ÖZGÜR DÜŞÜNCELER
IX.
Devletin Varlık Gerekçesi Nedir?
Osmanlı’da devlet, bir ailenin (hanedanın) elinde ve kontrolünde idi. İmparatorluk olduğu için de bünyesinde farklı etnisite, din, mezhep, meşrepte topluluklar bulunuyordu. Devlet ve din elele, iç içe idi. Ele geçirdiği topraklardaki gayri müslim ahaliden çocuk yaşta olanların bir kısmını ‘devşirilmek’ üzere alır, ‘Pay-i Taht’ta kendi istediği doğrultuda yetiştirir, yeniçeri ya da memur (kapıkulu) olarak devletin çeşitli kademelerinde istihdam ederdi. Hatta sadr-ı azamlığa (bir nevi başbakan) kadar yükselebilme şansı tanırdı. İmparatorluk sınırları dahilinde yaşayan ahali (teba) devlete itaat ve vergisini (müslimlerde asker dahil) vermek kaydıyla inancında, yaşayışında, hak hukukunda büyük ölçüde serbestti. Bu açıdan Osmanlı’yı kozmopolit bir yapı olarak cumhuriyete nazaran daha özgürlükçü bulmuşumdur. Tanzimat’la bu durum yavaş yavaş değişmeye başladı. Osmanlı’nın tarih sahnesinden çekilip Anadolu ve az biraz da Rumeli topraklarında, Milli Mücadele sonucu kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde ise hemen her şey radikal biçimde değişti. Osmanlı’yı bir bütün olarak korumak için yola çıkan İttihat ve Terakki, zaman içinde bunun mümkün olamayacağını anlayınca Türkçü kanat öne çıktı. Fakat Almanya ile kurdukları ittifak yenilgiye uğrayınca dağıldılar, en son İzmir suikastı teşebbüsü akabinde de hemen tümüyle tasfiye edildiler. Ama onların taşıdığı bayrağı bir başka şekliyle Kuvay-ı Milliye’ciler devraldı.
Yeni devleti kuranlar “Devlet-i Âl-î Osmanî”nin küllerinden doğduğunu belirtseler de kadrosu, gelenekleri, refleksleri gibi birçok noktada ona benzeyen, onunla ilgi ve ilişiği (iltisakı) olmadığını ısrarla beyan etseler de, bir oğulun babasını reddetmesi örneğinde olduğu gibi birçok açıdan ona benziyordu. Benzemeyen en önemli yönlerinden biri imparatorlukların yıkılıp her etnisitenin kendi ulus devletini kurduğu bir dönemde, Türkiye Cumhuriyeti de bu doğrultuda hareket etti. Yeni bir ulus inşası için düğmeye bastı. Yirminci yüzyıl başları milliyetçiliğin, pozitivizmin revaçta olduğu ve her şeye sirayet ettiği bir dönemdi. Türkiye Cumhuriyeti de 'Büyük (Ulu) Önder' Mustafa Kemal Atatürk’ün rehberliğinde bir ulus inşasına başladı. Geçen zaman içinde tehcir, katliam, savaş, mübadele ve daha birçok yolla Anadolu’nun etnik ve dini açıdan arındırılması (homojenize edilmesi) büyük ölçüde sağlanmıştı. Geriye bunun devam ettirilip tamamlanması kalıyordu. Cumhuriyet’in ilanından bugüne kadar olan bitenleri bir de bu açıdan okuyabilirsiniz. Cumhuriyet rejimi için elinde devşirebileceği fazla bir gayri Müslim ahali olmadığına göre Müslüman ahaliyi değiştirip dönüştürmek (devşirmek) dışında bir seçenek de yoktu.
Evet devlet artık teba, kul istemiyordu ama onun da istediği makbul vatandaş, iyi yurttaş modeli vardı. Bu uğurda o kadar ileri gittiler ki, halkın kılık kıyafetini tepeden tırnağa, şapkadan ıskarpine kadar gardrobunu bile değişikliğe uğrattılar. Cumhuriyetin insan profilini kabaca tanımlamaya çalışırsak; Türk (Türk olmasa bile Türklüğü kabul edip kendi etnisitesini görünür, bilinir yapmayan, pratiğe dökmeyen), laik, Sünni, Batı medeniyeti taraflısı bir yurttaş, vatandaş. Bu tariften hareketle yeni devletin iç mihraklar (bir nevi düşman) diye tanımladığı toplum kesimleri bilhassa Kürt olup Kürt kalmakta ısrar eden Kürtler, laikliğe ya da jakoben laikliğe karşı olan sünni dindarlar, alevilerin bir kısmı, gayri müslimler ve sosyalistler (komünistler) olduğunu çıkarsayabilirsiniz. Kurulduğu tarihlerde yeni devletin başındaki lider, kurtarıcı-kurucu olması hasebiyle ‘tek (ve birinci) adam’dı, ‘ebedi şef’ti. Her şeyi belirleyen ve dizayn eden o ve çevresi idi. Muhalefet neredeyse sıfır hatta yok hükmünde idi. Milli şeflik döneminde de bu devam etti. Şef olan iki ismin arka arkaya ülkeyi 23 yıl bir nev’i demir yumruk altında yönetmesi, devletin tüm kademelerini kendileri gibi düşünenlerin doldurması, ikisinin yetiştiği kurumun da Türk Silahlı Kuvvetleri olması nedeniyle (bir iki istisna hariç cumhurbaşkanı Turgut Özal’a kadar) cumhurbaşkanları hep asker kökenli idi ve sisteme vaziyet ediyor, kontrol altında tutuyorlardı. Bu amaçla darbeler, muhtıralar, mektuplar, andıçlar, darbe süreçleri (rot balans ayarları), e-muhtıralar gırla gitti.
