18 Ocak 2015 Pazar

ELLİ YAŞIM

“Ankara’da, Kaleiçi’nde / Bir garip Arif Kaya’yım / Hüseyin’in oğluyum / Tarifsiz kederler içindeyim” dizelerindeki ‘Orhan Veli’ misali ‘bir garip’ oğlancık idim ama ‘tarifsiz kederler içinde” değildim henüz. Fakirdim, gariptim belki ama çocukluğumda mutluydum. Tȃ ki, lise bitimine kadar.

İşte o zaman içimde fırtınalar esti, kafam allak bullak oldu. “… Aylarca gezindim, yıkık ve şaşkın, / Benliğim bir kazan ve aklım kepçe. / Deliler köyünden bir menzil aşkın, / Her fikir içimde bir çift kelepçe. / … / Akrep, nokta nokta ruhumu sokmuş, / Mevsimden mevsime girdim böylece. / Gördüm ki, ateşte, cımbızda yokmuş, / Fikir çilesinden büyük işkence…“ dizelerindeki ‘Necip Fazıl’ misali fikir ‘çile’si çektikten sonra yine onun diliyle “Ensemin örsünde bir demir balyoz, / Kapandım yatağa son çare diye. / Bir kanlı şafakta, bana çil horoz, / Yepyeni bir dünya etti hediye…” ve çilem, arayış itibariyle bitti ve buluş’tan sonra oluş, oluşum, olgunlaşma sürdü geldi ta bugüne kadar.

Ve yarım asır geride kaldı. Peki bu ‘50 yılda, 50 şey’ gördüm, öğrendim ve anladım mı?

1.    Gördüm ki; elli yıl önce, dünya denilen ‘iki kapılı hȃne’ye gözlerimi açmadan ve dahası anamın karnında olmanın öncesinde nasıl ben cisim olarak yoktuysam, hem ben dünyadan hem de dünyadakiler benden habersiz şekilde dünya bildik seyrine devam ediyor idiyse, ileride bir gün benim bilmediğim, fakat Yaradan’ın bildiği-takdir ettiği bir gün, gözlerimi bu dünyaya kapatıp fȃni vücudum toprak olduktan sonra da hayat sürecek,  dünya yine bildik seyrine devam edecek, sevenlerim dahil bildik-duyduk-tanıdık herkes “ölenle ölünmez” diyecek, yaşam telaşı devam edecek. Sonrasında ise belki bir vesile ile hatıramı müspet-menfi yad edenler olacak. Tek olarak yaratıldığım gibi, yalnız olarak da defnedileceğim. Anadan üryan geldiğim gibi, muhtemelen kefenle sarılıp toprağın bağrına konulacağım (Allah-u ȃlem: Allah bilir).

2.    Öğrendim ki; Dünya’ya gözlerini açmak, ‘varlık alemi’nde olmak; kim ne derse desin ‘tarifi imkansız’ bir güzellik ve eşsiz bir tecrübe, bir şans, bir bahtiyarlıktır. Sırf bunun için bile “Yaradan”a ne kadar şükretsek azdır. O’na şükretmek için binbir sebep varken, küfretmek (nankörlük) için tek bir sebep dȃhi yoktur. Dünya hayatında olmak şans demişken, bu şansın bir defaya mahsus olduğunu hatırlamamız-hatırlatmamız gerektiğini düşünüyorum, zira bir ikinci şans olmayacaktır.

3.    Anladım ki; ölüm hiçbir canlıya ayrıcalık yapmıyorsa, her can ölümü tadacak, ölümle karşılaşacaksa-ki öyle, ölüm bu dünyadaki her şeyi anlamsızlaştırıyor ve aynı zamanda da anlamlandırıp, yerli yerine oturtuyor. En sonunda, ȃhiret’te, herkese verilenlerden hesap sorulacağı gibi, verilmeyenlere de hakları iade edilecek, her şey eşitlenecek, kimseye ‘zerre miktarı’ haksızlık edilmeyecektir. ‘Külli şey’in alîm’ ve ‘Külli şey’in kȃdir’ (mutlak anlamda her şeyi bilen ve her şeye gücü yeten) Allah’ın tek söz sahibi (hakimi) olacağı ‘Mahkeme-i Kübra (Büyük Mahkeme)’da ‘Mutlak Adalet’ tecelli edecektir. Bu gerçek, bu dünyada adaletin sağlanması için uğraşmaya,  zulümle mücadele etmeye, hakk’ın batıl’a üstün gelmesi için cehd (cihad) etmeye engel değildir; atalete, gevşekliğe ve vurdumduymazlığa mazeret olamaz. Allah “ahiret, din, hesap günü”nde her yarattığı insanı (kulu), yapıp yapmadıklarından imtihana çekmese idi, mükafat ve ceza olmasa idi, her hak sahibine hakkı tastamam iade edilmese idi, işte bu tam bir zulüm olurdu, Allah inancının ve İslam’ın hiçbir önemi, anlamı ve değeri kalmazdı.

4.    Gördüm ki; işimizi, mesleğimizi, uğraşımızı; olanaklarımız, gücümüz nispetinde ve en güzel biçimde yaparsak; haklı ve meşru konumumuzu korursak; o konuda elden gelen ne tedbir varsa alıp sonucu da Allah’a arz eder, sonucu ondan bekler ve hakkımızda hayırlısı ne ise onu talep edersek, dua ve niyazda bulunur ve bir de bütün bunların üstüne sabreder, Hakk’tan gelene, bize isabet edene gönül hoşnutluğu ile razı olursak, ‘Kȃdir-i Mutlak’ bize hiç beklemediğimiz kişi/kişiler eliyle, ummadığımız bir zamanda ve şekilde yardımını eriştirir, işimizi kolaylaştırır, sonuca ulaştırır. Ben buna hayatımda defaatle şahid oldum.

5.    Öğrendim ki; Allah’ı işlerine karıştırmayan, O’nu bilinmesi gerektiği gibi bilip sevmeyen, O’nu seven ve itaat edenlere her türlü zulmü reva görenler, bunca zorluğu, sıkıntıyı, tehlikeyi göze alabiliyor, gece gündüz çalışıyorlarsa; O’ndan hem bu dünyada, hem de ahirette güzellik (başarı, mükȃfat) isteyen bizlere ne oluyor ki, onlardan daha fazla, hiç olmazsa onlar kadar çalışmıyor, tehlikeleri göze almıyoruz. Üstelik biz kafirlerin, müşriklerin, münafıkların, zalimlerin Allah’tan ummadığını, beklemediğini umuyor, bekliyoruz. Biz bize düşeni gerektiği gibi (layık-ı vechile) yapalım, O zaten üzerine düşeni en güzel şekilde yapar, ihmal etmez, imhal eder yani süre tanır, zamanı gelince gerçekleştirir.

