olabiliyor. Bu da zaman içinde,
kişinin kendisini ikna ede ede, yeni halini sindire sindire, yeni hale adaptasyon
gerçekleşiyor. Yeni konumunu haklı gösteren argümanlar geliştiriyor, içinde
bulunduğu cemaatin, topluluğun yaptığı yanlışlar, uyuşukluk, atalet ve
mensuplarına bir şey veremediği gibi onlara gösterilen ilgisizlik ve umursamazlık
bu çöküşü ve ayrılığı daha da hızlandırıyor. Bir hareketin bir gündemi olmazsa,
günceli yakalamazsa, dinamiklik ve özgünlük özelliğini yitirirse, mensuplarına
bir aidiyet duygusu aşılayamaz, onları motive edemezse, ulaşılabilir hedefler
ve sürgit o hareketi uzağa taşıyacak bir ufuk, bir ideal önlerine
koymazsa, cemaat mensupları arasında
birliği, keyfiyeti arttırıcı çalışmalar yapılmazsa zamanla birçok kişi dağılır,
olmadık yerlere gidip kapılanırlar, hatta bir önceki pozisyonlarının en amansız
hasmı bile kesilebilirler, en yıkıcı, en yakıcı düşmanı olabilirler. En
tehlikelisi de yeni ve genç adaylara kapı kapanır yani onların ilgisini çekmez,
kimse rağbet etmez, nesli kesilen bir topluluk olarak kaybolur giderler ya da
cılız bir yapı haline gelirler…”
Nitekim bu dediklerim büyük ölçüde aradan geçen 20 yıl
içinde bir bir, adım adım gerçekleşti. Bu kadar
söylemekle iktifa etmek istiyorum. Zira bu konuyu nasip olursa 2015 yılı içinde
yazmayı düşündüğüm “İki Dost-6”da, daha geniş biçimde ele almak istiyorum.
Onunla vefatından önce son konuşmamızda verdiği öğüt
uyarınca, tek başıma dahi kalsam, gerek O’ndan öğrendiklerimi ve gerekse de
diğer bildiklerimi özellikle isteyen ve dileyene öğretmeye, anlatmaya, güzel
bir örnek olup borcumu ödemeye çalışacağım. O’nun olduğu ve her defasında
bizlere öğütlediği gibi “sahih(doğru) iman” ve “salih(güzel) amel(davranış, ahlȃk)” sahibi bir kul, bir mü’min olarak yaşayıp bu
dünyadan öyle göçmeye çalışacağım. Bu dert bizimdir ve ben “derdimi seviyorum”.
22.01.2015
22.01.2015
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder