Zulmü İfşa
Birkaç ay önce e-posta kutusuna bir
slayt sunusu gelmişti. Bedevi isimli bu sunuda anlatılan öyküyü okuduğumda beni
hayli düşündürmüştü. Size de aktarıp paylaşmak istiyorum izninizle.
Çölde devesinin üzerinde yol almakta olan
bir bedevi, güçlükle yürüyen ve susuzluktan dudakları kurumuş bir adama
rastlamış. Adam onu görünce su istemiş. Bedevi devesinden inmiş ve adama su
vermiş. Suyu içen adam susuzluğunu giderip biraz kendine gelince, birden
bedeviyi kenara iterek deveye atladığı gibi kaçmaya başlamış. Bedevi arkasından
bağırmış. “Tamam, deveyi al git ama senden bir ricam var. Sakın bu olayı
kimseye anlatma!”. Bu isteği tuhaf bulan hırsız biraz duraklayıp, merak ederek
nedenini sormuş. Bedevi demiş ki: “Eğer bu olayı başkalarına anlatırsan,
kulaktan kulağa yayılır ve insanlar bir daha çölde yardıma muhtaç birini
gördüklerinde yardım etmezler”.
Öyküyü anlatan sonuna küçük bir şerh
koymayı da ihmal etmemiş. “Bedevi gibi derdimiz deve değil de, kötülüğün
yayılmaması olsaydı, millet olarak şimdiye dek çok şeyi halletmiş olacaktık”.
Geçenlerde, yıllardır mutad olduğu üzre,
her sabah namazı sonrası Kur’an’dan bir miktar okurken Nisa 148. ayeti
okuduğumda bu öykü aklıma geliverdi. Yıllarca bu ayeti defalarca okuyup
geçmiştim, fakat bu anlama gelebileceği doğrusu hiç aklıma gelmemişti. Bahse
konu olan ayette “La yühibbullahülcehre bissu’i minel kavli illa men zulime, ve
kanallahü semiy’an ‘aliymen – Allah zulme uğrayan kimseden başkasının, kötü
sözü açıklamasını sevmez. Allah işitendir, bilendir” deniliyordu. Ayetin
dipnotunda da “kötü bir söz ya da eylemin bizzat zarar gören tarafın dışında
ifşa edilmesi kargaşaya yol açacağından, ayette sözü edilen ilkeye uygun
hareket etmek gerekir” şeklinde bir de açıklama vardı. (Kur’an-ı Kerim Türkçe
Anlamı, Şaban Piriş, İlkbahar yay., 2002, İstanbul)
Öncelikle öyküde bahsedilen bedevinin
gerek yardımseverliği ve gerekse de hikmetle birebir örtüşen bakış açısının,
bedeviliğin değil de medeniliğin, İslami edep ve terbiyenin, İslam ahlakının göstergesi
olduğunu not düşeyim. Ve yine öyküdeki bedevinin tutum ve davranışı, “Bedevilik”
kavramının tarifinde yer alan “İslam’ın yetiştirmek istediği nezaket sahibi,
aşırılıklardan kaçınan, haddini bilen, edep denilen ahlaki sınırlara
riayetkarlığın kendisine çok yakıştığı İslam cemiyetine aykırı düşen bir tutum
ve davranışlar yumağı”ndan olmayıp tam aksi istikamettedir. Öyküdeki bedevinin
sadece ismi bedevi (çölde çadırda yaşayan göçebe arap) olup, düşünce ve
davranışı medeni(İslami)dir. Adam diye bahsedilen kişinin ise iyiliğe kötülükle
karşılık vermesi hasebiyle sadece ismi adam (adem) olup aslında insan
müsveddesi demek daha doğrudur. Gelelim esas meseleye, öykünün en can alıcı
noktasına, kıssadan hisseye.
Günümüzde bahsini ettiğim öykünün
gönderilme vasıtası olan internet dahil mevcut bütün iletişim ve haberleşme
araçları, ma’ruf (iyi, güzel, yararlı, helal) şeyleri tedavülden ziyade ne
yazık ki ağırlıklı olarak münker’i (çirkin, kötü, zararlı, haram), fuhşiyyatı
(aşırılığı, hayasızlığı) ve mefsedeti (ifsad eden, bozan, çürüten, kokutan
şeyleri) insanların gündemine, dikkatine, duyularına sunmakta; tedavüle
sokmakta, dağıtımını ve pazarlamasını yapmaktadırlar. Kötü, çirkin, hayasız söz
ve fiilleri haber konusu yaparken de allayıp pullayarak, albenili hale
getirerek savunmasız çocuklara; arzu, istek ve hayalleri yoğun, düşüncelerinden
ziyade duyguları ön planda olan, merak ve ilgileri canlı olan gençlere; ciddi
bir birikimi ve ahlaki altyapısı olmayan erişkin insanlara arz etmekte, servis
yapmaktadırlar. Arz talep diyerek, insanları ikaz ve ihtar anlamında ibret olur
diyerek masum, iyi niyetli görüntüyle olsa bile kötülüğün ifşası, yayılması,
yaşadığımız topluma ve dünya geneline bakıldığında hayır değil şer getiriyor.