6.    Anladım ki; Allah kullarına doğru ve yanlış yolu gösteren vahyi verdiği gibi, aklı da vermiş, dağıtmıştır. Akletmez, düşünmez, çalışmaz, insanı ve insan dışındaki dünyayı (evreni) bilmeye, araştırmaya, anlamaya çalışmaz ve biz de katkı sunmazsak; hep başkalarının çalışmalarından, araştırmalarından, ürünlerinden faydalanmakla yetinir, ezik, mahcup ve boynubükük oluruz. Bunu gidermek için inkar etmeler, yapılanları küçümsemeler, yok saymalar, önce biz bulmuştuk demeler, bunların hepsi aslında ‘Kur’an’da ve Sünnet’te bildirilmişti’ gibi trajikomik durumlara düşeriz, kendimize ve başkalarının bize olan güvenini sarsarız. İlim (bilim) kapısı, erkek kadın, müslim gayrimüslim, türk kürt, beyaz siyah yani aklı, alȃkası ve azmi olan herkese, her insana açıktır.

7.    Gördüm ki; ömrümüz ne kadar uzun olursa olsun her yeri gezmek, her şeyi görmek, her şeyi tatmak ve her şeyi tecrübe etmek imkȃnı yoktur. İlla da ‘ölmeden önce görmemiz, yapmamız, tatmamız, seyretmemiz gereken bilmem şu kadar şey’ diye bir şey yoktur. Buna ne ömür, ne zaman ve ne de maddi imkȃnlar yeter. Bu dünyada helal ve temiz olanlar nefsin keyfine, istek ve arzuların tatminine, dünya nimetlerine olan susuzluğu gidermeye kȃfidir. Ondan ötesi (haramlar) ise, ne kadar süre oyalar ve avutursa avutsun, sonu hüsrandır, bozulmadır, dağılmadır, tuzlu su içmişçesine susuzluktan yanmadır. Haramlar çekici, hoş, baştan ve yoldan çıkartan şeyler olsa da, bu şeytanın bir kandırmacasıdır, aldatmacasıdır.

8.    Öğrendim ki; Cennet’te Adem ve eşini, Allah’ın açık ve net uyarısına rağmen, emre karşı gelmeye ikna eden içimizdeki ve dışımızdaki şeytan(lar), Adem’in evlatlarını da dört bir taraftan, binbir türlü şekillerde yaklaşıp “sırat-ı mustakîm- dosdoğru yol-İslam”dan ayırmaya, uzaklaştırmaya kıyamete kadar ara vermeden, pes etmeden devam edecektir. İyi, doğru, güzel, adalet, Hakk, Tevhid, İslam ile kötü, yanlış, çirkin, zulüm, Batıl, Şirk, Küfür mücadelesi dünya kurulalı başladığı gibi dünya hayatı sonlanıncaya kadar sürecektir. İnsanlardan bir kısmı Allah ve dostlarının yanında, diğer kısmı ise şeytan ve dostlarının tarafında saf tutacaklardır. Mücadeleyi Allah’tan yana olanlar bu dünyada ve/veya ȃhirde, ahirette yani eninde sonunda mutlaka ama mutlaka kazanacaktır. Dönem dönem zahiren başka şekillerde görülse, gözükse de bu durum geçicidir, yanıltıcıdır.

9.    Anladım ki; ortada yolunda gitmeyen bir şeyler, sıkıntılar, sorunlar varsa öncelikle kendimizin, içinde olduğumuz topluluğun özeleştiri yapması, baştan ayağa kendini gözden geçirmesi, aksayan, yolunda gitmeyen şeylerin nedenleri ve çözümleri üzerinde tek tek ve birlikte kafa yormaları, tefekkür ve tezekkür etmeleri kaçınılmazdır, mecburidir. Bizim sorunlarımızı başkalarının gelip el atıp çözmesini beklemek ham hayȃldir. Çekinmeden, cesaretle sorunların, sıkıntıların üzerine gitmek; kısa, orta ve uzun vadeli çözümler üretmek durumundayız. Avantaj ve dezavantajlarımızın, imkȃn ve mahrumiyetlerimizin farkında olursak, ne tür problem olursa olsun, üstesinden gelmek zor olmasa gerektir. Böyle yapmayıp da bütün sorunların kaynağını, müsebbibini, sorumlusunu mütemadiyen ve sadece dışarıda, başka yerlerde arar isek; kabahati başka kişi/kişilere yükler isek; dönüp dönüp aynı yanlışları yapar, vakit kaybederiz. Hedef şaşırarak-şaşırtarak hem başkalarını sorunların tek ya da en büyük sorumlusu gibi görüp göstermek, hem de onların bizim halimize niçin acıyıp yardım etmediklerini dillendirmek, tam bir acziyet halidir.

10. Gördüm ki; en küçük birimiyle aile başta olmak üzere bütün topluluklarda ve devletlerde, yönetimi ellerinde bulunduran insanlar, yönetim işinin bir emanet olduğunu ve topluluğun bütün üyelerine adalet ve merhametle davranıp mümkün mertebe rızalarını alma, memnun etme yönünde gayret göstermelidir. Mensuplarının ve sorumluluğunu üstlendiği topluluğun, hem dünyevi hem de uhrevi saadet ve huzurunu düşünmeyen, çalışmayan bir yönetim varlık sebebini, anlamını ve meşruiyetini yitirmiştir. Meşru yollarla ıslah edilinceye kadar ya da ıslahı imkȃnsız ise daha iyisi ile değiştirilinceye kadar cehd edilmelidir. İslam’daki “meşru gayeye meşru vasıtalarla ulaşılır” ilkesinden asla taviz verilmemelidir.

11. Öğrendim ki; İslam “güzel ahlȃk”tan ibarettir. Ahlȃken güzel, iyi, doğru ve hayırlı olan ne varsa bünyesinde barındırmaktadır. O güzel ahlȃk; devlet, siyaset, ekonomi, eğitim, edebiyat gibi hayatın her alanına dair ne varsa barındırır. İslam’da devlet yok, iktidar talebi yok demek; Kur’an’ı ve Allah’ın son elçisini, bütün elçilerini ve bugüne kadar gelen Müslümanların pratiğini, tarihini reddetme anlamına gelir, hayatın gerçekleriyle de bağdaşmaz. Devlet (sulta, güç, otorite, iktidar) olmazsa, kimi neden koruyacak, kimin hakkını kimden alıp da kime iade edecek ve kime neyin hesabını soracaksınız? Korunması gerekli değerleri (can, mal, ırz, nesil, inanç-fikir, vb.) kim koruyacak? Hadi bir coğrafi sınırlar (ulusal devlet) içerisinde korudunuz, ya bütün dünyada kim koruyacak ve savunacak? Bütün eksik, yanlış ve hatalarına rağmen Osmanlı Devleti, bir coğrafyayı, bir medeniyeti, bir topluluğu (ümmeti) bir arada tutuyor ve kurda kuşa yem etmiyordu. Osmanlı güçten kuvvetten düşüp hele de yıkıldıktan bu güne değin 150-200 yıldır olup bitene bir bakın, ne demek istediğim rahatlıkla anlaşılabilir. Bugün Müslümanları bir araya getiren, onları temsil eden, savunan, koruyup kollayan bir devlet olsa; ne Filistin Siyonist Yahudi işgaline uğrardı, ne Irak’da, Libya’da, Suriye’de, Afganistan’da Hıristiyan-kapitalist-demokratik-emperyalist Batı (ABD-AB)’nin terör saldırıları olurdu, ne Sırplar Bosna’da müslümanların canlarına kıyıp  namuslarına musallat olabilirdi, ne Rusya Çeçenya’da, ne de Çin Doğu Türkistan’da katliam yapabilirdi. İslam devleti/devletleri olmazsa ve mazlum devletler bir araya gelmezse, kim ezici çoğunluğu müslüman olan mazlumları, mahrumları, mağdurları koruyup kollayacak? Birleşmiş Milletler, NATO, Avrupa Birliği, İslam Konferansı Teşkilatı, Arap Birliği Teşkilatı, Şanghay Beşlisi, G-20, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi, Uluslararası Adalet Divanı, filan veya falan ulusal devlet vb. demeyin sakın ve de güldürmeyin Allah aşkına? Öncelikle yaşadığımız ülkede, bölgede, coğrafyada sonra da bütün dünyada adil, insani, islami ve ahlaki bir güce, otoriteye, devlete ihtiyaç vardır. Bunu da İslam’dan başka sağlayacak din(dünya görüşü, ideoloji) yoktur, olmayacaktır da.

12. Anladım ki; yeryüzü bir bütündür ve Mülk (güç, hakimiyet, egemenlik, otorite, iktidar) Allah’ındır. Ulusal devletler, krallıklar, emirlikler, sınırlar, bayraklar, marşlar filan egemenlerin, güç ve otorite sahiplerinin belirlediği, dayattığı ve kutsallaştırdığı?! sun’i, ayrımcı, bölücü şeylerdir. Sınırların kalktığı ya da sembolik hale geldiği; kula kulluğun olmadığı; Allah’tan başka bütün hakimiyet odaklarının bertaraf edildiği; dünya-ahiret, din-ideoloji gibi yapay ayrım, ayrılık ve aykırılıkların kalktığı; Tevhid’in, Adalet’in, Barış’ın, Huzur’un her alanı kuşattığı, kapladığı bir dünya için herkes ne kadar uğraşsa, çabalasa, yorulsa yeridir ve ne yapılsa azdır.

13. Gördüm ki; her konuda bir gerçek ve bir de ideal vardır. Bize düşen gerçeklerden kopmadan, gerçekleri görmemezlikten gelmeden onlarla yüzleşmek, mücadele etmek ve eldeki olanaklar dahilinde en iyiye, en güzele yani ideale erişmeye çalışmaktır. Çıta hep yüksek olmalı ve yükseltilmeli ki, tembellik ve gevşeme olmasın, ortada hep bir hedef, amaç olsun. Herkes bir işin ucundan tutsun, bir şeyle meşgul olsun ki, işler yürüsün ve de insanlar boş, zararlı ve kötü şeylerle ȃlȃkadar olmasın.

14. Öğrendim ki; İslam’ı okullarda din bilgisi diye herhangi bir din olarak okutmak ve üstüne üstlük diğer bütün derslerde İslam’la taban tabana zıt ‘din-dünya görüşleri’nin anlayışını, felsefesini öğretmek akla ziyan bir durumdur. İslam’ı, ‘Hayat Bilgisi’ adı altında okutmak daha doğru olup, hayatın dışında ve ona aykırı bir İslam anlayışı yoktur. İslam, tahrif edilmiş, özünden saptırılmış Hırıstiyanlık-Yahudilik gibi inançlardan, dünyadaki diğer din, ideoloji ve felsefelerden tümüyle başka, ayrı bir dünya görüşü (din), felsefe, yaşam tarzıdır. İlahiyat, teoloji, dini ilimler gibi başlıklar altında okutulanlar, tarih içinde üretilen bilgidir, görüşlerdir, kanaatlerdir, yorumlardır.

15. Anladım ki; İslam’ın kȃinata, insana ve tabiata bakışı tamamıyla kendine özgüdür, özgündür, başka din-ideolojilerle benzer görüşler olması aynı olduğu anlamına gelmez. İslam tezdir, onun dışındakiler tümüyle antitezdir. Bu konudaki sentez de, doğru ile yanlışın bir araya getirilmesi çabasıdır ki, makbul ve meşru değildir (Arap İslam’ı, Türk İslam’ı, Avrupa (Euro) İslam’ı vb). İnsanlık; inkar (ateizm), bilin-e-mezcilik, (agnostisizm), laisizm (daha geniş anlamıyla sekülarizm, dünyevileşme) ile dünya yönünde ve ruhbanlık (mistisizm, tasavvuf) ile ahiret yönünde aşırılığa varan; dengeyi, ölçüyü, ahengi bozan ve özellikle dünyanın Batı tarafındaki Allah’ın kulları ellerindeki muharref (bozulmuş, sapmış) dinler de derman olma bir yana dert üretince, çareyi faşizm, kapitalizm, emperyalizm, siyonizm, sosyalizm, liberalizm gibi onlarca çözüm üretmekte buldu. Fakat çare diye sarıldıkları çare olmadığı gibi, yeni yepyeni sorunlar ürettiler, iki defa dünyayı kana buladılar, yağmaladılar. Ellerinde İslam gibi bir imkȃn (çözüm, silah, çare) olanlar da birbirleriyle uğraşıp kendi sorunları içinde boğuşurken, Batı (ve Doğu) üçüncü dünya savaşına sessiz sedasız var gücüyle devam etmektedir. Bu düşman artık farklı isimlerle de tanımlansa, ılımlı da, radikal de olsa İslam’dır. Ve bu konuda Hıristiyan-Yahudi (Haçlı-Siyonist) ittifak her türlü yol ve yönteme (terör, işbirlikçiler üretme, medya, psikolojik harp teknikleri, savaş, hile, darbe vb) başvurmaktan kaçınmamaktadırlar. Ve bu savaş gittikçe daha da şiddetlenerek, artarak devam edecektir.

16. Gördüm ki; bu milletin, ümmetin ve bütün dünyanın sorunları, sıkıntıları, dertleri ‘Allah’tan (açıkta, gizlide) korkan, kul’dan utanan; helȃl-harama riayet eden; Kur’an’ı ve Hz. Peygamber’i iyi bilen ve kavrayan; düşünce davranışta ifrat ve tefritten uzak; kendisiyle, etrafıyla ve ‘Mevla’sıyla barışık; İslam ahlȃkının bütün temel niteliklerini kendisinde toplamış; İslamî kişilik-kimlik sahibi; aklını asla kimseye ipotek ettirmemiş, iradesini teslim etmemiş; okuduklarını, görüp duyduklarını kritik edebilen; kendisini devamlı yenileyebilen, diri tutan; basiret ve feraset sahibi insanlarla çözülecektir.  Böyle güzel örneklere ihtiyacımız çoktur, hem de mebzul miktarda. Olur olmaz çekişmelerle, ceviz kabuğunu doldurmayan tartışmalarla, asıl meselelerden uzak yaklaşımlarla ya yerimizde sayar, ya da çözümün fersah fersah uzağında dolanır, dururuz.