Aslında daha çok şey yazılabilirse de burada bırakıyorum. Bunları niye mi yazdım? Hadi Osmanlı’yı bir yana bırakalım, önümüzdeki sene Cumhuriyet 100 yılını doldurmuş olacak. Dile kolay bir asır. Asistanlık yıllarımızda klinik eğitiminde şeflik sistemi vardı. ‘Şef’in İlkeleri’ diye biraz da esprili maddeler vardı. Onlardan biri de “Şef’in odasına kendi fikirlerinizle girer, Şef’in fikirleriyle çıkarsınız” idi. Yazının bir yerinde Cumhuriyet Türkiye’sinin kurulma döneminde “iç mihraklar” olarak tanımladığı toplum kesimlerinin geçen bir asırda başlarına neler geldi, o gün nerdeydiler, şimdi ne haldeler? diye şöyle bir baktığınızda çok şey göreceksiniz. Birçok kişi ve anlayış değişse de, bazı şeylerin öyle kolay kolay değişmediğini de göreceksiniz. O gün için dışlanan, mahrumiyete, mağduriyete uğrayan kesimlerden bir kesimin iktidara taşındığını, devlete hatta devletin en tepesine hâkim olduğu da görüldü. Fakat heyhat ne yazık ki, o günkü devlet anlayışı, zihniyeti, mantalitesi o günkü kadar olmasa da kanaatimce esas itibariyle hâlâ bütün heybeti ve haşmetiyle duruyor.
Devletin varlık gerekçesinin halk olduğunu; halkın bütün kesimlerini olduğu gibi bütün farklılıklarıyla kucaklaması gerektiğini; halkın bütün bireylerinin eşit, adil ve özgür olması yani mutluluk, huzur ve refahı için çalışması gerektiğini; sahte ya da çakma Tanrı rolüne soyunmaması gerektiğini, laik-demokratik-sosyal ve hukuk devleti olmayı bir zahmet artık başarması gerektiğini anlaması gerekiyor. Yoksa ne mi olur, aradan yine yıllar geçer, biz olduğumuz yerde sayar, sonu gelmeyen kavgalarla boğuşmaya, her geçen gün insanlarının mutsuz, umutsuz olmaya devam ettiği, hatta ülkeyi terk etmeyi bile düşündüğü, “Allah’ım aklımıza mukayyet” ol deyip “oynatmaya az kaldı, doktorum nerde?” demeye devam ederiz.
Bu yazılanlardan sonra aşağıdaki fotoğrafa dikkatlice bir bakın lütfen, ne demeye, anlatmaya çalıştığımı anlarsınız. 100 yıl sonra “az gittik uz gittik, dere tepe düz gittik, bir de baktık ki bir arpa boyu yol gitmişiz” demek istemiyorum FAKAT…
Cumhuriyet sonrası devletin yurttaşına bakış ve muamelesini Nasrettin Hocamızın şu fıkrasına benzetebiliriz sanırım. "Hoca yolda bir leylek bulmuş. Almış onu evine götürmüş. Daha önce hiç leylek görmemiş. Uzun gagası ve bacaklarını çok yadırgamış. Tutup bir güzel kesivermiş onları.
YanıtlaSilSonra da yüksekçe bir yere koymuş. Karşısına geçmiş. Yaptığı işten memnun, seslenmiş:
-Bak şimdi kuşa benzedin."
'Hüseyin Gazi Cemevi'nde Neler Oldu-Saygı Öztürk,Sözcü,10.08.2022' yazıyı okumanızı tavsiye ederim.
YanıtlaSilDeforme olmuş, provokasyon amaçlı fotoğraf / bilgilerle özgür düşünce iddiası gülünç.
Umarım düzeltirsiniz
Eleştiri ve uyarı için teşekkürler. İlgili yazıyı okudum. Provakasyon amaçlı fotoğraf / bilgilere gücüm yettiğince itibar etmem, etmemeye çalışırım. Yanlış ise düzeltirim. Zaten ben cemevi ziyareti ile hiçbir bilgi, yorum ve ayrıntıya yer vermedim yazıda dikkat etmişseniz. Saygı bey yazıya mamak belediyesi için kuşku uyandıracak ifadelerle başlamış, bu haksızlık, zira mamak belediyesi AKP'nin elinde, sanki CHP'li bir belediye yapmış gibi algı yapmış ve yazı boyunca savunmacı ve mazeret üretici bir dil kullanmış, fotoğraflarda bir yanlışlık yok, zira ziyaret sonrası ilgili fotoğraflar yerlerine konulmuş, kanaatimce 20 yıldır birkaç kez açılım da denilse aleviler ve sorunları ile ilgili kayda değer bir şey yapılmadı (aslında yapılmaması bir açıdan da olumlu, zira devlet bir şeye el attı mı onu kendine benzetiyor, içini boşaltıp tüketiyor, gölge etmese yeter aslında) seçim arefesinde bir şeyler değişir mi, onu zaman gösterir, bu ülkede -özgür düşünce artık ne kadar olabilirse- o kadar özgür düşünce iddiasındayım siz gülünç bulsanız da, yazımdaki düşüncelerimin arkasındayım, katılıp katılmamakta elbette özgürsünüz hocam, sevgiler, saygılar
Sil