Kötülüğün, kötülerin teşhiri, tasviri genel ve ideolojik boyuttan uzak bir
şekilde ele alınırsa, ferdi ve toplumu daha ahlaklı, daha iyi, daha duyarlı
kılmıyor. Hatta batılın (kötülüğün) tasviri yani ayrıntılı ve özenilecek,
özendirecek tarzda anlatımı safi (saf, temiz) zihinleri ifsad ediyor, bozup
kirletiyor. Zihni karmakarışık olmuş, kirlenmiş biri iyiliğe, güzelliğe, hayra
yönelir mi? Mütemadiyen kötülüğün dillendirilmesi, yaygınlaştırılması,
insanları birbirine iyilik etmede, yardımlaşmada ürkek, korkak, isteksiz ve
edilgen yapmaz mı? Büyükşehirler başta olmak üzere bugün yaşadığımız tam da bu
hal değil mi? Kötülüklerin, çirkinliklerin bombardımanına maruz kalan insanlar
herkese ve her şeye şüpheci yaklaşıp uzak, kenar durmayı tercih etmiyor mu?
İnsanlar yolda kalmış birini başına bir şey gelebilir endişesiyle arabasına
almamakta, ihtiyacı olup da dilenenlere ‘meslek edinmiştir, varlıklı olduğu
halde dileniyor olabilir’ diyerek üç kuruş yardımı esirgemekte, zor durumda ve
etrafından yardım isteyen, yardıma muhtaç birine kayıtsız kalabilmekte ve daha
nice nice komplocu, kuşkucu yaklaşım örnekleri sergilenebilmektedir. Yıllar
önce bir büyük şehirde, bir bayram günü şeker toplamaya çıkmış ikisi kız üç
çocuk kaybolmuştu. Yaklaşık bir yıl kadar bu olay aydınlatılamamış, sonrasında
özel bir polis ekibi olayı çözmüş, çocukların cesedi bir başka şehirdeki bir
barajın kıyısında bulunmuştu. Meğer o üç masum sabi, evlerinin bulunduğu sokağa
yakın bir sokakta şeker toplamaya çıktıklarında, o evlerden birindeki bir cani
tarafından tecavüz edilip öldürülmüştü. Medyada günlerce yer alan bu olayı
duyduğumda “eyvah, şimdi bu ülkede çocuklar bayram günü şeker toplamaya
çık-a-mayacak artık” demiştim. Zulmün, kötülüğün, ahlaksızlığın sürgit her
vesileyle gündemde tutulması, birtakım tehlikelere dikkat çekip uyanık olmanın
ötesine geçip tam zıt istikamette kötülüklerin her yeri kapladığı zehabına
kapılınmasına, kötülüklerle ve kötülerle başa çıkmanın neredeyse imkansız
olduğu düşüncesine sebebiyet verebilir. Ayrıca kötülüklerin olağan görülüp
kanıksanmasına yol açabilir, duyarsızlaş-tır-ma gerçekleşebilir, birtakım
zihinlerde ilgi, merak uyandırıp tabir-i caizse “eşeğin aklına karpuz kabuğu
düşürebilir”. Yine bu arada kötü, çirkin, ahlaksız söz ve fiillerin reklamı,
propagandası yapılıp gündemi meşgul etmesi sağlanmış olur. Ferdi ve toplumu
birtakım tehlikelere karşı uyanık tutmak için, zaman zaman birtakım vesilelerle
uyarı, hatırlatma gerekebilir. Fakat kötülüğü her fırsatta gündeme getirmek,
gündemde tutmak, herkesin haberdar olmasını sağlamak, insanların iğrendiği,
tiksindiği bir pisliği alıp her yere bulaştırmakla, yaymakla eşdeğerdir. Nasıl
ki bir hastalık odağını, bir kanalizasyon atığını, bir çöpü, bir leşi alıp
herkese gösterip her yere yaymayı düşünmüyorsak, kötülük konusunda da aynı
tavrı sergilemek daha evla değil mi?