17. Öğrendim ki; İslam çöldeki bedevinin, dağdaki çobanın, üniversitedeki akademisyenin, okuldaki öğretmenin, fabrikadaki işçinin, varoşlardaki çöplerden geri dönüşüm malzemesi toplayanın velhasıl her türlü anlayış ve kavrayış düzeyindeki insana hitap eder. Yeter ki, biz onu zorlaştırmayalım, kolaylaştıralım; nefret ettirmeyelim, sevdirelim. İnsandan, hayattan, gerçeklerden koparmayalım. Kadının cinsel meta haline getirilip bedeninin sömürülmesi, uyuşturucu kullanımı, sokak çocukları, kadın cinayetleri, emekçi sorunları, taşeronlaştırma, yolsuzluk, rüşvet, kamu malının yağmalanması, çevrenin tahribatı gibi güncel sorunlara sırtımızı dönmeyelim, çözüm üretme noktasında kafa ve kolumuzu yoralım, ‘İslam gelecek, dertler bitecek’ gibi basit, ucuz ve sloganik ifadelere başvurmayalım. Tarihin her döneminde, her yerde, her ahval ve şeraitte (durum ve şartlarda) yaşanabilir olduğunu bilelim, bildirelim. Özü, esprisi, ruhu ihmal edilip geri planda bırakılarak şekil ve şartlar ön plana çıkmasın; tören, ayin ve ritüellere boğulmasın-boğdurulmasın. Sade, pratik, kolay, esnek ve samimi bir yaklaşım esas alınsın. Heyecan, enerji, duygu, nezaket, nezafet, zarafet, incelik, hikmet kaybolmasın, yitip gitmesin. Yasaklar arızi, (zaten eşyada asıl olan ) mübahlar asıl olsun. İnsanımıza güvenelim, aleyhine delil aramayalım, insanların ayıbını, kusurunu, günahını arama yerine örtelim, biz kendimize bakalım, başkalarıyla menfi anlamda uğraşıp da vakit kaybetmeyelim, hayır hasenȃt adına, çözümler bulmak için plan-proje-fikir üretelim.

18. Anladım ki; akıl ondan mahrum kalanlar dışında bütün insanlara az çok verilmiştir. Herkesin aklından (bilgi ve tecrübesinden) faydalanmanın yolu da danışmaktır. Akıllı kişi, en güçlü ve yenilmez olan Allah’ın yanında saf tutar. Zira yalnız o “düşmez kalkmaz”dır, mükemmel ve kusursuzdur. Yine akıllı kişi, bütün yatırımını bu dünyada kalacak, bırakacak şekilde değil, ahirette de ürününden, sonucundan faydalanacak şekilde yapar. Dünyayı ahiretin tarlası bilip, helal ve meşru dairede bu dünyadan nasibini aldığı gibi, asıl yatırımını ahirete yapar. Zira bilir ki, buradakiler geçici, tükenici ve usandırıcı iken; ötedekiler kalıcı, devamlı ve bıkıp usandırmayıcıdır. Kur’an’ın tabiriyle Allah rızası gözetilerek yapılan bir hayrın karşılığı bu dünyada birkaç katı geçmezken, Allah yolunda mallarını harcayanların halini Kur’an temsilen “ yedi başak veren, her başağında yüz tanesi bulunan bir tek tohumun hâline” benzetmektedir. Varın gerisini siz hesap edin gayrı.

19. Gördüm ki; her işimizde Allah’ın rızasını, hoşnutluğunu gözetir ve amaçlarsak; niyetimizi halis, güzel, tertemiz tutarsak Allah ummadığımız, bizim bile aklımıza gelmeyen vesilelerle işlerimizi kolaylaştırır, başarıya ulaştırır, bereketlendirir. Elli yılda çalışmamın, gayretimin karşılığını kat be kat aldığım gibi, inanılmaz yardım ve lütuflara mazhar oldum. Benim hakkımda hayırlı diye düşündüğüm ve o an için olmadı diye üzülüp hayıflandığım şeylerin zamanla öyle olmadığını, olumsuz diye düşündüğüm bazı şeylerin de zaman içinde benim için hayırlı sonuçlara yol açtığını gördüm. Elden gelen bütün çabayı sarfetmek, sabretmek ve O’ndan “hakkında hayırlısını istemek” tutulacak en güzel yoldur, aksi beyhude bir tavırdır.

20. Öğrendim ki; insan suretinde, özelliklerinde dünyaya gelmek bir vakıa iken, “insan olmak” yıllar alan ve son nefese kadar devam eden bir ‘süreç’tir. Akıldan yoksun olmak bir mazeret iken, akıl nimeti bahşedildiği halde onu yeteri ve gereği gibi kullanmamak vebȃldir, sorumluluktur. Çevremizdeki bir çok insan suretindeki mahlȗk, davar gibi olmaktan rahatsız olmuyor ve yine bir çoğu da tımarhanede olması gerekirken dışarıda elini kolunu sallayarak geziyor. Kötülük, zulüm, ahlaksızlık peşinde ömrünü tüketerek sefillerin sefili halde veya hayvandan da aşağı bir vaziyette insan görünümündeki çok sayıda mahlȗk içimizde bolca mevcuttur.

21. Anladım ki; Allah istemeden ve dilemeden, insan/lar istese ve dilese bile o şey gerçekleşmez. Allah’ın izni olmadan yaprak düşmez, insan ölmez. İnsanların değil de O’nun rızası ve sevgisini kazanmaya çalışırsak, O insanların sevgisini, teveccühünü de bize yöneltir, aksi halde Allah’ın da, kullarının da ilgi ve sevgisinden mahrum kalırız, kaybedenlerden oluruz. Allah’a ma’siyette (karşı çıkmada, isyanda) kula itaat olamaz. Bütün duygu, düşünce ve hareketlerimizi Allah’ın sevgisini, rızasını kazanacak yönde planlamak, ayarlamak ve icra etmek durumundayız. O dostumuzsa bütün insanlar bize karşı çıksa ne olur, O bize sırtını çevirirse bütün insanlar yanımızda, arkamızda olsa ne çıkar. Yȃr ve yardımcı olarak O yeter.

22. Gördüm ki; akıl insana verilmiş ve onu diğer canlı varlıklardan ayıran en önemli nimet iken, onunla birlikte ya da ondan sonra en önemli diğer nimet vahiydir. Akıldan mahrum insan vahye, teklife, sorumluluğa muhatap değilken; vahyi kabul etmeyen veya dosdoğru anlamayan bir insan da denizde pusulasız kalmış bir yolcu gibidir. Aklını, istek ve arzularını ilah (tek ölçü) edinmesi işten bile değildir, bir yerde kaçınılmazdır.

23. Öğrendim ki; Allah’ın dilediği zaman, mekan ve şartlarda doğan insan; zaman içinde çevresinden öğrendikleri ve kendi gayretiyle ayakta durabilecek, kendi başının çaresine bakabilecek, kendi başına karar alabilecek ve seçimler yapabilecek hale geliyor. Bu noktadan itibaren her insan ölünceye kadar, aklı başında olmadıkça ve hür iradesi elinden alınmadıkça, bütün söz ve fiillerinden sorumludur. Meşru mazereti olmadıkça, yapması gerekirken yapmadıkları, yapmaması gerekirken yaptıkları nedeniyle sorumludur. Hiçbir insan, kendi seçimi ve dahli olmayan özellikler nedeniyle ne kınanabilir, ne övülebilir ve ne de sorumlu tutulabilir.