Ya hayır konuşalım, ya da susalım.
Ağzımızı (kulağımızı) hayra açalım. Batılın değil Hakk’ın galebe çalması,
kötülüğün ve kötülüklerin değil, iyilik ve iyilerin sayıca ve nitelikçe
artması, yeryüzünde şirkin değil de tevhid bayrağının her yerde dalgalanması
için uğraş vermesi (cihad etmesi) gereken ve iyiliğin, güzelliğin, hayrın
timsali olması gereken mü’minlere de bu yakışır.
Yaman Çelişki
Öğrencilik yıllarımda yaz tatillerinin
bir kısmını, Anadolu bozkırının kerpiç duvarlı, toprak damlı evlerinden
müteşekkil, doğduğum ve ailecek bir yaşında iken terk ettiğimiz köyde
geçirirdim. Köyden erkenden ayrılıp orda yaşamış olmasam da, sorulduğunda
kendini oraya nispet eden, harmanı hasadıyla, at arabası döveniyle, sapı
samanıyla, değirmeni bulguruyla, bağı bahçesiyle köy hayatını kısmen yaşayan
son kuşaklardan biriyim. Çoğu zaman yılda bir kez olsun gidip görmesem de, köydeki
dedemgilin evi artık virane hale gelmiş ve köyün mezarlığındakiler çoğalırken köyde
beni tanıyan/tanıdığım hısım akraba, insanlar bir elin parmakları kadar olsa da
o köy hȃlȃ benim köyüm.
Her neyse uzatmayayım. Çocukluk
çağından çıkıp delikanlılığa adım attığım yıllardı. Bir gün benimle yaşıt
dayımla köyün hemen yakınındaki bahçelere doğru yürüyüşe çıkmıştık. Dolaşırken
karşımıza bahçenin birinde tek göz odalı bir bağ evi çıktı. Dayım laf arasında önceki
gece burada ȃlem
yapıldığını söyledi. Kapının kilidi açıktı. İçeri girdiğimizde ağır bir alkol
kokusu geldi burnumuza. Sedirlerin altında çok sayıda boş rakı şişesi ve elma çuvalları
mevcuttu. Dayım, arkadaşlarından işittiğine göre yalnızca içki içilmediğini,
çalgı çalınıp kadın oynatıldığını ve hatta ȃleme katılanların o kadınlarla birlikte olduklarını da
sözlerine ekledi. Ertesi gün, günlerden Cuma idi. Köyün camisine gittik. Dayım
namaz sırasında müezzinlik yapan kişinin geçen gün bağ evindeki içki ve kadın ȃlemine katılanlardan biri olduğunu
söyledi. Şaşırdım kaldım doğrusu. Hani, köyün bekar kız ve erkeklerinin ağzına
pelesenk ettiği bir tekerlemeyi sıkça duyardım. “Çayırda kıldım namaz, o da
Hakk’a yaramaz, gençlikte yaptığımı, Kadir Mevlam aramaz”. Fakat bu durum ona
da uymuyordu. Zira bağ evinde sarhoş ve zinakar, Allah’ın evinde ise müezzin
olan o kişi genç, bekar biri de değil, evli barklı, çoluk çocuk sahibi bir
yetişkindi.
Hadi bu olay yıllar önce idi. Ve bu
kişi/kişiler köyde yaşayan ve doğru dürüst okuma yazması bile olmayan
kişilerdi. Ya şuna ne demeli. Anlatayım. Bir arkadaşım üç-dört yıl önce
anlatmıştı. Taşradaki üniversitelerden birinde profesör olan bu zat, yanında
eşi de olduğu halde bir firmanın sponsorluğunda gittiği Çin’den uçakla
dönüyormuş. Uçakta kendisine ikram edilen alkollü içkileri aldığı gibi hanımına
gelenleri de içtikten sonra çakırkeyf olmuş. Hosteslere şaka yollu da olsa laf
atmaktan, sözlü tacizden de geri durmuyormuş. Derken yemek servisi başlamış. Bu
zat (zerzevat mı demeliydim yoksa) kendisine ikram edilen menüdeki domuz eti
ihtiva eden yemeği görünce basmış yaygarayı. “Ben müslümanım, bana nasıl domuz
eti olan bir menü getirirsiniz, olmaz böyle şey” diyerek ortalığı birbirine
katmış.