24. Anladım ki; biz gücümüzün yetmeyeceği, takatimizi aşan tekliflerden, yükümlülüklerden (illȃ vus’ahȃ) uzağız. Elbette bir yere kadar sınırları zorlayabilir insan, ama asla istiap haddini (taşıma kapasitesini) aşamaz. Biz herkesi, her şeyi değiştiremeyebilir, düzeltemeyebiliriz ama kendimizi düzeltebilir, değiştirebiliriz. Son tahlilde sözümüz sadece kendimize geçer. Bu anlamda kendimiz dışında en yakınımızdan bile, bir yere kadar mes’ulüz ama her yönüyle sorumlu değiliz.

25. Gördüm ki; küçük şeylerle yetinmek, mutlu olmak; diğer hemcinslerine ve tabiata zarar vermeden kendinle, kendi dışındaki varlıklarla ve “En Yüce Varlık”la barışık ve dostça bir ömür sürmek mutluluğu tamamlayıcı ve huzuru, dinginliği, sükȗneti sağlayıcıdır. Kalp (akıl)lar, ancak ve sadece Allah’ı anmakla, zikretmekle, O’na kulak verip güvenip dayanmakla huzur, sükunet bulur, yatışır, dinginleşir.

26. Öğrendim ki; can’ı, ten’de konuk görmek; ‘dünya hayatı’nı altında bir süreliğine gölgelenilen, eğlenip dinlenilen bir ağaç misali kabul etmek; sahip olduğumuzu zannettiğimiz her şeyin, aslında sahibi değil emanetçisi konumunda olduğumuzu unutmamak; dünya denilen hane’de kalıcı değil geçici, ev sahibi değil asıl ‘Ev Sahibi’nin misafiri olarak yaşadığımızı unutmamak; yanılmaktan ve sapmaktan koruyucudur.

27. Anladım ki; kendimiz ve sevdiklerimiz için her neyi istiyorsak, dünyadaki herkes için de istisnasız aynısını istemeli; bizi bulmasını arzu etmediğimiz kötülüklerden başkalarının da ırak olmasını arzu etmeliyiz.

28. Gördüm ki; yeryüzündeki bütün insanları ya din (dünya görüşü, ideoloji) ya da fıtratta (yaratılışta, insan olması hasebiyle) kardeş bilmek lazımdır. Bütün varlıklar, canlı yahut cansız olsun o “En Yüce Varlık”ın meydana getirdiği, can verdiği mahluklar (yaratıklar)dır. Hiçbir insan, hiçbir canlı veya cansız varlık, boş, anlamsız ve gereksiz olmayıp, hepsi bir hikmete binaen halk edilmişlerdir. Hikmetinden sual olunmayacak tek varlık “Allah”tır.

29. Öğrendim ki; insan için emeğinden, çalışmasından (illȃ mȃ se’ȃ) başkası yoktur ve imkȃnları-gücü nispetinde elinden gelen dışında hiçbir şey daha değerli değildir. Mülk (yeryüzü ve içindeki her şey ve elbette tüm Kainat) O’nun mülküdür. Biz O’nun dileği ve izni ile bu Evren’de intifa (faydalanma) hakkına sahip olduk. Bu hakkı helal-haram ölçülerine ve başkalarının da hakkına riayet ederek, onları da düşünüp faydalandırarak kullanmak durumundayız.

30. Gördüm ki; yeryüzü kaynakları sınırlı, ama ‘ham, ıslah edilmemiş, terbiye olunmamış’ insan istek ve arzuları sınırsızdır. Örneğin ‘deniz kenarında bile olsak, suyu yeteri ve gereği kadar kullanmalı’; yeryüzünü bir ibadetgȃh bilmeli ve kirletmemeye özen göstermek durumundayız. Bizden sonrası tufan değildir ve gelecek kuşakların da hakkı vardır.

31. Öğrendim ki; laiklik (sekülerizm, dünyevileşme) ve ruhbanlık (mistisizm) ifrat ve tefrit olup ikisi de fuhşiyattır, aşırılıktır, yoldan sapmadır. Bütün yeryüzü mescid (secde edilen yer), cȃmi (toplanma mahalli) olup din adamı, ruhban diye ayrı bir sınıf, meslek yoktur, olamaz. ‘Her konuda bir bilenden daha fazla bir bilen vardır” düsturu gereğince İslam’ın da bilenleri, öğretmenleri, alimleri, bilginleri elbette vardır ve Allah’tan gereğince korkup sakınanlar (takva sahipleri) da, (elbette ilmiyle amîl) ilim sahipleridir. Din yani İslam, kesinlikle bir kişinin, bir zümrenin, bir meslek grubunun tekelinde değildir, onların geçim sağladığı ve istismar edebileceği bir alan değildir, olamaz da.  

32. Anladım ki; İnsanın fıtratı kadar eşyanın tabiatı da Allah’ın bir kaderidir, takdiridir. Allah’ın eşyaya yani tüm Kainata verdiği özellikler, koyduğu yasalar (Sünnetullah) mü’min, münafık, kafir herkesi bağlayıcıdır, hiçbir canlı ve cansız mahluk bunun dışında değildir. Bu nedenle kendi nefsimizi (enfüs) ve kendi dışımızdaki dünyayı (ȃfak) bilmeye, öğrenmeye ve anlamaya çalışmak (ilim, bilim) vaciptir, farzdır.

33. Gördüm ki; Allah’a ibadet (kulluk), sadece belirli ibadet biçimleri (ritüelleri) ile sınırlı olmayıp bütün bir hayatı kapsayıcı ve kuşatıcıdır. İbadet, Kur’an’da açıkça belirtilen helal ve haramlara (azaltmadan, arttırmadan) riayetle, ifrat ve tefrite vardırmadan hayata dair her alanla ilgilenmek, dolu dolu ve capcanlı bir ömür sürmektir. Aynı zamanda hayatın, insanların içinde, tüm sorunlarla, konularla yüzleşmek, uğraşmak, emek sarfetmek, farkında olmak, farkındalık yaratmak ve farklı olabilmektir. İbadet bu canlılık, performans, dinamizm ve olabildiğince geniş bir perspektiften anlaşılmazsa, heyecanını ve kalitesini zamanla yitirir, sıradanlaşır, donuklaşır, ölgünleşir, solgunlaşır, cılızlaşır ve (maazallah-Allah korusun) kaybolabilir.

34. Anladım ki; yüzyıllardır nafile ibadetten yalnızca namazı, orucu, yüzeyinden anlamadan Kur’an okumayı anlayanlar; hayatın her alanıyla ilgili okumak, araştırma yapmak; insana ve hayata dair güzel, faydalı, iyi şeylerle uğraşmak; yeryüzünün imarı ve daha adaletli, daha yaşanabilir, daha müreffeh bir yer haline gelmesi için didinmek; Allah’tan başka kimseye boyun eğilmediği ve tüm boyunların (insanların) açık ve gizli kölelikten, sömürüden kurtulduğu bir dünya için cehd etmek (cihad) farzıyla uğraşsalardı (ki, bin nafile, bir farza eşit değildir aslında) nafileye vakitleri bile kalmazdı. İşte o zaman bütün dünyadaki insanlar İslam ile olması gerektiği gibi muhatap olur, kararını ona göre verip tercihini daha sağlıklı yapma imkanına kavuşurdu. Yeryüzü zulümle, sömürüyle, haksızlıkla bu kadar dolmaz; müslümanlar kendi topraklarında, yaşadıkları yerlerde iç ve dış sömürgecilerin, işbirlikçilerin işgal, yıkım, hırsızlık, rüşvet, soygun ve talanına uğramaz; işsizlik, iç ve dış borç, eğitimsizlik, fahiş zam ve vergilerle bunaltılmaz, yaşadıkları yerleri ölümü göze alma pahasına bırakıp üstelik de asıl soyguncuların, sömürücülerin yaşadığı yerlere gitmek zorunda kalmazlardı.

35. Gördüm ki; Müslüman’ın, mü’min’in en doğru tanımlarından biri “velev ki müslüman, mü’min olmasın, bütün insanların canından, malından, ırzından emin olduğu kişi” tarifidir. ‘Eline, diline, beline sahip’ olan müslüman, mü’min; bir kişinin bile kaybına, gözden çıkarılmasına, telef edilmesine, kendine yazık etmesine, zarar vermesine gönlü razı gelmez-gelemez. Bu anlamda “kimsesizlerin kimsesi” Devlet’tir ve özellikle ‘İslam Devleti’dir. Devlet, sorumlu olduğu her bir ferdin; madden-manen mutlu ve huzurlu, geleceğe güvenle bakan ve kendini her yönden geliştirmesine-tekȃmülüne imkȃn hazırlamakla sorumludur, mecburdur.

36. Öğrendim ki; kim olursa olsun ‘zalime karşı ve mazlumun yanında’ olmak durumundayız. “Velev ki zalim de olsa, sultana-yöneticiye itaat vaciptir-zorunludur” diyenlere kulak verilmez, itibar edilmez. Her topluluğun, yapının, teşekkülün başında olan herkes, aynı diğer fertler gibi bu görevin geçici ve emanet olduğunu bilmek ve herkes gibi hakk’a-hukuk’a (şeriat’e), helal-haram’a uymak zorundadır. Elbette sorumluluğu ve yükümlülüğü büyük olanların ecirleri ve mükȃfatları da büyük olacaktır. Bu anlamda ahirette, Cennnet ve Cehennemde de aynı şekilde farklı dereceler, katmanlar, bölümler olduğu zannındayım.

37. Anladım ki; İslam Topluluğu’nun (Ümmet, Millet, Cemaat) sıkıntılarının, sorunlarının asıl nedeni harici değil dahilidir. Her başarısızlığı, yenilgiyi, olumsuzluğu başkalarına, özellikle İslam olmayanlara bağlamak ve atmak çözüm getirmediği gibi topluluğun başındaki sorumluluk mevkiindekilerin işine gelmekte, başarısızlık ve beceriksizliklerini gizlemekte, işledikleri cürümleri kapatabilmektedirler. Topluluğun insan ve ekonomik kaynaklarını hem kendileri gasp etmekte, zimmetlerine geçirmekte hem de dahili ve harici işbirlikçileriyle paylaşmaktadırlar. Topluluklar, bu tağuti-hegemonik güçler ve özellikle topluma vaziyet eden saygınlığı olan kişiler (aydın, akademisyen, molla, hoca efendi, diyanet görevlileri, dede, şeyh, ilahiyatçılar vb.) marifetiyle yanıltılıp avutulmakta, uyutulmakta, uyuşturulmakta, etkisizleştirilmekte ve sömürülmektedir.

38. Gördüm ki; dün olduğu gibi bugün ve yarın da (kıyamete kadar) İslam’dan başka doğru yol, çıkış, çözüm ve felȃha erme imkȃnı yoktur, olmayacaktır da. Çözüm diye insanlığın önüne konan her beşeri ideoloji (ulusalcılık, milliyetçilik, demokrasi, liberalizm,  vb.) yeni açmazlar, yeni çıkmazlar, yeni sorunlar üretip insanın ve yeryüzünün ifsadına (bozulmasına) ve daha çok kan dökülmesine yol açmaktan başka bir sonuç üret-e-meyeceklerdir. Kur’an’ın tek rehber, Allah’ın son elçisi’nin tek önder (güzel örnek) oluşu değişmeyecektir. Dünyada, geçmişte ve günümüzde var olmuş tüm dünya görüşlerinde parça parça da olsa güzellikler, doğrular bulunmasına karşın bütün güzellikleri, doğruları tümüyle içerisinde barındıran sadece ve sadece İslam’dır. Zamanı ve mekanı kuşatamayan, sınırlı olan, kendi bedenine bile hükmedemeyen, en küçük bir canlıyı (örneğin sivrisinek) dahi yaratmaktan aciz insan, kim oluyor ki Allah’ı unutup, elçilerine kulak vermeyip, İslam’a (tek doğru yol) itibar etmeden, ȃleme nizam verecek, yeryüzünde adaleti, hürriyeti, kardeşliği, barışı, esenliği ve huzuru sağlayacak. Güneş olmadan, su olmadan, hava olmadan yeryüzünde yaşam nasıl mümkün değilse, buna da imkȃn ve ihtimal yoktur.

39. Öğrendim ki; Allah’ın varlığı, birliği dahil her şey ama her şey konuşulabilir, tartışılabilir. Bir an için şöyle düşünmek lazım, İslam olmasa idi ne olurdu, neleri kazanır, neleri kaybederdik. İslam bize ne katıyor, ne kaybettiriyor. Allah, mesajında “Kur’an’ı güçlük çıkartmak, zahmete sokmak için değil; karanlıklardan çıkarıp aydınlığa kavuşturmak, üzerimizdeki ağırlıkları azaltmak ve kalbimizi (aklımızı) inşirah ettirmek (ferahlatmak) için” bize ilettiğini söylediğine göre, İslam’ın vaȃd ettiklerini ve kattıklarını bir düşünelim istiyorum. Hangi şey iyi, güzel, doğru, hayırlı, yararlı da İslam onu men etmiş; hangi şey zararlı, kötü, çirkin ve yanlış da İslam onu tavsiye etmiş. Bir tane örnek gösterebileceğimizi zannetmiyorum.