Yüzde bilmem kaçı Müslüman diye bilir
bilmez herkesin konuştuğu bu ülkede genci yaşlısı, okumuşu cahili (lafın
gelişi), köylüsü şehirlisi, çiftçisi profesörü ezici çoğunluk böyle ne yazık
ki. Anadolu İslamı ya da Türk İslamı böyle bir şey mi acep diye insan kendini
düşünmeden alamıyor. “Bir elde kadeh, bir elde Kur’an; Bir helaldir işimiz, bir
haram; Şu yarım yamalak dünyada; Ne tam kafiriz, ne tam Müslüman” (Ömer Hayyam).
Bu dörtlük, halimizi dört dörtlük tasvir ediyor mu ne, fazla söze hacet
bırakmadan. Bir kez, Müslüman olarak kendini tanımlayan bir anne ve babadan
doğduysanız ve üstelik de Müslümanım diyenlerin kahir ekseriyeti teşkil ettiği
bir toplumda yaşıyorsanız, artık ne yapsanız bu Müslüman kimliğini üzerinizden
atamazsınız ve ona bir şeycikler de olmaz. Ne yapsanız gider, yaşarken İslam
tarağınızda beziniz olmasa bile aksi bir vasiyetiniz yoksa ‘merhumu iyi bilirdik’
denilip kefen bezine sarılarak bile defnedilirsiniz. Hatta imam herkes dağılıp
gittikten sonra bile, size kabirde edilecek(!) sualler ve cevaplarını,
kabrinizin başında kulağınıza fısıldayıverir. Bu konuda birbirinin kopyası gibi
olan bu toplumun ferdi olarak, hocadan aldığınız bu son kopya ile işiniz iştir(!).
Şaka bir yana bu toplumun ve genelde ümmetin ahvali cidden tam da böyle. Evde
başka, kamusal alanda başka; namazda başka gündelik hayatta başkayız. Kişisel
ibadetlerimizde Kur’an ve Sünneti kriter olarak alırken, konu ekonomik, sosyal,
hukuki ve siyasi ibadetlere gelince laik-demokratik-kapitalist dünya görüşünü
esas almaya başlıyoruz. Hele hele gitgide, laik-demokratik-kapitalist yaşam
tarzına doğru yol aldıkça dünyevileşme yaygınlaşıp içselleşmekte ve ferdiyetçilik,
bencillik, çıkarcılık alabildiğine özendirilip kışkırtılmakta. “İç bade güzel
sev var ise akl-i şuurun, Dünya var imiş yoğ imiş olmasın umurun” (Ömer Hayyam)
denilerek zevk, haz eksenli bir anlayış, yaşam tarzı serpilip gelişmekte. İnsan
(human), “bu benim hayatım, dünyaya bir kere geldim, dinsel, cinsel ve siyasal
tercihlerime kimse karışamaz, kime ne” diyerek ve tanrı dahil hiç kimseyi
hayatına karıştırmayarak istek ve arzularını ilahlaştırdı, kendisini hem tapan,
hem tapılan, hem abd hem de mabud haline getirdi. Bunu yaparken de eğer Müslüman
olarak kendini tavsif ediyorsa ne yardan ne serden geçmeden, ne şiş yansın ne
kebap diyerek İslamla diğer dinleri (dünya görüşlerini) telif etmeye çalıştı,
türlü çelişkilerle zihnini ve hayatını doldurma pahasına.
Bu çelişkilerin giderilmesi, zihnin Kur’an’a
göre yeniden inşasıyla ve zihni diğer dünya görüşlerine ait şeylerden
arındırmakla mümkündür. Fıtraten İslam olarak doğsak bile, yüzde yüzlere yakın
bir çoğunluğun kendini Müslüman olarak tanımladığı bu ülkede taklitten vazgeçip
tahkike, cehlimizi ilme, geleneksel olarak aldığımız şeyleri bilince, farkında
oluşa çevirmek, yöneltmek durumundayız. Tabii ki İslam olma (teslim olma)
iddiamızda samimi ve kararlı isek. Aksi halde fert ve toplum (ümmet, millet)
olarak her türlü yaman çelişkilerden kurtulabilmemiz mümkün olmadığı gibi,
ölümden sonra da diriltilip hesaba çekildiğimiz günde “Müslümanlardanım”
iddiasını kanıtlamak, ispat sadedinde sözler sarf etmek mümkün olmaz ne yazık
ki.
selamun aleykum.
YanıtlaSilişte bende internette bu slaytı arıyorum ve bulamıyorum.lütfen bana gönderir misiniz çok acil.