40. Anladım ki; Allah, taa ilk insanlardan beri sadece elçilerini (ya da rivayete göre on kişiyi: aşere-i mübeşşire) değil, onlar vasıtasıyla tüm insanları sahih iman ve salih amel sahibi oldukları takdirde cennetle müjdelemiş, cehennemle de uyarmıştır. İslam herkese, insan yeryüzünde var olduğundan beri bilaistisna tüm insanlara açıktır, hiç kimseye üvey muamelesi yapmadığı gibi hariç de tutmamıştır. Dileyen, isteyen herkes İslam’ın mensubu, müntesibi olabilir. Dileyen Rahman’ın kulu; dileyen de heva ve hevesinin veya başka canlı ve cansız varlıkların kulu olabilir; isteyen Allah’ın hizbi (taraftarı, bağlısı), dileyen de Şeytan’ın hizbi olabilir, izinden gidebilir. Cehennem ve Cennet, dileyen herkesi alacak genişliktedir. Kimse kimseyi (şeytan dahil) zorla Cehennem’e sokamaz, itemez; zorla da Cennet’e dahil edemez.

41. Gördüm ki; Fırka-i Naciye’den (kurtulacak topluluk’dan) olmak için, yalnız ve yalnız Allah’a hiçbir sıfatıyla eş koşmadan ve İslam’ı yalnızca Allah’a has kılarak, İslam’dan başka hiçbir dünya görüşü, din, felsefe, yaşam tarzına itibar etmeden, prim vermeden sahih (dosdoğru, yalnız Kur’an’ı esas alan) bir iman ve salih (güzel, faydalı, iyi, doğru) amel (davranış, pratik) sahibi bir mü’min, müslüman olmak yeterlidir. Samimiyet, kanaatkarlık, mütevazilik bu mü’minlerin vasfıdır. Bu mü’minlerin bir vasfı olan “mȃ’ruf’u (helal, iyi, güzel, doğru, hayırlı her şey) emretme (öğütleme, tavsiye etme) ve münker’den (günah, kötü, çirkin, yanlış, şerli her şey) nehyetme (sakındırma, vazgeçirme)” konusunu biraz açmak gerekir. Farz olan ve her daim, her an yapılması gereken işlerden olan bu iki hal, yalnız emirlerle, direktiflerle, yasaklarla, kaba kuvvetle, baskı ve zorlama ile yapıl-a-maz. Aynı İslami tebliğde olduğu gibi güzel söz ve hikmetle, güzel ahlakla, güzel örneklerle, yalnız lafla değil işle, hȃl dili ile de yapılmalıdır. Yasaklar, kısıtlamalar, cezalar elbette olacak ama onlar son çare olarak düşünülmeli ve arızi, istisnai olmalıdır. Allah insanlara akıl ve irade vermiş, seçme ve karar verme hürriyeti tanımış, hata ve günah işleme imkȃnı tanımışken bize ne oluyor ki, yeryüzünün bir cennet ve burada yaşayanların da melekler olduğu zehabına kapılıyoruz. Bu konu ‘kıldan ince, kılıçtan keskin’ ve hassas bir konudur ki, ‘anlayan anladı, anlamayan, anlamak istemeyen de yolda kaldı’ sözüyle iktifa edelim, yetinelim.

42. Öğrendim ki; İslam’da akletmek, fikir üretmek, farklı fikirlere (mezhep, yol, ekol) sahip olmak ve bunları ifade etmek asıldır, vaciptir. Milyarlarca insan, milyarlarca dünya, milyarlarca alem, milyarlarca duygu ve düşünce olabilir demektir. Eleştirinin, muhalefetin, farklı bakış açılarının olmadığı topluluklar cemaat (toplum) değil, cemadat’tırlar (cansız, ölü varlıklardır). Bir kişinin ve topluluğun hayat belirtisi; fikir yürütebilmesi, üretebilmesi, muhakeme ve mukayese yapabilmesi, içtihad edebilmesindedir. Tabu ve dogmalar oluşturulur, aykırı ve sıra dışı fikirler, bakışlar yasaklanır, engellenir ve susturulursa, daha doğru düşünebilmek ve kendimizi gözden geçirme, düzeltme imkȃnından da mahrum kalırız. Kendi dünya görüşüne, fikirlerine güvenemeyen, ürkek ve korkak kişiler; baskılarla, yasaklarla, cezalandırmalarla bu açıklarını, yetersizliklerini ve hatalarını kapatma, örtbas etme yoluna giderler.

43. Anladım ki; düşünebilen, iradesine ipotek konmamış, kendi başına karar verebilen ve tercih yapabilen, aklını hiç ama hiç kimseye teslim etmemiş fertlerle sağlıklı, kaliteli, keyfiyetli topluluklar (cemaat, örgüt, parti, ümmet, millet, halk) oluşabilir, oluşturulabilir. Kişilerin vazgeçilmez, yeri doldurulamaz addedildiği, her sözünde ve amelinde hikmet arandığı topluluklar kemmiyet itibarıyla (sayıca) üstün gözükseler de, gerçekte sağlam, sağlıklı ve İslami olmayan bir zemine oturmaktadırlar. Bu cemaatlerde rahmet değil sadece çokluk, çoklukla öğünme, avunma (tekȃsür) vardır. Üyelerini, bağlılarını, müntesiplerini olumlu yönde geliştirmedikleri gibi, o topluluk da birbirine ayna olma, uyarma ve kontrol etme mekanizmaları yoktur. Bilgili, bilinçli, ahlaklı, özgüveni olan fertlerin oluşturduğu cemaatlerde fert cemaate güç katar, cemaat de fert/lerden güç aldığı gibi onları organize eder, kişilik ve kimliklerini yok etmez, geliştirmesine olanak verir.

44. Gördüm ki; her insanın bir ömrü, eceli, süresi, zayıf ve kuvvetli dönemleri olduğu gibi topluluklar da, devletler de, medeniyetler de aynı kurala tabidir. Allah’tan başka hiçbir varlık, ebedi değildir ve olamaz. Yalnız Allah fȃni değil, Bȃki’dir. Her ‘yaratılmış’ın zayıf, kusurlu, eksik bir-birçok tarafı, yönü vardır. İnsandan hata, günah, aşırılık sadır olabilir. Allah ise Mükemmel’dir, Kusursuz’dur, Eksiksiz’dir. O Mutlak Galip’tir. Kainatta hiçbir şey, O’nunla boy ölçüşemez, O’nu aciz bırakamaz. Gözler O’nu göremez ama bütün gözleri ve o gözlerin gördüğünü görür. Hiçbir kimse O’nu gereği gibi takdir edemez, yalnız O her şeyi takdir eder (kader belirler, her şeye özelliklerini verir). Bir şeyin olabilmesi için O’nun dilemesi yeterlidir.

45. Öğrendim ki; Onun nezdinde İslam’dan başka din (ideoloji, dünya görüşü, felsefe, yaşam tarzı) yoktur. Dünyada insan hayatı başlayalı, taa Adem babamızdan-atamızdan beri bu böyledir. Adem ve eşi müslüman-mü’min-muvahhid-mücahid-muttaki olduğu gibi, Nuh, İbrahim, Yakup, Yusuf, İshak, İsmail, Davut, Süleyman, Musa, İsa ve son elçi Muhammed de Adem gibi idi. Hepsi aynı yolun (İslam’ın) yolcuları olup Allah’a çağırmış, O’nun bildirdiklerini O’nun kullarına iletmişlerdir. Son elçi ile o güne kadar olan her şey aslına irca edilmiş, tekrar rayına oturtulmuştur. Ve ezberle yazıyla olsun en azından metin olarak ne bir eksik ne bir fazla zapt-u rapt altına alınmıştır. Artık kıyamete kadar bütün insanların muhatabı Kur’an; rol modeli, güzel örneği (usvet’ul hasene) Muhammed’dir. Son elçiden daha dindar, daha razı olunan bir kul olunamayacağı gibi, bir insan olduğu unutulmadan yani İsa’ya-Musa’ya yapılanları yapmadan sevmeli, dinlemeli ve “müslümanların tarihi”nde bugüne kadar yaşananlardan dersler çıkarmalıyız.

46. Gördüm ki; her topluluğun başındaki kişi-kişiler o topluluğun içindekilerden biri gibi olmak, onlarla varlığı yokluğu, tasayı kıvancı paylaşmak ve sorumlu olduklarının yönetimini bir ayrıcalık, bir üstünlük olarak değil de bir emanet olarak görmek durumundadır. Ehliyet ve liyakatli olması gerektiği gibi, İçlerinden en iyilerinden biri olmalı belki ama illa da en iyisi olmayabileceğini bilmelidir. İnsana akıl verilmiştir, ama başka insanlara da akıl verilmiştir. Her konuda bilgi ve tecrübesi olma imkanı olmadığı için bilenlerle istişare (şura, meşveret, danışma) kaçınılmazdır, şarttır, gerekliliktir. Yüke birlikte omuz verildiği gibi karşılıklı olarak biri diğerini, sürekli kontrol şarttır. Şeffaf, hesap verilebilirlik ve denetlenebilirlik elzemdir. Yönetim belirli bir süreliğine ve o topluluğun bütün üyelerine açık olmalıdır.

47. Anladım ki; insan olma ortak paydası yanında belirleyici, ayırt edici vasfım, kişiliğim-kimliğim İslam olmadır, müslüman, mü’min olmadır. İslam’ın bağlısıyım, taraftarıyım, müntesibiyim. Allah’ın Kur’an’da bildirdiklerine inandım (iman ettim, emin oldum), O’na aklederek, araştırarak, tahkik ederek, bilerek, isteyerek, hiçbir baskı ve zor olmadan, kendi hür irademle teslim oldum. Sünni, Şii, Alevi, Harici, Selefi filan değilim. Hz. Peygamber (a.s) sonrası tarihi seyir içinde oluşan-oluşturulan isimlere, tanımlamalara itibar etmiyorum. İtikadda mezhebim olmadığı gibi, davranışlarımda (amellerimde) bilinen, bildiğim mezheplere (hak dört mezhep diye bir takıntım yok) ait görüşlerle hareket ediyorum. Allah’tan başka Kutsal tanımadığım gibi, muhafaza edilmesi gerekenler dışında muhafazakȃr değilim. Kavmiyet olarak da Türk’üm ama Türkçü, Milliyetçi değilim.

48. Gördüm ki; herkesin bir rüyası, hayali, ütopyası olur-olmalı, benimki de müslüman olarak yeryüzündeki bütün insanların (müslüman olsun olmasın, fark etmez) korunması gerekli değerlerinin korunduğu; adaletin ve barışın hȃkim olduğu; Hakk’ın Batıl’a gȃ’lip (üstün) geldiği; kötülüğün, zulmün, ahlaksızlığın, sömürünün asgari ve minimum olduğu, bütün güzelliklerin, iyiliklerin azami ve bolca olduğu; kısacası ‘Cahit Sıtkı”dan ilhamla “öyle bir memleket (dünya) isterim ki,  kardeş kavgasına bir nihayet olduğu, kış günü herkesin evi barkı, ekmeği suyu olduğu, olursa bir şikayet ölümden olduğu” bir dünyadır. Böyle bir dünya için cehd (cihad, uğraş, gayret, didinme) etmeye değer ve de hayali bile güzeldir.

49. Öğrendim ki; ne kadar bilirsek bilelim, ne kadar tecrübe sahibi olursak olalım, yeni şeyler öğrenmeye ve bildiklerimizi gerektikçe tekrar tekrar gözden geçirmeye mecburuz. Tabu, dogma, tartışılması yasak olan hiçbir konu olmaz-olamaz. İlkeli, tutarlı bir insan olarak bizi biz yapan doğrularımız, sabitelerimiz, muhafaza ettiğimiz şeyler olması gerektiği-olabileceği gibi mütemadiyen her fırsatta, her vesile ile kendimizi otokontrol ve otokritik yapmaktan alıkoymamalı, özeleştiri hanemizi hep açık tutmak zorundayız. ‘Analarımızın karnından hiçbir şey bilmez şekilde’, sadece içgüdülerimizle doğduktan sonra yaş ilerledikçe hem öğrenci, hem de öğretici konumuna bürünürüz. Ölmeden önceki an, en bilgili ve tecrübeli olduğumuz andır. Ne kadar bilirsek bilelim her zaman bir fazla bilen vardır ve ‘En fazla Bilen’ de Allah’tır. Her şeyin en doğrusunu da O bilir.


50. Anladım ki; 50 yılda hayatımın anlam ve amacı (rahmetli Necip Fazıl’dan ilhamla) “Sahih iman ve salih amel sahibi bir müslüman-mü’min olarak Allah’ı razı etmekmiş / Marifet bu, gerisi yalnız çelik-çomakmış”. 
“… Rabbimiz, unutur ya da yanılırsak bizi sorumlu tutma! … Bizi affet, bizi bağışla, bize acı! Sen bizim Mevlamızsın …”

1 yorum:

  1. YAŞ VE EDEBİYAT İLİŞKİSİ
    "Bu iş, 'sittin sene' olmaz" sözünü öteden beri farkında olmadan kullanırken gün geldi, 'sittin sene' ifadesinin 'altmış sene' demek olduğunu farkettim, meğer araplarda ortalama ömür altmış seneye takabül ettiği için "bu iş, hayatta yani ömrü billah olmaz" anlamına geliyormuş. Türkçe'de ise "yaş yetmiş, iş bitmiş" diye bir deyim var. Şair Cahit Sıtkı Tarancı da belki bu deyimden hareketle "Yaş otuz beş! Yolun yarısı eder" demek istemiştir "Otuz Beş Yaş" şiirinde. Öyle demiş demesine de şair 46 yaşında hayata gözlerini yummuş. Aşık Ruhsati de "Daha Senden Gayri" türküsünde "Çok yaşayan yüze kadar yaşıyor, Gel de bu rüyayı yor deli gönül" demiş. Yine bir başka şair olan Ümit Yaşar Oğuzcan da belki de bu türküden hareketle yolun yarısının günümüzde artık 50 yıl olduğunu düşünmüş olmalı ki, yaşı 50'ye vardığında bir durup düşünmüş, "50 Yaş" şiirini yazıp "Ne zaman baksam çevreme elli yıl sonra" demiştir. (https://www.youtube.com/watch?v=2KUTuPX6hFM) Ne dersiniz? Yolun yarısı artık elli mi? Elbette doğrusunu Allah Bilir (Allah'ul Alem).

    YanıtlaSil